Ege Cansen

Bu sakat yapı devam edemez

23 Kasım 2002
<B>TÜRK</B> ekonomisi sakattır. Zaman zaman ortaya çıkan iyileşme emareleri, bünye sakat olduğu için kalıcı olamamaktadır. Türk ekonomisini, 2001 yılında içine düştüğü ‘‘melt down’’ yani ‘‘eriyip bitme’’ sürecinden kurtarmak için ülkeye davet edilip, süper yetkilerle Ekonomi Bakanlığı'na getirilen Kemal Derviş hazırladığı programa, bilinçli olarak ‘‘Krizden Çıkış’’ değil, ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş’’ adını vermişti. Çünkü meselenin esası buydu. Bu programın ana fikri, iktisadi yapının, yasal ve kurumsal olarak yeniden düzenlenmesiydi. Nitekim, bu yönde önemli kararlar alındı ve belli bir yol kat edildi. Ancak üzülerek izliyorum ki, yapılan yasal değişiklikler ve verilen sözlerin hiçbir kıymeti harbiyesi yokmuş. Devlet kadrolarını azaltmaya söz vermiş bir iktidarın, seçimi kaybettikten sonra, yangından mal kaçırır gibi Meclis'e ve Başbakanlık'a adam doldurmasından anlıyoruz ki meğer yapılanlar, sırf parasını almak için IMF'yi kandırmaya yönelik makyajdan ibaretmiş. İşin ahlakı ve felsefesi hemen hiç benimsenmemiş.

* * *

Şimdi işbaşında yeni bir siyasi parti var. Hepimiz, bu yeni iktidardan, ‘‘doğru dürüst’’ iş yapmasını bekliyoruz. Pek tabii doğru-dürüst icraatın ne olduğu konusunda herkes, işine gelen tanımı yapacak ve işbaşındaki kadroları bu yönde etkilemeye çalışacaktır. Bu babda medya, çok etkin bir rol oynayacaktır. İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Çünkü, Türk ekonomisinin özel sektöründeki en sakat yapılanma ‘‘holding bankacılığı’’ ve ‘‘holding medyacılığı’’dır. Yeni hükümetin ekonomide ciddi bir dönüşüm gerçekleştirmesi için bu soruna mutlaka bir neşter atması şarttır. Eğer AKP'nin bu operasyonu yapmaya ‘‘anlayışı ve gücü’’ yetmezse (ki yetmeyebilir) bilinsin ki Türk ekonomisinin özel kesimindeki verimsizlik sürüp gidecektir. Bunun üzerine bir de kamu kesiminin ziyankárlığını ekleyin, sonuç hiçbir şeyin ‘‘kalıcı olarak’’ düzelmeyeceğidir.

Medyaya ve bankaya sahip holdinglerin patronları, ‘‘Bu grift ilişkiler sisteminden biz de bıktık, zaten işin cıvığı çıktı’’ deyip, bu araştırmayı kendileri isteseler bile, holding bankacılığı ve medyacılığı meselesini derhal çözmek mümkün değildir. Ama bu sorunun, eğer istenirse belli bir vadede halledilmesi pekálá mümkündür. Üstelik bu zarurettir. Zaruridir; çünkü mevcut yapılanma, ‘‘liberal demokrasinin’’ olmazsa olmaz şartı olan basın özgürlüğünün önündeki en büyük engeldir. Zaruridir; çünkü bu yapılanma ‘‘serbest pazar ekonomisinin’’ olmazsa olmaz şartı olan adil rekabet ortamının teessüs etmesine en büyük engeldir.

* * *

Benim AKP yöneticilerine bir önerim olacak. Eğer onlar da bu holding medyacılığı ve bankacılığı kurgusunun ahlaksızlığı babında benimle hemfikirseler, konuyu Avrupa Birliği mevzuatı içinde ele alsınlar. Yani AB'nin medya-banka-ticaret ilişkilerini tanzim eden yasal düzenlemelerini ‘‘lafsızla ve ruhuyla’’ tam incelesinler. Özellikle rekabet hukuku ve basın özgürlüğü açılarından uygulamaları özümlesinler. Sonra, çözümün yasal yönünü AB'ye uyum çerçevesi içine soksunlar. Belki o zaman, bu dönüşümü yapmaya özel sektörü razı edebilirler.

SON SÖZ: AB'ye ayıp olmuyorsa, sal ipini rahvan gitsin.
Yazının Devamını Oku

Karnıma ağrılar girdi

20 Kasım 2002
<B>İKTİDAR</B> partisi AKP, icraat programını açıkladı, benim de karnıma ağrılar girdi. Seçim öncesinde tüm partilerin ekonomi sözcülerine ısrarla, tercihiniz nedir ‘‘büyüme’’ mi, yoksa ‘‘istikrar’’ mı diye sorduk. Kesinlikle istikrarı tercih eden Derviş (bir bakıma CHP, emin değilim) hariç, hiçbiri tercihini açıkça ortaya koymadı. Hepis kıvırttı. ‘‘İstikrardan fedakárlık etmeden büyüme’’ gibi kaypak cevaplar verdiler. Pek tabii anladık ki, bu kişilerin kafasının arkasında ‘‘büyümeye’’ öncelik vermek var. İstikrar, ikinci planda geliyordu. Çünkü seçmenin, yeni hükümetten beklentisinin büyüme olduğuna hükmetmişlerdi. Nitekim iktidara gelen AKP, hükümet kurulmasını beklemeden, istikrarın adını anmayan, cafcaflı bir büyüme politikasını, küt diye önümüze koydu.

* * *

İktisatta istikrar, ‘‘fiyat istikrarı’’ demektir. İstikrarsızlıkla, yani enflasyonla mücadele etmektir. Fiyatlar genel seviyesindeki artışı, ne pahasına olursa olsun, yıllık yüzde 5'in altına indirmek ve oralarda kalmasını sağlamaktır. İstikrarlı enflasyon diye bir nebat yoktur. Fiyat istikrarı, yani Fransızca söylenişiyle ‘‘stabilizasyon’’ sağlanamazsa, döviz fiyatları da, faizler de ‘‘stabil’’ bir seyir göstermez. Bunlar da ‘‘labil’’ yani, oynak hale gelir. Esasen bir ekonomide ‘‘enflasyon’’, ‘‘devalüasyon’’ ve ‘‘faizler’’ bir çember üzerinde, kedi kuyruğunu kovar gibi hareket eder. Bunlar, hem birbirinin sonucu, hem de sebebidir. Bu makro finansal parametreler oynadığı sürece, reel ekonomideki ‘‘büyüme’’ de istikrara kavuşamaz. İstikrarsızlıkta da büyüme olabilir. Ancak, elde edilen büyüme hızı sürdürülemez. Milli gelir bir artar, bir azalır. Milli gelir büyümesi, yıl be yıl değil de, on yıllık, yirmi yıllık veya otuz yıllık devrelerde ölçülürse görülür ki, finansal parametrelerin yüksek dalgalandığı dönemlerde, ülkelerin kalkınma hızı düşük olmaktadır. Yani halkın yararına imiş gibi duran ‘‘aman bir an önce büyümeye geçelim, halkın tahammülü kalmadı’’ aceleciliği, çok kısa bir süre sonra ‘‘fakirlikte buluşma’’ halini almaktadır.

* * *

AKP tarafından açıklanan ‘‘istikrarı boşver, biz büyümeye bakalım’’ ana temalı icraat programı açıklandıktan sonra, özel sektör sözcülerinin ‘‘program tam istediğimiz gibi, biz de tam bunları söylüyorduk, bravo hükümete’’ şeklindeki değerlemelerini duydum. İşte o an, program hakkındaki tereddütlerim derhal son buldu. Özel sektör sözcüleri, programı bu kadar içten desteklediğine göre, programda mutlaka ciddi yanlışlıklar olduğuna dair kanaatim pekişti. Eh, bu kadar çok banka ve şirket batırmış bir özel sektörün, tavsiyesinin tam tersi doğrudur herhalde. Ne dersiniz?

* * *

Serbest pazar ekonomisinde veya Karl Marx'ın isimlendirmesiyle ‘‘kapitalizmde’’ kalkınma veya büyüme programı olmaz. Serbest pazar ekonomisi, reel ekonomi için ‘‘hedef koyma ve hedef tutturma’’ mantığını içermez. Hakeza, istihdam için de devlet, bir hedef koyamaz. Kapitalizm, optimizasyon demektir. Bu sistemde devletin görevi, ekonomik faaliyetin yeşermesine ve serpilmesine uygun sosyo-ekonomik ortamı inşa etmek ve yaşatmaktır. Bunun da uzun, ama en kestirme yolu istikrarı temindir.

SON SÖZ: Büyüme hedefini boşver, enflasyon hedefini koy ortaya.
Yazının Devamını Oku

Üzüm kütükleri

16 Kasım 2002
<B>KOMÜNİZMİN</B> çöküşünden sonra, Doğu Avrupa ülkelerinin izledikleri iktisat politikaları, gerçekleştirdikleri yapısal ve siyasal reformlarla, ekonomilerini, kısa bir sürede hale yola koyduklarını görüyoruz. Bu değişimin ‘‘fiziki’’ sonuçlarını yorumlayanların, sürecin kimyasını yani o toplumların ‘‘sosyal genetiğini’’ gözden kaçırdıkları kanaatindeyim. Bu yüzden ‘‘daha beş, on yıl önce, iktisaden Türkiye'nin bir hayli gerisinde olan bu sosyalist ülkeler, bizi sollayıp geçtiler’’ gibi yanlış tespitler yapıyorlar. Acaba, Doğu Avrupa ülkeleri, bundan beş, on yıl önce, iktisaden Türkiye'den geri miydi? Hayır. Acaba, geri kalmış milletlerin, gelişmiş ülkeleri, beş-on yılda sollayıp geçmesi gibi bir şey tarihte hiç olmuş mudur? Hayır. (Pasifik ülkelerin kalkınmasını ayrıca konuşuruz.) Dünün komünist Çekoslovakyası, Alman kültürünün manyetik alanı içindeydi. Zaten II. Dünya Savaşı'ndan önce Çekoslovakya, İsviçre'ye benzerdi. Macaristan ve Slovenya, Avusturya'nın; Polonya ve küçük Baltık devletleri Almanya'nın taşrası sayılır. Polonya, bir ülkeyle kıyaslanacaksa, bu Finlandiya'dır. Rumenler, İtalyan kültüründen gelir. Bulgaristan, Türkiye'den çok Yunanistan'a benzer. Unutulmasın, harp veya büyük sosyal çalkantı geçiren ülkelerin milli gelirleri aniden ve çok düşer. Üstünde kar biriktiği için eğilen dal, kar kalkınca nasıl eski haline gelirse, ülkeler de anormal şartlardan kurtulunca, eski gelişmişlik düzeylerine çabucak geri döner. Kalkınma trendine oturur. Ülkemizin gelişmişlik düzeyi trend değerindedir. Durumumuzu, ne 1980 öncesinin ‘‘biz geri kalmadık, geri bırakıldık’’ savı, ne de güncel ‘‘kısır siyasi çekişmeler yüzünden çok fırsat kaçırdık’’ ifadesi izah etmez. Bu, genetiktir.

* * *

Üzüm bağlarındaki kütüklerin, kışın neye benzediğini bilirsiniz. Kara kuru, yamru yumru, bodur birer ağaç müsveddesidir bunlar. Bu kütüklerden, bırakın kapı, pencere veya mobilya yapmayı, doğru dürüst bir keser sapı bile yapılamaz. Buna mukabil çam, kavak, meşe gibi ağaçlar hem heybetlidir, hem de çok iyi kereste olur. Baharla birlikte yavaşça yapraklanmaya başlayan bağdaki kütüklerin dalları, yazın sonuna doğru salkımlarla dolar. Kış aylarının bu zavallı görünüşlü ağaççıkları, mevsimi gelince muhteşem birer fabrika olur. Küfe küfe üzüm verir. Üzüm, içinde en fazla güneş enerjisi biriktiren bir nimettir. Dere boyundaki kavaklar da yazı, gövde genişletip boy atarak geçirir. Bu mevsimde onların sadece keresteliği artar. Çelimsüz kütüğün meyve vermesi, cüsseli kavağın ise sadece gövde yapması, genetik yapılarının farklı olmasındandır.

* * *

Hocam Fuat Çobanoğlu, insan kanında, al, ak ve gelişmişlik diye üç yuvar bulunur derdi. Bu ifadenin bir benzerine, mühendislik filozofu Fevzi Akkaya'nın (STFA'nın, FA'sı) kitaplarında rastlamıştım. Üretkenlik, bir milletin genlerinde vardır. Bunun bir adı da ‘‘kültür’’dür. Zaten kültür kelimesi ‘‘üretim’’den gelir. Gerek Çobanoğlu, gerek Akkaya, ‘‘değişmenin’’ imkánsızlığına değil, tam aksine değişmeye inanmış kimselerdir. Hayatları da bu mücadeleyle geçmiştir. Kullandıkları ‘‘genetik’’ metaforu, toplumsal değişme ve gelişme meselesinin köklerinin ne kadar derinde olduğuna işarettir. Ama asıl amaçları, diploma, mevki veya para sahibi olduğu için değiştiğini ve geliştiğini sananları, ülke meselelerinde başkalarını suçlamadan önce, kendini kanına kadar sorgulamaya yöneltmektir.

SON SÖZ: Boş övünme, gevşersin; yersiz yerinme, çökersin.
Yazının Devamını Oku

Ödünleşme

13 Kasım 2002
<B>BU</B> kelimeyi yeni duydum ve ilk defa kullanıyorum. Bu kelimeyi öğrenmeden önce, gerektiğinde kavramın İngilizce karşılığı olan <B>‘‘trade-off’’</B> tabirini kullanıyordum. Kavramın özü şu: Herhangi bir meselenin stratejik veya taktik çözümünde alınan her ‘‘karar’’, izlenebilecek yollar arasından bir ‘‘seçim’’dir. Her çözüm de, bir şey elde etmek için, başka bir şeyden feragat etmeyi (trade-off) gerektirir. Pek tabii, ‘‘ne yárdan geçerim, ne serden’’ diyenler de vardır. Bunlar, sanıldığı gibi gafil değildir. Bunların mutlaka, bir an için açıkça telaffuz etmekten çekindikleri bir başka çözüm önerileri vardır. O an için söylemedikleri önerileri, ya iktisaden imkánsızdır, ya da fedakárlığı başkasının yapması talebini içerir.

* * *

Trafik sıkışıklığına çare bulmak isteyen İstanbul valisi, plaka numaralarının son rakamına göre özel araçlara, Boğaziçi köprülerinden haftada bir gün geçme yasağı konulmasını önermektedir. Bu yasağın, köprüden her gün arabasıyla geçen kişilere bir zorluk yaratacağı kesin. Pek tabii valinin amacı, birilerine ‘‘sorun’’ yaratmak değildir. Tam aksine vali, araç sahiplerinin, trafik sıkışıklığından çektikleri ıstıraba ‘‘çözüm’’ bulmaya çalışmaktadır. Ama ister istemez, bir ödünleşme önermektedir. Mesela ben, valinin bu çözüm önerisine katılmıyorum. Çünkü, trafik sıkışıklığının esas sebebi, park yasağına riayet edilmemesidir diye düşünüyorum. Eğer vali, park yasağını ‘‘acımasız’’ bir şekilde uygulasa, yolların taşıma kapasitesi derhal iki misline çıkar. Üstelik, park yeri bulamayacağını bilen şımarık ve şirret araç sahipleri, arabalarını trafiğe çıkarmaz. Böylece, köprüden geçen araç sayısı kendiliğinden düşer. Hem şeher içi yollarda, hem de köprülerde sıkışıklık önemli oranda azalır. Tenhalaşan yollarda otobüsler, minibüsler ve taksiler daha fazla sefer yaparak, devre dışı kalan özel araçların üretemediği hizmeti, daha düşük maliyetle üretir. İstanbul'da ulaşımın ortalama hızının artması, bu sektörün ve tüm şehir ekonomisinin prodüktivitesini artırır. Pek tabii, benim çözüm önerim de bir ‘‘ödünleşme’’ içeriyor. Ne yazık ki, benim önerimdeki ödünü, öncelikle vermesi gereken ‘‘egemen sınıfın’’ böyle bir niyeti yok. Ayrıca, park yasaklarını çiğneme babında egemenleri geçmeye azimli ‘‘garibanların’’ da ödün vermeyeceği kesin. Dolayısıyla mevcut sıkışıklık aynen devam edecektir. Bu yazıyı okuyup, benimle kesinlikle hemfikir olmadığını haykırmak isteyenleri duyar gibi oluyorum. Bu ‘‘süper ego’’su az, ‘‘ego’’su fazla gelişmiş hanımlar ve beyler, derhal ‘‘belediyeler, şehrin yoğun semtlerinde yeterli ve ucuz (ne demekse) park yerleri yaptırmadan, yollarda ve kaldırımlarda park yasağı uygulanamaz. İstanbul'a yeni ve geniş yollar, üçüncü köprü, bir de tüpgeçit yapılmalıdır. En kısa zamanda metro yaygınlaştırılmalı, belediye otobüslerinin kalitesi yükseltilmelidir’’ diye çözüm(süzlük) önerilerini sıralayacaktır. Bu da bir ödünleşmedir.

* * *

Seçimlerle yeni bir parti iktidara geldi. Kurulacak hükümetin, iktisadi, siyasi ve sosyal meselelerin çözümünde, önceki hükümetlerden, farklı ‘‘ödünleşme dengeleri’’ kuracağı aşikár. Esasen başka türlü davranarak, kemikleşmiş meselelere ‘‘çözüm geliştirmek’’ mümkün değildir. Hüner, bir meseleyi çözerken, ortaya çıkacak yeni meselelerin toplumsal maliyetinin, mevcut hali sürdürmekten düşük olmasını sağlamaktır.

SON SÖZ: Sorundan korkan, sorun çözemez.
Yazının Devamını Oku

Sen hep haklı çıktın

9 Kasım 2002
<B>BU</B> başlık, seçim propagandasında <B>Deniz Baykal</B> için kullanıldı. Seçim afişine durup baktım. Hatırlamaya çalıştım. Acaba Deniz Baykal hangi konuda haklı çıkmıştı diye? Aklıma hiçbir şey gelmedi. Baykal'ın haklı çıktığı bazı öngörüleri muhakkak olmuştur. Ama bir sürü de haksız çıktığı konu olduğu kesin. Üstelik bu, herkes için doğrudur. Hepimiz zaman zaman haklı veya haksız çıkabiliriz. Ama ‘‘Sen hep haklı çıktın’’ afişi, bana dayanılmaz derecede itici gelmişti. Seçim bitti; Deniz Baykal tek başına iktidar olacağı iddiasında haklı çıkmadı. Neyse, belki de zaten böyle bir iddiası yoktu. Siyaset icabı öyle konuşuyordu.

‘‘Sen hep haklı çıktın’’ çığlığının aslı, ‘‘Ben hep haklı çıktım’’dır. Bu mikrop, uzun süredir birçok kişinin ve maalesef bazı gazetecilerin beynine yerleşip, hasta tipler yaratmıştı. Şimdi bu ‘‘Ben haklı çıktım’’ hastalığı salgın haline gelmiş bulunuyor. Salgının kurbanları arasında, başköşeye kurulmuş ya da kıyıda köşede kalmış, tüm gazeteci-yazar (tüccar-terzi gibi bir şeydir bu) taifesi var. Bir gazeteci, yazısına ‘‘Ben yine haklı çıktım’’ diye başlamıyor mu, tilt oluyorum. Bir yazarın, hükümlerinde hep haklı çıkması veya öngörülerinin hep tutması mümkün değildir. İktisatçılar bunu aynen bilir. Eğer bir gazeteci, kendini böyle görüyorsa tedaviye muhtaçtır. Hep haklı çıktığını zannedenler, ya ‘‘malumu ilam’’ etmiştir ya da her ihtimali değişik bir tarihte yazmıştır. Pek tabii, bunlardan biri bir gün gelip tutar. Ne derler: ‘‘Durmuş saat bile, günde iki defa doğru zamanı gösterir.’’

Haklı çıkmanın bir övünç vesilesi olmasının iki şartı vardır. Birincisi, herkesin söylemediği veya öngörmediği bir şeyi ‘‘altını çizerek’’ yazmış olmak. İkincisi, sonucu başkalarının kabul ve teslim etmesi. Gazeteci arkadaşlarımdan ricam şu: Haklı çıkmış olsanız bile, n'olur bunu okurun gözüne sokmayın. Biliyorum rekabet yüzünden böbürlenmek moda oldu. Bırakın başkaları sizi takdir etsin. Mütevazı olmayın, sonra ciddiye alırlar sözüne de itibar etmeyin. Unutmayın: ‘‘Tevazunun modası geçmez.’’

MİLLETİN HÜKÜMETİ, DEVLETİN HÜKÜMETİ

1961 darbesinden sonra, hepsi seçimle işbaşına gelmiş olan, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Başbakan Adnan Menderes idam edildi. Bugün, dönüp geriye baktığımızda bu hareketin, Türk Devleti'nin ne büyük bir hatası olduğunu çok daha iyi anlıyoruz. En güçlü devrinde bile Menderes için ‘‘O, milletin başbakanı oldu ama, devletin başbakanı olamadı’’ denirdi. Tarih, ders almak isteyenler için ibretlerle doludur. Son 50 yıldır demokratik sistemin bu ülkede yerleşmesi için uğraşıp durduk. Son seçimler, bu yolda hiç de küçümsenmeyecek bir mesafe kat ettiğimizi gösteriyor. Halkın iktidara getirdikleriyle ‘‘yönetim güçlerini’’ paylaşmak istemeyen bir sivil-asker bürokrasinin varlığı kuşku götürmez. Bunların, medya ve sivil toplum örgütleri içinde de destekçileri vardır. Pek tabii, bir siyasi partinin yüzde 35, hatta yüzde 45 oy alması, onu ‘‘astığı astık, kestiği kestik’’ hale getirmez. Getirmemelidir de. Ama...

SON SÖZ: Halkın hükümeti, devleti de kapsar.
Yazının Devamını Oku

Önümüzdeki 10 yıla Erdoğan damga vuracak

6 Kasım 2002
<B>TÜRKİYE</B>, hilesiz hurdasız, kavgasız cinayetsiz, pırıl pırıl bir genel seçim yaptı. Komünistinden, şeriatçısına; Kürtçüsünden, ırkçısına, uluslararası dolandırıcısından, ulusal polisine kadar her ‘‘görüş’’ seçilmek için olmasa bile, sesini duyurmak için mücadele etti. Neticede, yürürlükteki ‘‘yüzde 10 barajlı seçim sistemi’’ tasarımcısı Turgut Özal'ın istediği gibi çalıştı. Oyların bir hayli dağılmasına rağmen, sonuçta iki partili bir meclis oluştu. Çok şikayet edilen koalisyon yapma mecburiyeti fiilen bitti. Artık iktidar partisi, iktidar; muhalefet partisi de muhalefet olacak. Hem iktidar-hem muhalefet ‘‘hünsa’’ parti devri (şimdilik) sona erdi. Ama anlaşılan bundan da memnun olmayanlar var. Yoksa seçim akşamı, tek başına iktidar gelen partinin genel başkanına ‘‘muhalefetle koalisyon’’ önermek gibi bir çiğliği yapmak kimin aklına gelirdi? Muhalefetsiz meclis istemek de ne oluyor acaba? Bu da tek parti rejimi özlemi mi yoksa? Demokrasinin olmazsa olmaz şartı, meşru bir iktidarın değil, meşru bir muhalefetin mevcudiyetidir. İktidar, her rejimde vardır. Irak da bile...

Bu seçimler iş başına yeni bir siyasi önderi ve dolayısıyla onun partisini getirdi. Şüphe yok ki; bu seçimlerin ‘‘hero’’su, yani kahramanı, Recep Tayyip Erdoğan'dır. Bir siyasi hareketin önderi, o hareketin iktidarı ele geçirmesi sürecine, tüm kadrodan daha fazla katkı yapar. Kitleler kadroya değil, lidere oy verir. Diğer bir deyişle ‘‘lider, kadroyu iktidara taşır.’’ Ama iktidara gelindikten sonra da, ‘‘kadro, lideri başarıya ulaştırır.’’

Ulusların ekonomik ve sosyal hayatları, yüzlerce yıllık perspektiften, diğer toplumlarla kıyaslamalı olarak değerlendirilirse, istisnaları dışında önemli bir değişim görülmez. Bugün yer yüzündeki toplumların büyük bir çoğunun göreceli gelişmişlik düzeyi, üç yüz yıl öncesinin aynıdır. Üç yüz yıl önce Avrupa, kara Afrika'dan veya Orta Doğu'dan ne kadar ileri idiyse bugün de o kadar ileridir. Aksine gözlem süresi kısalttıkça, çok önemli değişimler ortaya çıkar. Mesela son 20 yılda, Turgut Özal'ın damgasını vurduğu 1980-1990 on yılı, ekonomik bakımdan Türkiye'nin ‘‘kazanç’’ devresidir. Süleyman Demirel'in damgasını vurduğu 1990-2000 arası ise ülkemiz için ‘‘kayıp’’ yıllardır. Pek tabii, bir devrin değerlendirmesini sadece o devre damgasını vuran kişiyle izah etmek mümkün değildir. Dış ve iç dinamikler, ülke ekonomilerini, işin başında kim olursa olsun, çok etkilemektedir. Şimdi iş başına Tayyip Erdoğan geldi. Belki de 2000-2010 devresine, Erdoğan damgasını vuracak. Çünkü, bir ülkede yeni bir siyasi lider, kolay kolay ortaya çıkmıyor. Ortaya çıkan da kolay kolay silinip gitmiyor. Önümüzdeki on yılın adı, sonuçlar ne olursa olsun, ‘‘Erdoğan dönemi’’ olacağa benziyor. Kim bilir? İyisi mi, kendimizi buna alıştıralım.

Ekonomi ‘go’ fazına girdi AKP'ye enkaz kalmadı


RECEP Tayyip Erdoğan'ın şanslı bir insan olduğu muhakkak. Ekonominin toparlanmaya başladığı ve pek çok köklü tedbirlerin alındığı zor bir dönemden sonra iktidara geldi. Türk ekonomisi, 1999'un sonunda zor bir dönemeçteydi. Ecevit'in deyişiyle duvara çarpmak üzereydi. O günlerde IMF ile anlaşıp, kur çıpasına dayalı bir ‘‘enflasyonu düşürme’’ programına imza attı. Kur çıpası, teorik olarak da, pratik olarak da uygulaması son derece zor, ama sürdürülebilirse de, o derece de etkili bir ‘‘iktisadi iyileştirme’’ ilacıdır. Nitekim, kur çıpası sayesinde 2000 yılının ilk 9-10 ayında, Türk ekonomisi adeta şahlandı. O kadar şahlandı ki; sonunda binicisi üstünden düştü. Kasım 2000-Mart 2001 arası, ekonomimiz için fetret (başsız kalma) devridir. Kimin, ne yaptığı belli değildi. Kur çıpası ümitsizce savunulmakta, bunun için verilen fahiş faizler yüzünden, kamu borçları günbegün devleşmektedir. Sistem ‘‘melt down’’ (eriyip bitme) sürecine girmişti. Bu noktada, Türk Ordusu'nun yüzü suyu hürmetine, IMF, Türkiye'ye yüklü bir yardım yapmayı kabul etti, yeni bir stand-by anlaşması yapıldı ve Kemal Derviş ‘‘kılavuz kaptan’’ olarak işe alındı. Bu sayede, ‘‘melt-down’’ durdurulabildi ve toparlanma yeniden başladı.

Krizin tepe noktasından bu yana 19 ay geçmiştir. Ekonomik sistemin ameliyatı, yoğun bakımı, normal bakımı bitmiş, hasta nekahat devresine girmiştir. Döviz fiyatları stalibize olmuştur. Enflasyon ciddi şekilde düşüşe geçmiştir. Büyüme tekrar başlamıştır. Reel büyüme ve faiz dışı fazla sayesinde, ‘‘kamu borçlarının, milli gelire oranı’’ sabitlenmiştir. Yapısal reformlar yasalaşmıştır. Gümrük Birliği ile entegrasyon tamamlanmış, Avrupa Birliği ile entegrasyon konuşulmaya başlanmıştır. Konjonktür icabı da Türk ekonomisi ‘‘stop’’ fazından çıkmış, ‘‘go’’ fazına geçmiştir. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda, çok büyük yanlışlar yapılmazsa, kısaca ‘‘bütçe açıkları yaratacak’’ popülist bir icraat sergilenmezse, kendiliğinden ortaya çıkacak ekonomik sonuçlar, AKP'nin başarı hanesine yazılacaktır.

İşadamlarına yeni dönem tavsiyeleri


UZUNCA bir süredir, iş adamlarımızın kendi işlerini yönetmekten çok, ülke işlerine zaman harcadıklarına şahit oluyoruz. İnsan bir defa ‘‘hükümete akıl vermeye’’ alıştı mı, bu huyundan vazgeçemez. Maalesef, iş adamlarının ülke meselelerine bu kadar gark olmaları, bugüne kadar pek randıman vermedi. Herhalde hükümetler, işadamlarının tavsiyelerini pek dinlemedi ki, ülke meseleleri çözülemedi. Üstelik, batan şirketlerin ve bankaların sayısına bakılırsa, iş aleminin de işleri o kadar iyi gitmedi. Bana göre işadamları, zamanlarının çoğunu kendi şirketlerini daha iyi yönetmeye harcasalar, ekonomik meselelerimiz daha kolay çözülecek. Ama onlar, bunun tersini söylüyor. Geçenlerde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile telefonla konuştum. Meslek odaları, üyelerinin daha iyi sanayici ve tüccar olması için çalışsa ve özellikle üyelerinin davranışlarını ‘‘meslek ahlakı’’ bakımından denetlese, ülke kalkınmasına daha fazla katkıda bulunur dedim. Kendisi de bana, ‘‘sivrisinekleri tek tek öldürmek yerine, biz bataklığı kurutmayı tercih ediyoruz’’ dedi. Demek ki, hükümetler iş adamlarının tavsiyelerine uymadığı için, öyle bir ekonomik ortam teşekkür ediyor ki; o ortamda namusuyla para kazanmak mümkün olmuyor.

Ben, işadamlarımıza bu sefer farklı bir yöntem tavsiye ediyorum. Yani, hükümete akıl vermeyi bir süre bırakmalarını. Bakalım AKP, sizin tavsiyeleriniz olmadan işleri nasıl idare edecek. Belki de bir bildikleri vardır. Üstelik yeni mecliste, çok sayıda işadamı milletvekili olarak görev yapacak. Yeni hükümetten, ülke için değil, sadece kendiniz, yani işalemi için ne talep ediyorsanız onları söyleyin yeter. Bu da asla namertlik değildir.


Biraz da biz ölelim


NASRETTİN Hoca bir yemeğe davet edilmiş. Eski usul, yemekler tencere ile ortaya konmuş. Ev sahibi, kendine bir kepçe, hocaya da küçük bir kaşık vermiş. Girişmişler ete, pilava ve hoşafa. Kepçeyle yiyen ev sahibi, hem yiyor hem de ağzına tıkıştırdığı koca lokmaları yutamadıkça ‘‘öldüm Allah’’ diyormuş. Hoca ise, küçük kaşıkla bu yarışta bir hayli geri kalmış. Bu haksızlığa dayanamayıp, ev sahibine ‘‘şu kepçeyi bize ver, biraz da biz ölelim’’ demiş. Hikaye bu kadar.

Şimdi devlet sofrasının (bütçesinin) kepçesi AKP'lilerin eline geçti. Geçmişte, belediyelerde ne kadar haksızlık yaptılar veya kendilerine ne kadar haksızlık yapıldı bilmiyorum. Ama, bu kepçeyi eline geçirip, bir yandan tıkınıp, bir yandan ‘‘öldüm Allah’’ diyecek çok kişi zuhur edecektir. Bu yavuz hırsızlar, AKP'li de olabilir, olmayabilir de. Suyun başını tutacak AKP'li yetkililerden kepçeye dikkat etmelerini bekliyoruz. Ne yesinler, ne yedirsinler. Bu ülkenin bütçesi herkese yetecek kadar büyük değildir ama, eline geçirecekleri, dünya ahret ihya edecek kadar geniştir.
Yazının Devamını Oku

Hem oku hem söylen

2 Kasım 2002
<B>TAHMİN</B> ediyorum, siz de benim gibi gazete okuyorsunuz. Yani hem okuyor hem de okuduklarınıza káh içinizden, káh yüksek sesle tepki veriyorsunuz. Tabii aynı tavır TV seyrederken de geçerli. Yeni gelinin, baba evinden (yoksa ana ocağı mı demeliydim?) ayrılırken ‘‘hem giderim, hem ağlarım’’ dediği gibi, ben de hem okuyorum hem söyleniyorum. Şüphe yok, aynı haber veya yoruma, farklı kişiler farklı tepki verir. Hatta bu tepkiler, birbirine taban tabana zıt olabilir. Aşağıda benim tepkilerimi bulacaksınız. Sizin tepkilerinize, uysa da olur, uymasa da.

DAYATMA

İran, siyasi rejimi ne olursa olsun önemli bir ülkedir. Bizim komşumuzdur. ‘‘İslamist’’ bir devlet kurulduğundan bu yana, İran'ın özellikle Hıristiyan Batı ile olan ilişkileri kötüleşmiştir. Bu böyle devam edemez. Hem İran'ın Batı'yla hem de Batı'nın İran'la ilişkilerini düzeltmesinde yararı vardır. İran Cumhurbaşkanı Hatemi, güzel ve güler yüzlü hoş bir insan. İran'ın Batı ile barışmasını sağlamak gibi tarihi bir misyonu üstlendiğini sanıyor(d)um. Şu günlerde Hatemi, İspanya'yı ziyaret ediyor. Daha gezisi başlamadan, iki ülke arasında gerginlik çıktı. Çünkü Hatemi, inancı icabı alkollü içki içmiyor. Onuruna verilecek yemekte, ‘‘Ben içki içmem, bana şarap ikram etmeyin, meyve suyu ikram edin yeter’’ dese, hiç mesele yok. İspanyollar bunu doğal karşılayacak. Hatta, ona saygı duyacaklar. Ama o, bununla yetinmiyor. Daha yola çıkmadan İspanyollara kesik atıyor. Benim bulunduğum yemekte siz de içki içemezsiniz diyor. Anlayacağınız, İspanyollara İspanya'da yasak koyuyor. Kendi inancını, başka inanç sahiplerine dayatıyor. Her türlü girişime rağmen, geri adım da atmıyor. İspanyollar, yemeği iptal ediyor. Haberi okuyunca ‘‘İspanyollar da çok menfaatperestmiş; ben olsam ziyareti iptal ederdim’’ diye homurdandım. Derken ziyaret başladı. Hatemi, kadın olduğu için Kraliçe'nin elini sıkmadı. İspanyollar bir daha sarsıldılar. Bunun üzerine ikinci törende, İspanyol erkekleri tavır koymuş olmak için Hatemi'nin elini sıkmamış, kendisini başlarıyla selamlamışlar. Sevsinler protestolarını. Haberi okuyunca, ‘‘Ödlek çıkarcı İspanyollara meheldir, beter olsunlar’’ diye bağırdım.

OKUL TEMİZLİĞİ

Kadınhan'daki okullarda müstahdem kalmamış. Okulun temizliğini öğrenciler yapmış. Bu olay üzerine Milli Eğitim Müdürü ‘‘Çocukların hastalanacağından korkuyorum, onlar tuvalet temizliğinden ne anlar?’’ diye beyanat vermiş. Haberi birlikte yorumlayalım. Bir ilçedeki bir okulda (veya bütün okullarda) hiç hademe kalmamış. Bu durumda ne olacak? Okullar temizlenemeyecek. Öğrenciler, her tarafını bok götüren, pislik içinde bir okulda ders yapacaklar. Çözüm ne? Hademe işi halledilinceye kadar (veya hiç halledilemeyecekse, sürekli olarak) başlarında müdür ve öğretmenleri olmak üzere, öğrencilerin kendi okullarını, kendilerinin temizlemesi. Zaten de böyle yapılmış. Yani, doğru çözüm bulunmuş. Çünkü, helaların temizlenmemesi ‘‘çocukların sağlığı için daha tehlikeli’’. Kaldı ki, eğer çocukler hela temizliğinden anlamıyorsa, okul müdürü ve öğretmenleri de mi anlamıyor? Hocalar, çocuklara bunu öğretemez mi? Japonya'da ilkokulların temizliğini çocuklar yapıyor, İngiliz veliahtının gittiği ortaokulda öğrenciler, sırayla her tür temizliği yapıyor. Hademesiz kalmak da bir eğitim fırsatı değil mi?

SON SÖZ: Pislikten korkan, pis yaşar.
Yazının Devamını Oku

Tıp etiği

30 Ekim 2002
<B>T.ERDOĞAN,</B> geçen hafta hazır bulunması gereken bir duruşmaya gitmemiş. Avukatları, Erdoğan'ın hasta olduğundan duruşmaya katılamayacağını söyleyip, iki doktor tarafından verilmiş bir raporu mahkemeye sunmuşlar. Erdoğan duruşmadan önceki, duruşma ve duruşmanın ertesi günü yoğun bir şekilde seçim propagandası çalışmalarına devam etti. Anlaşılan hasta falan değildi. Bu olay üzerine bazı köşe yazarları, Erdoğan'ı hasta olmadığı halde hasta raporu almasını kınayan yazılar yazdı. Pek tabii, ortada iki doktor tarafından imzalanmış kapı gibi rapor olduğu için, suçlamayı doğrudan değil de, ‘‘dalga geçerek’’ yani ima yoluyla yaptılar. Olayın bu yönü yeterince işlendi. Ama daha önemli yönü, yani hekimlerin, hatır için sahte bir hasta raporu tanzim etmiş olma ihtimalleri es geçildi. Tabipler Odası'nın, tıp etiğini korumak için, inisiyatif kullanarak en azından bir soruşturma açmasını beklerdim. Halbuki onlar böyle bir soruşturma açılmasının ‘‘şikáyete bağlı’’ (ne demekse!) olduğunu söyleyerek kıvırttılar. Şurası bir gerçek ki, bu ülkede herkesin, hasta olmadığı halde hasta raporu alacağı bir hekim tanıdığı vardır. Muhtemelen birçok kişi de, bir tarihte, kendisine veya çocuğuna ‘‘gerektiği’’ için, hasta olmadığı halde hasta raporu almıştır. Hal böyle olunca sahte hasta raporu almak veya vermek, ne alan kişi, ne de raporu veren hekim için bir ayıplanma nedeni olmamaktadır. Tam tersine, ayıp olan, tanıdık hekimin işimizi görecek sahte hasta raporu vermemesidir. Bu hususu, bilhassa hukuk, ahlak ve etik üzerine düşünen hekimlerin dikkatlerine sunmak istiyorum.

* * *

Şimdilerde nasıl bilmiyorum ama, bir zamanlar Almanya'da çalışan işçiler, yıllık izinlerinde Türkiye'ye gelirlerdi. Tatilci işçilerin birçoğu, bir türlü zamanında dönüp işbaşı yapamazdı. Tabii hepsinin elinde Türkiye'de bir doktordan alınmış birer ‘‘akut ishal’’ raporu. Sonunda işçilerimizin çalıştığı Alman şirketleri, izinden geç dönenlerin üretimi aksatmasına engel olmak için, izne çıkan Türklere ‘‘Türk doktorlarının verdiği hasta raporları, bizim şirkette geçerli değildir’’ diye tebligat yaptı. O zaman bu olay gazetelerimizde ‘‘Türk hekimlerine hakaret’’ şeklinde yer almıştı.

BEN KÜLTÜRLÜ BİR İNSANIM

TV'de trafik kontrolleriyle ilgili bir program seyrediyorum. Ekranda, sürücünün alkollülük derecesini ölçen bir cihazı üfleyen şoförle, onu denetleyen trafik polisi var. Üfleme bitince polis, ölçme cihazını çevirip göstergeyi okuyor, 378 promil alkollüsünüz diyor. Sürücü, önce TV kameramanlarına çekim yaptıkları için bozuluyor. Sonra polise dönüp ‘‘Ben kültürlü bir kişiyim, bana ceza kesemezsiniz’’ diyor. Derken polisle sarhoş sürücü arasında, kim daha kültürlü atışmasına tanık oluyoruz. Sarhoş sürücü polise, küçümseyen bir edayla ‘‘Hangi okul mezunusun, lise mi?’’ diye soruyor. Polis de ciddi ciddi ‘‘Hem lise mezunuyum, hem de yüksek tahsile devam ediyorum’’ diyor. Sürücü ‘‘Hangi üniversiteye?’’ diyor. Polis ‘‘Açık öğrenime’’ diye cevap veriyor. Derken altta kaldığı hissine kapılan polis celallenip ‘‘Sen ne mezunusun?’’ diye sürücünün eğitim durumunu sorgulamaya başlıyor. Sürücü, ‘‘Üniversite mezunuyum’’ diye böbürleniyor. Polis bastırıyor, ‘‘Hangi üniversiteyi bitirdin?’’ Sürücü cevap veriyor: ‘‘Açık öğrenimi.’’ Derin bir ümitsizliğe gark oluyorum.

SON SÖZ: Diploma, suç işleme imtiyazı sağlamaz.
Yazının Devamını Oku