<B>TÜRKİYE</B>, hilesiz hurdasız, kavgasız cinayetsiz, pırıl pırıl bir genel seçim yaptı. Komünistinden, şeriatçısına; Kürtçüsünden, ırkçısına, uluslararası dolandırıcısından, ulusal polisine kadar her
‘‘görüş’’ seçilmek için olmasa bile, sesini duyurmak için mücadele etti. Neticede, yürürlükteki
‘‘yüzde 10 barajlı seçim sistemi’’ tasarımcısı Turgut Özal'ın istediği gibi çalıştı. Oyların bir hayli dağılmasına rağmen, sonuçta iki partili bir meclis oluştu. Çok şikayet edilen koalisyon yapma mecburiyeti fiilen bitti. Artık iktidar partisi, iktidar; muhalefet partisi de muhalefet olacak. Hem iktidar-hem muhalefet
‘‘hünsa’’ parti devri (şimdilik) sona erdi. Ama anlaşılan bundan da memnun olmayanlar var. Yoksa seçim akşamı, tek başına iktidar gelen partinin genel başkanına
‘‘muhalefetle koalisyon’’ önermek gibi bir çiğliği yapmak kimin aklına gelirdi? Muhalefetsiz meclis istemek de ne oluyor acaba? Bu da tek parti rejimi özlemi mi yoksa? Demokrasinin olmazsa olmaz şartı, meşru bir iktidarın değil, meşru bir muhalefetin mevcudiyetidir. İktidar, her rejimde vardır. Irak da bile...
Bu seçimler iş başına yeni bir siyasi önderi ve dolayısıyla onun partisini getirdi. Şüphe yok ki; bu seçimlerin
‘‘hero’’su, yani kahramanı,
Recep Tayyip Erdoğan'dır. Bir siyasi hareketin önderi, o hareketin iktidarı ele geçirmesi sürecine, tüm kadrodan daha fazla katkı yapar. Kitleler kadroya değil, lidere oy verir. Diğer bir deyişle
‘‘lider, kadroyu iktidara taşır.’’ Ama iktidara gelindikten sonra da,
‘‘kadro, lideri başarıya ulaştırır.’’
Ulusların ekonomik ve sosyal hayatları, yüzlerce yıllık perspektiften, diğer toplumlarla kıyaslamalı olarak değerlendirilirse, istisnaları dışında önemli bir değişim görülmez. Bugün yer yüzündeki toplumların büyük bir çoğunun göreceli gelişmişlik düzeyi, üç yüz yıl öncesinin aynıdır. Üç yüz yıl önce Avrupa, kara Afrika'dan veya Orta Doğu'dan ne kadar ileri idiyse bugün de o kadar ileridir. Aksine gözlem süresi kısalttıkça, çok önemli değişimler ortaya çıkar. Mesela son 20 yılda,
Turgut Özal'ın damgasını vurduğu 1980-1990 on yılı, ekonomik bakımdan Türkiye'nin
‘‘kazanç’’ devresidir.
Süleyman Demirel'in damgasını vurduğu 1990-2000 arası ise ülkemiz için
‘‘kayıp’’ yıllardır. Pek tabii, bir devrin değerlendirmesini sadece o devre damgasını vuran kişiyle izah etmek mümkün değildir. Dış ve iç dinamikler, ülke ekonomilerini, işin başında kim olursa olsun, çok etkilemektedir. Şimdi iş başına
Tayyip Erdoğan geldi. Belki de 2000-2010 devresine,
Erdoğan damgasını vuracak. Çünkü, bir ülkede yeni bir siyasi lider, kolay kolay ortaya çıkmıyor. Ortaya çıkan da kolay kolay silinip gitmiyor. Önümüzdeki on yılın adı, sonuçlar ne olursa olsun,
‘‘Erdoğan dönemi’’ olacağa benziyor. Kim bilir? İyisi mi, kendimizi buna alıştıralım.
Ekonomi ‘go’ fazına girdi AKP'ye enkaz kalmadı
RECEP Tayyip Erdoğan'ın şanslı bir insan olduğu muhakkak. Ekonominin toparlanmaya başladığı ve pek çok köklü tedbirlerin alındığı zor bir dönemden sonra iktidara geldi. Türk ekonomisi, 1999'un sonunda zor bir dönemeçteydi.
Ecevit'in deyişiyle duvara çarpmak üzereydi. O günlerde IMF ile anlaşıp, kur çıpasına dayalı bir
‘‘enflasyonu düşürme’’ programına imza attı. Kur çıpası, teorik olarak da, pratik olarak da uygulaması son derece zor, ama sürdürülebilirse de, o derece de etkili bir
‘‘iktisadi iyileştirme’’ ilacıdır. Nitekim, kur çıpası sayesinde 2000 yılının ilk 9-10 ayında, Türk ekonomisi adeta şahlandı. O kadar şahlandı ki; sonunda binicisi üstünden düştü. Kasım 2000-Mart 2001 arası, ekonomimiz için fetret (başsız kalma) devridir. Kimin, ne yaptığı belli değildi. Kur çıpası ümitsizce savunulmakta, bunun için verilen fahiş faizler yüzünden, kamu borçları günbegün devleşmektedir. Sistem
‘‘melt down’’ (eriyip bitme) sürecine girmişti. Bu noktada, Türk Ordusu'nun yüzü suyu hürmetine, IMF, Türkiye'ye yüklü bir yardım yapmayı kabul etti, yeni bir stand-by anlaşması yapıldı ve
Kemal Derviş ‘‘kılavuz kaptan’’ olarak işe alındı. Bu sayede,
‘‘melt-down’’ durdurulabildi ve toparlanma yeniden başladı.
Krizin tepe noktasından bu yana 19 ay geçmiştir. Ekonomik sistemin ameliyatı, yoğun bakımı, normal bakımı bitmiş, hasta nekahat devresine girmiştir. Döviz fiyatları stalibize olmuştur. Enflasyon ciddi şekilde düşüşe geçmiştir. Büyüme tekrar başlamıştır. Reel büyüme ve faiz dışı fazla sayesinde,
‘‘kamu borçlarının, milli gelire oranı’’ sabitlenmiştir. Yapısal reformlar yasalaşmıştır. Gümrük Birliği ile entegrasyon tamamlanmış, Avrupa Birliği ile entegrasyon konuşulmaya başlanmıştır. Konjonktür icabı da Türk ekonomisi
‘‘stop’’ fazından çıkmış,
‘‘go’’ fazına geçmiştir. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda, çok büyük yanlışlar yapılmazsa, kısaca
‘‘bütçe açıkları yaratacak’’ popülist bir icraat sergilenmezse, kendiliğinden ortaya çıkacak ekonomik sonuçlar, AKP'nin başarı hanesine yazılacaktır.
İşadamlarına yeni dönem tavsiyeleri
UZUNCA bir süredir, iş adamlarımızın kendi işlerini yönetmekten çok, ülke işlerine zaman harcadıklarına şahit oluyoruz. İnsan bir defa ‘‘hükümete akıl vermeye’’ alıştı mı, bu huyundan vazgeçemez. Maalesef, iş adamlarının ülke meselelerine bu kadar gark olmaları, bugüne kadar pek randıman vermedi. Herhalde hükümetler, işadamlarının tavsiyelerini pek dinlemedi ki, ülke meseleleri çözülemedi. Üstelik, batan şirketlerin ve bankaların sayısına bakılırsa, iş aleminin de işleri o kadar iyi gitmedi. Bana göre işadamları, zamanlarının çoğunu kendi şirketlerini daha iyi yönetmeye harcasalar, ekonomik meselelerimiz daha kolay çözülecek. Ama onlar, bunun tersini söylüyor. Geçenlerde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile telefonla konuştum. Meslek odaları, üyelerinin daha iyi sanayici ve tüccar olması için çalışsa ve özellikle üyelerinin davranışlarını ‘‘meslek ahlakı’’ bakımından denetlese, ülke kalkınmasına daha fazla katkıda bulunur dedim. Kendisi de bana, ‘‘sivrisinekleri tek tek öldürmek yerine, biz bataklığı kurutmayı tercih ediyoruz’’ dedi. Demek ki, hükümetler iş adamlarının tavsiyelerine uymadığı için, öyle bir ekonomik ortam teşekkür ediyor ki; o ortamda namusuyla para kazanmak mümkün olmuyor.
Ben, işadamlarımıza bu sefer farklı bir yöntem tavsiye ediyorum. Yani, hükümete akıl vermeyi bir süre bırakmalarını. Bakalım AKP, sizin tavsiyeleriniz olmadan işleri nasıl idare edecek. Belki de bir bildikleri vardır. Üstelik yeni mecliste, çok sayıda işadamı milletvekili olarak görev yapacak. Yeni hükümetten, ülke için değil, sadece kendiniz, yani işalemi için ne talep ediyorsanız onları söyleyin yeter. Bu da asla namertlik değildir. Biraz da biz ölelim
NASRETTİN Hoca bir yemeğe davet edilmiş. Eski usul, yemekler tencere ile ortaya konmuş. Ev sahibi, kendine bir kepçe, hocaya da küçük bir kaşık vermiş. Girişmişler ete, pilava ve hoşafa. Kepçeyle yiyen ev sahibi, hem yiyor hem de ağzına tıkıştırdığı koca lokmaları yutamadıkça
‘‘öldüm Allah’’ diyormuş.
Hoca ise, küçük kaşıkla bu yarışta bir hayli geri kalmış. Bu haksızlığa dayanamayıp, ev sahibine
‘‘şu kepçeyi bize ver, biraz da biz ölelim’’ demiş. Hikaye bu kadar.
Şimdi devlet sofrasının (bütçesinin) kepçesi AKP'lilerin eline geçti. Geçmişte, belediyelerde ne kadar haksızlık yaptılar veya kendilerine ne kadar haksızlık yapıldı bilmiyorum. Ama, bu kepçeyi eline geçirip, bir yandan tıkınıp, bir yandan
‘‘öldüm Allah’’ diyecek çok kişi zuhur edecektir. Bu yavuz hırsızlar, AKP'li de olabilir, olmayabilir de. Suyun başını tutacak AKP'li yetkililerden kepçeye dikkat etmelerini bekliyoruz. Ne yesinler, ne yedirsinler. Bu ülkenin bütçesi herkese yetecek kadar büyük değildir ama, eline geçirecekleri, dünya ahret ihya edecek kadar geniştir.