3 Ağustos 2002
<B>SİYASET</B> sahnesinde yeni aktörlere ihtiyaç var, eskilerden bıktık dedik, karşımızda <B>Recep Tayyip Erdoğan'</B>ı bulduk. <B>Erdoğan,</B> şüphe yok ki, siyasetin <B>‘‘yükselen yıldızı’’.</B> İşlediği siyasi bir suç yüzünden düştüğü hapishaneden çıktıktan çok kısa bir süre sonra, bir de baktık Erdoğan, Çankaya'da yapılan liderler toplantısına katılıyor. Kabul edelim ki bu olay, demokrasinin işleyişi açısından Türkiye'nin, kişisel başarı açısından da Erdoğan'ın şeref duyacağı müstesna bir tabloydu. Yapılan kamuoyu yoklamaları, Erdoğan'ın önderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kasım seçimlerinden birinci parti olarak çıkacağını gösteriyor. Hadi birinci olmadı diyelim; ama herhalde ikinci olacaktır. AKP, ister iktidar ortağı olsun, ister muhalefette kalsın Erdoğan, önümüzdeki dönemde Türk siyasetindeki etkin politikacılardan biridir. Bu böyle biline. Erdoğan'ın ‘‘inançları/kültürü/dünya görüşü’’ Türkiye'nin gelecekte izleyeceği yolu belirlemek açısından çok önemlidir. Üstelik, Türk ekonomisinin içinde bulunduğu kritik durum, meselelerin çözümünde herkesin kolaylıkla hemfikir olacağı ‘‘teknik olarak doğru’’ çözümlerin uygulanmasını gitgide zorlaştırmaktadır. İktisadi gelişmeler, ülkeyi, siyasi liderlerin radikal kararlar almasını gerektirecek noktalara hızla yaklaştırmaktadır.
* * *
Bu gibi durumlarda önderlerin ‘‘ilk’’ değil ‘‘son’’ tercihleri önem kazanır. İsterseniz öncelikle ‘‘ilk tercih’’ ile ‘‘son tercih’’ arasındaki farkı anlatayım. İlk tercih, karşılaşılan bir meselenin hallinde akla ilk gelen ve maliyeti en düşük olan ‘‘çözüm yöntemi’’dir. Bu kabil çözümlere kimse itiraz etmez. Mesela bütçe açıkları, faizler yüzünden büyümüş ve enflasyon artış trendine girmişse, Merkez Bankası ve Hazine, ustaca manevralar yaparak makro dengeleri tesis eder. Bu bir ilk tercihtir. Son tercih ise, yapılan bütün ustaca (?) manevralara rağmen, mesele çözülemediği zaman izlenecek en ‘‘meşakkatli’’ yoldur. Mesela, bir ülkede bütçe açıklarının kapatılması için, varlık vergisi dahil (veya hariç) yeni vergiler salınmasıyla, konsolidasyona veya moratoryuma gidilmesi arasında bir seçim yapılması, tipik ‘‘son tercih’’tir. Buna da, iktisatçılar değil, siyasi lider karar verir.
Siyasi liderlerin, ekonomi alanında son tercihleri, öncelikle onların ‘‘iktisadi inançları’’ sonra da seçmen tabanlarına verdikleri ‘‘gelir transferi sözleriyle’’ şekillenir. Erdoğan, bundan bir süre önce Haber Türk TV kanalında gazetecilerin kamu borçlarıyla ilgili sorularına cevap verirken, ‘‘dur bakalım! diyecek, dış borçları değil, ama iç borçları konsolide edebileceklerini’’ söylemişti. Ben Erdoğan'ın bu sözlerini irdelemiş ve hatalı bulduğumu ifade etmiştim. Konu hálá sıcaktır.
* * *
Ekonomide ‘‘son tercihler’’ iki anayoldan biri üzerinde ortaya çıkar. Bir lider, ekonomide ya ‘‘bireyin serbestliğinden’’ ya da ‘‘devlet müdahalesinden’’ yanadır. Bugüne kadar kurulan İslam söylemli siyasi rejimlerin çoğu, ‘‘devletçi’’ bir politika izlemiştir. Buna zıt gibi duran Suudi Arabistan ve İran da dahildir. Erdoğan eğer iktidara gelecekse, bilinsin ki Türkiye'de ekonomi üzerinde devletin müdahaleleri artacaktır. Aksi takdirde AKP kendi içinde çelişkiye düşer. Eğer Erdoğan'ın başka bir tezi varsa, söylesin. Bunu bilmeye, hepimizin ihtiyacı var.
SON SÖZ: Cicim ayları çabuk geçer.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2002
<B>ENFLASYONU </B>düşürecek, yani ekonomiyi istikrara kavuşturacak bir iktisat politikasını uygulamanın ne kadar zor olduğunu bir defa daha tenimizde hissediyoruz. <B>‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş’’</B> şişede durduğu gibi durmuyor. İnşallah çok ciddi bir çöküş daha yaşamadan, aklımız başımıza gelir. Olay şu: Bir İş Bankası kuruluşu olan Paşabahçe şirketi, uzun yıllardır zararına çalışan, bir zücaciye üretim tesisini kapamaya karar veriyor. Kararı uygulamaya koyunca, o tesiste çalışan işçiler fabrikayı işgal ediyor. Yaklaşık on gündür (bu yazı kaleme alınıncaya kadar) bu eylem sürüyor. Çeşitli ‘‘sol’’ örgütler, ideolojileri icabı bu eyleme arka çıkıyorlar. Yerli yersiz her konuya maydanoz olmayı görev bilen TOBB, TÜSİAD gibi sivil toplum kuruluşları da ortaya çıkıp, bir tavır koymuyor. Belki onlar da işçileri destekliyor. Basında da şu ana kadar kimse işin iktisadi yönünü irdelemedi. Sebebi çok açık. Bir tarafta işini kaybeden ‘‘masum’’ işçiler, diğer tarafta yerli filmlerin anlatım diliyle ‘‘gaddar’’ fabrikatör var. Kimden yana olacaksınız? Tabii, çocuğuyla çoluğuyla ortalara dökülmüş ve ekmek tekneleri fabrikalarından çıkmak istemeyen işçilerden. Hangi aptal çıkıp, ‘‘İşçiler, bu eylemlerinde haksızdır; kendilerine her türlü yasal hakları fazlasıyla verilmiştir; sırf işçiler işini kaybetmesin diye bir işletmenin zararına çalışması, ekonomide ve sosyal hayatta çok daha büyük haksızlıklara sebebiyet verir; krizden bu yana iki milyon kişi işten çıktı, hiç kimse böyle bir eyleme kalkışmadı’’ diyecek? Bunları söyleyip, işçiler nezdinde kötü kişi olacak bir salak yok tabii.
* * *
Hatamı anlamış bulunuyorum. Bilinen iktisadi tavrımı değiştirdim. Ben de eylemci işçilerden yanayım. İş Bankası, bu tesisi kapatmamalı. Burası zararına çalışmaya devam etmemeli. Bu zarar da, kárlı işletmelerden aktarılan fonlarla finanse edilmeli. Yetmezse, kasası para dolu olan İş Bankası, bu masum işçilerin ücretlerini eksiksiz ödemeli. Koskoca İş Bankası için bu açık ne ki? İş Bankası'nın parası yetmezse, Hazine bu açığı karşılamalı. Devlet ne için vardır? Böyle günler için. Tutturmuşlar kár, kár diye. Biraz da kár etmeyin beyler. Halkı düşünün! Bakın, banka batırmış ve/veya bankalara yüz milyonlarca dolar borç takmış, her biri karun kadar zengin ünlü işadamlarımız da aynı şeyi söylüyor. Onlar da çok para batırdık ama, istihdam sağladık, üretim yaptık, ihracat yaptık. Zarar edip bankalara olan borçlarımızı ödememişsek ne var bunda diyor? Bu ülkenin üretime ihtiyacı var. İnsanlarımız, iş ve aş istiyor. Bırakın fan-fin-fon laflar etmeyi. Halkın sesine kulak verin demiyorlar mı? Tetikçi basın da bu teze arka çıkıp duygu sömürüsü yapmıyor mu?
* * *
Ben de akıllandım ve halkçı koroya katılmaya karar verdim. Bakın buradan Ankara'yı ikaz ediyorum. Politikacılar akıllarını başlarına alsın. Fabrika kapattırmasın. Ülke elden gidiyor. Ben söyledim, vazifemi yaptım. İleride kötü şeyler olursa, bana niye ikaz etmedin demeyin. Benden günah gitti.
Son Söz: Halk yağcılığı, halka ihanettir.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2002
<B>GAZETELERDEN </B>öğrendiğimize göre, 21 Temmuz Pazar günü, İstanbul'un Karadeniz kıyısındaki Şile kasabasında serinlemek için denize girenlerden on dördü boğularak can vermiş. Yüz kişi de boğulma tehlikesi geçirmiş ve cankurtaranlar tarafından kurtarılmış. Zannetmeyin ki; o gün Şile'de, eşine yüzyıldır rastlanmamış şiddette bir fırtına çıkmış ve denizdeki insanlar aniden bastıran bu hava yüzünden hayatını kaybetmiş. Tam aksine Karadeniz için normal sayılacak bir kuzey rüzgárının estiği bu sahillerde, üstelik görevli cankurtaranların sürekli ikazlarına rağmen bu vatandaşlarımız maalesef mevta olmuşlar. Yaklaşık 50 yıldır Kadıköy'de oturuyorum. Şile'ye çok gittim. Ölen delikanlıların girdiği yerlerden, poyraz eserken denize de girdim. Boğulma tehlikesi atlatmadım ama, atlatmama ramak kaldı. Bir arkadaşımı sersemlemiş şekilde denizden çıkardım. Ödüm koptu. Su derinliği daha henüz göğüs seviyesine bile ulaşmamışken, dalga gelirken, önce kafanıza esaslı bir şaplak atar, geri gidişinde de sizi ayaklarınızdan öyle bir dibe çeker ki, feleğiniz şaşar. Nefes alacak zaman bulamazsınız. İkinci dalgaya kadar kurtulamazsanız işiniz bitiktir. Allah'tan ölenlere rahmet, yakınlarına sabırlar diliyorum. Her yaz bu sahillerde yüzlerce insan boğularak ölür. Mesela geçen pazar 14 kişi öldü diye zannetmeyin bir şey değişecek. Bu pazar da (inşallah olmaz) mesela beş kişi ölecek. Boğulmalar, bu yıl mevsim sonuna kadar; gelecek yıllarda da yaz mevsimi boyunca sürüp gidecek. Pek tabii, alınacak bazı tedbirlerle boğulma vakalarının frekansını azaltmak mümkün. Zaten bu tedbirlerin bir kısmı da alınmış durumda. Yoksa belki de geçen pazar 40 kişi ölecekti. Ancak yine de ‘‘kural çiğnemeyi’’, ‘‘yasak delmeyi’’ ve ‘‘kamu görevlilerinin ikazlarına bozulmayı’’ delikanlılık bellemiş bir kültürün evlatlarını, bu kabil facialardan korumak çok zor.
Geç + genç= kaza
Delikanlılığın yarısı ‘‘kanlı-canlı’’ olmaksa, yarısı da ‘‘deli’’liktir. Eğer bir araba yola çıkarken, saat ‘‘geç’’ yani gece yarısından sonra ve arabayı kullanan da ‘‘genç’’ ise, o aracın o güzergáhta kaza yapma ihtimali, aynı güzergáhta, gündüz vakti aynı aracı süren orta yaşlı bir şoförün kaza yapma ihtimalinden 1000 kat fazladır. Dolayısıyla, genç sürücülerin geç saatlerde yaptığı çoğu ölümlü kazaların sonu gelmeyecektir. Boğulma vakalarında söylediğimi burada da tekrar edeceğim. Bu kabil ‘‘genç ve geç’’ kazalarının oluş frekansını (teorik olarak) çok aşağı düzeylere çekmek mümkün. Ama pratikte bunu elde etmek hemen hemen imkánsız. Çünkü yine karşımızda ‘‘delikanlılık’’ engeli var. Bu kabil ‘‘genç ve geç’’ kazalarının basında yer alış tarzı ise alınabilecek her tedbiri daha alınmadan reddetmeyi hedefliyor sanki. Bir defa, mutlaka kaza yapan aracı sıkıştırıp kaçan bir başka aracın varlığından söz ediliyor. Tabii bu ‘‘meçhul’’ araç hiçbir zaman bulunamıyor. Sıkıştırma ne demek onu da anlamıyorum. Herhalde buradaki sıkıştırma ‘‘yarışırken sıkıştırma’’ anlamına geliyor. Neyse. Geçenlerde bir liste yaptım. Acaba benim arkadaşlarımdan yüzde kaçının çocuğu 18-25 yaşı arasında iken ‘‘ağır’’ (yani ölümlü veya hastanelik yaralı) trafik kazası yaptı diye. Kaba hesap yüzde 50'den fazlası. Bu işin şakaya gelir tarafı yok. Kaza, herkes için geliyorum diyor.
Son Söz: En hafif kaza, cezadır.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2002
<B>TÜRK </B>ekonomisinin yıllardan beri rayına girmediği bir gerçek. Özellikle son 10 yıldır, artan şiddette ve kısalan aralarla krize yakalanıyor. Yani, ülkenin milli geliri düşüyor, işsizlik artıyor, halk fakirleşiyor. Bu niye böyle oluyor diye baktığımızda, karşımıza, bir an önce milli geliri artırma, işsizliği azaltma ve halkı kısa zamanda fakirlikten kurtarma projelerinin, daha doğrusu ‘‘parlak fikirlerin’’ uygulanmaya konulması olduğunu görüyoruz. İşte burada, iktisadın ne olduğunu bir daha anlıyoruz. (Ya da hiç anlamıyoruz.) Dilemmayı bir kez daha tekrar edeyim: Milli gelirimiz yeterince artmıyor (hatta zaman zaman azalıyor), işsizlik kol geziyor, halk fakirlikten kurtulamıyor. Niye? Çünkü, bir an önce milli geliri artırmak, işsizliği azaltmak ve halkı fakirlikten kurtarmak istiyoruz. Gel de çık işin içinden. Şeytan bunun neresinde?
* * *
Şeytan şurada. Sürdürülebilir ve yeterli bir kalkınma hızına ulaşabilmek için, olmazsa olmaz şart: ‘‘İstikrar.’’ İstikrardan kasıt da ‘‘fiyat istikrarı’’; yani enflasyonun, yıllık yüzde 5'ler dolayına gerilemesi. Bu hedefi tutturmak için alınacak tedbirler ise kısa vadede ‘‘milli geliri azaltan ve işsizliği artıran’’ sonuçlar doğuruyor. Bu mutlaka şart değil ama zaman zaman böyle sonuçların ortaya çıkması kuvvetle muhtemel. Halbuki biz istikrarı temin ettikten sonra nereye gitmek istiyoruz? Milli gelir artışına ve işsizliğin azalmasına. Kabul etmekte zorlandığımız gerçek, ikinci ve nihai hedefe varmak için, birinci hedefi ne pahasına olursa olsun gerçekleştirme mecburiyetimiz. Yani ekonomi treni, ‘‘istikrar’’ istasyonuna uğramadan ‘‘refah’’ istasyonuna gidemiyor. Gidiyormuş zannedilen hareketler oluyor, bir de bakıyoruz geri kayıp, refah istasyonundan daha da uzaklaşmışız.
Artık açık açık konuşmak gerek. Türk ekonomisinin stratejik hedefi, kalkınma değil istikrardır. Bugünkü zenginlik (veya fakirlik) düzeyinde istikrar. Bunun aması maması yok. Sebebi gayet rasyonel. Çünkü önce kalkınma sonra istikrar mümkün değil. Ama önce istikrar sonra kalkınma mümkün. Dikkat edin ‘‘mümkün’’ dedim. Muhakkak demedim. Çünkü istikrara kavuştuktan sonra, kalkınma için gerekli işleri yapmazsak, yine kalkınamayız. Ama hiç olmazsa, fakirlikte istikrarı yakalarız.
* * *
Şimdi ikinci ve daha zor bir soruyu sorayım. Bugünkü, zenginlik (isterseniz fakirlik deyin) düzeyinde ve bugünkü milli gelir dağılımı gerçeğinde, iktisadi istikrarı sağlamak mümkün olsa bile sosyal ve siyasi istikrarı sağlamak mümkün müdür? Evet mümkündür. Ama onun için gerekli olan beceri, ekonomik değil, siyasidir. Ekonomistler çok konuştular ve artık tükendiler. Bir ülkenin daha doğrusu bir milletin kaderini ancak siyasiler şekillendirebilir. Bu sebeple Türkiye'yi yönetmek isteyenleri ve özellikle ‘‘yeni oluşum’’cuları (ki, bundan hem Yeni Türkiye, hem de Adalet ve Kalkınma partilerini kastediyorum) bekleyen ‘‘meydan okuyuş’’ bilinsin ki, iktisatta değil, siyasettedir.
Son Söz: Halkı kandıracak en iyi yalan, belki de gerçeğin ta kendisidir.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2002
<B>YANLIŞ</B> okumadınız, ekonomi Derviş'ini arıyor. <B>Derviş</B> bir ekonomist, ama bulunduğu mevki, yani <B>‘‘Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı’’</B> netice itibarıyla siyasi bir post. Ekonomist Derviş bu makama gelince ne dedi? ‘‘Siyaset ile ekonomi birbirinden ayrılmalıdır.’’ Dikkat edin, bir ekonomist siyasi bir makama geldikten sonra, siyaset ekonomiden elini çekmelidir diyor. Siyasetin, ekonomiye tasallutunu durdurmak ‘‘neyin’’ sağlıklı işlemesi için şart? Siyasetin mi, yoksa ekonominin mi? Pek tabii ‘‘ekonomi’’nin. Bunu kim söylüyor, siyasi bir makama gelen bir ekonomist. Hatırlanacağı üzere, Derviş'e önce Merkez Bankası Başkanlığı teklif edilmişti. Yani pür ekonomik bir makam. Ancak kendisi, siyasetin ekonomiye müdahalesini durdurmak için Merkez Bankası Başkanı olmam yetmez demişti. Bana en azından bir kabine üyeliği vermelisiniz ki, ben de siyasetin ekonomik programı aksatıcı müdahalelerine dur diyebileyim, diye ilave etmişti. Yani siyasetin içinde olmadan, siyasetin ekonomiye tasallutuna engel olunmaz iddiasında bulunmuştu. Bunun üzerine kendisine, milletvekili olmamasına rağmen bakanlık verilmişti.
Derviş o gün bugündür, siyasetin ekonomiyi raydan çıkarmasına karşı ‘‘bodyguard’’lık görevini sürdürüyor. Derviş yüzünden (Telekom meselesini hatırlayın) şimdiye kadar en az iki siyasi bakan kabineden uzaklaştırıldı. Derviş aktif siyasete girmek için istifa edince, Cumhurbaşkanı seçime gideceğimiz şu kritik devrede, kendisinden ekonominin ‘‘koruma’’lığını sürdürmesini istedi. Kendisine, esas şimdi sana ülkenin ihtiyacı var; yangın ihbarı gelince itfaiyeci izne çıkamaz dedi. Derviş de pek şık durmasa da, bu talebi kabul etti.
Şimdi günün sorusunu soralım. Ekonominin, siyasetten ayrılması için sadece siyasetin ekonomiye müdahalesini durdurmak yeter mi? Aynı şekilde ekonominin (yani iş áleminin) de siyasete tasallutu durdurulmamalı mı? Yıllardır, işadamlarımız ‘‘iş’’lerinden çok ülke idaresiyle meşgul oluyor. En azından bende böyle intiba var. Aylardır gazete okuyan ve TV seyredenler en çok ‘‘işadamlarımızın siyasi beyanlarını’’ izlediler. Ortada tutarsız bir durum var. Siyasetle ekonominin birbirinden ayrılmasını istiyoruz, bunun için siyasetin ekonomiye müdahalesini engelleyici yasal ve yönetsel düzenlemeler yapıyoruz, ama ekonominin siyasete karışmasına hiçbir şey demiyoruz. Bu durumda ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrılmasını sağlamak mümkün değil. Eğer siyasetin ekonomiye karışması, ekonomi için sakıncalıysa (ki öyledir) ekonominin de siyasete karışması siyaset için zararlıdır.
Şimdi ekonomi, kendisinin siyasete karışmasını engelleyecek kendi Derviş'ini yaratmak mecburiyetindedir. Böyle bir postu da ancak eski bir siyasetçi doldurabilir. Ama öncelikle ‘‘sorumsuz yetkililik’’ anlamına gelen ‘‘yönetişim’’ gibi zararlı kavramlardan zihnimizi temizlememiz gerek.
SON SÖZ: Karışana, karışırlar.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2002
<B>AMERİKA'</B>da ve Avrupa'da son zamanlarda patlak veren şirket rezaletlerinden sonra, <B>‘‘Kapitalizmin kalesi Amerika'da başlayan çatırtı, Avrupa'ya sıçradı’’</B> gibi bir cümleyle yazıya giriş yapmak çok güzel olurdu. Ama bu ifade doğru olmazdı. Gelin şu kapitalizm kavramını biraz irdeleyelim. Önce, kapitalizm hakkında ansiklopedik bilgi aktarayım.
‘‘Kapitalist ekonomik sistem, gerçek kişilerin ve özel firmaların mal ve hizmet ürettikleri ve bunları karmaşık bir piyasa ve fiyat şebekesi içinde, birbirleriyle değiş tokuş ettikleri bir düzendir. Kökleri eski çağlara dayanır. Ancak gelişmesi itibarıyla Avrupalıdır. 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştır. Dünyaya İngiltere'den yayılmıştır. 1. Dünya Savaşı'na kadar rakibi olmamıştır. Bu tarihten sonra, komünizmin (yani Marksizm'in) meydan okuyuşuyla karşı karşıya kalmıştır. ‘‘Kapitalizm’’ kelimesini, tarihte ilk defa 19. yüzyılın ortasında, komünizmin kurucusu Karl Marks kullanmıştır. Günümüzde özellikle Avrupa ve Amerika'da uygulanmakta olan ekonomik sistemlere, kapitalizm yerine ‘‘serbest girişim’’, ‘‘serbest pazar’’ veya ‘‘karma ekonomi’’ sistemleri denmektedir.’’
Bir bakıma, kapitalizmin kitabını yazan (1776) Adam Smith, kişilerin şahsi çıkarlarını kollarken, ait oldukları toplumun çıkarlarını da azamiye taşıyacaklarını iddia etmiştir. Yaşanan tecrübeler bunun her zaman böyle olmayabileceğini göstermiştir. Kapitalizm, ‘‘insan özgürlüklerini kısıtlamayı değil, onların yaptıklarını denetlemeyi’’ tercih etmiştir. Çünkü kapitalizm hayatın kendisidir. Bir optimizasyondur. Yani kapitalist bir ekonomide hilebazlıklar hep olacaktır. Ama bunlar var diye sistem terk edilmeyecektir. Kapitalizmi anlamaya çalışırsak şunları görürüz:
1. Kapitalizm, özünde insanlığın ekonomik sürecidir. Ebet, müebbettir. Dolayısıyla, göçüp gidemez; ortadan yok olamaz.
2. Kapitalizm çökmez demek, kapitalizm her yerde ve her zaman iyi çalışır ve halkın refahını artırır demek değildir. Her doğal sistem gibi, kapitalizmde de küçük veya büyük doğal afetler meydana gelebilir.
3. Kapitalist teorisyen Hayek'in dediği gibi, ‘‘Ekonomi insan yapması değildir; ama içinde insan vardır’’. Dolayısıyla kapitalizm sadece doğal değil, beşeri afetlere de açıktır.
4. Kapitalizmin gelişmesi, kişilerin, kurumların ve kuralların gelişmesidir. Bu her şeyden önce hukuk demektir. Hukuk olmayan yerde, kapitalizm değil, yarı vahşi bir düzen vardır. Bu düzen randımansızdır.
5. Kapitalizm, insanlı bir sistem olduğu ve insan, birey ve toplum olarak bu sistemin baş oyuncusu olduğu için, son tahlilde kapitalizmin başarısı da başarısızlığı da onu yaşayan ve yaşatan insana aittir.
6. Kapitalizmin gücü, içinde hata barındırmaması değil, düştüğü hataya tekrar düşmeye karşı tedbir geliştirebilmesindedir. Kapitalizm, ortaya çıkan hatanın sonuçlarıyla da başedebilecek mekanizmalara sahiptir.
SON SÖZ: Hukuk, bireysel enerjiyi toplumsal faydaya dönüştürür.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2002
AMERİKA'da ve Avrupa'da son zamanlarda patlak veren şirket rezaletlerinden sonra, ‘‘Kapitalizmin kalesi Amerika'da başlayan çatırtı, Avrupa'ya sıçradı’’ gibi bir cümleyle yazıya giriş yapmak çok güzel olurdu.Ama bu ifade doğru olmazdı. Gelin şu kapitalizm kavramını biraz irdeleyelim. Önce, kapitalizm hakkında ansiklopedik bilgi aktarayım.‘‘Kapitalist ekonomik sistem, gerçek kişilerin ve özel firmaların mal ve hizmet ürettikleri ve bunları karmaşık bir piyasa ve fiyat şebekesi içinde, birbirleriyle değiş tokuş ettikleri bir düzendir. Kökleri eski çağlara dayanır. Ancak gelişmesi itibarıyla Avrupalıdır. 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştır. Dünyaya İngiltere'den yayılmıştır. 1. Dünya Savaşı'na kadar rakibi olmamıştır. Bu tarihten sonra, komünizmin (yani Marksizm'in) meydan okuyuşuyla karşı karşıya kalmıştır. ‘‘Kapitalizm’’ kelimesini, tarihte ilk defa 19. yüzyılın ortasında, komünizmin kurucusu Karl Marks kullanmıştır. Günümüzde özellikle Avrupa ve Amerika'da uygulanmakta olan ekonomik sistemlere, kapitalizm yerine ‘‘serbest girişim’’, ‘‘serbest pazar’’ veya ‘‘karma ekonomi’’ sistemleri denmektedir.’’Bir bakıma, kapitalizmin kitabını yazan (1776) Adam Smith, kişilerin şahsi çıkarlarını kollarken, ait oldukları toplumun çıkarlarını da azamiye taşıyacaklarını iddia etmiştir. Yaşanan tecrübeler bunun her zaman böyle olmayabileceğini göstermiştir. Kapitalizm, ‘‘insan özgürlüklerini kısıtlamayı değil, onların yaptıklarını denetlemeyi’’ tercih etmiştir. Çünkü kapitalizm hayatın kendisidir. Bir optimizasyondur. Yani kapitalist bir ekonomide hilebazlıklar hep olacaktır. Ama bunlar var diye sistem terk edilmeyecektir. Kapitalizmi anlamaya çalışırsak şunları görürüz:1. Kapitalizm, özünde insanlığın ekonomik sürecidir. Ebet, müebbettir. Dolayısıyla, göçüp gidemez; ortadan yok olamaz.2. Kapitalizm çökmez demek, kapitalizm her yerde ve her zaman iyi çalışır ve halkın refahını artırır demek değildir. Her doğal sistem gibi, kapitalizmde de küçük veya büyük doğal afetler meydana gelebilir.3. Kapitalist teorisyen Hayek'in dediği gibi, ‘‘Ekonomi insan yapması değildir; ama içinde insan vardır’’. Dolayısıyla kapitalizm sadece doğal değil, beşeri afetlere de açıktır.4. Kapitalizmin gelişmesi, kişilerin, kurumların ve kuralların gelişmesidir. Bu her şeyden önce hukuk demektir. Hukuk olmayan yerde, kapitalizm değil, yarı vahşi bir düzen vardır. Bu düzen randımansızdır.5. Kapitalizm, insanlı bir sistem olduğu ve insan, birey ve toplum olarak bu sistemin baş oyuncusu olduğu için, son tahlilde kapitalizmin başarısı da başarısızlığı da onu yaşayan ve yaşatan insana aittir.6. Kapitalizmin gücü, içinde hata barındırmaması değil, düştüğü hataya tekrar düşmeye karşı tedbir geliştirebilmesindedir. Kapitalizm, ortaya çıkan hatanın sonuçlarıyla da başedebilecek mekanizmalara sahiptir.SON SÖZ: Hukuk, bireysel enerjiyi toplumsal faydaya dönüştürür.
button
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2002
<B>MÜTEVELLİSİ</B> olduğum Koç Üniversitesi, bu yıl iki kişiye şeref doktorası verdi. Bunlardan biri ‘‘Batı medeniyetinin kökeninde Anadolu vardır’’ tezinin sahibi arkeoloji profesörü Ekrem Akurgal'dı. Diğeri, bir nevi ‘‘barış mühendisliği’’ yapan, pek çok uluslararası ihtilafın çözümünde rol almış, Amerikalı diplomat Richard Holbrooke'tu. Holbrooke, üniversitemizin mezuniyet günü konuşmasını da yaptı. Mezunlara, sadece yurtdışında veya özel sektörde değil, yurtiçinde ve devlette de görev yapmayı mutlaka düşünmelerini söyledi. Bunun bir vatan hizmeti olduğunu vurguladı. Devletin önemi giderek artıyor dedi. Burası çok dikkatimi çekti.
Holbrooke, iki yıldan fazla, Kıbrıs meselesinin çözümü için arabuluculuk etmiş. Kendisini, bu konuda hem enformal hem de formal olarak dinlemek fırsatı buldum. Kıbrıs, Türkiye ve AB ilişkileri hakkındaki görüşlerini öğrendim. Bosna Hersek dahil her etnik ihtilafı ‘‘yeni sınırlar’’ çizerek, yani ülkeyi bölerek çözmeye çalışan Holbrooke, anladım ki Kıbrıs meselesinde bir çelişkiye düşmüş. Çünkü yanlış tanımdan yola çıkıyor. Benim görülerim şöyle:
1. Kıbrıs meselesi, dünyada ve hatta ülkemizde yanlış tanımlanıyor. Tanım yanlış olunca da işin içinden çıkılamıyor. Genel kabul gören ‘‘yanlış’’ tanıma göre Kıbrıs, bağımsız bir devlettir ve bu devleti, üzerinde yaşayan iki halk kurmuştur. Maalesef bu iki halk, sonradan aralarında anlaşamamış ve Türkiye'nin müdahalesiyle, ada ikiye bölünmüştür. Dolayısıyla mesele, bu iki halkı barıştırıp, bu ada devletini tekrar bir bütün haline getirmektir.
2. Meselenin ‘‘doğru’’ tanımı ise şudur: Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu dağılırken, ortaya birçok bağımsız ‘‘ulus devlet’’ çıkmıştır. Bu sürecin en zor yanı, ulus devletlerin ‘‘sınırlarının’’ çizilmesi olmuştur. Sınırlar, etnik esasa göre çizilmiştir. Ters tarafta kalan farklı etnik kökenliler arasında ‘‘mübadele’’ yapılarak, ulus devletler mümkün mertebe etnik açıdan temizlenmiştir. Kıbrıs, o tarihte İngiliz idaresinde olduğu için hiçbir ulus devlete dahil edilmemiştir. Kıbrıs, Türkiye ile Yunanistan arasında bir ‘‘sınır ihtilafı’’ olarak ertelenmiştir. Nitekim Ege meselesi denilen mesele de Kıbrıs gibi, Türk-Yunan sınır ihtilafının bir parçasıdır.
3. Kıbrıs konusunda Yunanistan'ın stratejik hedefi ‘‘enosis’’ (ilhak)tır. Yani er veya geç Kıbrıs, Yunanistan'ın bir parçası olacaktır. Kıbrıs devletinin sözde ‘‘bağımsızlığını’’ hiçe sayan ülke, Yunanistan'ın ta kendisidir. Çünkü hem Kıbrıs Rumları hem de Yunan halkı böyle istemektedir. Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumu da buradan kaynaklanmaktadır.
4. Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki stratejik hedefi ‘‘taksim’’dir. Bu strateji, Kıbrıs'ın hangi ulus devletin sınırları içinde kalacağının 1922'de tespit edilememesinden doğmuş ve 1950'lerde şekillenmiştir. Türkiye, stratejik hedefini gerçekleştirme bakımından daha başarılıdır. Kıbrıs AB'ye girişle takas edilmeyecekse durum şimdilik böyledir.
5. Kıbrıs konusunda ne kadar taviz verilirse verilsin, Türkiye'nin AB'ye girişini kimse garanti edemez. AB meselesi, bambaşka bir konudur.
SON SÖZ: Tanımda anlaşamayan, çözümde uzlaşamaz.
Yazının Devamını Oku