26 Ekim 2002
<B>TÜSİAD</B> (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Derneği) kurulduğu günden beri TOBB'la (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) arası pek iyi olmamıştır. TOBB haklı olarak, ticaret ve sanayi erbabını kendilerinin temsil ettiğini ileri sürmüş ve ‘‘Bu TÜSİAD da nereden çıktı?’’ diye bozuk çalmıştır. Tabii bir de TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) vardır. TİSK'in işlevi, kanunen ve fiilen bir miktar farklı olsa da, netice itibarıyla onlar da iş áleminin sözcüleridir. Zamanla TİSK'in modası geçti, sahne TÜSİAD'la TOBB'a kaldı. TOBB, kanunla kurulmuş yarı kamusal bir örgüttür ve üyeleri esas olarak şirketlerdir. TÜSİAD ise bir dernektir ve üyeleri gerçek kişilerdir. TÜSİAD üyelerinin hemen hepsi, TOBB üyesi bir şirketle ilişkilidir. TÜSİAD, tabiri caizse ‘‘ağır siklet’’ işadamlarının havalı bir derneğidir. TÜSİAD, vurguladığı konularla, medyada kendinden çok bahsettirmiştir. Bu da, başkanına ve üyelerine çok şöhret sağlamıştır. Bu üne imrenen Anadolu kaplanları da birçok şehirde, yerel ‘‘siad’’lar kurmuştur. ‘‘Siad’’ların, bir de gençlere mahsus olanları vardır. Son birkaç yılda TOBB atılım yaptı. Adeta TOBBİAD haline geldi. TOBB'cular bakmıştır ki, prestij kazanmanın yolu, kıymeti harbiyesi olan bir iş yapmak değil, medyada mümkün olduğu kadar çok görünüm sağlamaktır. Bunun üzerine, onlar da bütün gayretlerini medyaya malzeme yaratmaya teksif etmişlerdir. Nitekim ‘‘medyanın nabzına göre şerbet verip’’ TV ve gazetelerde görüntülenme süresi, alanı ve sıklığı bakımından çok başarılı olmuşlardır. Geçmişte başkanlarının ünlenmesi bakımından TÜSİAD'ın çok gerisinde kalan TOBB, özellikle bu yıl TÜSİAD'ı neredeyse yakalamıştır.
* * *
Kendilerine STK (Sivil Toplum Kuruluşları) diyenlerin saçmalamalarıyla dalga geçmek üzere bir yazı yazmış ve ‘‘Türkiye'nin en büyük STK'sı, TSK'dır’’ (Türk Silahlı Kuvvetleri) demiştim. Geçen gün bir de baktım, birisi bu şakayı ciddiye almış ve TSK çok önemli bir STK'dır diye makale yazmış. Ne TSK ne de TOBB bir STK'dır. TÜSİAD, gönüllü bir dernek olarak STK sınıfına dahil edilebilir. Ancak onlar da eğer gerçekten bir STK olmak istiyorlarsa, adlarını değiştirmelidir. ‘‘İşadamları ve sanayiciler’’ adını taşıyan bir kuruluş, olsa olsa bir ‘‘çıkar yani baskı grubu’’ olabilir. Bu da, egemen sınıfa karşı, sesi çıkmayan kitlelerin sesini duyurmak için oluşturulan ‘‘sivil toplum örgütleri’’ felsefesiyle bağdaşmaz.
* * *
Bu yazıyı yazmama sebep, TOBB'un 1980'den önce TÜSİAD'ın basın ilanına benzer bir şekilde yayımladığı ‘‘muhtıra’’ oldu. Bu muhtıranın içeriği üzerinde hiç durmayacağım. Orada yazılı olan her şey, iyi, güzel ve doğru olabilir. Ama böyle bir deklarasyon hazırlayıp gazetelere ilan olarak verilmesinin, hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Eğer TOBB bu ülkeye hizmet etmek istiyorsa, yapacağı ilk şey, ticaret ve sanayi erbabının ‘‘daha iyi tüccar’’, ‘‘daha iyi sanayici’’ ve ‘‘daha iyi borsacı’’ olmasını temindir. Bunun yolu da siyasete değil, üyelere muhtıra vermektir. TOBB, üyelerinin uyması gereken ‘‘mesleki ahlak standartlarını’’ kamuoyuna açıklamalıdır. Sonra da üyelerinin çalışmalarını sürekli izleyerek, bu ilkeleri ihlal edenleri kınamalı ve hatta üyelikten atmalıdır. İkinci olarak, TOBB'un temsil ettiği kütlenin taleplerini, topluma anlatma ve hükümete kabul ettirme çabaları olabilir. Bu TOBB'un hem en meşru hakkı, hem de vazifesidir.
SON SÖZ: Kendine nizam vermeyen, etrafına tanzim edemez.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2002
<B>KISA </B>bir süre önce devletin faiz giderleri üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıdaki hesaplarda, Hazine Müsteşarlığı tarafından yayınlanan kamu borcu stokları ve nominal faiz giderleri rakamları ile Prof. Kızılot'un bu yıl için yüzde 85 olarak tahmin ettiği, ‘‘TL cinsinden faiz gelirlerini enflasyondan arındırma yüzdesi’’ni kullanmıştım. Neticede, 2002 yılı için kamunun yaklaşık 10 milyar dolar civarında bir reel faiz ödeyeceğini söylemiştim. Enflasyonun düştüğü, dolayısıyla ‘‘ortalama enflasyon’’un yılbaşı-yılsonu enflasyonundan yüksek olduğu yıllarda, yürürlükteki ‘‘faiz gelirlerini enflasyondan arındırma yüzdesi’’, olması gerekenden yüksek çıkmaktadır. Yani yüzde 85 enflasyondan arındırma yüzdesini kullanarak yaptığım hesapta, kamunun TL'li iç borcunun ‘‘reel faizi’’ gerçekte olduğundan daha küçük çıkmaktadır. Buradaki sistemik hatayı düzeltmek için, devletin faiz hesabını tekrar yapmak istiyorum. Siz de irdeleyin.
* * *
2002 bütçesinde devletin iç ve dış borçlara ödeyeceği faiz 42.795 katrilyon olarak yer almaktadır. Görünen odur ki, bu rakam 45 katrilyon lirayı bulacaktır. Devletin 54 milyar dolar dış borcu var. Bu borca, 3.4 milyar dolar faiz ödeyecek. Dolar/TL paritesini ortalama 1.6 kabul etsek, dış borç faizi 5.4 katrilyon lira eder. Dövizli iç borç miktarı ise 25 milyar dolar civarında, bunun yıllık faizi de 3.2 milyar dolar veya 5.1 katrilyon lira. Böylece dövizli borçların toplam faizi, 10.3 katrilyon TL ediyor. Bunu 45 katrilyon TL'lik, toplam faiz giderinden düşersek, geriye 39.5 katrilyon TL ‘‘nominal’’ faiz kalır. Devletin TL'li iç borçlarının 2001 yıl sonu bakiyesi yaklaşık 85 katrilyon lira. Bu yıl yüzde 35 enflasyon olsa, bu borç stokunun aynı kalması için, nominal olarak 30 katrilyon lira şişmesi gerekir. Demek ki, 39.5 katrilyonluk nominal faizin 30 katrilyon lirası aslında ‘‘şişme’’, yani anapara aşınmasıdır. Geriye kalan 9.5 katrilyon lira ise, reel faiz. Bunu, ortalama kura, yani 1.6'ya bölersek, yaklaşık 6 milyar dolar buluruz. Demek ki, devletin 2002 yılı içinde ödeyeceği faizlerin dolar cinsinden toplamı, olsa olsa 12.6 milyar dolardır. 12.6 milyar dolar, yaklaşık 45 milyar dolarlık devlet gelirlerinin yüzde 28'i, muhtemelen 170 milyar doları bulacak 2002 milli gelirin yüzde 7.4'ü eder. Bu hesabı, bütün siyasetçilerimizin, kendi ekonomi uzmanlarına tahkik ettirmelerini rica ediyorum. Eğer ciddi bir yanlış yoksa, meydanlara çıkıp bütçenin tamamı faize gidiyor gibi, moral bozan laflar etmesinler. Tabii, aynı irdelemeyi, fetvacı özel sektör temsilcilerinden de bekliyorum.
* * *
Devlet İstatistik Enstitüsü, her ay ‘‘Seçilmiş Finansal Yatırım Araçlarının Reel Getiri Oranlarını’’ yayınlar. Masamda ağustos bülteni duruyor. Bir yılda, yani Ağustos 2001'den Ağustos 2002'ye kadar, TL mevduatın reel getirisi TEFE'yle düzeltilince yüzde 8.5, TÜFE'yle yüzde 11.3 olmuş. Borsa, Dolar, Euro ve Altın'ın getirisi ise ‘‘eksi’’. Yani bunlara yatırım yapanların serveti eksilmiş. Devlet káğıtlarının yüzde 20 veya yüzde 30 reel faiz getirdiği yazılıp duruluyor. Zaman zaman böylesi yüksek getiriler olmuyor değil. Ama vatandaş için, bu yükseklikte getiriyi yakalamak çok zor. Daha önemlisi, halkın tasarruflarının çoğu zaten dövizde. TL'de olanlar ise, ya repoda ya da mevduatta. Repo da bir süredir çok düşük seyrediyor.
SON SÖZ: Kötümserlik, gerçekçilik değildir.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2002
<B>KIRK</B> yıl önceki iktisadi tartışmalarının odağında bu soru vardı. Türkiye, 1961 darbesinden sonra <B>‘‘planlı ekonomi’’</B> evresine tekrar girmişti. Daha önce, 1930'lu yıllarda, Türkiye'de de Rusya'dan esinlenerek ‘‘kalkınma planları’’ hazırlanmıştı. Nitekim, şimdi kısmen Hakk'ın rahmetine kavuşmuş kısmen bir ayağa çukurda olan Sümerbank ve Etibank, o yılların ‘‘iktisadi planlama ve sınai kalkınma’’ teşkilatı olarak yaratılmıştı. Bu sebeple DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) Türkiye'nin birinci değil, ikinci planlı kalkınma devresinin bir kuruluşudur. Kırk yıl öncesinde, DPT'yi savunanlara karşı çıkan Adalet Partisi sözcüleri, halkın ‘‘plana değil, pilava ihtiyacı var’’ diyerek, popülist bir söylemle ‘‘iktisadi planlama’’ fikrini alaya almışlardı.
1963 yılında Tuzla Piyade Okulu'nda askerlik yapıyordum. Genelkurmay, subaylara iktisadi planlama eğitimi verilmesini istemiş. Okul komutanı Nedim Dikmen de bu görevi benim yapmamı uygun görmüştü. Kadrolu subaylara verdiğim konferansın başlığı da ‘‘Plan mı, pilav mı?’’ idi. Konferansı ‘‘Pilav yapmak için de plana ihtiyaç vardır’’ diyerek noktalamıştım. Anlayacağınız, planlamadan yana tavır koymuştum.
* * *
Seçimler dolayısıyla kızışan iktisadi tartışmalar da benzeri bir tercih noktasına odaklandı. Ekonominin tezi ‘‘istikrar’’, anti tezi ‘‘büyüme’’ haline geldi. Bu seferki pilavcı yani ‘‘büyümeci’’ cephede, ironik bir şekilde, eski solcu (yani iktisadi planlamacı) iktisatçılar, yeni karakucak sağcı politikacılarla birlikte saf tutuyor. Önce istikrar diyenlerin, yani eski plancıların günümüzdeki benzerlerinin başında, pek tabii Kemal Derviş var. İstikrar olmadan, yani enflasyon kalıcı olarak düşmeden, büyümeye ağırlık verilmez tezinin bir numaralı savunucusu Kemal Derviş gibi düşünen (tıpatıp aynı şekilde olması şart değil) iktisatçılar arasında akademik kökenliler çoğunlukta. Merkez Bankası'nın ve Hazine'nin, hem eski, hem yeni profesyonelleri de genellikle, fiyat istikrarı sağlanmadan büyümeye geçmenin tehlikeli olacağı fikrindeler. Burada sözü edilen tehlike, büyümeye öncelik veriyoruz diyerek yapılacak genişlemeci uygulamalarla, ülkenin yeni bir finansal ve dolayısıyla ekonomik krize sürüklenmesidir.
* * *
İktisat, bir konu hakkında tek ve kesin kesin cevap veren insanların işi değildir. Bu iktisatçıların karakterinden değil, bizatihi iktisadın kendinden doğmaktadır. Büyümeyi ihmal ederek, fiyat istikrarını sağlamak veya fiyat istikrarını ihmal ederek büyümeyi sürdürmek mümkün değildir. Şu hususa bilhassa dikkat çekmek istiyorum. Kısa vadede birbirinin zıddı gibi duran ‘‘büyüme’’ ve ‘‘fiyat istikrarı’’ uzun vadede birbirinin tamamlayıcısıdır. Yani, fiyat istikrarı olmadan makul bir büyümeyi sürdürmek mümkün değildir. Nitekim yaşanmış tecrübeler, düşük enflasyonlu ülkelerin 10, 20 ve 30 yıllık devrelerle kıyaslandığında, yüksek enflasyonlu ülkelerden daha hızlı kalkındığını göstermektedir. Türkiye bu yıl, ‘‘önce istikrar’’ diyerek, hem enflasyonu umulandan hızlı düşürdü, hem de umulandan daha hızlı büyüdü. Üstelik, siyaset cephesinde çok da rahat değildik. Demek ki önümüzdeki yıllarda büyümeyle istikrarın birbirini beslediği ‘‘pozitif etkileşim’’ çevrimine bal gibi girebiliriz.
SON SÖZ: Belli riskleri almayanlar, belirsiz riskleri alırlar.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2002
<B>HOLDİNG</B> bankacılığının, Türk ekonomisi üzerinde ne kadar büyük tahribat yaptığını hep birlikte gördük. Kredi müşterisi sanayicilerin, aynı zamanda mevduat toplayan bankalara sahip olması, patronlarda ‘‘ahlaki zafiyet’’ (moral hazard) yaratmıştır. Patronlar, kendilerince parlak projelerini hayata geçirmek için veya işleri sıkışınca, yönetimine hakim oldukları bankanın kaynaklarını şirketlerine aktarmakta beis görmediler. Akbank ve Koçbank gibi holding bankalarında benzeri skandalların yaşanmamış olması, yanlışlığı ortadan kaldırmaz. Doğru olan, bankacılık sisteminin içinde ahlaki zafiyet noktaları bulunmamasıdır. Böyle işler, patronların sütüne bırakılamaz. Batan holding bankalarının Türk ekonomisine verdiği zarar çeşitli şekillerde yapılan hesaplamaların gösterdiğinden çok daha büyüktür. Toplam zarar, Hazine'nin ‘‘iflassız tasfiye’’ye imkán sağlamak için bu bankalara şırınga ettiği para ve onun bugüne kadar işleyen faizlerinden ibaret değildir. Holding bankacılığı, Türk ekonomisinde sürekli ‘‘haksız rekabet ortamı’’ yarattığı için, çok büyük kaynak tahsisi çarpıklıklarına sebep olmuştur. Yapılmaması gereken yatırımlar, yapmaması gereken kimseler tarafından, yapılmaması gereken yerlerde yapılmıştır. Bu yüzden, önce rantabilitesi olmayan bu saçma sapan şirketler, sonra onların saçma sapan holding bankaları batmış, faizler anormal düzeylere çıkmış, gelir dağılımı bozulmuş, devletin dış borçları artmış ve ekonomi toptan krize girmiştir.
Amerika'da daha 1863 yılında, devrin bir nevi Merkez Bankası Başkanı (Comptroller of Currency) Hugh McCullocli,
1) Bankaların sermayesi hayali değil, gerçek olmalı,
2) Bankanın sahibi, borç alanlar değil, borç vermek için parası olanlar olmalıdır,
diyerek banka sahipliğinin doğru kimyasını ortaya koymuştur.
* * *
Türk ekonomisi için, en az ‘‘holding bankacılığı’’ kadar sakıncalı olan ikinci husus, ‘‘holding medyacılığı’’dır. Devletin yapılandırılmasında, hepimizin ezbere bildiği ‘‘kuvvetlerin ayrılığı’’ ilkesine göre hareket edilir. Bu ilkeye göre, ‘‘kanun yapan’’, kanunlara uygun olarak ülkeyi ‘‘yöneten’’ ve kişileri kanunlara göre ‘‘yargılayan’’ erkler (kuvvetler), birbirinden bağımsız olmalı ve kesinlikle tek elde toplanmamalıdır. Aksi takdirde toplum hayatına tek bir kuvvet hakim olur ve onu ‘‘denetleyen ve dengeleyen’’ mekanizmalar oluşmaz. Bu ise, hem gücü elinde tutan kişilerde ahlaki zafiyete hem de sistemik hatalara yol açar. Modern hayatta, bu üç kuvvete ilave olarak, bir de dördüncü kuvvetin varlığından söz edilir. Bu kuvvet, medyadır. Yani gazete, dergi, TV ve radyodur. Yani halkı bilgilendiren, kamuoyu ve ‘‘kamuoyu baskısı’’ oluşturan kuvvet. Bu kuvvet, yasamanın, yürütmenin veya yargının emrinde olamayacağı gibi, ‘‘holding’’lerin elinde de olmamalıdır. Aksi takdirde, ‘‘liberal kapitalist sistem’’, kendinden beklenen şekilde, yani ‘‘iktisaden verimli’’ ve ‘‘insan haklarına saygılı’’ bir düzen kurulmasına hizmet etmez. Bunun yerine, ‘‘hakim gücünü rakiplerinin aleyhinde kullanan’’ yani ‘‘haksız rekabet’’ yaratan şirketler ortaya çıkar. Böylesi şirketlerin hakim olduğu bir ülkede ‘‘kıt kaynaklar en verimli şekilde tahsis edilemez’’, ekonominin prodüktivitesi düşer. Ülkede hem fakirlik hem de adil olmayan gelir dağılımı ortaya çıkar.
SON SÖZ: Holding medyacılığı, medyayı da öldürür.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2002
<B>TRAFİK</B> kazaları, toplam araç parkına göre oransal bir azalma gösterse bile, bütün şiddetiyle devam ediyor. Hepimiz, her an, muhtemel bir trafik kazasının olası kurbanlarından biriyiz. Bir kazanın kurbanı olmak, o kazanın sorumlusu olmamak anlamına gelmez. Aynı anda, herhangi bir kazanın hem ‘‘faili’’ (yapanı), hem de ‘‘mef'ulü’’ (yapılanı) olabiliriz. Şahsen ben kaza yapmaktan, istemeyerek kazaya karışmaktan veya tamamen günahsız bir şekilde bir kaza kurbanı olmaktan korkuyorum. Ancak en fazla neden korkuyorsun diye sorsanız, cevabım ciddi bir trafik kazasına sebep olmaktır derim. Eminim araç kullanan herkes de benim gibi hissetmektedir. Yani kişi için çok acı olan, sadece kazaya uğramak değil, o kazanın sorumlusu da olmaktır. İşte bu duygu, bir trafik kazası karşısında neler düşündüğümüzü belirleyen en önemli husustur.
* * *
Gazeteciler, son tahlilde aynen politikacılar gibi ‘‘halk yağcısı’’dır. Olmaya da mecburdur. Çünkü geçimi bu yüzdendir. Gazeteci veya daha geniş deyişiyle yazar, ‘‘kendi okuru’’ olan müşteriye, onların okumak istediklerini yazan kişidir. Aynen politikacıların, kendi ‘‘seçmen tabanlarına’’ onların duymak istediklerini söyledikleri gibi. Bu yüzden yazarların hem hayranları, hem de nefret edenleri vardır. Aynen politikacıların, hem militan taraftarları, hem de can düşmanları olduğu gibi. Bu sebeple, toplum genelinde yapılan ‘‘güven’’ anketlerinde, toplumun en az güvendiği meslek sahipleri arasında politikacılar ile gazeteciler hep en alt sıraları paylaşır. Çünkü o meslek sahipleri iş icabı ‘‘belli bir müşteriye’’ hitap eder. Bunu yaparken diğer sosyal kesimleri, ister istemez karşısına alır.
* * *
Trafik kazası haberlerinin yazılış tarzına dikkat edin, gazetecinin hangi okur tabanına veya kimselere yağ çekmeye çalıştığını derhal teşhis edersiniz. Mesela gecenin çok geç bir saatinde, çevre yolunda bariyerlere çarpan aracın sürücüsü genç ve üstelik kız ise, habere mutlaka ‘‘bir başka araç tarafından sıkıştırılmış’’ ibaresi eklenir. Taşradan gelen trafik kazası haberlerinde, eğer kazayı yapan, o kentin sevilen ve sayılan bir kişisiyse ‘‘aniden kontrolden çıkan araç’’ ifadesi yer alır. Bildik bir kamyon, yokuş aşağı giderken kaza yapmışsa, kesinlikle ‘‘freni patlamış’’tır. Eğer kaza yapan sürücü, önemsiz ve isimsiz biriyse, o kişi ‘‘trafik canavarı’’dır. Yok, kazayı yapan gazetecinin sevdiği bir tip ise ve ortada sürücüyü kusursuz gösterecek hiçbir geçerli sebep yoksa ‘‘önüne aniden çıkan köpeğe çarpmamak için’’ ifadesi kurtarıcı olarak metne dahil edilir.
Trafik kazası haberleri, trafik güvenliği eğitiminin bir parçasıdır. Trafik kurallarına ve özellikle hız sınırlamasına uymamanın, trafik kazalarının bir numaralı sebebi olduğunu artık kabul edelim. Hız yapmak, sürücüye inanılmaz zevk verir. İnsan adeta doyuma ulaşır. Bu hazzı tatmak için, sürücülerin ve özellikle genç sürücülerin yapmadıkları kalmaz. Okurların, vicdan azabı duymadan, hızlı araç sürmelerini sağlamak için trafik kazası haberlerinde ‘‘aşırı hızın, kazanın esas sebebi’’ olduğunu gizlemek zararlı bir okur yağcılığıdır. Daha az kaza istiyorsak, bu tarzı değiştirelim.
SON SÖZ: Gerçek, görmezden gelsek de, varlığını sürdürür.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2002
<B>TÜRKİYE,</B> ortada hiçbir ciddi ihtiyaç yokken, kendini erken seçim açmazına soktu. Önce özel sektör bülbülleri, ‘‘Bu hükümette değişiklik şarttır’’ diye tutturdu; arkasından Avrupa Birliği karşıtı MHP'den kurtulmak gerekir diye bastırdı, derken uzman bakan Derviş, ‘‘Seçim ekonomiyi etkilemez’’ fetvası verdi ve bahtımızın rüzgárına kapılıp bugünlere geldik. Bundan sonra söylenecek tek şey ‘‘Hayırlısı olsun’’ demek. İktisatçıların erken seçimle ilgili endişesi, bütçe açıklarını artıracak bir seçim ekonomisi uygulamasına gidilmesiydi. Maalesef, son günlerde bu endişeyi haklı çıkartacak gelişmeler peş peşe patlamaya başladı. Üstelik bu harcama kararlarını alanların yeniden seçilme şansları pek bulunmuyor. Yani beyhude bir popülizm sergiliyorlar. Gelecek iktidarın icraatına ipotek koyuyorlar. Seçimlere kadar, bu işler böyle gideceğe benziyor. Ancak seçim sonrası ne olacak? İşte beni düşündürmeye başlayan yeni konu bu.
Bu seçimlerin hatırda kalması gereken bir özelliği, süper bir şekilde siyasetten çekilen Demirel'den sonra, akranı Ecevit ve Erbakan'ın siyaset sahnesine veda etmeleridir. Onların devresinden geriye, eskimiş ama henüz tükenmemiş yüzleriyle Baykal, Çiller, Yılmaz ve Bahçeli kalmış durumda. Bu sefer Baykal, kaderin cilvesi ve Derviş'in kaldıraçlamasıyla hayatının maçını oynayacak gibi duruyor. Ama kuşku yok, bu seçimlerin en renkli siması, bir sinema artisti kadar yakışıklı Cem Uzan. Teknik olarak müflis, (yani çok parası olan) bir ailenin temsilcisi Cem Uzan, bana göre herkesle dalga geçiyor. Halk yağcılığının en abartılısını uyguluyor. Eskaza barajı geçerse, esas şovları Meclis'te yapacak. Yaptığı işin tamamen bilincinde. Şu ana kadar ülkeye yaptığı en büyük kötülük, Çiller'i kıskandırıp, onu da kendisinkine benzer konuşmalar yapmaya zorlaması.
Seçimlerin favorisi AKP. AKP'nin ekonomik programı belirsiz. Çok da belirli olması gerekmez zaten. Bir yandan parlak öğrenim hayatı olan bazı gençleri vitrine koyup, pimpirikli IMF'yi ve AB'yi teskin etmeye çalışıyorlar; diğer yandan çocuksu bir finansman modeliyle gerçekleştirecekleri ‘‘duble yol’’ projelerini, büyümenin motoru olarak takdim ediyorlar. Ne de olsa Erdoğan, hocası Erbakan'dan ‘‘100 bin tank’’ ve ‘‘fabrika yapan fabrika’’ masallarını dinleyerek büyümüş bir kişi. Yine de Erdoğan'ın hakkını yememek gerek. Geçenlerde seçmenlere, mealen ‘‘Sizleri, en az üç yıl daha sıkıntılı günler bekliyor’’ diyecek kadar yürekli davrandı. Üstelik şu ana kadar topluma, hiçbir ölçüsüz vaatte bulunmadı. Ama sosyal güvenlik sistemi denilen en büyük ‘‘kara delik’’ nasıl kapanacak diye merak edenler, bir de bakıyorlar Erdoğan ‘‘isteyen, istediği yaşta emekli olacak, bu konuda çalışmalarımız var’’ demekle yetiniyor. Yine de ortada Erdoğan'ı bekleyen çok önemli bir mesele var. Bu erken seçimler, halkın devletten beklentilerini yükseltti. Eğer o da kendini bu rüzgára kaptırırsa, Türkiye'yi yeni ve daha derin bir mali krize düşmekten kimse kurtaramaz. Jeopolitik önemi bile...
SON SÖZ: Kötü politikacı, iyi politikacıyı kovar.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2002
<B>ÜLKEMİZDE</B> gündemden düşmeyen konulardan biri de ezandır. Benim çocukluğumda, ezan doğal insan sesiyle ve Türkçe okunurdu. Ancak Türkçe okuma kuralı sıkça çiğnenirdi. Kanunu ihlal eden müezzinler hakkında derhal soruşturma açılır ve tatsız olaylar yaşanırdı. Anlayacağınız o zamanlarda da ezan, bir toplumsal gerginlik meselesiydi. 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle birlikte, ezanın Türkçe okunması mecburiyeti kaldırıldı. Meselenin bu yönü çözüldü. Ancak, 1960'larda başlayan yeni bir akımla ezan, başka bir toplumsal gerginlik meselesi haline gelmeye başladı. Sorun bu kez, ezanın ses yükseltici cihazlarla (hoparlörle) okunup okunmamasına dönüştü. Yüksek ezan sesinden rahatsız olanlar, bundan şikáyet ettikçe, ‘‘İslami kimliklerini öne çıkarmak isteyenler’’ ses yükseltme cihazlarının gücünü ve hoparlör sayısını artırdı. Çünkü ezan, onlar için bir ‘‘egemenlik’’ simgesiydi. Bu ülkede kimlerin borusunun öttüğünü, karşı tarafa anlatmanın en açık yolu, yüksek perdeden ezan okumaktı. Aynı saikle cami sayısı hızla artırıldı. Artık şehir ve kasabalarda oturanlar, bulundukları herhangi bir noktadan, en az iki, üç camiden okunan ezanın sesini duyar hale geldi. Pek tabii, bir müezzinin ezana başlamasıyla, diğer müezzinin ezana başlaması aynı anda olamıyordu. Üstelik çok güçlü hoparlörler kullanıldığından, ezan sesleri birbirine girerek gerçekten ‘‘gürültü kirliliği’’ yaratır hale geldi. O kadar ki, Diyanet İşleri Başkanlığı bile bundan rahatsız oldu.
* * *
Bu milletin temel kimlik unsarlarından biri, hatta birincisi İslam'dır. Dolayısıyla bu topraklarda ezan sesi duyulacaktır. Toplumun büyük bir bölümünün haklı olarak şikáyet ettiği nedir? Ezanın, bir baskı aracı haline getirilmesi ve çirkinleştirilmesidir. Bu meselenin kökten çözümü, Yaşar Nuri Hoca'nın önerdiği üzere, müezzinin kendi sesiyle ezan okumasıdır. Müezzinlerin doğal sesleriyle ezan okumalarının pratik güçlükleri varsa, benim teklifim ‘‘hoparlörlerin sesinin kısılmasıdır’’. Evet, çözüm bu kadar basittir. Hoparlörlerin sesini kısın yeter. Bu tedbir, hiçbir ek harcama icap ettirmez. Diyanet, ayrıca müezzinlere güzel ezan okuma kursları açabilir. Dini yayın yapan radyo ve TV'ler, Diyanet'le seve seve işbirliği yaparak ezan okuma eğitimini, ülkenin en ücra köşelerine bedelsiz taşıyabilir.
* * *
Bu kadar basit ve ekonomik bir tedbir alınamadığından, meselenin halli için Türkiye'de ‘‘merkezi ezan sistemine geçiliyor’’. Tipik devletçi, merkeziyetçi ve israfa dayanan bir çözüm. Verilen bilgilere göre, 2 yıl önce 44 ilde merkezi ezana geçilmiş. Ancak İstanbul ve diğer büyük şehirlerde bu sisteme geçilmesi için, Telekomünikasyon Kurumu'nun frekans tahsisi gerekiyormuş. Ama maalesef tahsise uygun boş frekans yokmuş vs. Varın siz hesap edin. Bu merkezi ezan sistemi için ne kadar yatırım yapılacak, ne kadar yeni teknik eleman alınacak, ne kadar işletme gideri olacak? Acaba merkezi ezana geçmek, 70 bin camide görevli müezzin/hoca kadrolarından bir tasarruf sağlayacak mı?
SON SÖZ: Meselenin doğrudan üzerine gidilemezse, israf kaçınılmazdır.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2002
<B>CHP</B> Genel Başkanı <B>Deniz Baykal, ‘‘CHP iktidara gelince, faizler 20 puan düşecek, 20 puan, 20 milyar dolar tasarruf eder’’</B> demiş. Bu hesabı yanlış bulan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz da ‘‘Baykal'ın dediğinin doğru olması için, 130 katrilyonluk toplam iç borcun tamamının değişken faizli olması lazım’’ demiş. Yılmaz'ın hesabına göre, Baykal iktidara gelince (faraza) faizler 20 puan düşse, devletin bu işten kazancı 2 milyar dolardan ibaret kalır; dolayısıyla Baykal 10 misli atmaktadır. Devletin yıllık faiz giderlerinin doğru hesabını ortaya koymadan önce, hesap tarzı doğru olmasa bile, ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın bulduğu sonucun, netice itibarıyla ‘‘doğru’’ olduğunu belirtmem gerek.
* * *
Şimdi gelelim devletin faiz giderlerinin hesabına:
1. Enflasyonun yüksek ve oynak, faizlerin değişken, döviz fiyatlarının dalgalı olduğu bir ülkede (mesela Türkiye'de) dolarla veya başka bir para birimiyle tam bir faiz hesabı çıkartılamaz. Gerek kamuda gerek özel sektörde yapılan tüm hesaplamalar takribidir. Yani kaba kesimdir. Önemli olan mertebe hatası yapmamaktır. Mesela yaklaşık 2 milyar dolarlık bir tasarrufu, 20 milyar dolar zannetmek gibi.
2. Enflasyonist ortamda, ulusal para ile yapılan tüm ödünç verme veya ödünç alma işlemlerinde, elde edilen faiz gelirlerinden veya ödenen faiz giderlerinden, anaparanın enflasyon karşısındaki aşınmasını düşmek gerekir. Nitekim Maliye Bakanlığımız, gerçek kişilerce elde edilen TL faiz gelirlerini vergilendirmeden önce matrahtan, anaparanın enflasyon aşınmasını düşmektedir. Hürriyet yazarı Profesör Kızılot, bu yıl için enflasyon düzeltmesini, faizin yüzde 85'i olarak tahmin etmektedir. Eğer Maliye, kişinin elde ettiği TL faizin yüzde 85'ini ‘‘gerçek gelir’’ kabul etmiyorsa, bütçede gider kalemleri arasında yer alan nominal faizin aynı oranı da devlet için ‘‘gerçek gider’’ değildir.
* * *
3. Dolayısıyla, devletin ulusal para birimiyle (yani Türk Lirası) yaptığı faiz ödemelerini, dolara tercüme etmeden önce, anaparanın enflasyon karşısındaki aşınmasını faiz tutarından düşmek şarttır. Maalesef bu düzeltme yapılmadan ödenen TL faizler, dolar kuruna bölünmekte ve ortaya, hiçbir anlamı olmayan şu kadar milyar ‘‘dolar’’ faiz ödendi gibi zırva rakamlar atılmaktadır.
4. 2002 yılı bütçesinde devletin 42.795 trilyon lira iç ve dış borç faizi ödeyeceği öngörülmüştü. Şu ana kadar ortaya çıkan faizler, bu rakamın aşılacağını göstermektedir. Enflasyon düzeltmesi yapılmadan, dolara çevrilen TL'li rakamlara göre bu yıl, 26.6 milyar doları iç borca ve 3.4 milyar doları dış borca olmak üzere, kamunun toplam 30 milyar dolar faiz ödemesi olacaktır. Bu ifade yanlıştır.
* * *
5. Halen devletin; 94.5 katrilyon TL, TL'li ve 42.6 katrilyon TL karşılığı dövizli olmak üzere toplam 137.1 katrilyon iç borcu var. Dış borç toplamı ise 54 milyar dolar. Faiz giderleri ise şöyle: TL'li iç borcun faizi enflasyon düzeltmesi yapılmadan 23 milyar dolar, yapıldıktan sonra 3.5 milyar dolar; dövizli iç borcun faizi 3.2 milyar dolar, dış borç faizi ise 3.4 milyar dolar. Özet olarak, devletin iç ve dış borçlarına 2002 yılında ödeyeceği ‘‘reel’’ faizin toplamı yaklaşık 10 milyar dolardır. Bundan böyle faizler hakkında konuşacakların bilgisine sunulur.
SON SÖZ: Rakam değil mi, uydur uydur söyle.
Yazının Devamını Oku