31 Ağustos 2002
<B>BİR</B> önceki yazımda, Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri gibi, uzun süre yapışkan enflasyonla yaşamış memleketlerde, <B>‘‘sermaye hareketleri serbestliği’’</B>nin ekonomik istikrarın tesis edilmesine engel teşkil ettiğini söylemiştim. Yine o yazının sonunda, sermaye hareketlerine bir defa serbestlik verildikten sonra, bu hareketleri kontrol altına almanın pek de mümkün olamayacağına işaret etmiştim. Buna rağmen, mevcut şartlar altında, istikrar bir türlü sağlanamaz ve bu ülkeler içine girdikleri finansal krizlerden kurtulamazsa, sakıncaları olsa da, sermaye hareketlerine kısıtlama getirebilir. Söylemeye gerek yok, sadece sermaye hareketlerini kontrol altına almak, kendi başına bir şeye çare değildir. Ancak tasarlanacak yeni bir ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş’’ paketinde sermaye hareketlerini kısıtlamak gerekli bir tedbir olabilir. Şimdilik bu opsiyonu irdelemeyi bir tarafa bırakalım.
* * *
Sermaye hareketleri serbestliği devam ederken, Türkiye gibi bir ülkede ‘‘mali istikrarı’’ sağlamak mümkün müdür? Evet mümkündür. Nitekim, bir Derviş-IMF ortak yapımı olan ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’ bunu sağlamaya yöneliktir. Hatta, bundan önceki (söylendiğine göre tamamı 17 tane olan) IMF stand-by anlaşmalarının son zamanlarda yapılanlarının hepsi, sermaye hareketleri serbestliğine dokunmadan ekonomide istikrar tesis edilecek şekilde tasarlanmıştır. Ama istikrar sağlanamamıştır. Bundan sonra da olması kolay değildir. Daha doğrusu bazı şartlara bağlıdır.
1. IMF tarafından dünyaya empoze edilen, sermaye hareketleri serbestliği, bugün birçok ülkedeki finansal krizlerin tek sebebi olmasa bile asıl tetikleyicisidir. IMF, bu gerçeği dikkate alarak yeni bir ‘‘Dünya Para Sistemi’’ni devreye sokmaya mecburdur.
2. IMF'nin halen uyguladığı ‘‘önce bat, sonra kurtarırım’’ politikası, ülke idarelerinde ve uluslararası para hareketlerini yönetenler arasında yeni bir ‘‘ahlaki zafiyet’’ (moral hazard) kaynağı haline gelmiştir. Popülist yerel politikacılar ve küresel spekülatörler, IMF'nin muhtemel davranışı üzerine ganyan oynamaktadır.
* * *
3. Krizlerden paçasını kurtaramayan Türkiye, uluslararası ilişkilerini ‘‘jeopolitik şantaj’’ üzerine inşa etmeye başlanmıştır. ‘‘Türkiye'nin batmasına izin veremezler, sonunda nasıl olsa kesenin ağzını açarlar’’ inancı maalesef toplum tarafından da benimsenmiştir. Bu da ülke içinde alınan sıkı ekonomik tedbirlerin sürdürülmesini zorlaştırmaktadır. Batıdan şantajla para koparma seçeneği zihinlerden sökülmeden, istikrar için gerekli programları uygulamak mümkün değildir. Ülke iktisadiyatında istikrar sağlanmadan da haysiyetli bir dış politika izlemek imkánsızdır.
4. Türkiye ve benzeri ülkeler için, daha fazla fakirleşmeyi göze almadan istikrarı tesis etme şansı kalmamıştır. Halka bunu anlatmak gerekir. Ancak ondan sonra, istikrarı bozucu taleplerin önünü kesmek mümkün olur.
5. Türkiye'nin nispeten ‘‘daha düşük fakirleşme faturası ödeyerek’’ istikrarı sağlayabilmesi, ancak AB üyeliği ile mümkün olur.
6. Günün sonunda TL. diye bir paranın ortadan kalkacağını bilmek ve ona göre mali stratejiler oluşturmak, yolu kısaltır, ıstırabı azaltır.
SON SÖZ: Küresel ekonomi, küresel parayla olur.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2002
<B>TARİHTE</B> her dönemin kendisine has iktisadi meseleleri vardır. İçinde yaşadığımız <B>‘‘küresel kapitalizm’’</B> döneminin de en önemli problemi <B>‘‘sermaye hareketleri’’</B>dir. Latin Amerika ülkelerinin, bir türlü paçasını kurtaramadığı finansal krizler ve bunu izleyen ekonomik çöküşlerin bir numaralı nedeni (başka sebeplerin yanında), sermaye hareketleri serbestliğidir. Türkiye'nin de en kritik meselesi budur. Sermaye hareketleri serbestliği denince, bir ülkenin kendi vatandaşlarının ülke içindeki tasarruflarını dövize çevirip, yabancı ülkelere yollama özgürlüğü başta olmak üzere, her türlü finans kapitalin o ülkeye serbestçe girip çıkma serbestliğini kastediyorum. Meseleye biraz daha yakın planda bakarsak, sermaye hareketleri serbestliğinin, bir ülke için sorun kaynağı olmasının olmazsa olmaz diğer şartının, o ülkede uzun yıllardır devam eden yapışkan bir enflasyonun varlığı olduğunu görürüz. Tam burada çok önemli bir noktayı belirtmem gerek. Latin Amerika ülkeleri, sermaye hareketleri serbestliğine, yüksek enflasyon ortamında geçtiler. Bunların bir kısmı döviz çıpası veya dolarizasyon gibi yöntemlerle bilahare enflasyonu düşürmeyi başardı. Ancak bu şekilde ‘‘yapay’’ olarak enflasyonu düşürmüş ülkelerle, sermaye hareketleri serbestliği başlamadan önce, uzun süre düşük enflasyonla yaşamış ekonomileri birbiriyle karıştırmamak gerekir.
* * *
Yapışkan enflasyon, sürekli devalüasyon demektir. Sürekli devalüe olan bir para biriminin, tasarruf aleti olma cazibesi düşüktür. Bu sebeple enflasyonlu bir ülkedeki yerel paranın ‘‘reel faizi’’ (enflasyondan arındırılmış) risk primi ilave edildiği için, dövizli tasarrufların ve kredilerin de faizi yüksektir. İster ülke içinden, ister ülke dışından kaynaklansın, ister dövize, ister yerel paraya natık olsun, enflasyonlu ülkelerde ‘‘sermaye’’ pahalıdır. Yani faizler yüksektir. Faizlerin yüksek olduğu yerde de ‘‘büyüme’’ (milli gelir artışı) düşük olur. Üstelik bol miktarda şirket iflaslarına rastlanır. Bu da milli servetin azalması demektir.
Sermaye hareketleri serbestliği, başlangıçta öngörüldüğünün aksine sermaye birikimi düşük ülkelere, paranın bol olduğu ülkelerden sermaye akmasını sağlamadı. Tam aksine o ülkelerden, esasen kıt olan sermayenin dışarıya kaçmasına sebep oldu. Üstelik ancak yüksek reel faizlerle ülkeye gelen yabancı sıcak para, yurtdışına kaynak aktardı. Böylece, sermaye serbestliğini seçen gariban ülkeler, Dimyat'a pirince giderken, eldeki bulgurdan oldular. Buradaki sermaye hareketini, ‘‘yabancı yatırım’’la (Direct Foreign Investment) karıştırmamak gerekir. Yabancı yatırım çekmekle, sermaye hareketi-sıcak para serbestliği aynı şey değildir.
* * *
Enflasyon durdurulmadan, sermaye hareketlerini, yani servet transferlerini serbest bırakmak, Türkiye için büyük hata olmuştur. Ancak bugün, serbest bırakılmış sermaye hareketlerine yasak getirmek maalesef mümkün değildir. Çünkü köprülerin altından çok sular geçmiştir. Yasaklamaya gidilirse, başta ithalat faturalarını şişirmek ve ihraç fiyatlarını düşük göstermek dahil, inanılmaz sahtekárlıklara ve dış ticarette saçmalamalara yol açılır. Üstüne üstlük, döviz karaborsası da oluşur. (Devamı var).
SON SÖZ: Gemilerini yakan, karada ilerlemeye mecburdur.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2002
<B>SON</B> yıllarda, zaman zaman gündemi işgal eden sosyal meselelerimizden biri, başıboş sokak köpekleri ise, diğeri de <B>‘‘ölü uyandıran’’</B> şiddette müzik yayını yapan diskoların önlenemeyen yaygınlığıdır. * * *
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin kurucularından ve İdari İlimler Fakültesi'nin ilk dekanı Fuat Çobanoğlu'nu bu sütunlarda sık sık yád ediyorum. Uzun yıllar kimya mühendisliği yaptıktan sonra, sosyal bilimlere geçen Fuat Bey'in, karmaşık sosyal süreçleri, tek bir kimya denklemine hatta tek bir molekül formülüne indirgeyen müthiş tanımları vardı. Sokak köpeği ve gürültü kirlenmesi (disko) meselelerine, onun medeniyet tarifini tekrar ederek bir yaklaşım getirmek istiyorum. 1959 yılında ODTÜ öğrencileri, Hollandalı profesörler sayesinde iki kafile olarak, Hollanda'ya gittik. Yola çıkmadan bir hafta önce Fuat Bey, bizleri bir dershanede topladı. Avrupa'da, Türk'ün adına leke sürmemenizi istiyorum dedi ve şunu söyledi: ‘‘Batı medeniyeti, üçüncü şahsın haklarına saygıdır. Adab-ı muaşeretin (toplumsal yaşayış kurallarının) ayrıntılarını bilmiyor olabilirsiniz. Herhangi bir davranışınızın uygunsuz olup olmadığına karar vermek için, tek bir soru sorun: Bu davranışım, üçüncü şahısların haklarına bir tecavüz teşkil ediyor mu? Onları rahatsız ediyor, hayatı onlar için yaşanması zor ve çirkin hale getiriyor muyum? Eğer böyle bir şeye sebep vermiyorsanız, dilediğiniz gibi hareket etmekte serbestsiniz.’’
Fuat Bey'in bu konuşmasındaki en önemli kavram, ‘‘üçüncü şahıs’’tır. İnsanlar, doğal olarak ‘‘birinci şahsın’’ yani kendilerinin çıkarını, rahatını kollar ve zevklerini tatmin eder. Yine genellikle, ‘‘ikinci şahıs’’ların (yani bildikleri, bilindikleri ve önemsedikleri kişilerin) haklarına saygı gösterir. Buraya kadar medeniyetten bahsedilmez. Medeni davranış, bilmediğimiz, görmediğimiz, bizi bilmeyen, bizi görmeyen, yakınımız veya ahbabımız olmayan, bize bir iyiliği veya fenalığı dokunması beklenmeyen şahısların, yani ‘‘üçüncü kişilerin’’ haklarına saygı göstermektir.
* * *
Sokak köpekleri ve yüksek sesle yayın yapan diskolar, ‘‘üçüncü şahıs’’ların haklarına açık bir tecavüzdür. Dolayısıyla medeniyetsizliktir. Bunlarla mutlaka mücadele edilmelidir. ‘‘Hayvan sevmeyen, insan sevmez’’ veya ‘‘Bize Ertegün değil, Bodrum lazım’’ gibi hedef saptırtan şımarık ve küstah ifadelerin tuzağına düşmeyeceğim. Pek tabii her insan, hayvanları ve özellikle köpekleri sevecek bir kalbe sahip olmalıdır. Pek tabii, bir Ertegün için Bodrum'un cıvıl cıvıl hayatı feda edilmez. Kimsenin bunların aksini söylediği yok. Mesele çizginin nerede çizileceğidir. Bu da hukuktur.
* * *
Bu meseleleri çözmek için pratik bir teklifte bulunmak istiyorum. Madem ki milletçe Avrupa Birliği'ne girmeyi bu kadar istiyoruz ve TBMM bu yolda kanunlar çıkartıyor, köpek ve disko gürültüsü sonununa da Avrupa Birliği mevzuatı içinde çözüm arayalım. Sırf bu sorunlar için AB'den uzman çağıralım. Bizdeki gerçek durumu, yerinde kendi gözleriyle görsünler. Davanın esasını anlasınlar ve AB standartlarında bu ihtilafın çözümü şudur desinler. Hele bunu bir duyalım, sonra nihai kararı, kendi kamu yöneticilerimiz veya yargıçlarımız verir.
SON SÖZ: Soyutta değil, somutta anlaşma esastır.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2002
<B>ŞÜPHE</B> yok ki, içinde bulunduğumuz ekonomik şartlar altında, <B>Kemal Derviş</B> çok önemli bir şahsiyet. Onun bu özelliği, kendisinin siyaset sahnesindeki hareketlerini de çok önemli kılıyor. Bu sebeple kamuoyu onu yakından izliyor. Son bir ay içinde medyada, hakkında en çok haber ve yorum çıkan kişi herhalde Derviş olmuştur. Şimdi şu sorunun cevabını bulmamız gerek. Acaba Derviş ‘‘solu birleştirmek’’ derken nihai olarak neyi hedeflemiştir ve yaptıkları onu istediği hedefe götürmekte midir?
* * *
Önce Derviş'in serüveni hakkında genel bir değerlendirme yapacağım. Kemal Derviş, Türkiye çok ciddi bir mali krize girdiği sırada, bu badireden en az hasarla çıkmanın yollarını arayan hükümet tarafından göreve çağırılmış bir ‘‘teknisyen’’dir. Derviş'in uzmanlık alanı siyaset değil, iktisattır. Kendisine ‘‘bakanlık’’ payesi, bu uzmanlığının IMF tarafından kabul ve tescil edilmiş olmasından dolayı verilmiştir. Tereddütsüz söyleyebilirim ki Derviş, geldiği günden bugüne kadar ülkeye çok faydalı olmuştur. Nokta. Şimdi gelelim Derviş'le ilgili olumsuz tespitlerime. Derviş, bir gün gelmiş ne için ve hangi vasıfları dolayısıyla hükümetin bir üyesi olduğunu unutmuş, hiç üstüne vazife değilken balıklama siyasetin içine dalmıştır. Üstelik kendisini göreve getiren koalisyon liderlerine karşı bunu yapmıştır. Eğer Derviş bulunduğu mevkiin ‘‘görev tarifine’’ uygun hareket etmeye devam etseydi, bugün ve gelecekte, partiler ve hatta siyaset üstü bir konumda, iktisat alanında ülkeye yön gösteren kimliğini muhafaza edebilirdi. İkinci olumsuz tespitim, Derviş'in ‘‘ürkek’’ bir siyasetçi olduğudur. Bu da onun, ülkenin ‘‘iktisat mürşidi ve müşiri’’ (doğru yolu anlatan ve gösteren) olma imtiyazını terk etmek pahasına girdiği siyaset alanında, ülkeye pek bir yararının olamayacağı izlenimi yaratmıştır. Hadiselere dışarıdan bakınca, Derviş için ‘‘sonun başına geldi’’ hükmünü vermek gerekiyor. Acaba?
* * *
Büyük siyaset adamı Süleyman Demirel, ‘‘Neyin olacağına, nelerin olamayacağını eleyerek varırsınız’’ buyurur. Derviş bir süredir yaptığı (ve pek de beğeni toplamayan) girişimleriyle, belki de Türkiye'de ‘‘nelerin olamayacağını’’ ispatlamakla meşguldür. Bu suretle, bu ülkede neyin olabileceği anlaşılacaktır. Bu anlaşıldıktan sonra, belki de ortaya öyle gelişmeler çıkacaktır ki, ülkemiz bundan çok yararlanacaktır. Mesela seçim kanunundaki yüzde 10'luk baraj, yüzde 5'e düşürülecek veya tamamen kalkacaktır. Bu suretle bugün sandıkta sağlanamayan ‘‘sol ittifak’’ seçim sonrasında Meclis'te sağlanacaktır. Bir başka gelişme şu olabilir: Baraj kalkmaz ve seçimden birinci parti olarak çıkacak mesela AKP ile ikinci parti olarak çıkacak mesela CHP bir koalisyon hükümeti kurar. Bu koalisyon, Türk rönesansını başlatır. Bir yandan cumhuriyetçiler demokratikleşirken, diğer yandan İslam kendi aydınlanmasını gerçekleştirir. Hatta bu rönesans, tüm İslam álemine örnek olup Hantington'un öngördüğü ‘‘Batı-İslam’’ çatışmasını ortadan kaldırır. Çok uçtun demeyin, bakalım ayine-i devran ne gösterecek?
SON SÖZ: Sürecin bizatihi kendisi, amaç kadar önemlidir.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2002
<B>YAKLAŞAN</B> 3 Kasım seçimlerinde halk, oyunu kime verecek diye, <B>‘‘nabız tutma’’</B> turuna çıkmış gazeteci ve gazeteci-yazar (tüccar-terzi gibi bir deyiş) arkadaşların izlenimlerini okuyoruz. Gazeteciler ‘‘seçim’’ diye soruyor, vatandaş ‘‘geçim’’ diye yanıtlıyor. Bunun üzerine, gazeteci de seçimde kime oy vereceksiniz anketini unutup, vatandaşın geçim derdi nasıl çözülür diye kafa patlatmaya başlıyor. Aklına gelen ilk (belki de son) öneri, devletin halkın geçim meselesine bir çare bulması gerekir cümlesi oluyor. Bu sözün özü, devlet yani Ankara, gazetecinin sohbet ettiği yöre halkına iş ve aş versin. Kısaca, devlet, ‘Ondan alsın, buna versin’’ veya halkın deyişiyle ‘‘Başkasından alsın, bize versin’’. İşte bu noktada vatandaşla gazeteci tam anlamıyla anlaşıyorlar. Geriye ne kalıyor? Bu işi kimin yapacağı. Pek tabii, bu işi öncelikle iktidara gelen parti, sonra da o partiden seçilen yörenin milletvekilleri yapacak. Böylece, vatandaşın oyunu, hangi partiye vereceği sorusunun cevabına giden yol ortaya çıkıyor.
Vatandaş oyunu kime verecek? Cevap çok açık: Ankara'dan, yani devlet bütçesinden, iline en fazla para aktaracak partiye. Bu partinin evleviyetle iktidar şansının yüksek olması gerek. Dolayısıyla vatandaş kararsız. İktidar şansı yüksek partiyi teşhis ederse, oyunu ona verecek. İkincisi bu partinin, yöreyi kollayacağına inanmak gerek. Peki bu parti hangisidir? Bugüne kadar yöreyi kollayanlar veya kollayamayanlar belli. Eğer cevap, hiçbiri bize yar olmadı ise bunun anlamı oyum yeni partiye. Seçim, sadece geçim demek de değil. Seçimin iktisadi olduğu kadar siyasi yönü var. Kısacası bu ülkeye kimlerin, nasıl yöneteceği, hangi ‘‘yaşam biçimi’’nin hayatımıza egemen olacağı da oyun rengini belirleyecek önemli unsurlardan biri. Unutulmasın, son tahlilde ‘‘seçim, kişinin kendini, olmazsa kendine en benzeyeni seçmesidir.’’
* * *
Biz dönelim işin iktisadi yönüne. Halen yaşamakta olduğumuz en kritik sorun şu: Ülke ekonomisinin içinde bulunduğu ‘‘çok tehlikeli’’ durumun gerisinde, bugüne kadar izlenen ‘‘başkasından al, bize ver’’ iktisat politikası yatıyor. Bunun devam etmemesi gerek. Bir Derviş-IMF ortak tasarımı olan ve işbaşındaki hükümet tarafından mümkün mertebe uygulanan ve bundan sonra uygulanmaya devam edileceği dünya aleme ve IMF'ye ilan edilen, ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’ böylesi bir popülist ekonomik politikanın izlenmesine imkán vermiyor. Ancak, teker teker nabzı tutulan seçmenlerin, siyasilerden talebi ise tam aksi. Seçmenler ‘‘Başkasından al, bize ver’’ politikasının uygulanmasını talep ediyor. Tam bu noktada AKP'nin ‘‘duruşu’’ önem kazanıyor. Benim izlenimime göre seçmenlerin önemli bir bölümü AKP'yi ‘‘Başkasından al, bize ver’’ politikasını uygulayacak yegáne parti olarak görüyor. Böyle olunca da AKP'nin popülaritesi, özellikle imtiyazsız kitleler nezdinde artıyor. AKP, eğer önderleri Tayyip Erdoğan'ın dediği gibi ‘‘toplumu germek’’ istemiyorsa, kimden, hangi şekilde, ne kadar alıp kime, hangi yollarla ne kadar vereceğini şimdiden açıklarsa çok faydalı olur.
SON SÖZ: Su emmeyen tulumba, sadece hava basar.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2002
<B>GAZETEMİZİN</B> pazar günkü birinci haberinin başlığı <B>‘‘Oh dedirten cep savaşı’’</B> idi. Habere göre, bir devlet kuruluşu olan Türk Telekom'un GSM bacağı Aycell, cep telefonuyla konuşma bedellerini o kadar düşürmüştü ki; vatandaş derinden bir oh demişti. İşte rekabetin güzel tarafı buydu. Bu mutlu haber, gazetemiz tarafından halka sevinçle iletiliyordu.
Haberin iki sonucu olacaktır. Birincisi, halkımız ucuz tarifeli Aycell'i kullanmaya başlayacaktır. Zaten kampanyanın amacı da budur. Hürriyet, yapılan tenzilatı birinci sayfaya taşıyarak, Türk Telekom yöneticilerine müthiş bir destek vermiştir. İkincisi, halkın cebinden halka kıyak yapan kamu yöneticilerine iltifat edilmiştir. Eh, marifet, iltifata tabi olduğuna göre, kamu iktisadi teşekküllerinin yöneticileri de bundan sonra da ‘‘bütçe açığını artırma pahasına’’ halka oh dedirtecek tenzilatları yapacaktır.
GSM ekonomisi üzerine bir sürü makale yazdım. Şebeke üzerinden iletişim kurabilen telsiz telefon, son yılların en büyük inovasyonlarından (ticarileştirilmiş bilimsel keşif) biridir. Tüm dünyada bu işi yapan firmaların kısa hayatı, tipik bir ‘‘köpük ekonomisi’’ davranışı sergilemiştir. Değerleri önce şişmiş, sonra da sönmüştür. Çok servetler kazanılmış, çok servetler batırılmıştır. Bu ‘‘yeni ekonomi’’ sektörü de, eskidikçe istikrara kavuşacaktır. Benzeri olaylar aynıyla ülkemizde de yaşanmıştır.
* * *
Türkiye'de GSM operatörlüğü bir ‘‘iltizam ve imtiyaz’’ meselesi olarak ele alındı. Yani, kamuya ait olması gereken bir rant alanı, bedeli karşılığında özel kişilere devredildi. Devlet, GSM operatörleriyle yaptığı sözleşmede onlara, bu sektörü ‘‘oligopolistik’’ (herkesin giremediği, fiyatların anlaşmalı bir şekilde teşekkül ettiği bir iş alanı) halinde tutacağı sözünü verdi. Sözleşmeye göre bir bedel ödeyerek bu sektöre giren operatör şirketler de, hem bir nevi mültezim olarak devlet adına vergi toplayacak, hem de devletin sağladığı bu oligopolistik imtiyaz sayesinde teşekkül edecek tatminkár fiyatlarla yatırımlarının nemasını alabilecekti. Ayrıca, bu oligopolistik yapının halkın sömürülmesine yol açmaması ve sektörde yıkıcı rekabet oluşmaması için de bir ‘‘Düzenleme Kurulu’’ (Regulatory Board) kurulacaktı. Nitekim bu da kuruldu.
Derken, piyasada yeni bir operatöre hiç ihtiyaç yokken, sözde devlete gelir olsun diye üçüncü operatörlük ihalesi açıldı. İş Bankası, İtalyanlarla beraber, bu ihaleyi ancak ‘‘başkasının parasını harcayanların’’ verebileceği bir bedel karşılığında kazandı. Yetmedi, ileride özelleştirilince, içinde bir de GSM bölümü olursa, Türk Telekom'un değeri daha fazla olur diye (imtiyaz sahibi olması yetmiyormuş gibi) bu kuruluşun dördüncü operatör olarak devreye girmesi kararı alındı. Pek tabii, bu teşebbüs feci şekilde çuvalladı. Alınacak tek rasyonel karar ‘‘zararın neresinden dönülse kárdır’’ deyip, Aycell'i tatile sokmakken, inatla işin üzerine gidilmektedir. Görünebilir hiçbir tarihte kára geçmesi mümkün olmayan ve dolayısıyla bütçeye yük teşkil eden bu yeni cep telefonu şirketi, sırtını devlete dayamış, kendine ve devlete zarar verdiği yetmiyormuş gibi, şimdi de sektörde haksız fiyat rekabetine girişmiş bulunuyor. Of, of, of...
SON SÖZ: Devletin tenzilatı, enflasyon olarak halka geri döner.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2002
<B>MECLİS'</B>ten bir türlü geçemeyen <B>‘‘İş Güvencesi Yasası’’,</B> Çalışma Bakanı <B>Okuyan'</B>ın istifasıyla göz yaşartan bir boyut daha kazandı. Taslağı yasalaştırma mücadelesi verirken istifa etmek zorunda kaldığını ifade eden sabık Bakan, ‘‘İşverenlerin isteklerine boyun eğmemenin bedelini ödediğini’’ söyledi. Eh, bedelini ödediğine göre, işçi seçmenleri de onu, bir zahmet yeniden milletvekili yapar. Bu suretle ödeşmiş olurlar.
İşverenlerin şiddetle karşı çıktığı yeni iş güvencesi yasasında, yürürlükteki mevzuattan, özde farklı hiçbir şey yok. Sadece mevcut hükümler ağırlaştırılıyor. İşverenlerin iş aktini feshetme hakkını kötü kullanmaları kırk yıldır yasaktır. Bu yasağa uymayan işveren, mahkeme kararıyla işten çıkardığı işçiye ilave tazminat öder. Yine öyle olacak. Sendikaya üye oldu diye, işçinin işten çıkarılması bugünkü mevzuatta da yasaktır. İşçinin işe iadesi bugün de mevzu bahistir. Yine olacak. Sadece işverenin işçi çıkarması hem daha zorlaşıyor hem de maliyeti artırıyor. Üstelik yasanın bu şekilde çıkması, AB'ye girmenin bir şartı da değil.
Şimdi esas soruyu soralım. Bugün Türk çalışma hayatının en yaşamsal meselesi, işi olanların ‘‘iş güvencesi’’ mi, yoksa işsizlerin ‘‘iş bulması’’ mı? Şüphe yok ki, işsizlerin iş bulması, yani toplam istihdamın artması ana sorun. Bunun aksini, sendikacılar bile söyleyemez. O takdirde ikinci olarak şu soruyu sormak gerek: İşverenlerin, haklı veya haksız, ne sebeple olursa olsun, işten işçi çıkarmasını hukuken zorlaştıran ve iktisaden pahalılaştıran yasa hükümlerinin ağırlaştırılması, işsizlerin iş bulmasını kolaylaştırır mı, zorlaştırır mı? Cevabı çok açık: Zorlaştırır.
Gelelim işin kuramsal yanına. Sosyal hayatta (iktisadi hayat da bunun bir parçasıdır) ‘‘sebeple, sonuç; bir doğru üzerinde değil, bir çember üzerinde hareket eder’’. Bu şu demektir. Bir sosyal sürecin ilk aşamasında ortaya çıkan sonuç, sürecin ikinci aşamasında, kendisini yaratan sebebin arkasına geçerek onu etkiler. Yani, sebebi değiştirir. Şimdi bu kuralı somut olayımıza uygulayalım. Türkiye'de işverenler, kıdem kazanarak veya sendikaya üye olarak ücretlerini piyasa fiyatının üstüne çıkaran işçileri işten çıkararak, yerlerine ‘‘piyasa fiyatıyla’’ yani daha düşük ücretle çalışmaya razı yeni işçiler almaktalar. Dolayısıyla, ücretleri yükselen işçilerin, iş güvenceleri azalmaktadır. İşçiler açısından bu sorunun çaresi, işverenlerin kullandığı bu işçilik maliyeti düşürme yöntemini, yasa zoruyla pahalı hale getirmek ve onları böyle davranmaktan caydırmaktır. Birinci aşamada bu sonucun sağlandığını varsayalım. İkinci aşamada ne olacaktır? Yani böyle yasal dayatmadan sonra, işverenler yine eskisi gibi mi hareket edecektir? Mesela, bundan sonra teknoloji seçiminde ‘‘emek yoğun’’ yerine ‘‘makine yoğun’’ bir yapılanmaya gitmeyecekler midir? Bir başka önlem olarak, işlerini, sendikalaşmanın pratik olarak mümkün olmadığı küçük işletmelere kaydırmayacaklar mı? Hatta yatırımlarını, işçilik maliyetinin daha düşük olduğu ülkelere nakletmeyecekler mi? Bu şartlar altında, pahalı işçileri çıkaramayan işletmelerin rekabet gücü azalacak ve bunlar birer birer kapanacaktır. Bu yüzden de yüksek ücretli işçiler işlerini hepten kaybedecekler. Kısaca, iş güvenliği ortadan kalkacaktır.
Son Söz: Düşmesin diye yağlı bilyeyi çok sıkma; elinden fırlar.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin, Avrupa Birliği'ne uyumu için gerekli, üstelik iç politika açısından çok kritik olan bazı yasalar Meclis'ten geçti. Bu yasaların içeriğiyle mutabıkım. Daha da önemlisi, demokratik bir şekilde kanunlaşmış olmasından memnunum. Türkiye'nin gelişmiş bİr ülke olması için değişimden geçmesi şarttır. Halihazırda mevcut geleneğimizle, göreneğimizle, inançlarımızla, değer sistemimizle, iş yapma tarzımızla ve özellikle iktisat anlayışımızla gelişmiş bir ‘‘ülke’’, daha doğrusu gelişmiş bir ‘‘toplum’’ olmamız mümkün değildir. Türkiye'nin, her bakımdan bir Avrupa ülkesi seviyesine gelmesini kolaylaştırmak için bazı kanunlarda ve genel olarak yürürlükteki mevzuatta belli değişiklikler yapılması, Avrupa hukuku açısından şart olabilir. Yapılanlar bunu sağlıyorsa faydalıdır.
Ancak şurası bilinsin ki; toplumsal bir değişim için atılması gerekli adımlardan en zahmetsiz olanı, ‘‘yeni kanun çıkarmaktır’’. Bir ülkenin, şu veya bu sebeple, demokratik ve bilhassa otokratik yöntemlerle çağdaş (?) kanunlar çıkarmasının, toplumsal gelişmeyi ve iktisadi kalkınmayı sağlamak açısından, zannedildiğinin aksine, pek bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu sebeple, uyum yasalarının Meclis'ten geçmesinden sonra zil takıp oynayanlara katılmam mümkün değildir. Üstelik, bir ülkenin kendi meclisinde belli bir kanunu çıkarması, o ülke için ‘‘zafer’’ olamaz. Böyle bir ifade mantıksızdır. Aynen askeri bir darbenin zafer olamayacağı gibi.
* * *
Şimdi Türkiye'nin somut gerçeklerine geri dönelim ve hangi AB uyum yasaları çıkarılırsa çıkarılsın, toplumun asla vazgeçmeyeceği ilkel (iptidai) bir iktisadi uygulamayı masaya yatıralım. Örnek olay şu: İstanbul'un ünlü Ulus Pazarı, Kocaeli'nin Bekirpaşa Belediyesi'nin girişimleri sonucu Yahyakaptan Mahallesi'nde tezgáh açmış. Bunun üzerine kazanç kapıları daralan İzmitli pazarcılar isyan etmiş ve çatışma çıkmış.
Bu toplumun hemen her kesimi, a) kayıtdışı ekonomiye yani vergi kaçırmaya, b) haksız rekabete, c) trafik sıkışıklığına, d) sokakların pislenmesine, e) şehrin çirkinleştirilmesine, f) gürültü kirliliğine, g) kamusal mekán rantlarının kişilere aktarılmasına, h) mafyalaşmaya karşıdır. Ama bütün bunların toplamı olan semt pazarlarından yanadır. Basında ‘‘semt pazarları’’ üzerine hemen hemen her hafta birkaç tane övgü yazısı çıkar. Belediyelerin birinci vazifesi, kaldırımları ve yolları işgalden ve imar izinli kapalı mekánlarda meşru düzende ticaret yapan esnafı, haksız rekabetten korumaktır. Uygulamadaysa tam aksine yaparlar. Bekirpaşa Belediyesi yerel pazarcılar yetmiyormuş gibi, kalkmış İstanbul'dan Ulus Pazarı'nı beldesine çağırmış. ‘‘Ananı döven kadı, kimi kime şikáyet edeceksin.’’ Halkımız pazardan alışveriş etmeye bayılır. Çünkü pazarda ‘‘rantlar bölüşüldüğü’’ için, fiyatlar ucuzdur. Pazar yeri eğlencelidir. Dükkándan alışveriş eden kimse, kendini yabancı topraklarda savaşan bir garip gibi görürken, semt pazarında alışverişe çıkan kişi, mülkiyeti topluma ait mekánlarda, satıcıya karşı kendini daha üstün görür. Dükkánda pazarlık etmekten utanan, pazarda hiç sıkılmadan pazarlık eder.
SON SÖZ: Acıyı hissetmemişsen, değişim olmamıştır.
Yazının Devamını Oku