18 Ocak 2003
<B>İNSANIN</B> hayatı aramakla geçiyor. Aradığını bazen buluyor, bazen bulamıyor. Çocuk, ana rahminden çıkar çıkmaz, telaşlı, huzursuz ve sinirli bir şekilde, hayatta kalmasını sağlayacak gıdayı arıyor. Memeyi bulunca emiyor, karnını doyuruyor, rahatlıyor, huzura kavuşuyor ve uykuya dalıyor. Ta ki, yeniden acıkıncaya kadar. Çocuğun aklı fikri beslenmekte. Ne bulsa ağzına götürüyor. Çünkü, hem yaşaması hem de büyümesi için gıda alması gerek. Beslenmek benim de ‘‘hak’’kımdır diyor. Yani insan, doğumundan itibaren hakkını arıyor, bu süreç bir ömür boyu sürüyor. Bebek nasıl ilk hakkını ‘‘annesinden’’ istiyorsa, insan hayatı boyunca da ihtiyacı olan her şeyi ‘‘başkalarından’’ talep ediyor. Bebeğin gıda hakkını alması için, annenin besleme vazifesini yerine getirmesi gerekiyor. Vazifesini yapmayan anneden, çocuk hakkını alamıyor. Çocuk büyüyor, talep ettiği haklar çeşitleniyor. Haklarını alması için, yeni vazifeliler bulması gerekiyor. Vazife yapılmazsa, haklar alınamıyor. Bu vazifeliler de insan, onlar da haklarını arıyor. Hakkını arayan birey, topluma ‘‘vazifeni yap’’ diyor. Toplum da bireye ‘‘Sen vazifeni yap’’ diye karşılık veriyor. Bazıları ‘‘Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım’’ derken, uyanık olanlar ‘‘Gözlerimi açarım, hakkımı alırım’’ düsturunu benimsiyor. Vazifeler yapılmadıkça, haklar bir türlü alınamıyor.
Bedenin hakkını almakta zorlanan ‘‘ben’’, çareyi ‘‘hakikati’’ aramakta görür. Karşısına çıkan oluşumun içinde hakkına rastlamazsa, o hakikati reddeder. İçinde hakkını bulduğu şeye ‘‘İşte hakikat budur’’ der. Herkes hakkını farklı bir hakikatin içinde bulduğundan, ortaya birden fazla hakikat çıkar. Aradığı hakkını alamamaktan şikáyetçi olanlar, bu sefer de bulduğu hakikati başkalarına kabul ettirmekte müşkilata uğrar. Sonunda, ‘‘Mutlak hakikat yoktur, izafi hakikat vardır’’ hükmüyle toplumsal barış sağlanır.
Çoklu hakikate inanmaktan azap çekmeye başlayan insan vicdanı, tek hakikati yani ‘‘hakkı’’ aramaya başlar. Hakkı aramaya başlamadan önce, ‘‘beden’’i ve ‘‘ben’’i dizginlemek gerekir. Hakka yaklaşmanın ilk emaresi, evrenin ‘‘tek bir bütün’’ olduğunu idrak etmektir. Hakkı bulmak, kolaydır. Çünkü hakkın işaretleri, evrenin her oluşumunda çıplak gözle görülebilir. Ama hakkı idrak çok zordur. Çünkü, bu işaretleri yerli yerine oturtup ‘‘bütünü’’ oluşturmak emek ve yetenek ister.
* * *
İktisatta hakikatleri değil, ‘‘hakkı’’ arayanlardan Hayek, ‘‘İktisat, insan yapması değildir, ama içinde insanlar vardır’’ (Economics is not man made, but there is men in it) demiştir. Her geçen gün, Hayek'in bu sözü niçin söylediğini daha iyi anlıyorum. Çünkü genel kabul görmüş yanlışa göre ‘‘İktisat insan yapmasıdır ve içinde insan yoktur’’. İktisadi meselelerin sebebini bulmaya ve onları çözmeye çalışırken bu tanımdan yola çıkılınca bir yere varılamıyor. Bu yüzden tüm insanlarda ve özellikle siyasilerde, iktisadi meselelerin çözümünü, bozuk televizyonu tamirciye götürmek gibi, birilerine ihale edip sonra da bildiğini okumak gibi davranışlara rastlanır. Uzmanların iktisada katkısı asimetriktir. Mesela kötü bir Merkez Bankası Başkanı, tek başına iktisadi kriz çıkarabilir, ama iyi bir Merkez Bankası Başkanı, tek başına çıkmış bir krizi çözemez.
SON SÖZ: Bütünü bilmeyen usta, parçayı kullanamaz.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2003
<B>TÜRKİYE'</B>yi, yeraltı kaynaklarıyla tanımlamak için <B>‘‘fakir madenler bakımından zengin ülke’’ </B>denirdi. Gerçekten pek çok ülkenin olmadığı gibi, Türkiye'nin de yüksek ihraç değeri olan maden yatakları yoktur. Ama bugünkü konumuz madencilik değil. Türkiye'nin çok zengin olduğu esas kaynak, ‘‘iş bilmez, işadamlarıdır’’. Ortalıkta işadamı diye dolaşan pek çok tosunun, hiçbir işe aklı ermez. Hatta diyebilirim ki; iş bilmeyen ama gözü kara insanların en büyük merakı işadamı olmaktır. Çünkü kısa zamanda zengin olmanın tek yolu iş hayatına atılmaktır. Bunlar arasında, İstanbul ve İzmir'in Avrupa görmüş yakışıklı uyanıkları, bazlamayla beslenmiş Anadolu kaplanları veya besmele getirmeden söze başlamayan ‘‘İslamcı’’ holding müteşebbisleri vardır. Bu tosunların aklı hiçbir işe ermez demekle haksızlık ettim. Hepsinin aklının erdiği bir konu vardır. O da arsa rantı kapmaktır. Batmış veya henüz batmamış işadamlarının en büyük hayali, ‘‘şöyle büyük bir araziyi kapatıp, oraya güzel bir imar durumu çıkarmak’’ ve oluşan rantla köşeyi dönmektir.
* * *
Mesela düşünün, büyük bir şehre yakın 3 bin dönüm, imarı olmayan bir tarım arazisini kapattınız. Sonra buraya, dönümüne 10 daire inşa edilecek şekilde imar durumu çıkarttınız. Eğer araziniz 3 bin dönümse, 30 bin daire yaptırtabilirsiniz. İnşaatı da yüzde 1/3'le, yap-satçı müteahhitlere verdiniz diyelim. Sizin payınıza 10 bin daire düşmez mi? Bugün böyle imarlı, yeşil alanlı, hele deniz gören bir yerde, bir daire en az 50 bin dolar etmez mi? Çarp 50 bin doları 10 binle. Ne buldun? 500 milyon dolar. Ya piyasa açılırsa, bu daireleri tanesi 100 bin dolardan elini öpene verirsin. O zaman gelirin ne olacak, bir milyar dolar değil mi? Araziyi, dönümü elli bin dolardan kapatsan, maliyetin 150 milyon doları geçmez. Düş bunu hasılattan, temiz para cebine asgari 350 milyon dolar kalır. Biraz kısmetliysen, en az bunun iki katı parayı cebinde bil. Niye olmasın?
* * *
İmarsız tarım arazisini imara açarak veya imarı kısıtlı şehir arazisinin imar iznini değiştirerek elde edilen daha fazla inşaat yapma izninin piyasa değerine ‘‘rant’’ diyoruz. Bu şekilde yaratılacak rantlarla, sadece batakçı işadamlarının değil, borca batık devletin dahi kurtulacağı konusunda toplumumuzda geniş bir mutabakat var. Gayri iktisadi ‘‘iktisadi tedbirler’’ önerme şampiyonu, ticaret veya sanayi odaları ve sair özel sektör kuruluşlarının sık sık yukarıdakine benzer teklifleri dile getirmeleri uzun süredir dikkatimi çekmektedir. Bunları ifade edenlerin hepsi, kötü niyetli olamayacağına göre, demek ki söylediklerinde samimiler. Şu soruyu sormanın tam sırasıdır: Acaba rantlarla, milli gelir artar mı? Benim bildiğim artmaz. Rant, sadece, milli gelir dağılımını değiştirir. Yani bir transferdir. Bir süredir AKP'lilerin zihinlerinin gerisindeki ‘‘derin ekonomi’’ inançlarını deşifre etmeye çalışıyorum. Yani, parti programlarına yazdıklarının veya ilgili bakanların söylediklerinin entegralini almaya uğraşıyorum. Zannediyorum, ‘‘kaynak yaratma’’, ‘‘sosyal adalet’’, ‘‘istihdamı artırma’’ veya ‘‘milli geliri büyütme’’ dediklerinde, rant bölümünü değiştirmeyi kastediyorlar.
SON SÖZ: Rantlar, kişisel geliri artırır; milli geliri artırmaz.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2003
<B>YAKLAŞIK</B> 30 yıl kadar önce, Milliyet Gazetesi'nin <B>‘‘Düşünenlerin Düşünceleri’’</B> köşesinde <B>‘‘Din ve Devlet’’</B> başlıklı bir makalem yayınlanmıştı. Yapı ve Kredi Bankası'nın kurucusu Kazım Taşkent, yazımı okumuş ve görüşlerimi kendi fikirlerine yakın bulmuş. Telefonla aradı, görüşmek ve tanışmak istediğini söyledi. Tabii, çok memnun oldum. Kazım Taşkent gibi efsanevi bir şahsiyetle tanışacaktım. Lütfetti kalkıp, o tarihlerde genel müdür muavini olduğum Arçelik'in Çayırova tesislerine kadar gelerek beni ziyaret etti. Ben de, sonradan Arçelik'te genel müdürlük yapan, çalışma arkadaşım Ünsal Anıl'a haber verdim. Kazım Taşkent'i birlikte ağırladık. Bana öz Türkçe yazılmış ve çok güzel basılmış bir Kuran-ı Kerim hediye etti.
Kazım Taşkent, Almanya'da kimya mühendisliği tahsil etmiş, Türkiye'de şeker sanayiinin kurulmasına öncülük etmiş, ardından da Yapı ve Kredi Bankası'nı kurmuş müthiş karizmatik bir insandı. Laikti, ama en büyük ilgi alanlarından biri İslamiyet'ti. Mehmet Akif Ersoy'un din bilgisine derin bir saygı duyuyordu. Mehmet Akif'in nazım olarak Türkçe'ye çevirdiği bir Kuran meali olduğunu duymuştu. Sırf bu metni elde etmek için, Mehmet Akif'in son yıllarını yaşadığı Mısır'a özel bir heyet yollamıştı. Ama maalesef, bu metin bulunamamış veya Mehmet Akif bunu vermeyi reddetmişti.
* * *
Din ve ilim, din ve Allah, laiklik ve İslam üzerine okumak ve düşünmek, benim zihin faaliyetimin önemli bir kısmını kapsar. Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan makalemin özü, laikliğin yeniden tanımıydı. Laikliğin, ‘‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’’ şeklindeki klasik tanımının yanlış olduğunu iddia ediyordum. Laikliği, ‘‘herhangi bir konuda, dinin ve ilmin gösterdiği iki farklı yol varsa, bunlardan ilmin gösterdiğini tercih etmektir’’ şeklinde tarif ediyordum. Mesela, asma köprü tasarımında dinin gösterdiği herhangi bir yol yoktu. Bu yüzden asma köprü inşasında, laiklerle dindarlar arasında bir ihtilaf çıkmıyordu. Asma köprüler, tamamen bilimsel yöntemlerle projelendiriliyordu. Ama faiz konusunda İslam, iktisat ilminden farklı bir yol öneriyordu. Hakeza canlıların oluşumu (evrim) konusunda da dinin ve ilmin dedikleri farklıydı. Dolayısıyla buralarda ‘‘din-ilim’’ çatışmaları oluyordu. Tabii, esas çatışma alanı idare ve hukuktur.
* * *
Dini konuların, dindar olmayanlarca tefekkür edilmemesi, kanaatimce bu ülkenin fikri ve dini hayatındaki en büyük boşluktur. Bu ülkenin dindar olmayan bilim ve düşünce adamlarının, İslamiyet'i merak etmemesi, incelememesi veya dindarların tepkisini çekmemek için İslamiyet hakkında fikir beyan etmemesi yanlıştır. Din, dıştan bakılarak bilimsel yöntemlerle incelenmeli ve irdelenmelidir. Bunu da ancak dindar olmayan bilim ve düşünce adamları yapabilir. Hepsi dindar, profesyonel din adamlarının ve ilahiyat hocalarının, dinin kendi kaynaklarına dayanarak ve dinin içinde kalarak kendi aralarında yaptıkları tartışmalarla, taassup çemberini kırmak mümkün değildir. Laik bir insan olarak, şu meseleyi çok merak ediyorum. Acaba dine düşkünlük, Allah inancını zayıflatmıyor mu? Dinin bile reddettiği hurafelere inananların, çoğunlukla dindarlar arasından çıkması, Allah'a inançsızlığın bir tezahürü değil midir? İnsana şahdamarından bile yakın olan Allah'a daha ‘‘yakın’’ olmak için, çöllere gitmek veya dağlara çıkmak, onu kavrayamamak olmuyor mu?
SON SÖZ: Dinsizler, Allah'sız değildir.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2003
<B>GÜNGÖR Uras,</B> yazılarımın en iyi eleştirmenidir. Onun ikazlarına göre, bazı konuları ele alış tarzımı düzeltirim. Bildiğiniz gibi bir süredir ısrarla ‘‘zarar’’ kavramını işliyorum. Güngör, bu konu üzerinde çok durmama rağmen ‘‘zarar’’ın ne olduğunu iyi anlatamadığımı söylüyor. Ben de bugün, zararın ne olduğunu, aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadarıyla anlatmaya çalışacağım. Gerektikçe bu konuya döneceğim. Anlayacağınız cezanız bitmedi. Daha çoook zarar yazısı okuyacaksınız. Benim anlatmakta başarılı olamadığım tek konu ‘‘zarar’’ değil. Yokuş aşağı inerken kaza yapan kamyonların frenlerinin ‘‘patlamadığını’’, banyoda hayatını kaybedenlerin şofbenden ‘‘sızan’’ gazdan ölmediğini bile anlatamadım. Zarar gibi daha karmaşık bir kavramı nasıl anlatacağım.
* * *
Rahmetli ağabeyim termodinamik profesörü Lemi Ulugöl'ün deyişiyle, evrenin işleyişi, termodinamiğin dört kanununa dayanır. Eh, iktisat da bu evrenin içinde olduğuna göre, iktisat kanunları da, termodinamiğin kanunlarıyla çelişemez. (Pek tabii, iktisadın bunun ötesinde kendine mahsus kanunları vardır.) Termodinamik kanunlarının en çok bilineni ‘‘hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey yok olmaz, sadece hal değiştirir’’ diyen Lavazye yasasıdır. Galiba, zarar kavramını anlatırken karşılaştığım zorluk, bu yasanın zihinlerde bıraktığı izlenimden kaynaklanıyor. Zararı anlatmaya çalışırken, hemen her zaman ‘‘Madem ki birileri zarar etmiştir, öyleyse başka birileri kár etmiştir’’ savıyla karşılaşıyorum. Kısaca, insanlar şöyle düşünüyor: Eğer batakçı patronların bankaları 20 milyar dolar zarar etmişse, patronlar ve/veya birileri bu 20 milyar doları hortumlamıştır. Yani, mutlak anlamda hiçbir şey ‘‘yok’’ olmamıştır. Sadece milli gelir, haksız olarak el değiştirmiştir. Bu düşünce yanlıştır. Kárlarla zararın toplamı sıfır değildir. Çünkü iktisadi hayat, bir poker masası gibi ‘‘toplamı sıfır olan oyun’’ (zero sum game) şeklinde cereyan etmez. İktisatta mutlak anlamda zarar vardır. Anlatayım.
* * *
Termodinamiğin anlaşılması en zor kanunu ‘‘entropi’’dir. Entropi, enerjinin hal değiştirmesi için, bir kısmının mutlaka ‘‘yok’’ olması (veya sonsuzda depolanması) gerektiğini söyler. İşletme ekonomisinin esası budur. Yani, dönüşüm sırasında entropiye giden ‘‘para’’ (enerji) miktarını minimize etmektir. İş burada bitmez. Her bir işletme, ister fabrika, ister ticarethane, ister banka olsun bir enerji ‘‘dönüştürme’’ sistemidir. Dönüşüm yani üretim için ‘‘zaman’’ gereklidir. Tüm üretim maliyeti ve kullanım faydası (utility) zaman içinde oluşur. Makul bir zaman içinde, maliyetten büyük fayda yaratılamamışsa, ‘‘zarar’’ oluşmuş demektir. Son tahlilde zarar, fayda yaratmadan boşa geçen zaman demektir.
SON SÖZ: Zamanın da, zararın da geri kazanımı yoktur.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2003
<B>SOSYALİST,</B> namı diğer komünist sistemin neden çöktüğü, hatta aslında hiç kurulamadığı, üzerinde kafa yorulması gereken derin bir konudur. Her sosyal olay gibi, bu fenomenin de birden fazla sebebi vardır. Bu sebeplerden biri, ama çok önemli olanı, sosyalist sistemin ‘‘kár’’ kavramını yanlış tanımlamasıdır. Komünistler kárı, ‘‘emeğin ödenmeyen hakkı’’ olarak tarif etmiştir. Filhakika, insanlar tarafından kullanılan tüm mali, fiziki ve fikri sermaye, yani ‘‘üretim araçları’’ tarih içinde emekçilerin alın veya akıl teriyle oluşmuştur. Öyleyse, bunların getirisi olan faiz, kira ve kár da emekçilerin hakkıdır diye düşünülebilir. Sosyalistlere göre ‘‘doğa’’ zaten insanlığın ortak malıdır. Öyleyse yaratılan milli gelir, sarf edilen emeğe göre bölüştürülürse, sosyal adalet yerini bulur denmiştir. Bırakın bu önermeye dayalı bir sistem kurmanın pratik imkánsızlıklarını, bizatihi önermenin kendisi ciddi zafiyet taşımaktadır. Bu zafiyet ‘‘kár’’ın ve dolayısıyla bunun ‘‘mefhum-u muhalifi’’ olan ‘‘zarar’’ın ne olduğu ve nasıl oluştuğu noktasında düğümlenmektedir.
Sosyalist sistemi çöküşe götüren, kárı ve zararı anlama özrü, aslında kapitalist sistemin de en zayıf yönüdür. Darvin, doğayı gözlemleyerek değişmenin ve gelişmenin kısaca ‘‘evrim’’in temeli olan kanunu bulmuştur. Buna ‘‘En Uygun Olanın Yaşamını Sürdürmesi’’ (Survival of the Fittest) kuralı demiştir. Bunun ekonomik hayattaki yansımasını görebilmek, öncelikle kár ve zarar kavramlarını anlamakla mümkündür. Milli gelirin artması için, zarar eden firmaların elenmesi, kár edenlerin serpilip gelişmesi şarttır. Kár etmek, emek dahil tüm girdileri verimli kullanmak demektir. Zarar etmek ise, kaynakları kötü, yani verimsiz kullanmaktır. Kaynaklarını verimli kullanamayan ülkeler fakir kalır. O ülkelerin vatandaşları da yoksuldur. Fakir ülkelerin fertleri ‘‘Ülkem yoksulluktan kurtulmayacak, bari ben kendimi kurtarayım’’ diye doğru yoldan çıkar. Bu yüzden de yoksul toplumlarda ‘‘yolsuzluk’’ yaygındır.
* * *
Türk ekonomisinin de en büyük meselesi, şirketlerinin kár etmemesidir. Şirketler kár etmeyince, onlara kredi veren bankalar batmakta, batan bankaları da devlet kurtarıp faturayı halka çıkarmaktadır. Kısaca şirketlerin kársızlığının cezasını, halk çekmektedir. Gerçek bu iken, borca batık şirketlerin patronları ‘‘Biz zaten kár peşinde koşmadık, halka iş verdik’’ diyerek yavuz hırsızı oynamaktadır. Maalesef bu sözler, ben neremi yırtarsam yırtayım, toplumca beğenilmektedir. İşin dramı budur. Türkiye, içinde çok sayıda bir káğıttan kaplanların yaşadığı bir ormandır. Burada orman, ekonomik ortamı, káğıttan kaplanlar da bir türlü kár etmeyi beceremeyen sanayi ve ticaret şirketlerini temsil etmektedir. Bugün ortalıkta, İstanbul aslanı veya Anadolu kaplanı diye caka satıp dolaşan pek çok anlı şanlı patronun şirketleri, teknik olarak müflistir. Bunlar, borçlarına takla attırarak, arttıramazlarsa kapalı kapılar ardında, iki yılda bir bankalarla borç erteleme anlaşmaları yaparak yaşamını sürdürmektedir. Verimsiz kamu işletmelerini özelleştirerek, ekonomide kaynak kullanma verimini arttırmaya çalışan Türkiye'nin önündeki en büyük sorun, kársız yani verimsiz özel şirketlerdir. Kársızlık hastalığı, özel şirketler arasında, zannedildiğinden çok daha yaygındır.
SON SÖZ: Zarardaki şirket, ülkeye zarardır.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2003
<B>HÜRRİYET'</B>te ekonomi yorumları yazmaya 1983'te başladım. İlk senelerde, her yılbaşı <B>‘‘Hükümetin Karnesi’’</B> diye geçmiş yılı değerlendiren bir yazı yazardım. Bir ülke ekonomisinin gidişatı hakkında fikir sahibi olmak için sürekli izlenmesi gereken beş temel parametre şunlardır: 1. Büyüme hızı. Yani milli gelirin yüzde kaç arttığı, 2. Fiyat istikrarı. Yani yüzde olarak enflasyonun mutlak değeri ve enflasyondaki değişim, 3. Döviz dengesi. Bilinen diğer adıyla ‘‘cari işlemler dengesi’’, 4. İstihdam. İşsizlik yüzdesinin mutlak değeri ve bir önceki yıla göre değişimi. 5. Milli gelir dağılımı. Teknik tabiriyle GINI katsayının ‘‘1’’ değerine ne kadar yaklaştığı veya uzaklaştığı. Akla gelebilecek tüm diğer ekonomik performans kriterleri (mesela faiz dışı fazla veya kamu finansman dengesi) bu beş kriterden birinin altındaki kümede yer alır. Bu beş kriterin en önemli özelliği, kısa vadede birbirleriyle çelişseler bile, uzun vadede birbirini tamamlayıcı olmasıdır. 2002 bu kriterlere göre bir düzelme yılı oldu. Bu iyileşme, yapısal tedbirlerin bir ürünü olmaktan ziyade, konjonktüreldi. Yani düzelmeyi, ekonomik dalganın dibe vurup, üste dönmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. Ama netice itibarıyla 2002 iyi bir yıldır.
AB'YE NİYE GİREMEDİK?
Amerika'nın önde gelen siyaset bilimcilerinden ve ABD Dışişleri Bakanlığı'nın eski danışmanlarından Profesör Fukuyama, iki ay kadar önce KalDer toplantısı için İstanbul'a geldi. Burada yaptığı konuşmada, ‘‘Sizi AB'ye almayacaklar, çünkü Almanya'nın parası bitti’’ dedi. Sonra, kendine mahsus muzip ifade tarzıyla, Avrupa Birliği'nin kuruluş gerekçesini şöyle izah etti: Almanlar, Avrupa'nın diğer milletlerine çok çektirmiştir. Bu yüzden sevilmezler. Almanları, Avrupalı milletlere sevdirilmesi işini Fransa üstlenmiş, buna mukabil kendi çiftçilerine, Almanya'nın para ödemesini istemiştir. AB olayının esası budur. Şimdi Almanya'nın parası bitti. Türkiye'nin AB üyeliğinin bedelini ödeyecek başka bir ülke de yok. Siyasi kriterler, o kadar önemli değil; ne yapsanız yapın Kopenhag'da sizi reddedecekler, dedi. Ben Fukuyama'nın bu açıklamasını sevdim ama fazla alaycı buldum. Tam da inanmadım. Koskoca Avrupa Birliği, böyle bir sebeple kurulmuş olamaz dedim. Sonunda Fukuyama'nın dediği çıktı. Bize ‘‘tarih için tarih’’ bile vermediler. İş, 2004'ün Aralık ayına kaldı.
Ancak Fukuyama'nın AB'nin kuruluş gerekçesi izahatı, hálá çok güvenilir değildi benim için. Ta ki, Alman hükümeti tarafından yayınlanan ‘‘Deutschland’’ adlı derginin aralık/ocak sayısı elime geçinceye kadar. Dergide AB tarihini anlatan ‘‘40 Yıllık Elysee Anlaşması’’ adlı uzun bir yazı var. Makalenin bir yerinde aynen şunlar yazılı: ‘‘Fransız tarafının öğrenmesi gereken çok önemli bir şey var: Fransa, geçmişiyle ilgili komplekslerinden arınmış olan ve siyasi vasiliğini ekonomideki iktidarıyla artık kompanse etmek zorunda kalmayan bir Almanya olabileceğini hesaba katmalıdır. Fransa, kabul görmek için para ödeme yükümlülüğünden kurtulmuş, bir anda bağımsız bir partner haline gelmiş bir Almanya olabileceğini hesaba katmalıdır.’’ Fukuyama yine bilmişti.
SON SÖZ: Ne demişler: AB haberlerini, Amerikalılardan al.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2002
<B>MİLLİ</B> gelirini hızla artırarak halkını yoksulluktan kurtarmaya çalışan Türkiye'nin, bu yolda ilerlemesine en büyük engelin <B>‘‘kár edemeyen özel şirketler’’</B> olduğunu yazmıştım. Konuyu tartışmaya devam ediyorum. Milli geliri ölçmek için, üç ayrı yaklaşım vardır. Birinci yaklaşım, ekonomiyi teşkil eden sektörlerin üretimlerini ölçmektir. İkinci yaklaşım, harcamaları ölçerek milli geliri hesaplamaktır. Bu yöntemde, tüketim ve yatırım harcamaları ölçülür. İhracat ve ithalat farkı bu toplama eklenir. Üçüncü yaklaşım, faktör gelirlerini toplayarak milli geliri bulmaktır. Faktör geliri denince, kár, kira, faiz ile ücret anlaşılır. Eğer önemli bir hesap hatası yoksa, bu üç değişik yaklaşımdan elde edilen sonuçların birbirini tutması gerekir.
* * *
Eğer bu üç hesaplama yöntemi, kabaca aynı sonucu vermiyorsa, milli gelir hesabında bir yanlışlık var demektir. Bu yanlışlık, birkaç yıl sonra ortaya çıkabilir. Bir örnek vereyim. Gerçek ve tüzel kişilerin elde ettiği kár, milli geliri ‘‘artıran’’ bir faktör geliridir. Kárın tersi olan zarar ise milli geliri ‘‘azaltan’’ negatif faktör geliridir. Eğer zararlar, bir süre mesela birkaç yıl, şirket bilançolarında gizlenmişse, milli gelir, zararların gizlendiği yıllarda olduğundan fazla hesap edilmiş demektir. Peki bu zararlar nereye gizlenmiş olabilir? Kişi ve kurumlar, gelirlerinin büyük kısmını tüketir. Kalanı biriktirilir. Biriktirilen yani tasarruf edilen miktar, yatırıma veya stoka dönüştürülür. Yani milli gelir, tüketim, yatırımlar ve stok artışları arasında pay edilir. Tüketilen o yıl tüketilmiştir. Ama kalan milli gelir, artan yatırımlar ve yükselen stoklarla ertesi yıllara devrolur. Eğer yatırım harcamaları ve stok değerleri şişirilirse, bilançolarda zarar değil, kár gözükür. Yani alınan krediler, zarar finansmanında kullanılmış olduğu halde yatırım rakamlarını ve stok değerlerini şişirme yöntemiyle gizlenmişse ne olmuştur? Hem zarardaki şirketler hem de onlara kredi veren batık alacaklı bankalar, kár beyan etmiştir. Milli gelir de o yıllarda, olduğundan büyük ölçülmüştür.
* * *
Fakirleşme, hem milli gelirin azalması, hem de milli servetin değer kaybetmesinden (veya gerçek değerinin ortaya çıkmasından) ortaya çıkar. Türkiye'de 2001'de (veya son 10 yılda Japonya'da) ortaya çıkan ‘‘fakirleşme’’ işte böyle bir olaydır. Yani, sadece milli gelir azalmamış, gizlenmiş zararların, gün ışığına çıkmasıyla, milli servet de küçülmüştür. Bu, milli gelir azalmasının fevkinde bir fakirleşmedir. Türkiye'de şirketler, bankalar ve devlet kuruluşları, zararlarını uzun süre gizledi; hálá da gizleyenler var. Zararların büyük bir kısmı IMF'nin ve BDDK'ın zorlamasıyla gizlenemez hale geldi. Takke düşünce, hem bir sürü banka ve şirket iflas bayrağını çekti, hem de kamu borçları patladı. Fakirleşme de kábus gibi toplumun üstüne çöktü. Kısaca, kafa kelleşmedi, kel gözüktü.
* * *
Atatürk'ün söylemediği, ama söylemesi gereken sözler vardır diye düşünürüm. Atatürk'e, zamanının iktisatçıları ‘‘zarar’’ denilen fenomenin, ekonomi içinde ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmayı başarabilseydi, o da herhalde şöyle derdi:
‘‘Efendiler: Zarar, başı görüldüğü yerde ezilmelidir’’
SON SÖZ: Kár etmek şart değilse, fabrika kurmak çocuk işidir.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2002
<B>AKP'</B>nin 3 Kasım seçimlerinde en fazla oyu alacağı, aylar öncesinden belli olmuştu. Tüm kamuoyu anketleri bunu gösteriyordu. Zaten Tayyip Erdoğan, Türk politikasının yükselen yıldızı olduğunu, başta kendi partisinin mensupları olmak üzere herkese, yıllar önce kabul ettirmişti. AKP yöneticileri için mesele, seçimi kazanmak değildi. Tek başlarına veya koalisyonun büyük ortağı olarak, ama mutlaka iktidara geleceklerini biliyorlardı. Onların sorunu, Batı'nın onları ‘‘İslamist’’ olarak damgalamasıydı. Böyle bir nitelendirme, AKP hükümeti kurulur kurulmaz, uluslararası finans piyasalarının telaşa kapılarak, Türk káğıtlarını boşaltma kampanyasına geçmesine sebep olabilirdi. Böyle bir atak, AKP hükümeti için ‘‘yükselen reel faizler’’ dolayısıyla çok kötü bir başlangıç olurdu. Zaten bu sebeple seçimlerden çok önce, AKP yöneticileri ‘‘bıyıksız’’ elemanlarını, dünya mali piyasalarını teskin turnesine (road show) çıkardı. Bu turne, başarılı bir şekilde tamamlandı. Yabancı para yöneticileri, AKP'nin ‘‘faiz günahtır’’ ve ‘‘borcum borç, ama nah alırsın!’’ gibi radikal bir tutuma girmeyeceğine kani oldular. (Nitekim uluslararası piyasalar, AKP iktidarına olumlu tepki verdi.) Ancak bunun için AKP sözcülerinin ‘‘sözler’’ vermesi gerekiyordu. Bunların başında da, hükümetin icraatını IMF kuralları içinde yapması vardı. AKP'nin kendini bağladığı birinci ‘‘düstur’’ bu oldu.
* * *
Diğer taraftan AKP'nin bıyıklı, sakallı ve tesettürlü kadroları, ülke içinde seçmeni ikna turnesine veya ‘‘Anadolu Roadshow’’una çıktılar. Halk da onlara, biz sizi milletin ‘‘vekili’’ olarak seçeriz, ancak önce şu vekáletnameyi bir imzalayın dedi. Vekáletnamede kısaca şöyle yazıyordu: ‘‘Eğer hükümet olursak, başkalarından alıp size para vereceğimize söz veririz.’’ AKP'nin kendini bağladığı ikinci ‘‘düstur’’ da bu oldu.
AKP hükümetinin, bir ay geçmeden bizár (rahatsız ve usanmış) hale gelmesinin temelinde bu ‘‘iki düsturlu’’ olmak keyfiyeti yatmaktadır. İhale yasasının ertelenmesi, vergi kaçıranlara ve kaçırmaya devam etmek isteyenlere, nereden buldun sorusunu sorulamaz hale getirme çalışmaları, zorunlu tasarrufları derhal ödeyeceğiz boşboğazlıkları, fındıkçılara yüksek fiyattan başka doğrudan gelir desteği sözü verilmesi, devlet hastanelerinde tedavi parasını ödemeyenlerin sıkıştırılmaması için, başhekimlere talimat verilmesi ve 15.000 km. yol yapım kampanyasının başlatılması hep bu ‘‘ikinci düstur’’un emrettiği hususlardır.
* * *
AKP'li yöneticilere, haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Aslında uymanız mümkün iki ayrı ‘‘düstur’’ (kurallar dizisi) yok. İkinci düstur, yani ‘‘ondan al, buna ver; bundan al, ona ver’’ batıldır. İlahi nizam, böyle bir icraata ‘‘destur’’ (engel olma yapayım, bırak geçeyim) vermez. Onun için, içine düştüğünüz tereddütten çıkın. İlim ne diyorsa, onu yapın. Birinci düstur, yani IMF ile yapılan anlaşmaya göre, devleti ve bütçeyi yönetmek, en azından kısa vadede elinizdeki tek bilimsel seçenek. Bu seçenek, halkın taleplerine gerçekten cevap verebilmeniz için içinden geçmeniz gereken ‘‘dar’’ yol. Bu yolda ilerlerken sıkılabilirsiniz. Eğer IMF çizgisinden çıkmak istiyorsanız (bence de bu mümkün) bu çıkışı geri dönerek değil, o çizgide daha da ileri giderek gerçekleştirin.
SON SÖZ: Düstursuz, destur olmaz.
Yazının Devamını Oku