15 Mart 2003
<B>GAZETEMİZİN</B> dün manşetten verdiği haber, beni derinden etkiledi. Ulusumun geleceği açısından içim umutla doldu. Olay kısaca şöyle: İstanbul'da yaşayan Caferi'ler, 1363 yıldır devam eden bir geleneğin ‘‘özünü koruyup, biçimini’’ değiştirmişler. Bundan 1363 yıl önce, Hz. Muhammed'in torunu İmam Hüseyin ve 71 yakını, Emevi iktidarına karşı bir tehlike teşkil ettiği gerekçesiyle, Hükümdar Muaviye'nin oğlu Yezid'in adamları tarafından öldürülür. İmam Hüseyin'i sevenler, daha doğrusu onun gösterdiği yoldan gitmek isteyenler, bu hadiseden büyük acı duyar ve öfkelenirler. Bu olayı unutmamak ve unutturmamak için, her yıl bir protesto töreni düzenlemeye karar verirler. Bu törenler, katılımcıların kendilerini, kan çıkıncaya kadar zincirlerle dövmeleri biçimine dönüşür. Töreni seyredenlerin, dehşete düşmemesi mümkün değildir. Ne Caferi'lerin dışındaki Müslümanların ne de diğer dinlere mensup olanların, bu tarz bir bir ‘‘hatırla ve hatırlat’’ merasimine sempati duyması mümkün değildir. Hele hele benim gibi ‘‘lá-dîni’’ yani Fransızca'dan dilimize girdiği şekliyle ‘‘láik’’ düşünen ve yaşayan kişilerin, böyle bir tapınmayı veya anma törenini takdir etmesi bir yana, hoşgörmesi bile söz konusu olamaz.
* * *
Bu törenler TV'lerde gösterilmeye başlandığından beri, Caferi'lerin kamuoyundaki imajı ciddi şekilde zedelenmişti. Anlaşılan, bu tarikata mensup aklıbaşında insanlar da, burada bir yanlışlık olduğu kanaatına varmışlar. Bundan birkaç yıl önce, zaten özellikle İstanbul'daki törenlerde kan akıltılması bitmişti. Ancak bu yılki değişim beni coşturdu. Caferiler, tabiri yerindeyse paradigma değiştirmişler. Kendilerini hacamat etme yerine‘‘Kan akıtma, Kızılay'a kan bağışla’’ gibi çağdaş bir yorumla, devrimci bir dönüşüme karar vermişler. Bu değişime önayak olanları ve bunu içine sindirenleri kutluyorum. Üstelik, bu girişim tamamen ‘‘sivil inisiyatif’’le gerçekleşiyor. Adeta inanamıyorum. Yani ortada ne bir yasaklama, ne de bir devlet zorlaması var. İçim, içime sığmıyor.
* * *
Her geleneğin, her merasimin, çıkış noktasında mutlaka bir ‘‘toplumsal fayda’’ gerekçesi vardır. Bu gerekçe, eylemin özünü (amacını veya saikini) teşkil eder. Merasim, (şekil veya biçim) bunun sadece zarfıdır. Kıymeti harbiyesi olan zarf değil, zarfın içindekidir. Eski tabiriyle ‘‘mazruf’’tur. Analitik yani tahlilci düşünmenin esası, ‘‘zarfla, mazrufu’’ ayırmaktır. Buna eskiler ‘‘tecrit kabiliyeti’’ derdi. Müşahhastan, mücerrete gidebilme; yeni değişiyle ‘‘somut olayın içindeki özü, maddeden soyutlayabilme’’ yeteği. Mimarlıkta ‘‘biçim mi, işlev mi?’’ (form or function), hukukta ‘‘saik mi, şekil mi?’’ (motive or form) meselesi, ‘‘biçimin, amaca hizmet etmesi esastır’’ ilkesiyle çözülmüştür. Amaca hizmet etmeyen biçim, amaca zarar verir. Somut kalıba dökülemeyen amaç ise, hiç bir zaman gerçekleşemez.
* * *
Geçenlerde Fettullah Hoca'nın öğrencilerinden biriyle sohbet ediyordum. Kendisine, ‘‘Eğer Fettullah Hoca, İslam'da tarihi bir dönüşüm gerçekleştirmeyi düşünüyorsa işe, kurban bayramını, bugünkü şeklinden kurtarmakla başlasın’’ dedim. Bilmem, kendisinden çok şey mi istedim ?
Son Söz: Özü bilmeyenin, sözü geçersizdir.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2003
MALUM tezkerenin TBMM'de kabul edilmemesinin bir sebebi de, yabancı basında Türkiye'yi aşağılayıcı karikatürlerden, milletvekillerinin duyduğu utançtır zannediyorum.Bu karikatürlerin çizilmesine sebep, Türk heyeti ile müzakereleri götüren Amerikalı yetkililerin, basına yaptığı açıklamalardır. Demek ki, bizim yetkililerin ‘‘pazarlık’’ tarzından Amerikalılar rahatsız olmuştur. Bizim davranış biçimimizde, onlara ters gelen bir üslup vardır. Onların bu hoşnutsuzluğunu, kendi karikatüristlere resme dökünce, bizde de bir infial uyandı. Öyleyse, ortada düzeltilmesi gereken bir yanlışlık var. Biz, başta Amerikalılar olmak üzere diğer Batılılar tarafından, ‘‘para karşılığı her şeyi yapmaya razı’’ bir karakterde bilinmek istemiyoruz, ama davranış tarzımız bu izlenimi veriyor. Böylesi bir intiba, bizi gerçekten rahatsız ediyorsa, at cambazı tarzı pazarlık biçimini, (en azından) uluslararası müzakerelerde terk etmemiz gerek. Bu asla, hak ve menfaatimizi savunmayacağız anlamına gelmez. Bu üslup değişikliğidir.* * *Eğer bir alışveriş, başlangıçta söylenen rakamın çok altında bir fiyatla bağlanmışsa, orada bir Orta Şark pazarlığı cereyan etmiş demektir. İkinci olarak, kişi pazarlık ederken kendini acındırıyor ve pazarlık sürecini utanmadan ve usanmadan uzatıyorsa, yani ‘‘olmadı bu iş’’ deyip masadan kalkıp gitmiyorsa, o kişi tipik bir ‘‘at cambazı’’ veya ‘‘halı tüccarı’’dır. Bu ülkenin değer sisteminde, özellikle işadamları arasında, ‘‘sıkı pazarlıkçılık’’ çok muteber bir özelliktir. Çoğu hiçbir işten anlamayan, yani içinde bulundukları sektörün ne teknolojisine, ne pazarlamasına ne de finansmanına hákim olamayan batakçı ‘‘işadamları’’nın kendileriyle ilgili övünme hikáyelerinin onda dokuzu pazarlıkla ilgilidir. Bu pazarlık hikáyelerinin tamamı da ‘‘satın alma’’ üzerinedir. Bu ekibe, rüşvetçi belediye başkanları ve kamu yöneticileri de dahildir. Ben şimdiye kadar çok iyi pazarlık edip, ürettiği malı yüksek fiyata dünya piyasalarına ihraç ettiğiyle övünen tek işadamına rastlamadım. Aksine işadamlarımız, çok düşük marjlarla ve hatta zararına ihracat yapmaktan müştekidir. Ama, makine veya mal ithal ederken inanılmaz tenzilatlar kopardığını böbürlenerek anlatan çok işadamı gördüm. Nedense bu pazarlık becerisi, tek yönlü olmaktadır. Pazarlıkta kazanan, sonunda o işten kár edendir.* * *Türkiye'de en sevilen muhabbetlerden biri, 1991 Körfez Harbi dolayısıyla uğradığımız zararları ‘‘açık artırmaya’’ çıkarmaktır. Son 12 yıldır, bu savaştan uğradığımız zararın miktarı 5 milyar dolardan başlamış, 200 milyar dolara kadar çıkmıştır. Üstelik rivayete göre Özal, ‘‘bir koyup üç alacağını’’ söylemiş, ama sonunda hiçbir şey alamamıştır. İşte bir yandan iş hayatından geldikleri için ‘‘pazarlıkçılık yüce bir değerdir’’ inancını taşıyan, diğer taraftan medyanın doldurmasıyla ‘‘Özal gibi tongaya basmamaya’’ çalışan yeni siyasi yöneticilerimiz, maalesef onur kıran bir pazarlık sergilemiş bulunuyorlar. Bu sefer de 100 milyar dolar isteyelim diye ortaya çıkılmış, sonunda 2 milyar dolarlık ayni, 4 milyar dolarlık zımni toplam 6 milyar dolarlık bir yardım paketine evet denmiştir. Üstelik nerede hata yapıldığı, hatta bir hata yapılıp yapılmadığı dahi henüz anlaşılmamıştır. İşte, bir türlü anlamadığımız ‘‘kültür farkı’’ buradadır.SON SÖZ: Pazarlığı bırak, müzakere et.
button
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2003
<B>MÁHUT</B> tezkerenin kabul edilmemesi, Türkiye'nin önüne yepyeni bir fırsat kapısı açmış bulunuyor. Bu fırsatı doğuran şey, Amerikan yardımını almayacak olmamızdır. Zaten Bakan Babacan'la yaptığımız görüşmede, tezkere kabul edilse bile tek bir nakit doların gelmeyeceğini anladık. Amerika'dan sözü alınan yardım, borçların döndürülmesi açısından önemli. Bu yüzden geçen hafta cumartesi günü yazdığım yazıda yer alan ‘‘Amerika'dan yana tavır almak, iktisaden Türkiye'nin lehinedir’’ görüşüm devam ediyor. Ama, asla yardım alınmazsa çok kötü olur diye düşünmedim ve düşünmüyorum. Neticede, tezkere şimdilik kabul edilmedi. Bu sayede Amerika, Türkiye'ye yardım yapma külfetinden, biz de ‘‘para karşılığı harbe giren ülke’’ diye bilinme utancından kurtulduk. Şunu ekleyeyim, henüz hiçbir şey bitmiş değil.
Bu harp çıksa da çıkmasa da yine Amerika ile işbirliği yapacağız. Sadece İncirlik hava üssünün kullanılması yeter. Kaldı ki, Ortadoğu'da daha uzun yıllar istikrar olmayacak. Hem dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 60'ının, hem de Filistin-İsrail çatışmasının bu bölgede bulunması, Amerika'nın buralardaki mevcudiyetinin süreceğini göstermektedir. Onun için, ‘‘Tezkerenin kabul edilmemesi yüzünden ABD ile aramız bozulacak’’ diye ne Amerikan düşmanları sevinsin, ne de dostları üzülsün.
Gelelim önümüze çıkan fırsata. Uzun vadede, Türkiye'nin ekonomik meselelerini, sadece ama sadece Türkiye, kendi öz kaynaklarına dayanarak halledebilir; bunu zihnimize nakşedelim.
Bugüne kadar alınmış ve bundan sonra alınacak dış yardımlar, kısa vadeli iyileşmelere imkán sağlamıştır. Ne yazık ki kısa vadeli iyileşmeler, uzun vadeli köklü tedbirlerin alınmasına yaramamış, belki de engel olmuştur. Daha doğrusu gelen paralar, politikacıları popülist, halkı da şımarık ve sorumsuz yapmıştır. Türkiye henüz 2001 krizini atlatamamıştır.
‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’ yarım yamalak ortada durmaktadır. IMF ile onbeş günde bitecek görüşmeler, beş ay sürmektedir. Böyle bir ortamda, üstelik yanıbaşımızda harp çıkacak bir yılda, istediğimiz kadar dış yardım alamazsak, hayatımız zorlaşacak ama, öyle ümit ediyorum ki iktisadi sorunlara çözüm geliştirme yeteneklerimiz artacaktır. İşte fırsat buradadır. Daha seçimi kazanır kazanmaz ‘‘kamu ürünlerine zam yapmayız, vatandaşa vergi salmayız, ama 15.000 km. duble(!) yol inşa ederiz’’ diye popülist söyleme başlayan Erdoğan'ın ayaklarını, tezkerenin reddinden başka ne suya erdirecekti?
* * *
Tezkerenin oylanmasından bu yana bir hafta geçti. Şu ana kadar piyasalar yani ‘‘halk’’ sorumsuz davranmadı. Döviz fiyatları artmadı. Hatta, TL'deki aşırı değerlenmenin düzelme fırsatı bile gerçekleşmedi. Faizler de, eski seviyesini korudu. Halk bindiği dalı kesmedi. Bundan sonra benimsememiz gereken davranış biçimi şu: Hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam edelim. Başta hali vakti yerinde olanlar, harcamalarını kısmasın. İç piyasayı hareketlendirelim. İhracat ve turizm konusundaki gayretlerimizi aksatmayalım.
Bu iki sektörün çekmesiyle, ekonomi canlanır. Milli gelirde hedeflenen yüzde 5 büyümeyi tutturabiliriz. Milli gelir büyüdükçe, işsizlik ve gelir dağılımı sorunları da düzelir. Kritik konu, reel faizlerin düşmesidir. Reel faizleri makul seviyelere indirebilirsek, bu bütçe performansı ile borç stokunda ciddi azalma yaratırız.
SON SÖZ: Ekonomi, borç aldıkça değil, ödedikçe iyileşir.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2003
<B>MALUM</B> tezkere, TBMM'ce kabul edilmedi. Tezkerenin imzalı-mühürlü metni ortada. Tezkere, iki kısımdan oluşuyor: Birincisi, Amerikan askerlerinin Türk topraklarını kullanarak, Irak'a kuzeyden taarruz etmesine imkan tanınması. İkincisi ise, Türk askerlerinin Irak'ta geniş çaplı görev yapmasına karar verilmesi. Gel gelelim, bu tezkerenin ne anlama geldiği konusunda farklı algılamalar var. Örneğin, bazılarına göre, tezkerenin oylanması, savaş veya barışı tercih etmekti. Evet denmesi ‘‘savaştan’’, hayır denmesi ‘‘barıştan’’ yana olduğumuzu gösterecekti. Bir diğer kesime göre, ‘‘evet’’ İslami dayanışmanın sonu demekti. ‘‘Hayır’’ ise İslami dayanışmaya devam anlamına geliyordu. Yine bir başka algılamaya göre, evet Türkiye'nin Amerika'ya boyun eğmesi, hayır ise Amerika'ya kafa tutmasıydı. Mesela, 1970'lerin sol devrimci zihniyeti ve üslubuyla konuşan ve kurnaz avukat edasıyla sürekli usul itirazları yapan ve yüreği Allah korkusuyla titreyen CHP'li Önder Sav herhalde böyle düşünüyordu. Olaylara mali açıdan bakanlar için, Irak harekatına evet, 2003'ü kurtaracak altın bir fırsattı. Esas olarak üzerinde durulması gereken de buydu. Yani Amerika'dan para gelecek, ülke rahatlayacaktı. Gelmezse, piyasalar buna çok bozulurdu. Ne yapıp yapıp, piyasaları teskin etmeliydik.
* * *
Gelin şu ‘‘piyasalar’’ işini adam gibi konuşalım. Piyasalardan kast edilen, döviz ve faiz fiyatlarıdır. Borsa endeksi bu bağlamda pek bir şey ifade etmez. Çünkü İMKB, sermaye yaratan bir kurum olmaktan çok ‘‘ikinci el’’ hisse senedi piyasasıdır. Buradaki iniş çıkışların reel ekonomiye etkisi sınırlıdır. Döviz ve faiz piyasalarına gelince. Benim üzerinde çok sık durduğum bir hususu, sırası gelmişken tekrar vurgulamak istiyorum. Bir ülkede döviz fiyatının yükselmesinin, ülke ekonomisine getireceği ‘‘kalıcı zarar’’ son derece küçüktür. Zaten döviz fiyatları ne zaman anormal bir çıkış yapsa, mutlaka ardından, büyük bir reel düşüş gelir. Döviz fiyatlarının ‘‘reel olarak’’ sürekli yükselmesi mümkün değildir. Arz-talep kanunu buna izin vermez. Döviz fiyatlarının aniden yükselmesinin tek sakıncası, enflasyonu tetiklemesidir. Para basılmadığı sürece, bu da fazla ileri gidemez. Buna mukabil faizlerin reel olarak artması, ekonomide çok ciddi ‘‘kalıcı hasar’’ yaratır. Çünkü yüksek reel faiz, bir gelir bölüşümü değil, bir ‘‘transfer’’ dir. Bu transfer, ‘‘kamudan, özel kişilere’’; ‘‘fakirden, zengine’’ ve nihayet ‘‘yurt içinden, yurt dışına’’ doğrudur. Hiç bir ekonominin bu transferlerin yarattığı distorsiyonlara dayanması mümkün değildir. İsviçre'de bile böylesi bir ‘‘transfer’’ bir aydan fazla sürse, oranın da çivisi çıkar. Bu gerekçeyle, ekonomiyi ve parayı yönetenlere, dövizi frenlemek için faizi, silah olarak kulanmayın da ‘‘ne yaparsanız yapın’’ diyorum.
* * *
Piyasalar, beklentilerin alınıp satıldığı ‘‘iddialaşma’’ (betting) meydanlarıdır. Piyasaların en ilginç özelliği, kısa vadede ‘‘kendi öngörüsünü ispat eden kehanetler’’ şeklinde çalışmasıdır. Yani döviz veya faiz artacak fikri halktan kabul görürse, fiyatları artar. Görmezse artmaz. Buradaki kehanetin marifeti, sonucu önceden bilmekte değil, halkı inandırmaktadır. Son tahlilde piyasalar denilen şey halkın ta kendisidir. Eğer piyasaların kötü öngörüleri tutarsa, bundan kaybeden de halk olacaktır.
Son Söz: İddiayı herkes kazanmışsa, herkes kaybetmiştir.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2003
<B>İYİSİ</B> mi ben size bir hikáye anlatayım. İki arkadaş, soğuk ve karlı bir havada ava çıkmışlar. Bir yamaçtan aşağıya doğru bakarken, tuhaf bir hayvanın seyrek ağaçlar arasından hızla koştuğunu görmüşler. Biraz daha dikkatli bakınca, yaklaşık yüz metre geriden gelen bir kurt sürüsünün o hayvanı izlediğini fark etmişler. Hayvan hızlandıkça, kurtlar da hızlanmakta; yavaşladıkça yavaşlamakta; hayvan sağa dönünce kurtlar da sağa, sola dönünce de sola dönmekteymiş. Öndeki hayvan, hangi kayanın çevresinden dolanırsa, kurtlar da aynı kayanın çevresini dolanmaktaymış. Kurtlar, adeta o öncü hayvanın ayak izlerini takip ediyormuş. Avcılardan biri, arkadaşına dönüp ‘‘Vay anasına, işe bak! Garip bir hayvan, kurt sürüsüne lider olmuş. O nereye giderse, kurtlar da oraya gidiyor, onu adeta körü körüne takip ediyorlar’’ demiş. Arkadaşı cevaben: ‘‘Bence o garip hayvan boynuzları kırık bir geyik, kurtların lideri filan değil. Ardından giden kurtlar da onu yemek için kovalıyor. Birazdan yorulup yavaşlar ve kurtlar ona yetişirse, işin aslı ortaya çıkacak. Eğer kurtlar, onu parçalarsa önde koşan garip hayvan, sadece hızlı kaçan bir yemdir. Yok kurt sürüsü onunla birlikte durur ve ona dokunmazsa, o zaman anlarız ki, o başkurttur.’’
* * *
Liderlik, kitleyi kendi insiyakıyla gitmediği istikamete yönlendirebilmektir. Demokrasi, halk hákimiyeti demektir. Ama ‘‘halk hákimiyeti’’ kavramı, hákimiyetin kaynağını belirler, halkın hareketinin yönünü değil. Hareketin yönünü önder (lider) tayin eder. Dolayısıyla, demokrasilerde halkın genel temayülüne ters düşen bir kararın oluşması, orada demokrasi olmadığına işaret etmez. Olsa olsa, o ülkede çok kuvvetli bir liderliğin mevcudiyetini gösterir. Bilindiği gibi, otokratik ve teokratik liderlikler de vardır. Demokratik, otokratik ve teokratik liderlikler arasındaki fark ‘‘demo’’ (halk), ‘‘oto’’ (kendi) ve ‘‘teo’’ (tanrı) ön eklerinden açıkça anlaşılmaktadır.
* * *
Liderlik konusunu irdelemeye devam etmeden önce, hemen bir hususa açıklık getireyim. Liderin etkin oluşu, liderin hata yapmadığı veya yapmayacağı anlamına gelmez. Bazı liderler, kitleleri hayra, bazıları şerre yönlendirir. Bazıları toplumları berbat, bazıları ábát eder. Halkın genel temayülü ile hareketinin yönünün ters oluşu, liderin, liderlik gücünü gösterir. Bu gücün kaynağı da kitlenin liderine duyduğu güvendir. Kural olarak, liderlerine güvenen kitleler, güvenmeyenlerden daha başarılı olur. Ama eğer mevcut lider, hatalı bir yolda ise, onu izleyen kitlenin felaketi de o denli çabuk ve büyük olur. İşte demokrasinin faydası buradadır. Eğer lider demokratikse, yani gücünün kaynağı halksa, bir an gelir halk, o liderin fişini ‘‘sessizce’’ çekiverir. Lider, gücünü kaybettiğini anlar.
* * *
Türkiye, Irak krizi dolayısıyla son derece güç bir karar almaya zorlanıyor. Tarihte, tam doğru veya tam yanlış karar yoktur. Çünkü alınan her karar, geleceğe aittir. Geleceğin ne olacağı ise belli değildir. Dolayısıyla alınan her karar ‘‘belirsizlik’’ altında alınır. Bu sebeple, alınan bir kararın doğru veya yanlış olması sadece bir ihtimaldir. Hiçbir analiz yapılamadan, mesela yazı-tura atılarak karar alınsa bile, yine de doğru kararın alınmış olma ihtimali vardır. Her karar, alternatifler arasından bir seçimdir. Her seçim, son tahlilde bir tercihtir. Yani alınan kararın içinde hem hesap vardır, hem de değer yargısı bulunur. Mesela, ‘‘Şartlar ne olursa olsun, bir Müslüman, bir Hıristiyan'ın bir diğer Müslüman'ı, o Müslüman düşman bile olsa ezmesine yardımcı olmaz’’ veya ‘‘Ben savaşa kesinlikle karşıyım’’ şeklinde dğer yargılarına sahip olan kişilerin, Irak konusunda alacağı karar, sadece tercihtir. Burada ‘‘fayda-mahzur’’ tahlili yoktur. Bunlara ‘‘önyargılı karar’’ denir. Hükümet böyle davranmamıştır. Hesaplar, ABD'den yana tavır almanın halkımızın refahı bakımdan Türkiye'nin lehinde olduğunu kesinlikle ortaya koymaktadır. Halkın tercihi ise tersidir. Alınacak karar, ülkemize hayırlı olsun.
SON SÖZ: Hiç pişman olmak istemeyenler, çok pişman olurlar.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2003
TÜRKİYE'de 1970'lerin ortalarında başlayan enflasyondan ekonomiyi kurtarmak bugüne kadar mümkün olmadı. Pek tabii, bu başarısızlığın birden fazla nedeni var.Netice itibarıyla, Türkiye'de yıllık enflasyon tek haneli yüzdelere indirilememişse, bundan bu ülkede yaşayan insanlar ve özellikle yöneticiler sorumludur. Ama, enflasyonun düşürülememiş olması, acaba sadece bu ülke insanlarının bir kabahati midir? Yoksa, bu savaşta yenilmiş olmanın gerisinde, dışsal sebepler de yok mudur? Özellikle küreselleşmenin bu süreçte etkisi nedir?* * *Enflasyon kural olarak bütçe açıklarından doğar. Buna, İsrail'i enflasyon belasından kurtaranların başında gelen Prof. Bruno, ‘‘ilk günah’’ adını takmıştı. Tabii toplumlar durup dururken günahkár olmaz. Bu günahın işlenmesinin sebebi, halkın işbaşına getirdiği hükümetlere ‘‘gelir dağılımı değiştirme’’ şartıyla oy vermiş olmasıdır. Hükümetlerin, üretimi yeterince artırmadan, üleşimi değiştirme girişimleri, geliri azalacak sosyal sınıfların direnciyle karşılaşınca, ortaya enflasyon çıkmaktadır. Enflasyonist politikalar, korunmak istenen kesimlere fayda sağlamaz hale gelince, bu politikadan çark etmek istense bile, geri dönüş çok zor olmaktadır. Çünkü, bir yıl önceki enflasyon, ertesi yıl enflasyonunu tetiklemektedir. Dolayısıyla, enflasyonu durdurmak, kısır bir döngüyü kırmaya benzemektedir. Yani mutlaka kural dışı bir program uygulamak ve çok ciddi toplumsal maliyetlere, uzun süre katlanmayı göze almak gerekir. İşte bu süreçte küreselleşme, hükümetlerin işini zorlaştırmaktadır.* * *Küreselleşme; para, mal ve emeğin ‘‘ulusal sınır’’ tanımadan yer değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu hareketlilik, özellikle para için geçerlidir. Çünkü para, en akışkan maddedir. Hele hele, bilişim sektöründe gerçekleşen yepyeni imkánlarla, paranın izini sürmek imkánsızlaşmıştır. Bugün dünyada, tabiri yerindeyse ‘‘Kimin parası, kimin cebinde belli değildir.’’ 1990'larda hız kazanan küreselleşme, birçok ülkede servet transferleri üzerinde var olan kısıtların kalkmasına vesile olmuştur. Nasıl olsa, kayıt dışı paranın hareketlerine engel olamıyoruz, bari kayıt içini de serbest bırakalım daha iyi denmiştir. Başlangıçta, birçok kişi, ‘‘ücretler yüksek olduğu için, emeğin kıt olduğu ülkeye emek; faizler yüksek olduğu için de, sermayenin kıt olduğu ülkeye sermaye akar’’ diye düşünmüştür. Bu gerekçeyle, servet transferleri serbest bırakılınca, zengin ülkelerden, fakir ülkelere doğru bir para (sermaye) akışı olacağını tahmin etmiştir. Her ne kadar, bir miktar böyle bir akım olmuşsa da, özellikle Türkiye gibi enflasyonun yüksek olduğu ülkelere, ‘‘Doğrudan Yabancı Sermaye’’ değil, daha çok kısa vadeli sıcak para girmiş ve çıkmıştır. Giren paranın, geri gitmesi bir yana, daha da kötüsü esasen sermaye birikimi düşük bu ülkelerden dışarıya doğru bir ‘‘sermaye kaçışı’’ yaşanmıştır. Yani Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olunmuştur. Beklenenin tersine cereyan eden bu akım, sadece ülkenin finans kesiminin güdük kalmasıyla sonuçlanmamış, üstelik parasını yurtiçinde tutmaya devam etsinler diye, başta Hazine ve onun ardından giden bankalar, tasarruf sahiplerine çok yüksek reel faizler teklif etmiştir. Yükselen reel faizler yüzünden, bir yandan bütçe açıkları büyümüş; diğer yandan, yüksek borç maliyeti karşısında çok sayıda sınai kuruluş batmış ve batarken kendilerine kredi veren bankaları da batağın dibine çekmiştir.* * *Gelinilen bu noktadan sonra, ne yapılabilir? Mesela, sermaye hareketlerini kısıtlamak fayda sağlar mı, hatta mümkün mü? Zannetmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var: Devlet, esnafı, çiftçisi dahil herkesten daha fazla vergi toplamak mecburiyetindedir. Bunu da ekonomik faaliyeti kayıt içine almadan ve harcayana ‘‘Nereden buldun?’’ sorusunu sormadan yapamaz.Son Söz: Danayı izle, anayı bulursun.
button
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2003
<B>ENFLASYONİST</B> bir ortamda, faiz hesaplarında mutlaka bir enflasyon düzeltmesi yapılması gerektiğini yazmıştık. Bu düzeltme, cari fiyatları sabit fiyatlara indirgeme işlemi değildir. Akılda kalması gereken şudur: Faiz hesabında enflasyon düzeltmesi, alınan veya verilen faizden, enflasyonun ana para üzerinde yarattığı eksilmeyi düşmektir.
Ana parası döviz olan varlıkların veya borçların, alınan veya verilen faizleri, reel faiz kabul edilir. Yani burada bir enflasyon düzeltmesine gerek yoktur. Çünkü borcun veya alacağın ana parası, TL.'deki enflasyondan etkilenmez. Dolayısıyla ana parada bir değer aşınması olmaz. Ancak, Türkiye'de yürürlükte bulunan vergi mevzuatına göre, tüzel kişilerin (şirketlerin) dövizli varlıkları veya borçları yol sonunda, cari kurdan değerlenmekte ve adına ‘‘kur farkı’’ denilen bir gelir veya gider hesaplanmaktadır. Kur farkının gelir veya gider olmadığı kesindir. Ancak, tüzel kişilerin aldıkları veya ödedikleri nominal TL. faizlerde de, bir enflasyon düzeltmesi yapılmadığı için hesap tutarlılığı açısından, kur farkına gelir veya gider diye bakmak uygun olmaktadır. Nitekim enflasyon muhasebesinde, hem faizler düzeltilmekte hem de kur farkları iptal edilmektedir.
* * *
Gelelim faiz dışı fazla hikáyesine. Devletin ödediği (veya ödeyeceği) TL. faiz giderleri hesaplanırken enflasyon düzeltmesi yapılmamaktadır. Dövizli borçların ana paraları üzerinden kur farkı gideri hesap edilmezken, dövize endeksli iç borçlar üzerinden kur farkı hesap edilerek faiz giderlerine ilave edilmektedir. Dolayısıyla, bütçede yer alan faizler, nominal faizdir, ‘‘reel faiz’’ değildir. Dolayısıyla, faiz adı altında yapılan ödemelerin bir kısmı, ‘‘faiz değil, ana para geri ödemesi’’dir. Ana para geri ödemesi olduğu için de ‘‘gider’’ değildir. Özet olarak, bütçede yer alan faiz harcamaları olduğundan fazla gösterilmektedir. Bu bilinen bir hatadır. Mesela 2003 için öngörülen faiz harcamaları 65 katrilyon liradır. Yılbaşı itibarıyla 150 katrilyon TL. olan kamu borçlarının yüzde 80'i, yani 120 katrilyonu TL. cinsindendir. 2003'te enflasyon yüzde 20 olsa, 24 katrilyonluk bir ana para aşınması ortaya çıkar. Demek ki, her şey öngörüldüğü gibi gitse, 2003 yılında devletin faiz harcamaları 65 değil, 41 katrilyon lira olacaktır. Günümüz şartlarında Türkiye'nin en önemli makro ekonomik denge göstergesi, ‘‘kamu borçlarının, milli gelire oranı’’nın artmamasıdır. Bu oranın sabit kalması için, faiz dışı fazla vermek şarttır. Bunun hesabı şöyledir: Kamunun ödeyeceği reel faiz yüzdesinden, milli gelir artış yüzdesi çıkartılır, kalan yüzde denge için gerekli ‘‘faiz dışı fazlanın milli gelire oranıdır’’. Bu sağlanabalirse, pay ve payda aynı yüzdede artmış olacağından ‘‘Kamu Borç Stoku/Milli Gelir’’ oranı değişmez. Bu basit bir hesaptır. Ancak hesabı oluşturan değişkenlere hákim olma o kadar basit değildir. Mesela, enflasyon öngörüldüğü gibi % 20 olsa, milli gelir umulan kadar artsa, mutlak rakam olarak faiz dışı fazla da tutturulsa, sadece nominal faizler öngörülen seviyelere düşmese ‘‘Borç/Milli Gelir’’ oranı büyür. Tersine, milli gelir (2002'de olduğu gibi) umulandan fazla artarsa, faiz dışı fazla mutlak rakam olarak tutmasa da ‘‘Borç/Milli Gelir’’ oranı küçülür. Bütçedeki faiz dışı fazlayı tutturmak, zannedildiği gibi, tek başına bir hedef değildir. Mesele, makro dengeyi bozmamak, hatta iyileştirmektir.
SON SÖZ: Reel faiz bilinmeden, faiz dışı fazla hesaplanamaz.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2003
<B>BİLİYORUM</B>, faiz hesapları üzerine gereğinden fazla yazı yazdım. Siz de bunları okumaktan sıkıldınız. Hatta bir kısmını okumadınız bile. Yine de bu konuyu işlemek istiyorum. Çünkü, başta ‘‘faiz dışı fazlanın milli gelire oranı’’ olmak üzere, mutlak anlamda devletin (veya kamunun) ödediği faiz, önümüzdeki aylarda, geçmişe nazaran çok daha sıcak ‘‘siyasi iktisat’’ tartışmalarına sebep olacak. İyisimi, şimdiden zihinsel hazırlıklarımızı yapalım. Hesap konusuna girmeden, kendi duruşumu açıkça ortaya koyayım. Ben, yüksek reel faizin, Türk ekonomisinin bir numaralı belası olduğuna kaniyim. Hatta, ‘‘yüksek reel faiz, ekonominin kanseridir’’ diyecek kadar ileri gitmişimdir. Ama sağda solda duyduğunuz, saçma sapan faiz hesaplarına da inanmayın. Hele hele, TL ile ödenen nominal faizleri enflasyon düzeltmesi yapmadan, dolara döndürüp konuşanlara lütfen itibar etmeyin.
1. Enflasyonun hüküm sürdüğü, yani fiyatlar genel seviyesinin sürekli arttığı bir ortamda, faiz ‘‘nominal’’ ve ‘‘reel’’ veya ‘‘görünen’’ ve ‘‘gerçek’’ olmak üzere iki sıfatla ifade edilir. Reel faiz, mutlak olarak da iki şekilde hesaplanır. Birincisi, ‘‘cari fiyatlarla reel faiz’’, ikincisi ‘‘sabit fiyatlarla reel faiz’’dir. Şimdi bu tanımların ne anlama geldiğini sayısal bir örnekle açıklayım. Eğer bir ülkede ‘‘geçen yıl’’ enflasyon yüzde 30, görünen faizler de yüzde 45 olmuşsa, o ülkede ‘‘geçen yıl’’ reel faiz yüzde 11,5 olmuştur. Dikkat edilirse reel faiz, nominal faiz oranından, enflasyon yüzdesinin düşülmesiyle bulunmamaktadır. Yani, 45-30 = 15 değildir. Çünkü, enflasyon altında sadece anapara değil, faizin kendisi de değer kaybetmiştir. Öyleyse, yüzde 15'lik nominal farkı da yüzde 30'luk enflasyon oranıyla deflate etmek gerektir. Nitekim 15 / 1.3 = 11,5'tur. Bunu bir de miktarsal olarak anlatalım. Yıl başında, sahip olduğumuz 100 milyar liramızı, faiz getiren bir fona yatırmışsak, anaparamız faiziyle birlikte yıl sonunda 145 milyar lira olur. Bu durumda görünen faiz, 45 milyar ; reel faiz, yıl sonu cari fiyatlarıyla 15 milyar; yine reel faiz, sabit fiyatlarla 11,5 milyar liradır.
2. Örnekten anlaşılması gereken önemli husus şudur. Enflasyon, başta ücret, kira ve kár olmak üzere, bütün faktör gelirlerin satınalma gücünü aşındırır. Ama, ne ücreti kazanan insanın, ne kirayı getiren gayrimenkulün, ne de kárı sağlayan firmanın piyasa değerini aşındırmaz. Sadece faiz faktör gelirinde, hem gelirin kendisini, hem de o geliri yaratan anaparayı aşındırır. Bu yüzden Gelir Vergisi, hesaplarında TL faizlerinden enflasyon aşınması düşülürken, diğer faktör gelirlerinde böyle bir düzeltme yapılmaz. Gelirler, cari fiyatlarla beyannameye dahil edilir.
3. Yukarıdaki örnekte vurguladığımız gibi, yıllık reel faiz hesabı yapabilmek için, yılın bitmiş olması gerekir. Eğer aylık reel faiz hesabı yapmak istiyorsak, o takdirde ayın bitmesini beklememiz şarttır. Yani ‘‘gelecek’’ bir faiz oranı, ‘‘geçmiş’’ bir enflasyon yüzdesiyle düzeltilemez.
4. Sıkça baş belası olan bir hesaplama meselesi de ‘‘basit’’ veya ‘‘birleşik’’ faiz oranlarından hangisinin kullanılacağıdır. Doğrusu, yıl içinde gerçekleşen faiz dalgalanmalarını hesaba katan ‘‘birleşik’’ faiz oranını kullanmaktır. Eğer, tasarruf sahiplerinin faiz gelirlerini yıl sonunu beklemeden harcamaları söz konusu ise, reel getirilerini hesaplarken basit faiz oranını kullanmalarını tavsiye ederim. (Devam edecek)
Son Söz: Sakın sizi, hesapla kandırmasınlar.
Yazının Devamını Oku