SOSYALİST, namı diğer komünist sistemin neden çöktüğü, hatta aslında hiç kurulamadığı, üzerinde kafa yorulması gereken derin bir konudur.
Her sosyal olay gibi, bu fenomenin de birden fazla sebebi vardır. Bu sebeplerden biri, ama çok önemli olanı, sosyalist sistemin ‘‘kár’’ kavramını yanlış tanımlamasıdır. Komünistler kárı, ‘‘emeğin ödenmeyen hakkı’’ olarak tarif etmiştir. Filhakika, insanlar tarafından kullanılan tüm mali, fiziki ve fikri sermaye, yani ‘‘üretim araçları’’ tarih içinde emekçilerin alın veya akıl teriyle oluşmuştur. Öyleyse, bunların getirisi olan faiz, kira ve kár da emekçilerin hakkıdır diye düşünülebilir. Sosyalistlere göre ‘‘doğa’’ zaten insanlığın ortak malıdır. Öyleyse yaratılan milli gelir, sarf edilen emeğe göre bölüştürülürse, sosyal adalet yerini bulur denmiştir. Bırakın bu önermeye dayalı bir sistem kurmanın pratik imkánsızlıklarını, bizatihi önermenin kendisi ciddi zafiyet taşımaktadır. Bu zafiyet ‘‘kár’’ın ve dolayısıyla bunun ‘‘mefhum-u muhalifi’’ olan ‘‘zarar’’ın ne olduğu ve nasıl oluştuğu noktasında düğümlenmektedir.
Sosyalist sistemi çöküşe götüren, kárı ve zararı anlama özrü, aslında kapitalist sistemin de en zayıf yönüdür. Darvin, doğayı gözlemleyerek değişmenin ve gelişmenin kısaca ‘‘evrim’’in temeli olan kanunu bulmuştur. Buna ‘‘En Uygun Olanın Yaşamını Sürdürmesi’’ (Survival of the Fittest) kuralı demiştir. Bunun ekonomik hayattaki yansımasını görebilmek, öncelikle kár ve zarar kavramlarını anlamakla mümkündür. Milli gelirin artması için, zarar eden firmaların elenmesi, kár edenlerin serpilip gelişmesi şarttır. Kár etmek, emek dahil tüm girdileri verimli kullanmak demektir. Zarar etmek ise, kaynakları kötü, yani verimsiz kullanmaktır. Kaynaklarını verimli kullanamayan ülkeler fakir kalır. O ülkelerin vatandaşları da yoksuldur. Fakir ülkelerin fertleri ‘‘Ülkem yoksulluktan kurtulmayacak, bari ben kendimi kurtarayım’’ diye doğru yoldan çıkar. Bu yüzden de yoksul toplumlarda ‘‘yolsuzluk’’ yaygındır.
* * *
Türk ekonomisinin de en büyük meselesi, şirketlerinin kár etmemesidir. Şirketler kár etmeyince, onlara kredi veren bankalar batmakta, batan bankaları da devlet kurtarıp faturayı halka çıkarmaktadır. Kısaca şirketlerin kársızlığının cezasını, halk çekmektedir. Gerçek bu iken, borca batık şirketlerin patronları ‘‘Biz zaten kár peşinde koşmadık, halka iş verdik’’ diyerek yavuz hırsızı oynamaktadır. Maalesef bu sözler, ben neremi yırtarsam yırtayım, toplumca beğenilmektedir. İşin dramı budur. Türkiye, içinde çok sayıda bir káğıttan kaplanların yaşadığı bir ormandır. Burada orman, ekonomik ortamı, káğıttan kaplanlar da bir türlü kár etmeyi beceremeyen sanayi ve ticaret şirketlerini temsil etmektedir. Bugün ortalıkta, İstanbul aslanı veya Anadolu kaplanı diye caka satıp dolaşan pek çok anlı şanlı patronun şirketleri, teknik olarak müflistir. Bunlar, borçlarına takla attırarak, arttıramazlarsa kapalı kapılar ardında, iki yılda bir bankalarla borç erteleme anlaşmaları yaparak yaşamını sürdürmektedir. Verimsiz kamu işletmelerini özelleştirerek, ekonomide kaynak kullanma verimini arttırmaya çalışan Türkiye'nin önündeki en büyük sorun, kársız yani verimsiz özel şirketlerdir. Kársızlık hastalığı, özel şirketler arasında, zannedildiğinden çok daha yaygındır.