21 Aralık 2002
<B>GEÇEN</B> hafta İstanbul Sanayi Odası'nın (İSO) 50. kuruluş yıldönümü kutlandı. Bu vesileyle bir sanayi kongresi düzenlenmiş, kongrenin ana teması olarak ‘‘Sürdürülebilir Rekabet Gücü’’ seçilmişti. Güzel bir kongre oldu. Kongrenin şeref konuşmacısı, bu memleketin bir evladı, Harvard Üniversitesi iktisat profesörlerinden Dani Rodrik idi. Onun dediklerini ayrıca ele alıp değerlendireceğim. Çünkü, ancak kendine güvenen bir bilim adamında rastlanabilecek bir açıklıkla, rekabet, verimlilik, küreselleşme ve devlet-sanayi ilişkileri üzerine çok ‘‘aykırı’’ şeyler söyledi.
* * *
Gelelim bu yazının konusuna. Sanayi Kongresi, İstanbul'da Cevahir Kongre Merkezi'nde yapıldı. Yeni açılan ve içinde otel, işhanı ve konferans salonları bulunan bu binalar kompleksine ilk defa gittim. Tam da gezemedim. Bir hayli büyük ve teşkilatlı bir yer olmuş. Merkezin, çok katlı yeraltı garajı var. Cumhurbaşkanı'nın geldiği ve daha kalabalık olan ilk gün, birinci otopark katında yer bulamadım, arabamı bir alt kata park ettim. İkinci park katı, hemen hemen boştu. İkinci gün, birinci park katı bile ancak yarı yarıya doluydu. Anlayacağınız, otel müşterilerinin ve bu kongreye gelenlerin arabalarının tamamını almaya yetecek kadar kapalı garaj alanı vardı. Park ücreti de 5 milyon liraydı. Evet, garajda bol yer vardı ama, merkezin bir hayli küçük bahçesinin dar yolları ve kaldırımları iki sıra halinde, koca koca arabalarla işgal edilmişti. Otoparka girmek ve çıkmak bir meseleydi. Arabaların sahiplerinin çoğu da ‘‘Sanayi Kongresi’’ne katılan işadamlarımız, hocalarımız ve medyamızın çok değerli üyeleriydi. İçeride Harvard'lı profesör Rodrik, ülkelerin rekabet gücü olmaz, şirketlerin ve sektörlerin rekabet gücü olur, diyordu. Sonra, üstüne basa basa, ülkeleri zenginleştiren ‘‘verimlilik’’tir diye ilave ediyordu. Arabalarını, otel bahçesinin kaldırımlarına ve yollarına park etmiş dinleyicilerin hiçbirinin aklına, biraz önce yapmış oldukları kural ihlaliyle, hem kongre merkezinin ‘‘mekán kullanım verimini düşürdükleri’’ hem de yolları tıkayarak başkalarına saygısızlık ettikleri herhalde hiç gelmiyordu. Öğle yemeğinde genç gazetecilerin masasına oturdum. Biri, yanında oturan arkadaşına çevre yolunda kaza şeridini kullanarak nasıl hızla geldiğini gururla anlatıyordu. Yüzüne baktım, çok mutluydu.
* * *
İşte beni, ülkem hakkında derin ümitsizliğe sevk eden bu aymazlıktır. Bu ülkenin insanı, öğrendiği veya öğrettiği hiçbir toplumsal kuralın, kendisi için de geçerli olduğunu kabul etmiyor. İçinde yaşadığı ve çok şikáyet ettiği düzensizliğin ve verimsizliğin bir sebebinin de kendisinin bu ‘‘kural tanımazlığı’’ olduğunu idrak etmiyor. Her kuralı soyut olarak destekliyor. Ama, işine gelmiyorsa o kuralın, asla kendi özgürlüğünü kısıtlamasını kabullenmiyor. Herkes, ormandaki çevresine üstünlüğünü kabul ettirmek isteyen goril gibi, göğsünü yumruklayıp ‘‘Ben! Ben! Ben!’’ diye bağırıp duruyor. Herkes sabırsız, herkesin çok acelesi var. Herkes aracını, kapıya en yakın yere park ediyor. Sıraya giremiyor, tevazu gösteremiyor. Hırçınlaşıp bozuk düzeni daha da bozuyor. Çünkü, egosu hormonlu diğer gorili kıskanıyor. Bir türlü ‘‘Onlar gorilse, ben insanım, benim vicdanım var, ben kurallar ve kanunlar önünde sadece bir vatandaşım’’ diyemiyor.
SON SÖZ: Sabırsızlık, saygısızlıktır.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2002
<B>YAZIYA</B> başlamadan önce, Türkiye'nin AB'ye girmesine taraftar olduğumu söyleyeyim. Bu taraftarlığımın gerekçesi şudur: Türkiye AB'ye girerse, Türk toplumunun ‘‘ekonomik kültür’’ bakımından ‘‘melezleşeceğini’’ tahmin ediyorum. Sosyal genetiğe inandığım için, toplumsal gelişmenin, ancak o toplumun gen haritasının değişmesi sonucu ortaya çıkacağı görüşündeyim. Herhangi bir toplumun gen haritası, durup dururken değişmez. Azgelişmiş bir toplumun, ortada zorlayıcı bir neden yokken kendiliğinden, gelişmiş bir toplum haline dönüşmesi çok zayıf bir ihtimaldir. Zorlayıcı neden, yani değişen askeri veya iktisadi çevre şartlarında, ‘‘idame-i hayat’’ etmekte zorlanan toplumlarda, zamanla bir değişim potansiyeli oluşur. Bu potansiyel değişimi tetikleyecek, bir peygamberin (veya büyük liderin) zuhuru gibi bir ‘‘genetik kaza’’ya sebep olabilir. Böyle bir kaza olmazsa, nesiller, birbirinin benzeri olmaya devam eder. Aşılama veya melezleştirme, evrim için gerekli süreyi beklemeden, gerekli değişimi sağlayan devrimci bir yöntemdir. Melezleşmeyle gelen değişim, kalıcı olmayabilir. (Bu konuda çizmeyi aştım bile, burada duruyorum.)
* * *
Türk aydınının bilinçaltında ‘‘bu milletin adam olmayacağı’’ hükmü yatar. Bu nedenle, iç veya dış bir gücün, dizginleri ele alıp bu toplumu ‘‘sopayla’’ medeniyete götürmesi gerektiğine inanılır. Bu yüzden, 20. yüzyılın başlarında, Türk münevverleri arasında ‘‘İngiliz Muhipleri’’ (İngilizleri sevenler ve onların yönetimi altında yaşamayı arzulayanlar) oluşmuştur. Yine aynı devrede ‘‘Manda’’cılar, yani Amerika'nın Türkiye'yi yönetmesini isteyen bir aydınlar grubu vardır. Bu akımın günümüzdeki versiyonu ‘‘Avrupa Birliği Sevdalıları’’dır. Bu sevdalılar, ne pahasına olursa olsun, (Kıbrıs'ın kaybı filan) AB'ye girmekten yanadır. Hatta bunlar, TBMM'nin karşısına, geriye doğru çalışan saat yerleştirip, milletvekillerini baskı altına alacak kadar işi ileri götürmüşlerdir. AB'ye katılma, halka, ‘‘işsize iş’’ şeklinde anlatıldığı için, yapılan anketlerde toplumumuzun yüzde 70'inin AB'ye katılmak istediği sonucu çıkmaktadır. Bu arada AB'de uygulanan çok sıkı para ve mali politikalar yüzünden, başta İspanya olmak üzere, birçok üye ülkede işsizliğin yüzde 20'lerin üstüne çıktığını hatırlatmakta yarar var. Ne gam, AB sevdalılarına göre bu birliğe katılınca, ülkeye hem bol para gelecek, hem de halkımız, elini kolunu sallaya sallaya Avrupa'ya gidip para kazanacaktır. Bedava börek, ballı çörek, kim istemez bunu? Bir de Türkiye Cumhuriyeti ile başka hesabı olanlar var. Türkiye, AB'ye katılınca, özgürlükler artacak, bölücü ve gericilere yeni hareket imkánları doğacaktır. Onlar da AB'ye şiddetle taraftardır. AB sevdalılarının en sinirime gidenleri ise, gençliklerini, Türkiye komünist olsun diye harcayıp 1990'dan sonra safkan ‘‘serbest pazarcı’’ kesilenlerdir. Neyse...
Papaza kızıp oruç bozmanın álemi yok. Artısıyla, eksisiyle AB'ye katılmanın Türkiye'nin lehine olacağına inanıyorum. Yola devam.
SON SÖZ: Zorla üyelik olmaz.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2002
<B>NASREDDİN</B> Hoca'nın kedi-ciğer hikáyesini hepiniz bilirsiniz. Hoca, bir sabah evden çıkarken <B>‘‘Hanım canım çekti, bu akşam güzel bir ciğer yahnisi yiyelim, ben ciğeri alır sana yollatırım’’</B> demiş. Kasaptan iki okka ciğer alıp eve göndertmiş. Hocanın hanımı, yahniyi hazırlayıp pişsin diye ocağın üstüne koymuş. O arada iki çift laf etmek için komşuya geçmiş. Ama çeneye dalmış. Ateşte yemek olduğunu unutmuş. Birden hatırlayıp telaşla eve dönmüş; bir de ne görsün, ciğer yahnisi kömür olmuş. Tabii çok üzülmüş. Üstelik kocasından laf işiteceğinden, içini bir korku almış. Akşam hoca, daha kapıdan girer girmez ‘‘Hanım hazır mı ciğer yahnisi? Karnım da çok aç, getir de yiyelim’’ diye gürleyince eli ayağına karışmış. ‘‘Hoca efendi, yolladığın ciğerleri nankör kedi yedi’’ diye yalanı kıvırtıvermiş. Hoca, durumda bir anormallik olduğunu sezinlemiş. Gel pisi pisi, deyip kediyi yanına çağırmış. Sonra hayvanı ense derisinden tutup havaya kaldırmış. ‘‘Hanım söyle bakalım’’ demiş, ‘‘Şu havaya kaldırdığım kedi, gelse gelse iki okka gelir. Eğer elimdeki şey kediyse, ciğer nerede? Yok bu şey ciğerse, kedi nerede?’’
* * *
Uzmanların dediğine göre, bu yıl devletin topladığı verginin tamamı, faiz giderlerini karşılamaya zor yetiyor. Ben de bunun doğru olmadığını yazıp duruyorum. Bu amaçla, bir sürü hesap ortaya koyuyorum. İç ve dış tüm kamu borçlarına ödenen faizler toplamının, milli gelirin yüzde 8'ini geçmediğini söylüyorum. Kamu harcamalarının, milli gelirin üçte biri olduğunu hatırlattıktan sonra, faiz giderlerinin bütçenin yüzde 24'ü dolayında kaldığını cebirsel olarak ispatlıyorum. Ama nafile. Kendim yazıp, kendim okuyorum. Çünkü yazımın yayınlandığı günün ertesinde bile, Hürriyet dahil her gazetede ve televizyonda ‘‘vergi gelirleri, faize gitti’’ diye yeni bir haber veya yorum yer alıyor.
Geçen çarşamba günkü yazımda, işi daha ileri götürdüm. DİE'nin ‘‘Seçilmiş Finansal Araçların Reel Getirisi’’ hesaplamalarına dayanarak Ekim 2001 ile Ekim 2002 arasında devletin iç borçlara ödediği, reel efektif faiz tutarının ‘‘sıfır’’ olduğunu ortaya koydum. Tabii bunun ana sebebi, döviz fiyatlarının enflasyonun gerisinde kalması. Bu konuyu irdeleyeceklere bir hatırlatma yapayım. Bu yıl kamu borçları eski yıllardaki kadar artmıyor. Hatta borçların milli gelire oranı, geçen yıldan düşük çıkacak. Demek ki, bu yıl verilen ‘‘faiz dışı fazla’’ oranıyla, GSMH artış oranının toplamı, ödenen reel faiz oranından büyük. Devlet, ‘‘görünenden’’ daha düşük faiz ödüyor. Yani faiz diye ödediği paranın bir kısmıyla, aslında borç anapara geri ödemesi yapıyor. Yoksa, olsa olsa ‘‘Kamu Borçları/GSMH’’ oranı sabit kalırdı.
* * *
Şimdi de bu olaya, Nasreddin Hoca gibi yaklaşalım. Eğer, vergi gelirlerinin tamamı faiz harcamalarına gidiyorsa, bu devlet hem sarf, hem de israf edecek parayı nereden buluyor? Kocaman bir ordumuz var. Altı milyon vatandaşımız devletten her ay maaş alıyor. Bırakın bakanlarımızı, gariban belediye başkanlarımız bile Mercedes'e biniyor. Ankara'da yeni inşa edilen devlet binalarının yanında, Mısır piramitleri gecekondu gibi kalıyor. Bu israf durmazsa, gelecek yıl bu yazının tam tersini yazacağım.
SON SÖZ: Hakikati aramayan, Hakkı bulamaz.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2002
<B>ALLAH</B> selamet versin, sabık Selamet Partisi başkanı, makine mühendisliği profesörü doktor <B>Necmettin Erbakan</B> <B>Hoca,</B> Türkçe'ye <B>‘‘rantiyeci’’</B> diye bir kelime kazandırmıştır. Rantiye, kira geliriyle geçinen kimse demektir; Fransızca'dır. Manav, bakkal, kasap gibi, işi yapan kişiyi gösteren bir cins isimdir. Nasıl manavcı, bakkalcı veya kasapçı demek dilbilgisine aykırı ise, kökü Fransızca da olsa, Türkçe'de rantiyeci diye bir kelime kullanmak dilbilgisi açısından yanlıştır. Hoca, bu türetmeyi, bilgisizliğinden yapmadı herhalde. ‘‘Rantiye’’ye bir ‘‘aşağılama’’ çağrışımı yükleyip kelimeye Türkçe'ye farklı bir anlam vermek için böyle bir bozma yaptı zannediyorum. Aynen Tayyip Erdoğan'ın, zihnindeki projeyi daha çekici kılmak için, yol mühendislerinin hiç kullanmadığı ‘‘duble yol’’ deyimini icat etmesi ve ısrarla bu yanlışı sürdürmesi gibi. Neyse, bunlar da hayatın hoşlukları olsa gerek. Her şey de dilbilgisine uygun olacak değil ya.
* * *
Erbakan'ın kullandığı anlamla ‘‘rantiyeci’’, helal olmayan faiz gelirini elde eden kişi demektir. Aslında ‘‘rant’’ın tek başına ‘‘kira geliri’’ anlamına geldiğini söyledim. Ancak ben dahil, iktisadi yorum yazanların çoğu, ‘‘rant’’ kelimesini ‘‘kira geliri’’ anlamında kullanmaz. Rant, tüm faktör gelirlerin, yani kár, kira, faiz ve ücretin aşırısı anlamına gelir. Bir faktör gelirinin ‘‘fahiş’’ olması için, o faktör gelirinin arzını kısıtlayan yapay veya anormal bir durum olması gerek. Arz kısıtlı olunca da fiyat, ‘‘piyasa fiyatı’’ üzerinde teşekkül eder. İşte cari fiyatla, normal rekabet şartları altında oluşması gereken ‘‘piyasa fiyatı’’ arasındaki fark ‘‘rant’’tır.
DİE (Devlet İstatistik Enstitüsü) ‘‘Seçilmiş Finansal Araçların Reel Getirisi’’ hesapları yapmaktadır. Bu hesaplara göre 2001'in Ekim ayından 2002'nin Ekim ayına kadar geçen 12 aylık sürede, Türk Lirası banka mevduatı Tüketici Fiyat Endeksi'ne göre düzeltilince, brüt yüzde 17 reel faiz geliri sağlamış. Buna karşılık, aynı hesaplama yöntemiyle dolar yüzde 23, Euro yüzde 16 ‘‘eksi’’ kazanç getirmiş. Bir bilgi daha vereyim, bankalardaki mevduatın yüzde 57'si döviz, yüzde 43'ü ise TL. Tartılı ortalamayla ‘‘rantiyecilerin’’ toplam faiz geliri, (vergiyi düşer döviz faizini de eklersek) yaklaşık ‘‘eksi’’ yüzde 4 olmaktadır.
* * *
Şimdi bu tablodan ne sonuçlar çıkarabiliriz:
1. Rantiyeciler kaybettiğine göre, bu kayıp kadar rantiyeci olmayanların bir kazancı olmuştur. Yani Erbakan'ın hayali gerçekleşmiştir.
2. Türkiye'nin en borçlu kurumu devlettir. Devletin 140 katrilyon TL. eşdeğerinde iç borcu vardır. Bu borcun az bir kısmının doğrudan alacaklısı vatandaşlarıdır. Ancak son tahlilde, bankalara kaynak sağlayan mevduatın sahibi olarak, devlet borcunun çok büyük bir kısmının alacaklısı yine vatandaşlardır. Parasını döviz veya TL. olarak bankada tutan vatandaşın net geliri, yukarıdaki hesapta görüldüğü üzere ‘‘eksi’’dir. Demek ki devlet, rantiyecilere geçen sene hiç faiz ödememiştir. Başta bankalar olmak üzere bazı kurumlar, reel faiz geliri elde etmiş bile olsalar da, vergi hesabında enflasyon düzeltmesi yapılmadığından onlar da eksidedir. Yani devletin iç borç efektif faiz gideri sıfırdır. İnanmazsanız, siz de hesaplayın veya hesaplatın.
SON SÖZ: Resmi hesap, doğru hesap değildir.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2002
<B>Bu</B> şarkıyı, <B>Ayten Alpman</B>'ın baharatlı sesinden ne zaman dinlesem içimi çoşku kaplar. Bu ‘‘bir başka’’ ülkenin sahiplerinden biri olduğum için, kendimi şanslı addederim. Sadece şarkı bitinceye kadar değil, Ayten Alpman'ın sesi kulaklarımdan yavaş yavaş silinip gidinceye kadar bu hissim devam eder. O sırada yurdumun, kurduyla, kuzusuyla gerçekten bir başka olduğuna inanırım. O da bana yeter. Gerçekten bir başka mıdır benim memleketim? Tabii ki, değil. Ama ben Türküm ve bir tane Türkiye var. Öyle hissetmek beni mutlu ediyorsa, o an için gerçek odur. Peki şarkı bittikten, seslerin yankıması usulca söndükten sonra ne olur? Öznel gerçek, yerini nesnel gerçeğe terk eder. Bu, bir başka olaydır.
* * *
Dünya da ikiyüz dolayında memleket var. Bu ülkeler, kişi başına milli gelir düzeylerine göre üç grupta toplanıyor. 1. Düşük Gelirliler, 2. Orta Gelirliler, 3. Yüksek Gelirliler. Türkiye'nin kişi başına milli geliri ‘‘SGP’’ye (Satınalma Gücü Paritesi) göre yılda 6.500 dolar. Düşük gelirli ülkeler için bu sayı, ortalama 2.000 dolar; zengin ülkelerin ortalaması ise 28.000 dolar. Sayılar, Türkiye'nin dünya daki yerinin ‘‘orta gelirin ortasında’’ olduğunu gösteriyor. Bütün sosyal bilimlerin, dolayısıyla iktisatın en çetin meselesi ölçmektir. Mesela, yukarıda sözünü ettiğim sıralamada kullanılan SGP'ye göre ‘‘kişi başına milli gelir’’ ölçüleri, öyle zannedildiği gibi mutlak bir büyüklüğe tekabül etmez. Üstelik, kişi başına milli gelir, ‘‘mutluluk ölçüsü’’ hiç değildir. Ama bir ülkenin nesnel durumunu değerlendirmek için bu istatistiklere çok ihtiyacımız var. Onlarsız ‘‘sebep-sonuç’’ ilişkilerini ortaya çıkarmak ve kalkınma politikaları oluşturmak mümkün değildir.
* * *
Türkiye, tertemiz bir genel seçim yaptı. Bu, demokratik gelişme açısından çok önemlidir. Tam burada çok önemli bir tespit yapmak istiyorum. Türkiye kadar temiz seçim yapmış ülkelerin hemen hepsi, Türkiye'den çok daha zengin. İşte bunda bir tutarsızlık var. Diğer bir değişle, Türkiye'nin iktisadi gelişmişlik seviyesi, siyasi gelişmişliğine göre geri kaldı. Eğer iktisat ile siyaset arasında bir bağlantı varsa (ki var) bu çelişki ortadan kalkacaktır. Yani, önümüzdeki yıllarda öyle gelişmeler olacak ki, Türkiye iktisaden daha hızlı kalkınacaktır. Ya da tersi olacaktır. Yani Türkiye, iktisadi kalkınmada bir hamle yapamazsa, demokraside geri gidecektir.
* * *
Geçenlerde değerli arkadaşım Profesör İbrahim Kavrakoğlu'yla birlikteydik. İbrahim ‘‘Türkiye'de yapılması gereken her şey yapılıyor; lakin hepsi yanlış yapılıyor’’ dedi. Uzun süredir zihnimde oluşan, ama bir türlü kelimelere dökemediğim bir kanaatımı pat diye ortaya koydu. İnanın, en azından son ikiyüz yıldır, Batı'da geliştirilmiş de bu ülkede moda olmamış hiçbir ‘‘çağdaş’’ konu yoktur. Her yenilik, mutlaka ele alınmış, yürürlüğe konmuş ve anında yozlaştırılmıştır. Bağımsız kurulların, bürokrat arpalığına; sınır ticaretinin, kaçakçılığa; vakıfların verme değil, alma mekanizması haline dönüşmesi sadece birkaç örnektir. Çünkü bu toplumun ‘‘fikr-i müdiri’’ (derin ideolojisi) bir ‘‘bütün olarak’’ milletin değil, eşin, dostun, akrabanının, hemşerilerin, meslektaşların, partililerin çıkarlarının kollanmasıyla, ‘‘parça parça’’ zenginleşmektedir. Bu fikir ‘‘bátıl’’dır. Başarılı olması pekala mümkün olan AKP'yi, başarısız kılacak kültür de budur.
Son söz: İkbal geçer, servet kalır.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2002
<B>AZ</B> gittik, uz gittik; dere tepe düz gittik. Bir de arkamıza baktık ki, gele gele <B>Ecevit'</B>in <B>‘‘ak’’</B> günlerinden <B>Erdoğan'</B>ın <B>‘‘ak’’</B> partisine gelmişiz. Kaderin cilvesi, akpartici Erdoğan'a, iktidarı kim devretmiş? Akgüncü Ecevit. Ecevit ne demişti bu topluma: ‘‘Ne ezilen, ne ezen; insanca, hakça bir düzen.’’ Bu dediğini yapmak için devrimci (veya devirici) değişimleri gerçekleştirmek istiyordu. Muhafazakár karşıtları Ecevit'e, ‘‘Sakın böyle işlere kalkışma, yoksa düzen altüst olur’’ demişlerdi. Keskin dilli slogan ustası Ecevit, ‘‘Bırakın alt, üst olsun; belki de bu düzenin altı, üstünden iyidir’’ diye cevap vermişti. Hey gidi günler hey!
Bu son otuz yılda kimler geldi, kimler geçti. Arjantin ‘‘Peronizm’’inin Ortadoğu versiyonu olan ‘‘Babaizm’’ yaratıcısı ve büyük üstadı Demirel ve onun veliaht prensesi Çiller... Vizyon, misyon ve transformasyon ustası Özal ve kendisinin iş bitirici asi várisi, nam-ı diğer AB'ci Yılmaz... Kadayıf kızartma uzmanı, milli (yani dini) görüşçü Erbakan. Bu kimseler, son otuz yıla damgasını vurmuş siyaset adamlarımızdır. Pek tabii bu listeye, siyasi balans ustalarının piri, Evren Paşa'yı da eklemek gerekir. Ne yazık ki onların tüm gayretlerine rağmen, dünya ülkelerinin iktisadi gelişmişlik sıralamasında Türkiye'nin yeri, bu devrede değişmedi, hatta geriledi. Demek ki iyi niyet, gayret ve halkın ıstırap çekmesi yetmiyor.
* * *
Henüz başbakan olmasa da, şimdi işbaşında Erdoğan var. Kendisinin, TV'den de yayınlanan bir konuşmasında ‘‘yoksulluk ve yolsuzluk’’ ilişkisiyle ilgili olarak yaptığı bir tespiti irdelemek istiyorum. Erdoğan, Türk halkının önemli bir bölümünün içinde bulunduğu yoksulluk halinin, yolsuzluktan kaynaklandığını söyledi. Zaman zaman başkalarının da kullandığı ‘‘ülkemiz çok zengindir ama’’ diye başlayan bir ibareden sonra, ‘‘Eğer yolsuzluklara engel olunursa, yoksulluğun da kendiliğinden biteceğini’’ söyledi. Diğer bir deyişle, yoksulluktan kurtulmak için, kimsenin daha fazla çalışmasına gerek olmadığını, yolsuzluklar önlenince halkın zenginleşeceğini ifade etti.
Bu tespit yanlıştır. Yani, Türkiye'de nüfusun önemli bir kısmının yoksul olmasının sebebi, yolsuzluk değildir. Pek tabii yolsuzluk, hem ekonomide verimliliği düşürür, hem de gelir dağılımını bozar. Böylece, ortaya ‘‘yeteri kadar zengin olmayan ve üstelik milli gelir dağılımı bozuk’’ bir ülke çıkar. Dolayısıyla, ülkedeki yoksulluğun ortadan kaldırılması için yolsuzlukla mücadele şarttır. Ama bu doğru saptamanın otomatik türevi ‘‘yolsuzluk gider, yoksulluk biter’’ değildir. Yoksulluğun sebepleri çok daha derindedir.
* * *
Türkiye'de yoksulluğun da yolsuzluğun da ‘‘ana sebebi’’, Erdoğan'ın o günkü konuşmasında da yer alan ‘‘devlet, işsizlere iş bulmalıdır’’ ibaresinde gizlidir. Devleti ‘‘ekmek kapısı’’ olarak görmek ve göstermek, bir yerde yolsuzluğu teşviktir. Çünkü, yolsuzluk, devletten çalmaktır. Birbirinden çalmaya hırsızlık denir. Bir ülkede önce millet vardır. Milli geliri, millet yaratır. Devlet, milletten geçinir. Devlet, milletten geçindiği sürece, hem devlet hem millet yaşar. Eğer millet, devletten geçinmeye kalkarsa, hem millet, hem de devlet batar. Örnekleri ortadadır. Bütün vatandaşlarına iş bulan devlet, sosyalisttir. Teklif buysa, açık olalım.
SON SÖZ: Devletten vermek, milletten çalmaktır.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2002
<B>BİRÇOK</B> insanın zihninde şöyle bir soru var: Acaba AKP, demokrasi konusunda samimi mi? Hemen cevap vereyim: Çok samimiler. Sebebi açık. Laik kesimin iktidar olmak için iki seçeneği var. Onlar, hem seçimle işbaşına gelebilirler, hem de askeri bir müdahaleyle. İkinci yolun geçmişte birçok örneği var. Mesela 1972'de ve 1980'de kurulan hükümetler laiktir. 28 Şubat süreci de, netice itibarıyla laikleri işbaşına getirmiştir. Halbuki siyasal İslamcıların, iktidar olmak için tek bir yolları var. O da seçim kazanmak. Gerçi milli (yani dini) görüş hareketinin büyük üstadı Erbakan ‘‘Kanlı mı olacak, kansız mı olacak’’ diye ihtilalle de iktidara gelebileceklerini ima etmişti. Ama bu yöntemin tatbik kabiliyeti pek yok. Bu nedenle AKP'liler, şimdilik demokrasiye laiklerden daha fazla bağlı.
* * *
Gelelim Erdoğan'ın Avrupa Birliği karşısındaki tutumuna. Avrupa Birliği'nin bir ülkeyi içine almasının ‘‘olmazsa olmaz şartı’’ o ülkenin başında seçimle iktidara gelmiş bir iktidar olmasıdır. Bu, sadece üye olmak için değil, üye kalmak için de şarttır. Demek ki Erdoğan, Türkiye'yi AB'ye sokmayı başarabilirse, laiklerin ikinci iktidar alternatifleri ortadan kalkacaktır. Türkiye AB'ye giremese, ama girme yolunda hazırlanmaya devam etse, yine de bir askeri darbeye izin veremez. Baksanıza Verheugen ne diyor: ‘‘Askerlerin siyaset üzerindeki etkileri ortadan kalkmadıkça, Türkiye AB'ye giremez.’’ İnsan Erdoğan olsa, Allah'tan başka ne ister. Eskaza girdikten sonra bir askeri müdahale söz konusu olsa, AB Türkiye'yi derhal üyelikten atar. Demek ki, sadece iktidara gelmek için değil, iktidarda kalmak için de AKP'nin AB'ye ihtiyacı, laiklerden fazladır. İşte onun için samimiler.
* * *
Aslında iktidar olmak için, AB'ye AKP'liler kadar ihtiyacı olmayan laik Türkler, Avrupai bir yaşam biçimini, AKP seçmenlerinden çok daha fazla benimsemiştir. AB vatandaşları da, laik Türklere, İslamcı Türklerden daha fazla sempati duymaktadır. Normal Alman vatandaşının Türklere soğuk bakmasının sebebi, kılık-kıyafet, yaşam tarzı ve özellikle kadın hakları ve kadınlara toplum içinde daha fazla rol vermek bakımından Almanlara benzememekte inat eden İslamcılardır. Ama, siyasi topoğrafya, Türkiye'deki İslamcı hareketi, AB'ye girme çabasında, neredeyse laiklerin önüne geçirdi. Ancak burada bir çelişki olduğu kesindir. Bugünkü görünüş ve davranışlarıyla, İslamcı Türkler Avrupa'daki ‘‘İslam karşıtı’’ zihniyeti yıkamaz. Yani bu beraberlik iki taraf için de mutsuzluk getirir. Muhtemelen bu gerçek, kısa bir süre sonra daha iyi anlaşılacaktır.
* * *
Gelelim aynı çelişkinin yurtiçindeki tezahürüne. Herhalde Meclis Başkanı Bülent Arınç, din konusunda eşinden çok daha katıdır. Eşine başını örttüren Başkan Arınç, Peygamber Efendimizin kıyafetine hiç benzemeyen takım elbiseleri, hatta kuyruklu frakı giymekte, kendisi için dinen hiç beis görmemektedir. Laik kesim de, böyle giyindi diye Bülent Arınç'ın kamusal alanda (?) bulunmasına ses çıkarmamaktadır. Buna mukabil, kadınlara İslamcılardan çok daha fazla özgürlük tanıyan laik devlet, eşinin zoruyla sıkma başörtüsü takma mecburiyetinde olan Bayan Arınç'a kamusal alanda bulunma hakkını çok görmektedir. Bu çelişki de bitmelidir.
SON SÖZ: Demokrasiden geçtik, sıkmabaşta boğuluyoruz.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2002
<B>PAMUKBANK'</B>ın <B>‘‘Fon’’</B>a (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) devredilmesinden sonra iki yorum yazmıştım. Bu yazılarımda, BDDK'nın (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) aldığı kararın, hem somut olarak doğru hem de uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile uyumlu olduğunu söylemiştim. Devir kararı üzerine, Çukurova Grubu, bu kararın yanlış hatta yanlı olduğu iddiasıyla hukuki bir mücadele başlattı. Bu da onların en doğal haklarıdır diye düşündüm. Mesele, idari yargıya intikal etmişti. Dolayısıyla konu hakkında yeni yorum yazmama hem gerek yoktu, hem de yapacağım yorumlar, bir yerde yargıyı etkilemeye çalışmak şeklinde de anlaşılabilirdi. Ben ve benim gibi ekonomi yorumcusu serbest yazarlar, bu hassas konuya girmekten uzak durduk. Buna karşılık, Çukurova Grubu'yla ilişkisi olanlar ve sair BDDK mağdurları (!) bol bol yayın yaptılar. Bu da onların bileceği bir işti. Kamuoyu ve yargı mercileri, herhalde neyin niçin yazıldığını anlayacak kadar bilgiye sahipti. Bize de susmak düştü.
* * *
Pamukbank'ın sahiplerinin, bankalarının Fon'a devredilmesi kararının esastan iptali ve bu karar alınıncaya kadar da yürütmenin durdurulması talebini, Danıştay 10. Dairesi reddetti. Ama Çukurova Grubu yılmadı. Bu sefer de 10. Daire'nin aldığı kararın bozulması için, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'na başvurdu. Neticede Genel Kurul, geçen hafta kendi 10. Daire'sinin aldığı kararı bozdu. Aslında Genel Kurul'un bozduğu karar, sadece yürütmenin durdurulmasıdır. Yani 10. Daire'nin bundan sonra vereceği esasa ilişkin kararı da bozup bozmayacağını bugünden öngörmek mümkün değildir. Ama işin rengi belli olmuştur. Çünkü Genel Kurul, BDDK'nın ‘‘yeterli inceleme yapmadan ve Çukurova Grubu'na edimlerini yerine getirmesi için yeterli süre vermeden’’ karar aldığını söylemektedir. Bence bu iş burada bitmez. Bana göre, Pamukbank iade edilirse, bankanın sahipleri BDDK ve kurul üyeleri aleyhine en az bir milyar dolarlık tazminat davası açmalıdır. Haydi hayırlısı.
* * *
Bu son olaydan sonra, bir daha anladım ki, Türkiye'de bağımsız üst kurul falan olamaz. Bağımsızlık, bizim devlet ve hukuk kültürümüze taban tabana zıt bir kavram. Ne bağımsız üst kurulların üyeleri, ‘‘bağımsız’’ niteliğinin hakkını verecek duruşa sahip, ne de onları kuşatan siyasi, idari ve hukuki çevrenin, onlara ‘‘bağımsız’’ olma hakkını tanımaya niyeti var. Geçenlerde, bağımsız kurulların kararları Yargıtay tarafından ‘‘esastan incelenemez’’ diye kendimce ahkám keserken, dinleyicilerden biri bana çıkıştı: ‘‘Banka sahibi olma niteliğini kaybetmiş bir kişinin 22 yaşındaki kızına, banka sahibi olma ruhsatı veren bir bağımsız kurulun nesini savunuyorsun sen!’’ Söyleyecek kelime bulamadım.
* * *
Anlaşıldı ki; bağımsız kurullar ‘‘devleti büyütmekten’’ başka bir işe yaramayacaktır. Üstelik kurul başkanları, birer ‘‘normal yurdum yöneticisi’’ olarak, mesailerinin çoğunu, yeni bina, yeni dekorasyon, yeni araba, yeni bilgisayar alma ve bol kadro yaratıp, özlük haklarını yükseltme faaliyetine tahsis etmeye mecburdur. İşin raconu budur. Bu işlevsiz masraf kapılarından kurtulmak için, BDDK, Hazine'nin; Rekabet Kurulu, Adalet Bakanlığı'nın, diğerleri de Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın birer departmanı haline getirilmelidir. Çoğu da tamamen yok edilebilir.
Son Söz: Alışmamış yüzde tıraş, yara yapar.
Yazının Devamını Oku