MİLLİ gelirini hızla artırarak halkını yoksulluktan kurtarmaya çalışan Türkiye'nin, bu yolda ilerlemesine en büyük engelin ‘‘kár edemeyen özel şirketler’’ olduğunu yazmıştım.
Konuyu tartışmaya devam ediyorum. Milli geliri ölçmek için, üç ayrı yaklaşım vardır. Birinci yaklaşım, ekonomiyi teşkil eden sektörlerin üretimlerini ölçmektir. İkinci yaklaşım, harcamaları ölçerek milli geliri hesaplamaktır. Bu yöntemde, tüketim ve yatırım harcamaları ölçülür. İhracat ve ithalat farkı bu toplama eklenir. Üçüncü yaklaşım, faktör gelirlerini toplayarak milli geliri bulmaktır. Faktör geliri denince, kár, kira, faiz ile ücret anlaşılır. Eğer önemli bir hesap hatası yoksa, bu üç değişik yaklaşımdan elde edilen sonuçların birbirini tutması gerekir.
* * *
Eğer bu üç hesaplama yöntemi, kabaca aynı sonucu vermiyorsa, milli gelir hesabında bir yanlışlık var demektir. Bu yanlışlık, birkaç yıl sonra ortaya çıkabilir. Bir örnek vereyim. Gerçek ve tüzel kişilerin elde ettiği kár, milli geliri ‘‘artıran’’ bir faktör geliridir. Kárın tersi olan zarar ise milli geliri ‘‘azaltan’’ negatif faktör geliridir. Eğer zararlar, bir süre mesela birkaç yıl, şirket bilançolarında gizlenmişse, milli gelir, zararların gizlendiği yıllarda olduğundan fazla hesap edilmiş demektir. Peki bu zararlar nereye gizlenmiş olabilir? Kişi ve kurumlar, gelirlerinin büyük kısmını tüketir. Kalanı biriktirilir. Biriktirilen yani tasarruf edilen miktar, yatırıma veya stoka dönüştürülür. Yani milli gelir, tüketim, yatırımlar ve stok artışları arasında pay edilir. Tüketilen o yıl tüketilmiştir. Ama kalan milli gelir, artan yatırımlar ve yükselen stoklarla ertesi yıllara devrolur. Eğer yatırım harcamaları ve stok değerleri şişirilirse, bilançolarda zarar değil, kár gözükür. Yani alınan krediler, zarar finansmanında kullanılmış olduğu halde yatırım rakamlarını ve stok değerlerini şişirme yöntemiyle gizlenmişse ne olmuştur? Hem zarardaki şirketler hem de onlara kredi veren batık alacaklı bankalar, kár beyan etmiştir. Milli gelir de o yıllarda, olduğundan büyük ölçülmüştür.
* * *
Fakirleşme, hem milli gelirin azalması, hem de milli servetin değer kaybetmesinden (veya gerçek değerinin ortaya çıkmasından) ortaya çıkar. Türkiye'de 2001'de (veya son 10 yılda Japonya'da) ortaya çıkan ‘‘fakirleşme’’ işte böyle bir olaydır. Yani, sadece milli gelir azalmamış, gizlenmiş zararların, gün ışığına çıkmasıyla, milli servet de küçülmüştür. Bu, milli gelir azalmasının fevkinde bir fakirleşmedir. Türkiye'de şirketler, bankalar ve devlet kuruluşları, zararlarını uzun süre gizledi; hálá da gizleyenler var. Zararların büyük bir kısmı IMF'nin ve BDDK'ın zorlamasıyla gizlenemez hale geldi. Takke düşünce, hem bir sürü banka ve şirket iflas bayrağını çekti, hem de kamu borçları patladı. Fakirleşme de kábus gibi toplumun üstüne çöktü. Kısaca, kafa kelleşmedi, kel gözüktü.
* * *
Atatürk'ün söylemediği, ama söylemesi gereken sözler vardır diye düşünürüm. Atatürk'e, zamanının iktisatçıları ‘‘zarar’’ denilen fenomenin, ekonomi içinde ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmayı başarabilseydi, o da herhalde şöyle derdi:
‘‘Efendiler: Zarar, başı görüldüğü yerde ezilmelidir’’
SON SÖZ: Kár etmek şart değilse, fabrika kurmak çocuk işidir.