15 Şubat 2003
<B>PERŞEMBE </B>günkü Vatan Gazetesi'nde kocaman bir haber vardı. Londra'da 17 Şubat'tan itibaren, kentin trafiğin en yoğun 21 kilometrekarelik alanına girecek motorlu araçlarından, günde 5 sterlin (yaklaşık 14 milyon lira) giriş ücreti alınacakmış. Bu parayı ödemeden şehre girenleri yakalamak için de 800 kameradan oluşan bir gözetim ağı kurulmuş. Habere göre, bu sistemin benzerleri, Singapur, Melbourne, Toronto ve Oslo'da halen çalışmaktaymış. ‘‘Kızıl Ken’’ lakaplı Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone, büyük tepki ile karşılanan ücretli giriş sistemini savunmuş ve halka (özel arabasıyla şehre para vermeden girmek isteyenlere) şöyle bir çağrıda bulunmuş: ‘‘Toplu taşıma araçlarını kullanın, bisiklet ve motosiklete binin, yürüyün, nehir ulaşımını tercih edin, evden çalışın.’’
* * *
Bu haberi köşeme taşımamdan tahmin edebileceğiniz gibi, şehirdeki araç yoğunluğunu azaltmak için, özel araçlardan para alınması yöntemini çok beğendim. Profesyonel bir iktisatçı olarak, ‘‘fiyatın’’, sosyal ve ekonomik meseleleri çözmede ‘‘ahlaki ve müessir’’ bir alet olduğuna inanırım. Fiyatı kullanmadan, bu kabil meseleleri çözmeye çalışmayı, şımarıklığa taviz veya halk yağcılığı olarak nitelendiririm. Üstelik, fiyat aletini kullanmadan iktisadi ve sosyal meseleleri çözme girişimleri, bırakın bu kabil meseleleri çözmeyi veya en azından küçültmeyi, sorunları o kadar büyütür ki, sonunda işin içinden çıkmak imkánsızlaşır. Pek tabii, bu çözümsüzlük topluma çok daha pahalıya patlar. Sonunda beleşçilikle korunmaya çalışılan garibanların veya kaprisleri bitmeyen imtiyazlı kentsoyluların durumları eskisinden de beter olur. Sözü daha fazla uzatmadan, İstanbul'un trafik sorununu hafifletmek için, şehre girişe bedel koymadan önce alınması gereken ‘‘iktisadi’’ tedbirleri sıralayım. Pek tabii, bu önerilerimin bırakın uygulanmasını, beğenilmesini dahi beklemiyorum.
* * *
1. Trafik polisi teşkilatına ve trafikle ilgili belediye görevlilerine verilecek birinci emir ‘‘arterlerde trafik akışını sağlayın’’ olacaktır.
2. Bu akışı sağlamanın en emin yöntemi, arter tanımına giren ana ve/veya ara yollarda araçların değil park etmesine, duraklamasına dahi izin vermemektir.
3. Üç şeritli bir ana yolun, park haline sokulmuş bir şeridini daha ulaşıma açmak, yol kapasitesini yüzde 50; iki şeritli bir ara arterde, ikinci şeridi hizmete sokmak, yolun taşıma kapasitesini yüzde 100 artırır. Araçların yol kenarına park etmeleri sırasında yaratılan, geriye doğru trafik şişmesinden kurtulmak da işin cabasıdır.
4. Yollarda görev ifa eden polislerin, trafik ışıklarının dibinde durup ışığın rolünü çalması, düdük çalarak veya el ve kollarını sallayarak, sürücülere ‘‘hızlanın’’ telkininde bulunması yasaktır.
5. Çekiciler, arızalı araçlar dışında hiçbir aracı çekmeyecek ve görev yapmadığı zamanlarda parkta bekleyecektir.
6. Polisin görevi, sürücüleri trafik kurallarına uymaya zorlamaktır. Bunun da yolu, kural ihlal edene ceza kesmek ve cezayı tahsil etmektir.
Son Söz: Her kural ihlalinde, fert kár; toplum zarar eder.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2003
<B>YAZILI</B>, görüntülü ve sözlü basının, kısaca medyanın mensupları olarak, şunu itiraf etmeye mecburuz ki; bu sektörde çok ciddi ahlak ve buna bağlı olarak gelişen temel bir iktisat sorunu var. Bunların üstüne gitmek, bizzat medya mensuplarının hem görevi, hem de sorumluluğudur. Çünkü medyayı kurtaracak başka bir güç yoktur. Medya (media), medyum (medium) kelimesinin çoğuludur. İki temel anlamı vardır, biri ‘‘aracı’’ diğeri ‘‘ortam’’dır. Bu iki anlam, aslında birbirini tamamlar. Medya, kurumların, toplumla; yönetilenlerin yönetenle veya yönetenlerin yönetilenlerle; mesaj vermek isteyenlerin, mesaj almaya ihtiyacı olanlarla; halkı uyarmak veya kandırmak isteyenlerin, uyarılmak veya kandırılmak isteyen halkla ve nihayet, insanların birbiriyle ilişki kurdukları ‘‘aracı ortam’’dır. Medya, kıyıda köşede kalmış cılız sesleri ve küçük resimleri büyüten ve onlara güç katan müthiş bir mekanizmadır. Eskilerin tabiriyle birçok olayın ‘‘şuyuu vukuundan beter’’dir. Yani şayia çıkması, kısaca yaygın bir şekilde duyulması, gerçekte olmasından çok daha kötüdür. ‘‘Medya, bir şayia mekanizmasıdır.’’ Bu sebeple, tehlikeli bir silahtır. Üstelik medya, sadece bir iktisadi faaliyet alanı değildir. Aynı zamanda demokratik istemin üzerine inşa edildiği (meclis, hükümet ve mahkemeler) üç kuvveti tamamlayan dördüncü erktir. Dolayısıyla medyanın ahlaki sorunları, siyasi rejimin sağlığı ile yakından ilgilidir.
* * *
Peki, deminden beri önemini vurgulamaya çalıştığım bu ahlaki sorun nereden kaynaklanmaktadır? Bu sorunun özü, medyanın ‘‘besleme’’ hale gelmesidir. Gazetelerin ve TV'lerin, yani kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmadan kısaca kár etmeden, patronlarının halktan çalıp, onlara verdikleri paralarla bu görevi yapmaktan hiç utanmayan kişilerce yönetilmesidir. İşin daha acı yönü, basının en önde gelen kalemlerinin bile ‘‘besleme yazar’’ olmayı içlerine sindirmiş olmalarıdır. Hatta bu yazarlar, ne var bunda, bütün dünyada işadamlarının gazete ve televizyonları var; bu her yerde böyledir diyecek kadar gaflet içindeler. Gelinen noktada, medyanın ahlaki zafiyeti, artık dışarıdan değil içeriden beslenmektedir. Toparlayım:
1. Kapitalist sistemde ahlaklı olmanın ilk şartı, başkalarının gönüllü olarak satın alacağı bir mal veya hizmeti bizzat üreterek veya bu üretimi yapan kuruluşta çalışarak geçimini temin etmektir.
2. Üretilen mal veya hizmetin piyasa fiyatı, o mal veya hizmetin tüm maliyetlerini karşılamaya yetmelidir. Eğer karşılamıyorsa, ya maliyetler düşürülmeli, ya fiyatlar artırılmalı, ya da her ikisi birden yapılmalıdır. Ama asla, banka içi boşaltılarak veya devlet (yani halk) soyularak yaratılan dolaylı veya dolaysız fonlarla, o kuruluş, mesela gazete veya TV kanalı yaşatılmamalıdır.
3. Patronu tarafından beslenen bir medya organı, bunun bedelini mutlaka öder. Hiçbir patron, spor olsun diye medya beslemez.
4. Holdinglerin, para kazanmak maksadıyla, medya sektörüne de yatırım yapmaları ahlaksızlık değildir. Ama bu sektöre, gazete ve yazarları kendine fedailik etsin diye girmek ahlaksızlıktır.
5. Her besleme medya, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir başka medya organının yaşam hakkını çalar.
Son Söz: Kötü medya,
iyi medyayı kovar.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2003
<B>HATIRLADIĞIM</B> kadarıyla matematikte, belirsizliği ortadan kaldırmak için <B>‘‘limit testi’’</B> diye bir işlem yapılır. Bu işlemde, denklemdeki bağımsız değişken sonsuza giderken, bağımlı değişkenin alacağı değer bulunurdu. Sosyal hayatta, bireysel bir davranış biçiminin doğru mu, yoksa yanlış mı olduğu konusunda, ortada bir ‘‘belirsizlik’’ varsa, yani bazılarına göre o davranış doğru, bazılarına göre yanlış ise, bunu ortadan kaldırmak için de 'toplumsal limit testi' kullanmak gerekir. Kısaca, o davranış biçiminin, herkesçe uygulanması halinde, toplum hayatının ne şekle gireceği bulunmaya çalışılır.
* * *
Şimdi, bu soyut yöntemi, somut bir örnekle anlatmaya çalışacağım. Geçen hafta sonunda gazetemizde, ünlü bir iş adamının her yere köpeğiyle gittiğine dair bir röportaj yayımlandı. Bu iş adamı, köpeğini fabrikasına da götürüyor ve sadece kendi yazıhanesinde onu yanıbaşında tutmakla kalmayıp, bütün toplantılara da sokuyormuş. Yine bu iş adamı, iş seyahatlerine köpeğiyle çıkıyor, kalacağı otele ve yemek yiyeceği lokantaya da köpeğini yanında görüyormuş. Röportajın genel havası ve gazetede yer aldığı sayfanın felsefesi icabı, iş adamının bı davranış biçimi ‘‘doğru’’ bulunuyordu. Halbuki bana göre bu davranış biçimi ‘‘yanlış’’ tır. Yani ortada bir belirsizlik var. Bu belirsizliği, limit testi uygulayarak birlikte ortadan kaldıralım. Bu örnek olayda, bağımsız değişken ‘‘bireysel davranışı biçimi’’, bağımlı değişken işe ‘‘toplumsal yaşam biçimi’’dir. Limit testine göre, köpeğini her yere, bürosuna, idare meclisi toplantısına, otel odasına ve hatta lokantaya götürme davranışını ‘‘herkesin uyguladığını’’ varsayacağız. Ortaya nasıl bir tablo çıkacağını birlikte tahayyül edelim. Mesela o iş adamının ofislerinde çalışan herkes, yani genel müdürden odacıya, özel sekreterden, özel şöföre kadar her ferd, kendi köpeğini işe bereberinde getirecek. İdare meclisi tolantısına on kişi katılıyorsa, toplantı salonunda on tane de köpek olacak. Diyelim kalkıldı lokantaya gidildi. O lokantaya her üye köpeğiyle birlikte gidecek. Lokanta salonunda elli kişi yemek yiyiyorsa, elli tane müşteri köpeği olacak. Hatta; kasiyerin, şef garsonun, garsonların, komilerin, ahçıların ve yamaklarının köpekleri de lokantada ve mutfakta dolaşacak. O iş adamının kaldığı otelde ikiyüz misafir kalıyorsa, ikiyüz de misafir köpek olacak. Pek tabii, personel de kendi köpeklerini işe getirecekler. Hocalar, derslere köpekle girecek, doktorlar hastalarını köpekleri yanlarında iken muayene edecek. Pek tabii, hastalar da muayeneye köpekleriyle birlikte gidecekler. Sıkıldınız değil mi? Öyleyse, limit testinin sonucunu hep birlikte açıklayalım. Bir iş adamının köpeğini, bürosuna, toplantısına, otele ve lokantaya götürmesi ‘‘YANLIŞ’’ bir davranış biçimidir. Bunu övmek ve sanki ortada bir marifet veya çok insani bir davranış biçimi varmış gibi göstermeye çalışmak da ‘‘YANLIŞ’’tır.
* * *
Canım sen de lafı çok uzattın. Tabii ki; hem herkesin köpeği yok, hem de her köpeği olan, onu her yere götüremez. Röportaja konu olan kişi, ünlü ve zengin bir iş adamıdır. O böyle davranabilir; ama herkes davranamaz diyebilirsiniz. Eğer düşünceniz bu yöne kayıyorsa, oturun ‘‘demokratlığı’’ bir daha düşünün. Sakın köpek sevgisi diye sergilenen bencil davranışlar, insanların aslında kendilerinde mevcut olmayan bir üstünlüğü, başkalarına köpek üzerinden dayatmak ve çevreyi aşağılamak için kullanılan bir böbürlenme olmasın.
Son Söz: İnsana saygısız köpek sevgisi, kendini beğenmişliktir.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2003
<B>AMERİKAN ‘‘AOL Time Warner’’ </B>şirketi 2002 yılı mali sonuçlarını açıklarken, 98.7 milyar dolar zararı <B>‘‘muhasebeleştirdiğini’’ </B>ilan etti. Önce size biraz bu şirket hakkında izahat vereyim. AOL Time Warner'ın yıllık cirosu 41.1 milyar dolar. Amortisman ve faiz ödemeleri hariç, yaptığı işlerden geçen yıl 9.1 milyar dolar para kazanmış. 4.1 milyar dolar da serbest nakit yaratmış. Borçlarının toplamı da 26.7 milyar dolar. Kısaca AOL, zararda değil kárda bir şirket. Önümüzdeki yıllarda borçlarını 20 milyar dolara düşürecek. Bu borç miktarı, şirketin EBİTDA kısaca ‘‘Nakit Faaliyet Kárı’’ rakamının 2.7 katı olacak. Daha sağlıklı bir finansman yapısına kavuşacak. Nereden bakarsak bakalım, şirketin işleri iyi ve daha da iyiye gideceğe benziyor. En azından yöneticiler böyle söylüyor.
Şimdi diyeceksiniz, madem şirketin işleri iyi gidiyor, öyleyse bu 98.7 milyar dolar zarar da neyin nesi? Bu zarar, bildiğimiz zararlardan değil. Yani şirketin 2002 giderlerinin, 2002 gelirlerinden fazla olmasından doğmuyor. Bu bir bilanço küçültme işlemi. Muhasebe defterlerine şişik değerle yazılmış aktifleri gerçek değerlere indirme operasyonu. Hatırlanacağı üzere bu şirket, bizim alışık olduğumuz deyimle ‘‘holding’’, birden fazla şirketin birleştirilmesi (merger) sonucunda oluştu. Birleşme sırasında bu holdingin içine konan şirketlerin değerleri, borsalar balon yaptığı için, gerçek değerinin katbekat fazla gösterildi. Amerika'da yürürlüğe giren yeni FAS (Financial Accounting Standards- Mali Muhasebe Kuralları) artık böyle palavraların bilançolardan ayıklanmasını emrediyor. AOL Time Warner da bu mevzuata uyarak, bilançosundaki aktiflerin değerini yaklaşık 100 milyar dolar düşürüyor. Olay bundan ibaret. Yoksa ortada 41 milyar ciro yapıp, 4.1 milyar lira serbest nakit akımı sağlamış bir şirketin, tek bir yılda 98.7 milyar dolar zarar etmesi gibi bir facia yok.
Bunu anladık diyelim. Peki bütün bu işlerden kim kazandı, kim kaybetti? Kazığı yiyen, şu sıralarda fiyatı 11 dolara gerilemiş bir hisseyi, birkaç yıl önce tanesi 98 dolardan satın almak gafletinde bulunanlar. Kazananlar da o tarihlerde ellerindeki hisseleri anormal yüksek fiyatlardan satıp nakte geçen büyük hissedarlar. Eğer burada gerçekten ‘‘mizansenli bir aldatma’’ varsa, servetini kaybetme şanssızlığına uğramış kişilerin dava açma hakları vardır diye düşünüyorum. Ancak işlemler borsa değerleri üzerinden yapıldığı için, zannedersem, kimse hakkında bir dava açılamayacak.
Gelelim bu olaydan çıkaracağımız derse: Bir şirketin piyasa (borsa) değeri, o şirketin para kazanma yeteneği ile doğru orantılı olmaya mecburdur. Para kazanmak için de önce ciro yapmak lazım gelir. Keser sapıyla ölçü alındığında, bir sanayi şirketinin piyasa değeri, cirosuna eşittir. Pek tabii, bu ne tek kıstastır ne de her vakada doğrudur. Şirketlerin piyasa değerini yaratan esas unsur, yukarıda da söylediğimiz ‘‘para kazanma yeteneği’’dir. Buradaki ilişkiye, ‘‘Fiyat/Kazanç’’ katsayısı deniyor. Bu katsayı, faizler artınca düşer; düşünce artar. Ama, 13'ten az, 25'ten yukarı olmamalıdır.
Son Söz: İneğin değeri, süt verimine bağlıdır.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2003
<B>ŞİRKETLERİN</B> veya benim tercih ettiğim sözcükle, firmaların bir kısmının batması, ekonomik hayatın bir gerçeğidir. Önce ‘‘firma’’ kelimesini niçin tercih ettiğimi açıklayım. Malum, şirket kelimesi Arapça ‘‘şirk’’ kökünden gelir. Şirkin bir türevi iştirak; bir diğeri de müşterektir. Demek ki, şirk kökükün anlamı, ortaklık etmek, katılmaktır. Ekonomi içinde yer alan iktisadi birimlerin sadece bir kısmı ‘‘ortaklık’’tır. Birçok iktisadi birim ‘‘tek kişi’’den oluşur. Büyük bir kısmının sahibi de devlet veya belediyelerdir; yani kamudur. Onlarda da bir iştirakten bahsedilemez. Firma kelimesi bu kuruluşların hepsini kapsar. Ben her iki kelimeyi de yazının daha iyi anlaşılması için ihtiyaca göre kullanmaya devam edeceğim.
Her ülkede her zaman bazı firmalar batar. Bir firmanın batması, zararlarının sermayesini aşması demektir. Pek tabii, iş bu raddeye gelmeden, firma sorumlularının veya denetleme mevkiinde olanların duruma müdahale etmesi ve icap ediyorsa, konuyu yargıya kadar götürmesi gerekir. Zaten kanunlar da bunu emreder. Batmaya doğru giden bir firmanın kötü hali, sadece sahiplerini değil, halkı da devleti de ilgilendirir. Çünkü batan firma yalnız kendine değil, tüm çevresine zarar verir. Bu çevreye, a) firmaya kredi vermiş bankalar, b) o firmayla iş yapan yan sanyiciler, bayiler veya ona rakip olan diğer tüccar ve sanayiciler, d) o firmanın tahvillerini almış bireysel yatırımcılar, e) orada çalışanlar f) nihayet vergi alacakları tehlikeye giren devlet girer. Son tahlilde bir ülkenin her ferdi, o ülkede faaliyet gösteren her firmanın ‘‘çıkar paydaşı’’dır. Çıkar paydaşları veya kısaca ‘‘paydaşlar’’ın (steakholders) içinde, pek tabii ‘‘hissedarlar’’ (shareholders) da vardır. Ama paydaşlık çok daha geniş bir kavramdır. Üstelik hissedarlık, gönüllü bir ilişki iken, çıkar paydaşlığı zorunlu bir ilişkidir. İşte bu yüzden ‘‘batan firmalar’’ meselesi, halkı doğrudan ilgilendirir. Bu bir kamu meselesidir.
Uzmanlık alanım ‘‘işletme/yönetme ekonomisi’’ (managerial economics) olduğu için, ben de lafı dönüp dolaştırıp iyi bildiğim konulara getiriyorum Siz de bu yüzden bu köşede bir sürü kár/zarar yazısı okuyorsunuz. Bu güne kadar daha çok, yönetim hataları ve/veya yolsuzluk-hırsızlık yüzünden firmaların neden ve nasıl battığı meselelerini irdeledim. Bunlara içsel sebepler diyebiliriz. Firmaların batmasında, bunların yanında, dışsal sebepler de etkilidir. Bunlara kısaca ‘‘çevre koşulları’’ diyebiliriz. Türkiye'de çok sayıda firmanın batmasının dışsal sebeplerinin en önemlileri şunlardır:
1) Kayıt dışılığın yaygınlığı yüzünden, kayıt içinde çalışan firmalar üzerine gelen anormal vergi yükleri.
2) Devletin, gitgide daha fazla borçlanma sarmalına girmesi yüzünden aşırı düzeylere çıkan reel faizler.
3) Sözde enflasyonu önlemek için döviz kurlarının sürekli baskı altında tutulması.
4) İdil rekabet ve kanun hakimiyeti ortamının tesis edilememesi.
Firmaların kendilerine çeki düzen vermeleri beklemek paydaşların hakkıdır. Ama bu olumsuz koşulları değiştirmek de, paydaşlar adına ülkeyi yöneten siyasetçilerin görevidir.
Son Söz : Paydaşlık, hem yetki hem sorumluluk demektir.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2003
<B>KİT</B>'lerin, (devletin, belediyelerin, özel idarelerin, kooperatiflerin ve kamusal vakıfların iktisadi işletmelerinin hepsini kastediyorum) halktan toplanan vergilerle oluşturulan <B>‘‘milli sermayeyi’’</B> kötü kullandığı bir gerçek. KİT'lerin sermayeden yemelesine rağmen, bir türlü batmamasının sebebi, dolaylı veya dolaysız yollarla halktan toplanan vergilerle, kamudan destek almalarıdır. Buna rağmen KİT'lerin kársız çalışarak, onlara tahsis edilen sermayeyi heder etmesi, halkın vicdanını hiç sızlatmaz. Çünkü, bu kuruluşların zarar etme pahasına ‘‘sosyal fayda’’ yarattıkları kabul edilir. Mesela Belediye'nin sahip olduğu halk ekmek fabrikasının, kár etmese bile, halka ucuz ekmek sağlayarak, sosyal bir görev yaptığı, dolayısıyla yaşatılması gerektiği, benimsenen bir görüştür. Bu bátıl inanca rağmen, KİT'lerin özelleştirilmesi fikri 1980'den sonra gelen her hükümet tarafından benimsenmiştir. Demek ki hükümetler, sosyal fayda yaratmanın, zarardaki kamusal şirketleri yaşatmayı haklı göstermeyeceği kanaatına ulaştı. Eğer bir ‘‘sosyal transfer’’ (yani zenginden fakire bir gelir aktarımı) şartsa, bunu bütçeye konan bir tahsisatla yapılması daha doğrudur diye düşünülüyor.
* * *
Özelleştirme fikrinin iktisatçılar arasında kabul görmesinin esas gerekçesi, ‘‘özel sektörün, kamu sektöründen daha verimli çalıştığı’’ varsayımıdır. Bu varsayım genel olarak doğrudur. Ama son yıllarda o kadar çok batık özel şirket ortaya dökülmüştür ki, artık bu varsayımı artık şüpheyle karşılamak gerekecektir. Öyleyse, özelleştirmede daha fazla mesafe almadan, özel sektöre kárlı çalışma becerisi ve ahlakının verilmesi meselesini halletmek lazımdır. Bu misyon bitirilmeden yapılmış ve yapılacak özelleştirmelerden, ülkeye bir hayır gelmemiştir ve gelemez. Olsa olsa ortaya, arsası yağmalanmış, yani hem içi boşaltılmış, hem de zararı büyümüş piç şirketler çıkar. Sonunda bunları devletleştirmek gerekir.
* * *
Bizim gözlemlerimize göre, zarar eden firmaların çoğunda rastlanan ortak zafiyet noktaları şunlardır. Bu şirketlerde:
1. Sermayenin getirisi, maliyetinden yüksek olmalıdır kavramı yok.
2. Operatif kár değil, spekülatif kár etme gayesi var.
3. Yüksek finansal kaldıraçlama kullanılıyor.
4. Kárlılıktan çok, büyümeye düşkünlük mevcut.
5. Odaklanma yok. Ne ürün, ne beceri, ne müşteri, ne teknoloji.
6. Örgüt yapıları karışık ve etkinliği düşük.
7. Kendi kendine yeterli, içe doğru büyüme saplantısı var.
8. Bilanço ve Gelir Tabloları gerçeği göstermiyor.
9. Böbürlenme, şişinme ve rakkam şişirme merakı var.
10. Borca sadakat zayıf, bankaya takmak mubah.
11. Yöneticiler için performans kriterleri yok.
12. Yönetişim, yani yönetimle, yönetim kurulu ve hissedar ilişkileri sakat.
13. Şirketin kár etmesi değil, patronun kár etmesi ana fikir.
14.Zarar eden şirket, sahip ve üst yöneticileri tarafından soyuluyor.
Son Söz: Şirketlerin sosyal sorumluluğu, önce kár etmektir.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2003
<B>ÇARŞAMBA</B> günkü yazıda, kamunun dış borçlarının <B>‘‘milletin’’,</B> yabancılara ödemesi gereken bir borç olduğunu, buna mukabil iç borçların <B>‘‘milletin birbirine’’</B> borcu olduğunu söylemiştik. Bunun anlamı şudur: Dış borçların geri ödenmesi, yani dış borç stokunun azaltılması sırasında, o ülkenin ‘‘harcanabilir milli geliri’’ düşer; halbuki iç borçların geri ödenmesi (iç borç stokunun azaltılması) sürecinde, harcanabilir milli gelir düşmez. Sadece, harcanabilir milli gelir dağılımı değişir. Borç stokunun azalması için, devletin faiz ödemeleri dahil, her tür harcamayı yaptıktan sonra ‘‘bütçe fazlası’’ vermesi gerekir. Borç stoku, ancak reel bütçe fazlasıyla düşürülür. Devlet, özellikle kayıtdışı işlemlerin yüksek olduğu ülkelerde, mesela Türkiye'de, vergilerin çoğunu ‘‘dolaylı’’ yollarla alır. Devlet gelirlerini artırmak isterse, mesela akaryakıta, elektriğe, telefona, içki ve sigaraya zam yapar. İthalde ve dahilde alınan KDV'yi artırır. Bu dolaylı vergilerden kimsenin kaçınması mümkün değildir. Yani bu vergileri milletin tamamı öder. Diğer taraftan devlet giderlerini kısmak isterse, öncelikle yatırım harcamalarını ve sosyal transferleri keser. Bu iki yolla elde edilen ‘‘bütçe fazlası’’ ile devlet, ödünç aldığından fazla itfa yaparsa, net olarak ‘‘fakirden zengine‘‘ bir para akımı yaratmış olur. İşte iç borç stokunu azaltmanın siyasilere zor gelen ekonomi politiği budur.
* * *
İç borç meselesi, geçmişe nazaran günümüzde daha da karışık hale gelmiştir. Kısaca, iç borçla dış borç birbirine karışmıştır. Bugünkü dış borç stokunun bir kısmı iç borçtur. Yani alacaklısı, Türkiye'de mukim Türklerdir. Hakeza, yıllarca iç borç olarak tasnif edilen kamu borcunun bir kısmı da aslında ‘‘dış borç’’tu. Yani alacaklısı, yabancı ülkelerde yerleşik yabancılardı. İç borç meselesini daha da karmaşık hale getiren ikinci husus, kamu borçlarının önemli bir kısmının geçmiş yıllardaki ‘‘faiz dışı bütçe açıklarından’’ doğmamış olmasıdır. Doğrudur; ortada bir ‘‘ilk günah’’ vardır. Ama, kamu borçları, ‘‘çok yüksek reel faizler’’ yüzünden büyük çapta kendi kendine üremiştir. Bunun sebebi de yıllarca Türkiye'ye hákim olan batıl bir iktisadi inançtır. Bu iktisadi anlayışa göre, kaçınılması gereken tek husus ‘‘devalüasyon’’dur. Yani Merkez Bankası, asla ve asla devalüasyona gitmemelidir. Bu saplantı, 1980'den önce DÇM (Dövize Çevrilebilir Mevduat-sıcak paranın Arapçası) belasını, 1989'dan sonra ortaya ‘‘dövizi tut, faizi sal’’ politikasıyla birlikte sıcak para illetini çıkarmıştır. İsterseniz bu itikada ‘‘haddi faiz yoktur, haddi döviz vardır’’ ilkesi diyelim. Bu ilke, zihinleri o kadar kilitlemiştir ki, 2000 Kasım'ından 2001 Şubat'ına kadar, zaman zaman yüzde 7000'e varan fahiş faizlere rağmen, Merkez Bankası çıpadır diye döviz fiyatını savunmayı sürdürmüştür. İşte bu tutum yüzünden, ‘‘sıcak para’’ Türkiye'yi avlak sahası bellemiş ve her zaman voli vurmuştur. Süper faizli iç borç káğıtlarına yatırım yapan sıcak para, elde ettiği süper faizlerle, çan çala çala gelen devalüasyonlardan önce, burnu bile kanamadan yurtdışına kaçacak zamanı bulmuştur. Onlar salim limanlarına geri dönmüş, geriye devasa bir iç borçla boğuşan zavallı bir ekonomi kalmıştır.
SON SÖZ: Haddi döviz yoktur, haddi faiz vardır.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2003
<B>KAMU </B>borçları, halen Türk ekonomisinin en önemli meselesidir. Kaba olarak, kamunun 70 milyar doları dış, 80 milyar doları iç olmak üzere 150 milyar dolar eşdeğerinde borcu var. Dolar, Euro'ya karşı değer kaybettiği için bu rakamı, 160 milyar dolar diye okuyabiliriz. Bu yıl, dış borçlara yaklaşık 6 milyar dolar, iç borçlara muhtemelen 12 milyar dolar reel faiz ödenecektir. Demek ki; kamunun toplam reel faz yükü, 2003 yılında 18 milyar dolar olacaktır. Şunu hemen belirteyim, yukarıda verdiğim rakamlar, hiçbir resmi raporda yer almaz. Niye yer almaz, hangi tarih itibarıyla doğru rakam nedir veya var olduğu farz olunan ‘‘tam doğru’’ rakam niçin yoktur, uzmanlar dışında kimsenin işine yaramayacak bir uzun bir tartışmadır. Buna kafayı takmayın.
* * *
Dış borç ile iç borcun çok önemli bir farkı vardır. Dış borç, bir ülkeyi ‘‘millet’’ olarak yabancılara karşı borçlu kılar. Buna karşılık iç borcun, ‘‘borçlusu’’ da, ‘‘alacaklısı’’ da aynı millettir. Yani iç borç ‘‘milli bir borç değil; milletin birbirine borcudur’’. Devam edelim: İç borcun borçlusu, milletin tümüdür. Ancak alacaklısı, milletin bir kısmıdır. Öncelikle, elinde devlet tahvili veya bonosu veya yatırım fonu veya repo belgesi olanlarla, son tahlilde bankada mevduatı bulunanlar, iç borcun ‘‘alacaklısı’’dır. Dinamik bir tahlilde, yurtiçinde menkul veya gayrimenkul serveti bulunan herkes, iç borcun alacaklısıdır. (Şimdilik bu son cümleyi unutun.)
* * *
‘‘Genel kabul görmüş iktisadi yanlışlara’’ göre, devletin bütçe açıklarını kapamak için, ‘‘iç borç’’ alması, gelecek nesillerin kazancını bugünden harcamaktır. Tabii böyle bir şey mantıken mümkün değildir. Gelecek nesiller, henüz gelecekteki gelirlerini kazanamadıklarına, diğer bir deyişle, önümüzdeki yılların milli geliri henüz yaratılmadığına göre, yaratılmayan bir değerin şimdiden tüketilmesi mümkün değildir. Siz hiç gelecek yıl yetişecek elmayı, bu yıldan yiyen insan gördünüz mü? Neyse.
* * *
Peki, kamunun iç borcu artarken, ekonomide ne olmaktadır? Olan şudur: Devlet bu yıl kazandığı paranın hepsini harcamayan vatandaşların, harcamadıkları gelirlerinin bir kısmına el koyup, gelirinden fazla harcamak isteyen vatandaşlara ‘‘transfer’’ etmektedir. Genellikle tasarruf sahipleri, hiç tasarruf etmeyenlerden daha fazla gelir ve servete sahiptir. Dolayısıyla, iç borcun arttığı yıllarda, ‘‘zenginlerden fakirlere’’ doğru bir para akımı olur. Eğer iç borçlarda artışın durdurulması ve hatta iç borç stokunun azaltılması cihetine gidilecekse, bu kez ‘‘fakirlerden zenginlere’’ doğru bir para akımı yaratmak gerekir. Gerçi iç borcun geri ödenmesinde, devletten alacaklı olanlardan da tahsilat yapılır. Ama net transfer ‘‘fakirlerden, tahvil bono sahiplerine-zenginlere’’ doğrudur. Kamu iç borçların, sadece Türkiye'de değil, hemen her ülkede, pratik olarak geri ödenmemesinin, yani borç stokunun artarak devam etmesinin ana sebebi budur. Eğer bir ülkede iç borçların reel faizi çok düşükse, mesela Amerika, Japonya ve Avrupa'da olduğu gibi yılda yüzde 2-3 arasındaysa ve o ülkelerin milli geliri bundan fazla artıyorsa, iç borçlara sonsuza kadar takla attırmanın, ne zorluğu ne de sakıncası vardır. (Bu konuya devam edeceğim.)
Son Söz: İç borç, milli gelirin yeniden dağıtımı sorunudur.
Yazının Devamını Oku