Ege Cansen

Net hata ve noksan

31 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE</B>’de yaşayan insanların bilinçaltında <B>‘döviz bitmesi’ </B>diye bir korku vardır. Gerçi bu korku, şimdilerde çok azalmıştır. Ama yine de bilinç altında bulunan bir korkunun, aniden bilinç üstüne çıkıp, bir panik atak yaratması ihtimali vardır. Pek tabii, panik atak da geçicidir. Ataktan bir süre sonra, ‘overshoot’ eden, yani aşırı değerlenen döviz, tekrar olması gereken fiyata ve hatta daha da aşağılara iner. Uzun vadede, bir para biriminin fiyatının ‘normal’ düzeyde teşekkül edeceği kesindir. Normal düzey veya isterseniz ‘gerçekçi kur’ diyelim, o ülkeye giren ve çıkan döviz miktarını eşitleyen fiyat demektir. Acaba, Türk Lirası’nın son kırk yıldır sürekli, aşırı değerli olduğu iddia edilebilir mi? Hayır, edilemez. Sürekli aşırı değerlenme vardır, bunun kanıtı da artan dış borç stokudur demek de mümkün değildir. Mesela, kırk yılda Türkiye’de yerleşik kişilerin yurt dışında önemli birikimleri oluşmuştur. Muhtemelen artan dış borç stoku ile yurt dışında tutulan veya Türkiye’ye kredi olarak geri dönen bireysel tasarrufların toplamı bu stoka yakındır. Dolayısıyla, kırk yıllık bir devrede, Türkiye’nin kümülatif olarak, önemsenecek bir cari işlem açığı teşekkül etmiş olamaz demek, yanlış değildir. Ancak, bu ifade doğru bile olsa, bu ülkede bir daha döviz buhranı olmaz da denemez. Bundan önce döviz krizleri çıkmışsa bundan sonra da çıkabilir. Kriz, derin veya sığ olabilir; krizden çabuk veya geç çıkılabilir. Ama bir kriz olabilir.

* * *

Bu genellemeden sonra, gelelim günümüzün somut gerçeğine. Son beş aylık ‘Ödemeler Dengesi’ tablosu, cari işlem açıklarının ciddi şekilde arttığını göstermektedir. Böyle bir açığın sürdürülmesi mümkün değildir. Bunun da çaresi, ne bütçe fazlasını vererek ne de faizleri arttırarak iç talebi frenlemeye çalışmak değildir. Hakeza, sonbaharda Avrupa Birliği’nden giriş sözü alınması sonucu, Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye akımının başlaması da bu dengesizliği ortadan kaldırmaz. Olsa olsa krizi erteleyip, büyütür. Bu çarpıklığı ortadan kaldıracak tek şey TL’nin devalüe olmasıdır. Söz konusu para TL değil, ABD doları olsa da çare aynıdır. Yani, döviz fiyatlarının, enflasyondan hızlı artmasıdır.

Ancak burada çok kritik bir soru var. Acaba, ‘Cari İşlem Açığı’ tabloda görüldüğü kadar büyük mü? Gerçek cari işlem açığını bulmak için, buna ‘Net Hat ve Noksan’ rakamını eklemek gerekmez mi? Net hata ve noksan denilen sayı, döviz akım hesapları (cari işlemler) ile stok değişmeleri (sermaye hareketleri) arasındaki eşitsizliği gideren ‘yapay’ bir sayıdır. Adı üzerinde, hesaplarda yapılan hataların ve hesaba alınmayanların, yani noksanların toplamıdır. (Net, artılar ve eksilerin bakiyesi demek.) ‘Net hata ve noksan’ hem cari işlemlerden, hem de sermaye hareketlerinden kaynaklanır. Burada kritik olan husus, bunun ne kadarının cari işlemlerden, ne kadarının sermaye hareketlerinden oluştuğunu kestirebilmektir. Eğer, korktuğumuz cari işlem açığını, korkulmayacak seviyeye indiren ‘hata ve noksan’lar kayıt dışı ihracat ve turizm gelirlerinden meydana geliyorsa, mesele yoktur. Eğer bu ‘hata ve noksan’ bir stok değişimiyse, yani geldiği gibi gidecek bir ‘sıcak para’ cinsi sermaye hareketiyse, o zaman ortada gerçekten bir sorun vardır.

Son Söz: Bilinmeyen sebep, kötü yorumlanır.
Yazının Devamını Oku

Sayılar yalan söylemez

28 Temmuz 2004
<B>PAZARTESİ</B> günkü Hürriyet’tin ekonomi bölümünde, değerli <B>‘köşedaşım’ Ercan Kumcu, ‘Enflasyonun yarattığı hantallık azalıyor’</B> başlıklı makalesinde, krizden bu yana Türkiye’nin ihracatta rekabet gücünü arttıran değişimleri özetlemekteydi.Kumcu, yazısında "hem reel ücretlerin son iki yılda yüzde 25 düşmesi, hem de yine son iki yıldaki verimlilik artışının yüzde 17’ye varması’ sonucunda ‘üretimde birim başına işgücü maliyeti, son iki yıl içinde yüzde 46 azalmıştır’ diyordu.

Ercan Bey'in yazısının bulunduğu sayfanın sağ köşesinde ise ‘İşgücü maliyet artışında dünya ikincisi olduk’ başlıklı imzasız bir haber yer alıyordu. (Sırası gelmişken ifade edeyim: Tamamı başka bir kaynaktan aktarma bile olsa, ekonomi haberi yazan her gazetecinin adının, yazının başında veya sonunda yer alması gerekir.) Haberde, Uluslararası Yönetim Geliştirme Merkezi’nin (IMD) 2003 Dünya Rekabet Yıllığı’nda yer alan bilgilere göre ‘57 ülke içinde işgücü maliyet artışında, Rusya % 35’le birinci, Türkiye % 19,63’le (ölçümdeki hassasiyete hayran kalmamak mümkün değil, neyse) ikinci oldu’ deniyordu. Haberin son paragrafında ise aynen şöyle yazıyordu: ‘İşçilik maliyetindeki hızlı artışlarÖ’ (yani, Ercan Bey'in yazdığının tam tersi) rekabet gücünü azaltmaktadır.

* * *

Gerek Ercan Bey, gerekse IMD Türkiye’de yayımlanan resmi bilgilere dayanarak makale veya rapor yazıyor. Demek ki, Türkiye’de işçilik maliyetinin hem azaldığı hem de arttığı resmi kaynaklardan yararlanarak hesaplanıyor. Mantıken, böyle bir zıtlığın olması mümkün değil. Öyleyse bunun açıklaması olmalı: Birincisi, Ercan Bey, işçinin eline geçen rakkamı kullanıyor. IMD brüt işçilik maliyetini. İkincisi, Ercan Bey hesapları TL ile yapıyor. IMD ise uluslararası bir karşılaştırma cetveli hazırladığına göre, yerel parayla yapılan ulusal hesapları dövize dönüştürüyor. Farkın iki önemli nedeni bunlardır. Ayrıca Ercan Bey, ‘son iki yılda’ demekte ve muhtemelen 1 Ocak 2002 ile 31 Aralık 2003 arasını kastetmektedir. IMD’nin raporu ise bir yıllıktır. Kapsadığı devre ya, 2003 ya da 2002 takvim yılıdır. Hatırlanacağı üzere, hem 2002’de hem de 2003’de TL yabancı paralar karşısında değer kazandı. Bu bakımdan, dolarlı ölçümlerde maliyetin arttığı, TL ölçümlerde azaldığı şeklinde bir sonuca varmak matematiksel bir burkulma. Zaten farklı para birimleriyle yapılan ölçümlerin birbirini tuttuğu çok nádirdir. Nitekim dilimizden düşmeyen ‘Kamu Borçlarının, Milli Gelire Oranı’nın yüzde kaç olduğu ve son yıllarda nasıl değiştiği tam bir muammadır. Bırakın kamu borcunun net mi (yani, kamunun, kamuya borçlarını düşerek) yoksa brüt mü alınması gerekir tartışmasını, son dört yılda ‘Borç Stoku’ ve ‘Milli Gelir’, TL veya dolarla hesaplanıp birbirine oranlanırsa, ortaya bambaşka yüzdeler çıkmaktadır. Hele hele, milli geliri dolara dönüştürmek için, yıl içi ortalama kuru yerine, yıl sonu kurunu kullanmak, çok ciddi yüzde farkları yaratmaktadır.

Bütün bunları niye yazdım? Ekonomideki gidişatı anlamak ve okurlara doğru anlatmak görevini yüksenmiş olanların işi gerçekten zor. Allah, okuduğundan anlam çıkarmaya çalışan okurlara kolaylık versin.

Son Söz: Sayılar da yalan söyler.
Yazının Devamını Oku

Bedava yoktur

24 Temmuz 2004
<B>ÖZELLİKLE </B>belediye başkanları ile bazı kamu yöneticileri veya sırtını kamuya dayamış kooperatifçiler, belli yatırımları çok ucuza ve hatta bedavaya mal ettiklerini iddia ederler. Bedavaya getirdim tezini, bugün masaya yatırmak istiyorum. Çünkü milletvekilleri için kurulan yapı kooperatifi hikáyesinden yine böyle bir ‘bedavaya getirme’ kokusu alıyorum.

* * *

Bedavaya getirme yönteminin esası, kamuya ait bir hakkı veya mülkiyeti, özel bir kişiye (firmaya) transfer ederek buradan üyelerine rant aktarmaktır. Bunların çoğu, arsa rantlarıdır. Diyelim İstanbul’da Şişli veya Ankara’da Çankaya belediye başkanısınız. İlçeniz dahilinde çok yüksek arsa fiyatı olan belli bir caddede imar katsayısı 2. Yani 1000 metrekare arsaya 2000 metrekare kullanım alanı olan bina yapmaya müsaade var.

Arsa sahibi, 400 metrekareye basan 5 katlı bir bina yaparsa, 2000 metrekare satılabilir kapalı mekán elde etmiş olacak. Arsa sahibi müteahhit, şöyle bir proje teklifiyle başkanlığa müracaat ediyor. Veya belediye başkanı bu teklifi müteahhide kendisi yapıyor. Belediye, söz konusu arsaya, taban alanı değişmeden, 5 kat yerine 10 kat inşa etme izni verecek. Yani imar katsayısı 4’e çıkacak.

Allah’ın göğü bitmedi ya! Buna karşılık, belediyeye ait dökülen bir dispanser binası onarılacak ve oraya bir MR cihazı konulacak. Soru gayet basit: Eğer bu proje hayata geçirilirse, dispanserin onarımı ve MR cihazı bedavaya mı gelmiş olacaktır? Genel kabul görmüş yanlışa göre cevap, evettir. Çünkü belediyenin kasasından tek bir kuruş dahi çıkmadan hem dispanser onarılmış, hem de MR cihazı alınmış olacaktır. Dolayısıyla bedavadır.

* * *

Bu yöntem yerine inşaatı yapacak müteahhit, ilave olarak inşa edeceği 5 katta beheri 200 metrekarelik ultra lüks 10 dairenin satış bedelinin yarısını (mesela 2 milyon doları) belediyenin bir vakfına bağışlama şartıyla izin alsa ve bu 2 milyon dolarla belediye, bedeli mukabilinde başka bir inşaatçıya dispanseri onartsa ve MR cihazını da yine para verip alsa, yine yapılan iş bedavaya mı gelmiş olacak? Para ödendiğine göre cevap hayır.

* * *

Şimdi gelelim hazineden tahsis edilen veya mevzii imar planı henüz yapılmamış özel araziler üzerine çok ucuza ve hatta ‘bedavaya’ inşaat yapma formülüne. Önce 1000 üyeli bir sosyal konut kooperatifi kurun. Bu kooperatif için, Hazine’den makul(?) bir bedel mukabilinde bir arazi tahsisi isteyin.

Her bahçeli konut için bir dönüm hesabıyla 1000 dönüm araziyi alın. Arazinin yüzde 40’ını yol ve sosyal alan olarak ayırın; kalanını 600’er metrekarelik müstakil parsellere bölün. Gerekli inşaat iznini alın. Temel atıldıktan hemen sonra bir proje tadilatı yaparak müstakil evleri ikiz villa haline getirip yapılacak konut sayısını 2000’e çıkarın. Ayrıca caddeye bakan sosyal alanın içine 25’er katlı iki blok apartman inşa izni alın.

Projenizi bu yeni haliyle, kat karşılığı bir müteahhide teklif edin. Emin olun üyeleriniz evlerine, ya çok ucuza ya da bedavaya sahip olacaktır. Onlar da bu siteye hem sizin adınızı verirler, hem de mekánınızın cennet olması için her gün dua ederler. Böylece siz de, hem dünyada mekán, hem de ahrette iman işini halletmiş olursunuz.

Son Söz: Yapana maliyeti olan, alana bedava gelmez.
Yazının Devamını Oku

Vergi ve idaresi

21 Temmuz 2004
<B>KAPİTALİST,</B> yani serbest pazar sisteminde, <B>‘ekonominin yönetimi’</B> denince, aslında iki şey kastedilir. Birincisi <B>‘maliye’</B>nin, diğeri <B>‘para’</B>nın idaresidir. Maliye politikasının amacı, en geniş anlamda devlet bütçesinin denk olmasını temindir. Burada denkliği, kamu gelirlerinin kamu harcamalarına mutlak eşitliği şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim, Avrupa Birliği mali kriterleri, üye devletlerin, milli gelirlerinin yüzde 3’ü dolayında bütçe açığına izin vermektedir. Bu da bir bakıma denk bütçe demektir. Bir ülkenin maliye politikasını ‘Maliye Bakanlığı’ yürütür. Ekonominin yönetiminde diğer ayak, para politikasıdır. Bunu da Merkez Bankası idare eder. 1980’lerden sonra, ekonominin parasal yönü, reel yönüne göre daha popüler oldu. Bu yüzden, ülkelerin ekonomisi, merkez bankası başkanlarından sorulur gibi bir kanaat var. Nitekim, çok az kimse Amerikan Maliye Bakanı’nın adını bilirken, herkes Amerikan Merkez Bankası (FED) başkanı Greenspan’i tanımaktadır.

* * *

Ekonomi yönetimi açısından asıl önemli olan maliye politikasıdır. Maliye, iki bölümden oluşur. Birinci bölüm ‘gelirler’in ikinci bölüm ‘giderler’in idaresidir. Gelir idaresi daha önemlidir. Bu yüzden maliye bakanlığı denince, akla gelir toplama yani ‘vergi’ gelir. Vergi denince de kuşkusuz ‘vergi denetimi’. Kamuda maliyecilik, ‘finansmancılık’ değildir. Nitekim ülkemizde maliyeci kelimesiyle kastedilen de vergi uzmanlığıdır.

* * *

Ekonomiyi yönetmenin zor yanının, bütçe denkliğini sağlama, bu denkliği sağlamanın güç yanının da devlete gelir sağlama, yani ‘vergi toplama’ olduğunu vurgulamış olduk. Ekonomiyi yönetmenin en zor yanını üstlenmiş olan teşkilat şimdi ‘Gelirler Dairesi Başkanlığı’ adı altında yeniden örgütlenmektedir. Bu amaçla yoğun çalışmalar yapılmış bulunuyor. Esasen vergi ve idaresi, Osmanlı’dan beri en çok incelenen, en çok yabancı uzmana başvurulan ve en çok reform edilen devlet işidir. Bu seferki çalışmalar da, bazı tabular hálá yıkılamadığı için tıkanmış durumda. Bu tabulardan birincisi; bürokrasinin, devleti hükümete rağmen yönetme arzusudur. Bürokraside inanılmaz derinlikte bir ‘özerkleşme’ tutkusu var. Bunun gerekçesi olarak da ‘siyasi baskılardan korunmayı’ öne çıkarıyorlar. Siyaset bu bağlamda, devletin uzun vadeli yüksek çıkarlarına ters düşen kötü ve çirkin bir etkileme anlamına geliyor. İkinci tabu ise bürokrasideki kast düzeni ve unvan rantlarının korunması. Hal böyle olunca, ortaya bir türlü yalın, etkin ve demokratik bir örgüt modeli konamıyor. Mesela, vergi denetimi halen ‘maliye müfettişleri’, ‘hesap uzmanları’, ‘gelirler kontrolörleri’ ve ‘vergi denetmenleri’ tarafından yapılıyor. Yalın bir örgüt modelinde, vergi denetiminin tek bir çatı altında toplanması gerekir. Böylece, eldeki elemanlar arasında en etkin iş bölümü yapılabilir. Ayrıca en alt rütbeden mesleğe giren bir kişinin, gerekli sınavları geçerek en üst unvana ulaşması imkán dahiline girer. Bu, hem mevcut çalışanların motivasyonunu, hem de memurluğun cazibesini artırır. Vergi denetimi yapan birimlerin arasına duvarlar örmek, verimsizlik inşa etmektir. Reform için ‘sıfır bazlı’ düşünmek gerek.

Son Söz: Gelecek, geçmişe ipotekli olamaz.
Yazının Devamını Oku

Centilmenlik bozuldu

17 Temmuz 2004
<B>ÇARŞAMBA</B> günkü Hürriyet’in ekonomi sayfalarında şöyle bir haber vardı. <B>‘BAT (British American Tobacco-yabancı semayeli bir sigara şirketi)’ın yaptığı indirimin ardından, sektördeki </B>‘Tekel’in altına inilmeyecek' <B>geleneği bozuldu.</B>BAT’ın indirimi, ilk defa Samsun 216 Box’un paket fiyatının altına fiyatla Viceroy ve Pall Mall gibi iki markanın satılmasına neden oldu. Bu gelişme üzerine Tekel Genel Müdürü Sezai Ensari, yaptığı açıklamada ‘Sigara pazarında centilmenlik bozuldu’ dedi.’ İşte size dört dörtlük bir ‘suç itirafı’. Fiiliyatta sıkça rastlansa da, rekabet hukukuna göre firmalar, aralarında fiyat anlaşması yapamaz. Bu kabil anlaşmalar, İslam’da şirk ne ise, serbest pazar ekonomisinde o denli ağır bir günahtır. Serbest pazar ekonomisinin ‘ahlákó’ veya moda değişiyle ‘etik’ kuralları diye birşey varsa, bunun birinci maddesi fiyat anlaşmaları yapmamaktır. Çünkü bu kabil anlaşmalar, fiyat mekanizmasının kilitlenmesine, dolayısıyla, serbest pazar ekonomisinin, sosyalist sisteme göre en üstün yanı olan ‘kaynakların daha iyi tahsisi’ işlevini yapamamasına sebep olur. Gelelim centilmenlik kelimesine. Genel Müdürün kullandığı bağlamda buna ‘centilmenlik anlaşması’ denir. İş hayatında ‘gentlemen’s agreement’ yazılı hale getirilmesi, yasalara göre suç kanıtı oluşturacağı için, sözlü ve gizli olarak yapılan anlaşma demektir. Bunun beyefendilikle ilgisi yoktur.

* * *

Geçen ay içinde, benim de geçmişte sorumlu postlarında bulunduğum Koç ile Doğuş gibi Türkiye’nin en gözde iki grubu, birer ‘IPO’ yani halka açılma işlemi yaptı. Her iki grup da bu girişimlerini, geniş reklam kampanyalarıyla halka duyurdular. Serbest pazar ekonomisinin etik kurallarına göre halka açılmalar ‘reklám’ edilemez. Halka açılmalar, gayet soğuk bir şekilde ve sadece yazılı basında ve çok kısıtlı bir şekilde ‘ilán’ edilir. Bu duyurular yalnız denetlenmiş máli bilgiler içerir. Duyuru metninde ‘almayı teşvik eden’ tek bir kelimeye yer verilemez. Bu ilánlar, TV’de ve popüler günlük gazetelerde yer almaz. Alsa alsa, ekonomi gazetelerinde ve dergilerinde alır. Çoğu zaman da kampanya bittikten sonra ‘as matter of record only’, yani ‘sadece kayıtlara geçsin diye’ yayınlanmıştır ibaresiyle biter. Gerek bu grupların yöneticileri, gerekse kendilerine bu konuda yardımcı olan aracı kurumların uzmanları, Batı’da yetişmiş ve oralarda uzun süre çalışmış kişilerdir. Acaba bugüne kadar, Batı’da her yıl yüzlercesi yapılan halka açılmalar içinde, TV’de ve popüler basında ‘reklám’ edilerek icra edilen kaç kampanya yönettiler, icrada görev aldılar veya gördüler? Niçin aynı kurallara bu ülkede uymuyorlar?

* * *

İnsanlar, yazılı olsun veya olmasın, hukuk ve etik kurallara uymayı bir‘hayır-hasenat’ işi, yani fedakarlık olarak algılıyor. Ne kadar çok kurala uymazsa o kadar çok kár edeceğini, kurallara ne kadar uyarsa, o kadar çok zarar edeceğini düşünüyor. Bu, araba kullanmaktan, inşaat yapmaya; halka açılmaktan, ürün fiyatı saptamaya kadar böyle. Çok dar çerçevede fayda-maliyet analizi yapılınca bu düşünce doğru olabilir. Ama çerçeveyi biraz genişletince, kurallara uymamakla, binilen dalın kesildiği anlaşılır.

Son Söz: Etik kural, makro ekonomi için doğru olandır.
Yazının Devamını Oku

Yeni Bankacılık Yasası

14 Temmuz 2004
<B>YENİ</B> Bankacılık Yasası, veya yeni adıyla <B>‘Kredi Kuruluşları Kanunu’</B> kamuoyunda tartışmaya açıldı. Türk Hukukçu Kadınlar Derneği, bu yasayı tartışmak üzere, geçen hafta bir toplantı tertip etmişti. Bu toplantıda, önce BDDK Başkanı Tevfik Bilgin, bir tanıtım sunuşu yaptı. Sonra ticaret ve bankacılık hukuku profesörü Ünal Tekinalp, taslağı değerlendirdi. Toplantının ikinci bölümünde ceza hukuku profesörü Duygun Yarsuvat, ceza hukuku açısından, anayasa hukuku profesörü Celal Erkut da anayasa ve idare hukuku açısından, yasa taslağını irdelediler. En son kunuşmacı olarak ben de ‘İktisat, hukuktan ne bekler?’ başlıklı kısa bir sunuş yaptım. Kendi sunuşumu bir başka yazıda anlatacağım. Yarsuvat hoca, Türkiye’nin bir komployla karşı karşıya olduğunu ve bazı güçlerin Türkiye’de, Türklerin sahip olduğu banka kalmaması için çalıştığından şüphe ettiğini söyledi. Yaşanan banka felaketinin, makro ekonominin kötü yönetilmesinden kaynaklandığını söyleyerek, bankacılara verilen ve verilmek istenen cezalara şiddetle karşı çıktı.

* * *

Aşağıda Tekinalp hocanın bu yasayla ilgili olarak yaptığı önemli tespitlerle bu tespitlere ilişkin benim yorumlarımı bulacaksınız.

1. Yasa, zora düşen bankaların bundan sonra da Fon’a (yani Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na) alınmasını adeta kurumsallaştırıyor. Tekinalp, bu düzenlemeyi son derece sakıncalı buluyor. 1995’ten sonra iflas eden bankaların ‘tasfiye’ edilmesi gerekirken, bunları Fon’a alınması, ülke ekonomisinin başına musallat olmuş bir beladır. Bu uygulama artık bitmeli ve yerine İcra İflas Kanunu'na göre tasfiye süreci başlatılmalıdır.

2. Zora giren ve sonunda iflas kertesine gelen şirketlerini ve bankalarını tasfiye edemeyen bir ekonomin, bizzat kendisinin zora gireceği açıktır. Tasfiye tedrici olarak yapılabilir. Ancak, serbest pazar ekonomisinde iflası ve tasfiyeyi ortadan kaldırmak yaşamsal bir yanlıştır.

3. Fon, ne bir yönetim şirketidir ne de varlık tasfiye eden bir icra dairesi. Batık bankaları Fon’a almak ve ondan bu bankaları rehabilite etmesini beklemek yanlıştır. Fon, bunu başaramayacağı gibi, bunlarla uğraştıkça, esas görevi olan ‘mevduatı sigorta etmek’ten de uzaklaşır.

4. Hakeza BDDK’nın batık banka yönetimi veya bunların varlıklarının tasfiye edilmesiyle bir ilgisi olamaz ve olmamalıdır. BDDK, adıyla uyumlu olarak bankacılık sektörünü düzenlemeli ve denetlemeldir. BDDK’ya bunun dışında roller vermek, bu kurumu yıpratır.

5. Bu yasa, banka yönetim kurulu üyesi olacaklardan ‘biyonik adam’ olmasını beklemektedir. Bu biyonik üyeler, her gün, her şubede, yapılan her işlemden haberdar olacak ve hiç bir suiistimale meydan vermeyecektir. Aksi takdirde her türlü cezaya çarptırılmaları caizdir. Yönetim kurulu üyelerinine verilecek cezaları arttırarak bankacılık meselelerine çözüm bulunamaz.

6. Bu yasa, Türkiye bankacılığının en büyük yapısal sakatlığı olan ‘Grup Bankacılığı’ ve ‘Banka İştirakleri’ meselesinin üzerine gitmekten kaçmıştır. Mevcut sakat yapılaşma devam ettiği sürece, bu sektörün başı beladan kurtulmayacak ve ekonomideki işlevini yapamayacaktır.

Son Söz: İktisaden yanlış kurumlar, hukuken doğru düzenlemez.
Yazının Devamını Oku

Modern vahşet

10 Temmuz 2004
<B>VAHŞET</B>, bencilliktir. Vahşi hayatta, canlıların, can beslemek, canını korumak ve soyunu sürdürmek için elinden geleni ardına koymama kuralı geçerlidir. Bu bağlamda bir canlının, bazan yakınlarıyla işbirliği halinde, ama gerekirse onlara karşı dahi eylem koyarak, ama her halükárda, kendi cancağızı için, cánán da dahil, kendisi dışında kalan tüm canlıların hayat hakkını hiçe saydığı görülür. Bu davranışta bizatihi bir kötülük yoktur. Gırtlağını dişleyerek öldürdüğü ceylanı yerken, sırasını beklemeyen kendi yavrusuna bile pençe atarak öldüren aslan, bunu sadece can beslemek için yapmaktadır. Böyle davrandı diye aslana ‘vahşi’ denilebilir, ama ‘kötü’ denemez. Bu yaşam tarzı, kendi içinde bir düzendir. Başa türlü olamadığı için böyle olmuştur. Belki de bu sayede, yabanıl yaşam yok olmamıştır. Ama, bu medeniyet değildir. Bu düzen, insan toplumları için geçersizdir.

* * *

Hocam Fuat Çobanoğlu’nun özdeyişiyle ‘medeniyet, üçüncü şahısların hakkına saygıdır’. Sadece birinci tekil şahsın hak ve menfaatını savunmak olan ‘bencillik’ yani ‘vahşet’le, medeniyet arasında bir ara durak vardır. Buna da ‘yarı vahşet’ veya ‘yarı medeniyet’ denir. Yarı medeni insanlar, birinci ve ikinci şahısların hak ve menfaatını savunur. Yáni, kendinin ve yakın çevresinin. Az gelişmiş ülkelerde ‘yarı vahşi / yarı medeni’ bir düzen vardır. Hak ve menfaat savunması, önce ben, sonra ailem, sonra hemşerilerim ve en sonunda milletim olarak sıralanır. Bu sıralamayı, bir dış düşmana karşı ülkeyi savunmakta, kişilerin gösterdiği vatanseverliği ve bu uğurda canını dahi feda etmekten kaçınmamasıyla karıştırmamak gerekir. O, ‘ben’ yani birinci tekil şahısla, ‘biz’ yani birinci çoğul şahsın üstüste çakıştığı olağanüstü bir durumudur. Herkesi de kapsamaz. Olağanüstü durum biter bitmez, ‘ben’ ile ‘biz’ tekrar ayrışır.

* * *

Bir toplumun medeniyet sıralamasında nerede olduğunu gösteren iki pratik kriter vardır. Bunlar, imar ve trafik düzenidir. Bu kriterlere göre Türkiye tam anlamıyla ‘yarı medeni’ bir ülkedir. Toplumu teşkil eden bireyler, sular seller gibi İngilizce konuşsalar, iki üniversite bitirmiş olsalar ve eni konu varlıklı hale gelmiş olsalar bile, eğer bencil davranışlarını inatla sürdürüyorlarda bu, modern vahşettir. Bu vahşet, kullanılan otomobillerin beygir güçleri ve tekerlek çapları büyüdükçe artar bile. Trafik düzeninde kendini sergileyen vahşetten daha elim ve vahim olanı, imar vahşetidir. İçtenlikle istenirse, trafik vahşeti, Türkiye’de altı ayda ortadan kalkar. Ama ne kadar istenirse istensin, imar vahşeti 20 yıldan önce ortadan kalkmaz. 20 yıl dememin sebebi, bina değerlerinin bu sürede, yıllık yüzde 5 amortismanla sıfıra inmesinin mümkün olmasındandır.

* * *

Türkiye’de modern vahşetinin sona ereceği ve milletimin tam medeniyet düzenine yöneleceği ümitlerimi kaybetmişken, Başbakan Erdoğan’nın imar sorununa da el attığını gazetelerden okudum. Çok, ama çok sevindim. Bu zor uğraşın yolu ve yönteminde yöneticilerle tam anlaşamayabilirim. Ama hükümet ve belediyeler bu yolda bir irade sergilemeye karar vermişlerse, ben de onların bir neferi olarak çalışmaya gönüllüyüm. Elimden gelen her desteği kendilerine veririm.

Son Söz: Medeniler, en az modern vahşiler kadar cesur olmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Küreselleşmenin yerel etkileri

7 Temmuz 2004
<B>BAZAN</B> içinde yaşadığı değişimi algılıyamıyor ve eski kalıplarla düşünmeye devam ediyoruz. Derken karşımıza (o çok yalnış konuşma tarzıyla) <B>‘mantıki’</B> açıklamasının bir türlü yapılamadığı tablolar çıkıyor. Önce neden bahsettiğime dair, birbiriyle ilintili iki örnek vereyim. Sonra genel çözümlemeye geçeriz. Birinci örnek şu: Döviz kurlarının sürekli aşağı gitmesine rağmen, ihracat sürekli yukarı gidiyor. İhracat yapan firmaların katma değer maliyetlerinin, (yani işçilik, faiz, kira ve kár) enflasyon kadar artmış olması gerekir. Buna mukabil, ihraç ettikleri ürünlerde (döviz cinsinden yaptıkları zamları hesaba katsak bile) birim başına satış gelirleri TL cinsinden düşüyor. Bu tabloya bakıp, biri yukarı, diğeri aşağı giden bu eğri, bir noktada kesişecek ve firmalar zarar eder hale geleceği için de ihracat artışı duracak demek ‘mantıki’ bir çıkarımdır. Aylar ayları kovalıyor ve bu öngörü gerçekleşmiyor. Gelelim ikinci örneğe. Mademki firmalar daha çok ihracat için kapasitelerini kullanıyor ve mademki bu işten kár etmiyor, maksimum kapasite kullanımına erişip, birim başına sabit maliyetleri minimuma indirdikten sonra yeni kapasite arışına gitmezler. Kaldıki, kár etmediklerinden zaten yeni yatırım yapacak özkaynak yaratamıyorlar. Üstelik Türkiye’de reel faizler hiç bir rasyonel sanayicinin kabul edemeyeceği kadar yüksek. Bu yüksek finansman maliyetleriyle kim kredi alıp da yatırım yapar allahaşkına? Yatırımlar durmuştur; durum vahimdir! İstatiksel veriler, bu öngörüyü de doğrulamıyor. 2004’ün ilk üç ayında, özel sektör geçen yıldan yüzde 41.5 daha fazla, toplam 7.4 katrilyon TL'lik yatırım yapıyor. Bu yatırımların yüzde 56’sı makine ve teçhizat, yüzde 44’ü bina. Buna ne diyeceğiz şimdi? Türk sanayicisi vatanını ve milletini sevdiği için, kár-zarar demiyor ‘daş üstüne daş’ koyuyor mu? Yok mu bunun iktisadi bir açıklaması?

* * *

Ben, böyle bir durumla karşılaştığımda hemen kendime şunu söylerim: Sakın ha, ‘bunun mantıki bir açıklaması yok; burası Türkiye, bu ülkenin işine akıl sır ermez; veya vallahi rakkamlara inanmıyorum, mutlaka bir yanlışlık olmalı’ deme. Herşeyin mutlaka ‘bilimsel’ bir açıklaması olması gerekir. Zira sebepsiz, sonuç olmaz. İyi düşün taşın, zinindeki kısıtlamaları ve varsayımları gözden geçir. Bak bakalım, onlar hálá geçerli mi? Mantıki olarak açıklanamayan durumlarda ‘sorun’ mantıkta değil, varsayımdadır.

Şimdi de gelelim somut olayın açıklamasına. Birincisi, Türkiye’de katma değer maliyetleri, emflasyon kadar artmıyor. Özellikle işçilik maliyeti (ki sanayide katma değerin yüzde 60’ı bu faktördür) ciddi şekilde geriliyor. Zaten istatistikler de bunu doğruluyor. Dolayısıyla, döviz fiyatlarının gerilemesi ihracatçı firmalara sanıldığı kadar yük bindirmiyor. Burada derhal, işçilik maliyetindeki gerilemenin, Çin ve benzeri ülkelerin rekabetinden kaynaklandığını ilave edeyim. Çin malları yüzünden, iç piyasada da fiyatlar artmıyor. Kimse dışa satamadım öyleyse içe satarım diyemiyor. Aksine dışa satabilen, içe de satabiliyor. Gelelim finansman maliyetine. Kim demiş sanayi, TL ile yatırım yapıyor diye? Herkes döviz kredisi kullanıyor.Onun maliyeti düşük değil, ‘eksi’. Gel de yatırım yapma.

Son Söz: Küresel gerçek, yerel gerçeği geçersiz kılar.
Yazının Devamını Oku