3 Temmuz 2004
<B>SON</B> bir hafta içinde, hem akaryakıt fiyatları hem de köprü geçiş bedelleri arttırıldı. Daha önce de şeker fiyatları artmıştı. Zamlanan bu mal ve hizmetlerin fiyatları, devlet tarafından belirlenmektedir. Petrol ve metal fiyatları da son bir yıl içinde ciddi şekilde yükseldi. İki hafta önce, The Economist dergisi, dünyada enflasyonun artmakta olduğunu kapak konusu yaptı. Ben de üç ay önce, enflasyon geldi ve geliyor diye peşpeşe iki yazı yazmıştım. Ben, yazılarımda hem, metal ve malzeme fiyatlarının dolarla ifade edilirse yüzde 40’a varan oranlarda arttığını söylemiş hem de Türkiye’deki enflasyonun TL ile ölçülmesine nazaran, dolarla ölçüldüğünde daha yüksek çıktığını vurgulamıştım. Bu son gelişmeler üzerine, uzun zamandır yazmadığım ‘fiyat artışları ile enflasyon arasındaki ilişki’ konusuna dönmem gerektiğini düşündüm. Taner Berksoy ve Asaf Savaş’la Nevşehir’den dönerken bu konuyu aramızda kısaca tartıştık. Asaf’a göre, fiyat artışlarının ne zaman enflasyona dönüştüğünü veya dönüşebileceğini hissedip tedbir alma konusunda ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan büyük usta sınıfına giriyor.
* * *
Önce kuramsal bir saptama yapalım. Serbest Pazar Ekonomisi, fiyat mekanizması tarafından ‘yönetilir’. Hatırlanacağı üzere, filozof Adam Smith 200 yıl önce bu olayı gözlemlemiş ve buna ‘görünmez el’ (invisible hand) adını takmıştı. Fiyat mekanizması iyi çalışıyor ifadesinden, her mal veya hizmetten, istenildiği zaman, istenilen yerde, istenilen miktarda bulunması anlaşılır. Bunun içinde fiyatların nispi olarak artıp azalabilmesi gerekir. Aynen bir geminin kayalara çarpmaması için, sağa-sola veya ileriye-geriye hareket edebilmesi gerektiği gibi. Eğer, değişik mal ve hizmetlerin fiyatları, zaman zaman birbirlerine nispeten artıp azalmıyorsa, fiyat mekanizması çalışmıyor demektir. Çünkü iktisadi hayatın dinamikleri böylesi bir fiyat hareketsizliğine imkan vermez. Eğer fiyatlar yapay olarak ‘dondurulursa’ ekonominin, dümeni kilitlenmiş bir gemi gibi kayalara çarpması kaçınılmazdır. Fiyatı artan malın, talebi düşmeli arzı artmalıdır ki; ortaya mal kıtlığı çıkmasın.
* * *
Enflasyon ise, fiyatlar genel seviyesinin artmasıdır. Mekanik olarak bakıldığında enflasyon, parasal bir fenomendir. Yani para arzının, milli gelirden daha hızlı artmasıdır. Ekonomi politik olarak enflasyonu yorumladığımızda, bunun bir ‘milli gelir dağılımı’ kavgası olduğunu anlarız. Yani, kişler artan fiyatlar karşısında, harcamalarını miktar olarak azaltmamak için, kendi ürettikleri mal veya hizmet fiyatlarına zam yapmaya başlarsa, belli bir sektörde başlayan fiyat artışları ekonominin tamamına yayılır. İşte bu enflasyondur. Biraz daha teknik terminolojiyle yazmak gerekirse, kişiler, elde ettikleri ‘faktör gelirleri’ (aldıkları ücretler, kiralar, faizler ve kárlar) düşmesin diye bunlara zam yapmaya başlarsa ‘enflasyon sarmalı’ devreye girmiş demektir. Nitekim ham petrol fiyatlarının artmasıyla, 1970-1980 arasında Batı’da ve ülkemizde başlayan enflasyonun sebebi ‘ücret-fiyat’ sarmalıydı. Bu sarmal (spiral) hem bizde hem de Batı ülkelerinde ‘işçi sendikalarının’ ücret pazarlık yeteneklerinin kısıtlanması sayesinde frenlenebilmişti.
Son Söz: Gördüğün her fiyat artışı, enflasyon değildir.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2004
<B>DÜN </B>açıklanan yüzde 12.4’lük büyüme rakamları, her açıdan dikkat çekiciydi. Her şeyden önce; istikrar politikaları uygulayarak, mali disiplini sağlayarak aynı zamanda yüksek oranlı büyümenin sağlanamayacağı tezi, bir kez daha çürütülmüş oldu. Yani artık bazı kesimlerin ileri sürdüğü, ‘büyüme için mali disiplinin feda edilmesi gerektiği’ tezinin işlenmemesi gerekiyor. Demek ki, ikisi de aynı anda olabiliyormuş.
Bu büyümenin ilk çeyrek için geçerli olduğu, yıl içerisinde büyüme oranlarının, baz etkisinin değişmesiyle, biraz aşağı ineceği kesin. Ancak unutulmaması gereken şu ki; yıl sonunda, belirlenen yüzde 5’lik hedefin epeyce üzerinde bir büyüme oranına ulaşılacak.
Peki, bu kadar yüksek büyüme, hedefin bu kadar aşılması çok mu olumlu?
Türkiye’nin daha önce büyüme konusundaki deneyimleri, sürekli zig zaglar çizen bir eğriyi gösteriyor. Yani bir yıl, iki yıl yüksek büyüyüp, takip eden yıllarda çok düşük hatta eksili oranlar gerçekleştirildi. Yüksek büyümeden çok, ‘sürdürülebilir büyüme’nin önemli olduğunu, artık aklı başında herkes görüyor.
Kısaca söylemek istediğimiz şu ki; yüksek büyüme rakamlarına ‘aman ne güzel’ diye alkış tutmak yerine, biraz şüpheci bakmamız ve dibini araştırmamız gerekiyor.
Bu rakamlar önümüzdeki günlerde daha çok konuşulacak ama ilk göze çarpan unsur ‘bu yüksek büyümenin nasıl finanse edildiği’ oluyor. Ödemeler dengesine bakıldığında aslında bu, açıkca görülüyor. Cari işlemler açığı beklenenin çok üzerinde seyrediyor, net hata noksan kalemi geçen yılla karşılaştırıldığında kısa vadeli bir finansmanın sözkonusu olduğunu gösteriyor. Yani büyüme kısa vadeli dış kaynakla finanse ediliyor.
Bunun sakıncası ise malum. Çok kritik bir dengenin bulunduğunu, ekonomide işlerin tersine dönmesi halinde, bütün bunların tam tersine döneceğini gösteriyor. Yani herhangi bir panik halinde, dalgalı döviz kuruna rağmen, işlerin tümüyle tersine dönme ihtimali var.
Bütün bunları geçmişte yaşadığımız için, şimdi de şüpheyle bakma ihtiyacı duyuyoruz.
IMF ZORLAMASA ZAM YOK
Bu tehlikenin nasıl önleneceği ise açık. Hükümetin biran önce IMF’le yeni bir stand-by anlaşmasına, hem de 3 yıllık ve borçların ötelenmesini içeren bir stand-by anlaşmasına imza atması gerek. Öyle, 18 aylık stand-by’larla filan olacak iş değil.
Eğer böyle bir güven oluşturulamazsa, büyümenin kalıcı ve sürdürülebilir olması çok zor .
Yeni bir stand-by anlaşması yapılmaması halinde veya Hükümetin yeni stand-by’a ayak sürümesi halinde, güven sağlamak çok zor.
IMF’le yapılan görüşmelerden sonra Devlet Bakanı Ali Babacan, iki yasanın dışında alınması gereken önlemleri ‘detay’ olarak nitelendirmiş, biz de bu detay önlemlerin içinde zamların olup olmadığını sormuştuk. Detay önlemler içinde zamların ağırlıklı yer aldığı, son iki günde açıkca ortaya çıktı. Önceki gün, Haziran ayı enflasyon datalarının alınmasını takip eden günde, akaryakıta ortalama yüzde 5 zam yapılırken, daha önce dediğimiz gibi doğalgaza da yüzde 5 oranında zam geldi.
Maliye’nin oransal bir vergi belirlediği için, sigara üreticilerinin yaptığı düşük zamla istediği gelire ulaşamayacağını hesapladığını ve önümüzdeki günlerde üreticilere bu yönde yeniden baskı yapması da gündemde. Yani zamlar devam edecek.
Aslında 7. gözden geçirmede uluslar arası piyasalardan kaynaklanan bu artışların hemen, zaman kaybedilmeden içerdeki fiyatlara yansıtılması gerektiği yazılıyordu ama Hükümet buna uymadı. Yetkililer akaryakıta zam gereğinin yüzde 10 olmasına rağmen, yüzde 5’lik zamla yetinilmeye çalışıldığını ama bunun da yetmeyeceğini söylüyorlar.
Yani Hükümet gereken kararları almakta gecikip, ayak sürümeye devam ediyor.
Böyle olunca da ‘yüksek büyüme’ye alkış tutup oynamak yerine, çok daha fazla hassas olmak ve büyümenin ‘sürdürülebilir’ olup olmadığını sorgulamak gerekiyor.
Bu arada talep artışı ve enflasyona muhtemel etkisi üzerinde de titizlikle durmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2004
<B>DİYELİM </B>ki<B> </B>dört kişilik asansöre beş kişi binmek istiyoruz.<B> </B>Kapıda ve kabin duvarında böyle bir uyarı olsa da, bu işin mutlaka bir hál yolu olmalı değil mi? Eh ne kadar Atatürk’çü olsak da fıtraten hepimiz Ortaşark’lıyız. Yani akıllı olmak yerine kurnaz olmayı tercih ederiz. Mesela benim aklıma şöyle bir kurnazlık geldi. Dört kişi, ellerini çaprazlama kenetleyerek ‘paşa koltuğu’ yapsın. Beşinci kişi de oraya otursun. Bu durumda sadece dört kişinin ayakları asansör zeminine basacaktır. Dolayısıyla asansörün kullanma talimatında yer alan azami dört kişi kısıtlamasına uyulmuş olacaktır. Ne dersiniz, asansör benim bu numaramı yutar mı? Emin olun yutmaz. Çünkü asansörler duygulu makinelerdir. Kendileriyle dalga geçildiğini hissedince hemen bozulurlar. Kafaları atarsa, içerde başbakan mı var yoksa patron mu demez, hamuleyle birlikte güm diye dibe oturur.
* * *
Bilindiği üzere Türkiye’nin kamu borçlarının milli gelire oranı bir hayli yüksek. Bundan daha vahimi, kamunun bu borçlara ödediği ‘reel faiz’ (borç anaparasının enflasyonla kaybettiği satınalma gücünün, elde edilen faiz gelirinden düşülmesinden sonra kalan miktar) çok yüksek. Bu yüzden, kamunun ilave borç almaktan vebadan kaçar gibi kaçması lázım. Bunun için hükümet, memur ve işçi aylıklarını mümkün mertebe az arttırıyor. Taban fiyat desteklerini düşürüyor. Yatırım harcamalarını kısıyor. Maliye Bakanlığı’na talimat vermiş, IMF’ye verilen ‘faiz dışı fazla’yı ne pahasına olursa olsun tutturun diyor. Aksi takdirde iş karakolda bitecek. Türkiye borçlarını çeviremez hale düşecek ve tam bir iktisadi kriz yaşanacak. Milli gelir, belki de yüzde 30 düşecek ve halk fakirleşecek.
* * *
Ancak, bu ceket yöneticilere dar geliyor. Onlar, halkın arzularını yerine getirmek için çırpınıyor. Mesela, millet, Eyüp’teki Piyer Loti kahvesinden, Sütlüce’deki Miniatürk’e; Taksim’den, Çamlıca’ya kadar teleferikle gitmek için sabırsızlanıyor. Allah’tan Maçka’da matrak bir teleferik var, şimdilik onunla avunuyor. KİT’ler yatırım diye inliyor. Özelleştirilmesi gereken THY, özelleşmemek için en kısa zamanda mümkün olduğu kadar çok uçak almak için kolları sıvamış fizibilite hazırlıyor. Ülkenin her yerinden, Ankara’ya para talepleri geliyor. Lakin, merkezi hükümetin faiz dışı fazla verme mecburiyeti bu dualara karşılık vermeye engel teşkil ediyor.
* * *
Derken Ortaşark kurnazlığı devreye giriyor. Çare bulunmuştur: KİT’ler ve belediyeler, Hazine garantisi almadan doğrudan borçlansın. Burada ‘Hazine garantisi olmaması’ anahtar kavram. Çünkü başka türlü IMF’yi kandırmak mümkün değil. Tabii yerse. Yahu bu memlekette Formula-1 diye araba yarışı tertipleyecek uyanıklar bile, hasılata ‘Hazine garantisi’ almadan kıllarını kıpırdatmadılar. Onlar adına, ağzı açık otomobil sevdalıları, ‘her ne kadar bu gösteri zarar etse de, ülkemizin reklamı yapılacak’ diye milleti kandırmadı mı? Böylece yıllardan beri tekrarlanıp duran ‘alavere, dalavere Hazine nöbete’ tiyatrosu sahnelenmedi mi? Eğer belediyelere para lazımsa, vergi toplasınlar. Bunun için Anayasa değişikliği gerekiyorsa, yapılsın. N’olur Hazine’den başkası borç almasın.
Son Söz: Halktan vergi almak helál, borç almak haramdır.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2004
<B>GEÇEN</B> yazıda, işsizliğin toplumu en çok meşgul eden bir konu olduğunu bu yüzden de herkesin <B>kendi çapında çare</B> geliştirmeye çalıştığını söylemiştik. Eğer geliştirilen bu çareler, makro ekonomik dengelerle irdelenmeden yürürlüğe konursa, başımıza daha büyük dertler çıkacağına dikkat çekmiştik. Bundan kasıt, kamu açıklarını arttırıcı veya haksız rekabet yaratıcı tekliflere karşı çok dikkatli olunmasıdır. İşsizliği azaltmakla ilgili ana düşünceleri ve önlemleri şöylece sıralayabiliriz.
İşsizlikle, vasıfsızlık arasında yüksek bir ilişki vardır. Dolayısıyla işsizliğe karşı geliştirilecek ilk çareler paketinde, iş gücü piyasasına çıkacaklara üretken ‘bilgi ve beceri’ kazandırmak yer almalıdır.
Kazanılması gereken nitelikler, dünya piyasalarının talep ettiği mal ve hizmetlerin üretimine dönük olmalıdır. Çünkü sanayinin ihracata yönelmeden büyümesi ve yeterli istihdam yaratması imkansızdır.
Ancak kişinin kazanabileceği en temel nitelik, öğrenmeyi öğrenmiş olmaktır. Teknolojik ilerlemenin sonu yoktur. İnsanın bilgi ve beceri kazanmasının da sınırı olmamalıdır. Dolayısıyla işgörenin ne bildiğinden de önemlisi, daha neler öğrenebileceğidir.
Öğrenmeyi öğrenmek, dil bilmekle doğru orantılıdır. Dil, ‘sözel’ ve ‘sayısal/simgesel’ olmak üzere iki parçadan oluşur. Bu nedenle meslek eğitiminin de temeli, ‘Türkçe’ ve ‘matematik’tir.
Küreselleşen dünyada serbestleşen dış ticaretle, makine, ham madde ve malzeme maliyeti her ülke için aynı olmaktadır. Hakeza, finans maliyeti de ülkeler arasında gitgide eşitlenmektedir. Nakliyeyi hariç tutarsak, rekabet gücünü belirleyen faktör, ‘işçilik maliyeti’ olmaktadır. Çin’in rekabet üstünlüğünün kaynağı budur.
Örgütlü işyerlerinde işçilik maliyeti, verimlilik artışlarına rağmen, stopaj ve sigorta primleri yüzünden rekabetin gerektirdiği kadar esnememektedir. Bu yüzden işlerin bir bölümü, kısmen kayıt dışı çalışan küçük işletmelere kaydırılmakta ve özel sektörde reel ücretler bu yolla düşürülerek, ihracat artışı sürdürülmektedir.
Ancak kayıt dışı işletmelerde de ‘ölçek ekonomisi’, ‘yüksek teknoloji’ ve ‘kalite yönetimi’ olmadığı için verimlilik düşük kalmaktadır. Bu da yerli sanayinin rekabet gücünü sınırlamaktadır. Çare, istihdam yaratıyor diye kayıtdışılığa hoşgörü göstermek değil, onları da vergi mükellefi yapıp, genel yükü azaltmaktır.
Gerek iç, gerek dış piyasaya mamul mal satan üreticiler, düşük döviz fiyatları yüzünden gitgide daha fazla ithal girdi kullanmakta ve sanayi malları üretiminde ulusal katma değer azalmaktadır. Bu da işsizliği arttırmaktadır. Çare döviz fiyatlarının artmasıdır.
Toplam işgücünün, (gizli işsizler dahil) yüzde 34’ü tarımda, yüzde 18’i sanayide, yüzde 5’i inşaatta, yüzde 43’ü hizmetlerde çalışmaktadır. Yeni iş sahalarının çoğu, yine hizmetler sektöründe açılacaktır. Ancak, sanayileşme, hizmetler sektörünün büyümesini ve daha fazla iş alanı açmasını sağlayan dışsal etkendir.
Son Söz: Sanayileşmeden, zenginleşme olmaz.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2004
<B>Şu </B>sıralarda ülkemizin en çok konuşulan ekonomi konusu, herhalde işsizlik olmak gerekir. Çünkü nereye gitsek, bu soru karşımıza çıkıyor. Herkes, başbakandan bu soruna çözüm bulmasını istiyor. Bazılarımız da kendince bu meseleye bir çözüm bulma gayri iktisadi öneriler yapıyor. İktisatta da, Con Ahmet’in devridaim makinesini, yani enerji girdisinden çok, enerji çıktısı olan sistemler icat etmek için çalışmalar hiç durmuyor.
* * *
Bir soruna çare bulmadan önce, o sorunun çok açık bir tanımı yapılmalıdır. İnsanların, sorun diye adlandırdığı şey, aslında sorunun kendisi değil, semptomu yani árazıdır. Mesela görme bozukluğu, kişi için bir sorundur. Bu sorunu gidermek isteyen hekim açısından ise bir árazdır. Sorun, daha derinde bir yerdedir. Görme bozukluğu, göz uzvunun kendisinden kaynaklanabileceği gibi, mesela beyindeki bir ur da, bu rahatsızlığın sebebi olabilir. Ur çıkartılırsa, görme bozukluğu ordan kalkar. Pek tabii, beyinde ur oluşması da bir sonuçtur. Bunun da bir sebebi vardır. Bu sebep, bulunabilir veya bulunamaz. O başka bir araştırma konusudur.
* * *
Gelelim işsizlik meselesine. Bu olay da, aynı mantıkla durumu ele alırsak, sorunun kendisi değil, daha derindeki bir veya birkaç kök meselenin görünür hale gelen sonucudur. Meselenin derinine girmeden, hemen belirteyim ki, ‘sıfır’ işsizlik diye bir nebat yoktur. Belli bir yüzdede insanın, çalışmak istediği halde iş bulamaması, ekonominin doğası icabıdır. Bunda da bir yanlışlık yoktur. Daha doğrusu, yüzde 3-4 dolayında işsizlik, ekonominin diğer paramatrelerinin (büyüme, fiyat istikrarı, gelir dağılımı adaleti gibi) kontroldan çıkmaması için optimum bir değer kabul edilebilir. Bir de, işsizlik ile gelirsizliğin ilişkili ama, aynı sorun olmadığını, dolayısıyla farklı çözümleri olabileceğini zihnimizin bir köşesine yazalım.
İşsizlik, eğer yüzde 3-4’ten yüksekse, ortada bir çözülmesi gereken bir mesele var demektir. Meselenin varlığını kabul etmek, hatta bu meseleyi yaratan kök sorunları bilmek (nedenleri teşhis etmek), bu meselenin hemen çözülebileceği anlamına da gelmez. Daha da önemlisi, bir sorunun varlığı, o sorunun yapışkanlaşmasına neden olan yapısal bozukluklara yol açabilir. Mesela, işsizliğin kök sebeplerinden biri ‘yüksek reel faiz’dir. Yüksek faiz, yatrımları caydırır. Yüksek faizi durdurmak için, kamu borçlarının azaltılması şarttır. Bu da en az üç dört yıl boyunca, devlet bütçesinin yüksek miktarda ‘faiz dışı fazla’ vermesini gerektirir. Yüksek faiz dışı fazla, kamu yatırımlarının kısılması demektir. Kamu yatırımlarının, ertelenmesi, işsizlik yaratır. İşte kedinin kuyruğunu kovalaması budur.
Bütün bu ahval ve şerait altında dahi işsizliği azaltıcı önlemler almak mümkündür. Yapılması gerekenlere geçmeden, ‘yapılmaması’ gerekenleri anlatmak istiyorum. Çünkü, özellikle bulanık suda balık avlamak isteyen, ve şipşak çözüm meraklısı iş adamları tarafından pazarlanan ‘düşük (negatif) faizli kamu bankası kaynaklı kredi’ veya ‘vergi indirimi’ gibi muzır yayınları poşetlemek gerek. Aksi takdirde, işsizliğin en temel sebebi olan ‘fiyat istikrarı’ çabaları tehlikeye düşer. O da, çekilen bu kadar sıkıntının boşa gitmesi demektir. (Devamı var)
Son Söz: Çarenin bedeli, sorunun maliyetinden büyük olamaz.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2004
<B>BU,</B> bankacılık hakkında yazdığım dördüncü ve son yazı. Pek tabii şimdilik. Gerektikçe bu konuya döneceğim. Bir toparlama yapalım. 1. Kapitalist sistemin verimliliği, ‘iş bölümü’ne (division of labor) bağlıdır. Bu, sadece mikro ekonomide, yani firmanın içinde değil, makroda, yani ekonominin tamamında da geçerli bir kuraldır.
2. Özel sektörün veriminin arttırılması için ‘mevduat toplama imtiyazı’ ile ‘kredi kullanma hakkı’nın aynı kişi veya kurumların elinde toplanmasına izin vermeyen yeni bir yasal düzenlemeye gerek vardır.
3. Bankacılık, emanetçiliktir. Sanayicilik veya genel anlamda banka dışı işlerde çalışmak ise, risk almaktır. Her girişimcinin, projelerini irdeleyebilecek bankacılara ihtiyacı vardır. Bu sebeple müteşebbis, krediyi başkasından istemelidir. Ancak o takdirde ev ödevini iyi yapar.
4. Banka, sermaye piyasası kuruluşu değildir. Firmalara sermaye koymaz; ödünç para verir. Firmalar, sermaye arıyorlarsa, sermaye borsasına gitmelidir. Halktan doğrudan ödünç para almak istiyorlarsa, tahvil çıkarmalıdır. Mevduat, sermaye değildir. Sermayeye dönüştürülemez.
* * *
İş hayatımızda bir hayli yaygın olan ‘muzır’ bir uygulamayı, sizlere biraz anlatmak istiyorum. Zannedilir ki; işadamları iş yapıp kár ederek zenginleşmek peşindedir. Bazı işadamlarında başlangıçta böyle bir arzu vardır. Ama zaman geçtikçe, işadamları iş yapmanın zenginleşmek için yeterli olmadığını, servet sahibi olmak için başka bir şey yapmaları gerektiğine kanaat getirir. Bu başka bir şey ‘spekülasyon’dur. Spekülasyon, arazi, arsa, bina, makine, malzeme ve benzerlerine yatırım yapıp, bunların fiyatlarının artmasını beklemektir. Alaturka zenginleşmenin formülü şudur: Alabildiğin kadar çok borç para al; aldığın borçlarla varlık edin. (Bir kısmını da zulaya atmayı ihmal etme.) Nasıl olsa, edindiğin varlıkların gelecekteki değeri, borçlarının faizli bakiyesinden fazla olacaktır. Bu formülde anahtar para bulmaktır. Para/kredi bulmak için, projeye ihtiyaç vardır. Alınan ödünçler ne kadar çabuk biterse, o kadar çabuk yeni proje üretmek gerekir ki, nakitsiz kalınmasın. Eğer bir banka edinilmişse, bu formata ‘kendir pişir, kendin ye’ denir. Bankası olan diğer holdingci arkadaşlarla ‘bektubek’, olmazsa kendi kendine ‘ofşorlama’ yoluyla, halkın mevduatını cebine yönlendir. At senin, meydan senin. Büyü, büyeyebildiğin kadar. Atalarımız ne demiş: ‘Sky, is the limit!’
* * *
İkinci Dünya Savaşı’nı aratmayacak kadar sıkıntılı iki yıldan sonra, 24 Ocak 1980’de Demirel bilmem kaçıncı defa başbakanken, müsteşarı Turgut Özal tarafından ‘İstikrar Tedbirleri’ paketi yürürlüğe kondu. Aynı yılın temmuz ayında, dáhi banker Kastelli’nin ülkeye saçtığı ışıkla, kendimize güvenli bir yol seçip ‘serbest faiz’ dönemini başlattık. Faizler başını alıp gidince, Özal ‘mevduat bir trilyon liraya (dolar 75 lira) ulaşınca, faizler kendiliğinden düşecektir’ kehanetinde bulundu. Tabii, tutmadı. Çünkü, yüksek faiz, borç alırken geri ödeme niyeti olanlarla, spekülatif rüya görmeyenleri caydıracak bir etkendir. Her iki şartın da dışında kalan o kadar çok işadamı türedi ki; faizler hiç düşmedi. Bu yüzden en baba holdinglerimiz bile o yıllarda batma kertesine geldi. Bazısı battı da. Ülkeye 40 milyar dolar zarar veren batan şirketler ve batan bankalar sorununun kök sebebi olan holding bankacılığına son vermenin zamanı çoktan geldi diyorum.
Son Söz: Sistemik sorunlar, sistem değişikliğiyle çözülür.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2004
<B>TÜRK</B> ekonomisinin başına belá olan <B>‘cinsten’</B> bankacılık, nasıl doğdu ve gelişti? İsterseniz soruyu başka türlü soralım: <B>Bankacılık, nasıl oldu da, ekonominin başına belá olacak türe dönüştü?</B> Şimdi, ‘nereden çıktı bu laf, niçin bankacılık ekonomimizin belásı olmuş olsun’ diyenler çıkacak. Cevabım kısa ve özdür. Batan bankaları kurtarmak ve /veya tasfiye etmek, bu hazinenin (milletin) sırtına kaç para yük getirmiştir? Batan paralar tahsil edilemediğine göre, banka batıklarına eşit bir kamu borcunun, bütçeye bindirdiği ilave yıllık faiz yükü nedir? İsterseniz ortada dolaşan iki rakamı da ben vereyim. Stok batık 40 milyar dolar; yıllık yük 6 milyar dolardır. Bu rakamlar, sadece batıkların su yüzüne çıkanlarını kapsıyor. Bir de su altında kalan ‘İstanbul Yaklaşımı’ stoku var. Onlar da ekonomiye yüktür; sadece henüz kamu borcu olarak gözükmüyorlar veya o hale inkıláp etmemişler.
Yanlış bir anlamaya sebep olmamak için yukarıdaki paragrafın, bu kötü sonuç, sadece bankaların veya bankacıların kabahatıdır anlamına gelmediğini ilave edeyim. Bankalar konumları icabı, ekonomideki tüm pisliklerin ve hataların depolandığı çöp ambarı veya ölülerin kaldırıldığı morg gibidir. Morgda çok ceset vardır, ama onlar morgta ölmemiştir.
* * *
Çok sayıda bankanın peşpeşe batmasının makro ekonomik sebebi, ‘yüksek reel faizler’dir. Bu da bir bakıma enflasyonun sonucudur. Enflasyon da kötü ekonomi idaresinden doğar. Enflasyonu doğuran ilk (son değil) günahın adı da ‘kamu açıkları’dır. Ancak bu sebep-sonuç ilişkisi, batık bankalar olayını anlatmaya yetmez. Ben, reel faizlerin düşük, hatta negatif olduğu dönemde de, bankacılık sektörünün içinde bulundum. O zaman dahi, sermayesinin beş katı batık alacağı olan bankalar vardı. Banka batırma geleneğinin kökü derinlerdedir. Tane tane anlatacağım.
1. Bankalar, tanımları gereği en yüksek finansal kaldıraçlama oranına sahip firmalardır. Bir sanayi şirketi, kabaca sermayesi kadar borç alabilirken, bir banka iktisadi ve hukuki olarak sermayesinin sekiz-on katı borç (mevduat) toplar. Bir firmanın kaldıraçlama katsayısı ne kadar büyükse, o firmanın batma riski o kadar yüksektir. Pek tabii, az sermaye ile çok iş yapıp kár etme ümidi de aynı derecede büyüktür.
2. Sınai firmaların varlıkları, teknolojik birikimleri, fizik yatırımları ve marka değerlerinden oluşur. Banka ise, aslına bir ‘bilanço’ dur. Varlıklarının büyük kısmı ‘alacaklarıdır’. Alacakları kötü olan banka, ne kadar ünlü ve ne kadar yüksek teknoloji sahibi olursa olsun, kötüdür.
3. Banka ne kadar kötü durumda olursa olsun, yeni mevduat çekebildiği sürece nakit sıkışıklığına girmez. Yani batık bankada bile para bulunur. Kasada para olması, batık olduğunun algılanmasını zorlaştırır.
4. Hayatta en zor şey, bir iş kurmak ve bunu kárlı yürütmektir. Her babayiğit bunu beceremez. Hem işi kurmak, hem de kár edilemediği zaman işi sürdürmek ve büyütmek için ‘para’ ya ihtiyaç vardır. Para da bankada bulunur. El altında bir banka olursa, işin para kısmı halledilmiş demektir; gerisi kader kısmettir diye düşünülür. (Devamı var)
Son Söz: Ainesi, şirketlerinin kárıdır işadamının; yatırımına bakılmaz.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2004
<B>YILLARDAN</B> beri özel sektörü yozlaştıran <B>‘holding bankacılığı’</B>na son vermenin zamanı gelmiştir. Piyasalara, hem sanayiciyim hem de bankacı diyen gruplar hükümdar oldukça verimli bir ekonomi kurulamaz. Bu oluşumun tarihsel nedenlerini anlatmadan önce, şunu tekrar tekrar vurgulamak istiyorum: Bir sermaye grubunun hem sanayici hem de bankacı olmasının yaratacağı haksız rekabet ve oluşmasına izin vereceği ahlaki zafiyet, serbest pazar sistemine faydadan çok zarar getirir. Bu yapılanmadan kurtulmak şarttır. Pek tabii, kısa süre içinde, halen içinde bulunduğumuz ‘bankalı holdingler’ veya ‘holdingli bankalar’ kalıplarından çıkılamaz. Önemli olan bu sakatlıktan kurtulmaya karar vermektir. Ondan sonrası sadece bir süreçtir. Bugün yön değiştirmeye karar verilirse, on yıl içinde bu bataklık temizlenir.
* * *
Gerek bulunduğum yönetim makamlarında özel sektörün bizzat içinde, gerekse bir ekonomi yorumcusu olarak medyada, holding bankacılığına karşı otuz yıldır savaşıp duruyorum. Bana karşı çıkanların dayandığı iki tez vardı. Birincisi, başta Almanya olmak üzere, kıta Avrupa’sında (sanayici bankacılara hiç rastlanmasa bile) ‘sınai iştirakleri olan bankalara’ sıkça rastlandığı ve dolayısıyla bunun iyi bir şey olduğu idi. Yani, bizdeki İş Bankası modeli gibi, bazı büyük Avrupa bankaların, sanayi şirketlerine ciddi oranlarda ortak olmasının bir yanlışlık içermediği savıydı. İkincisi ise, meşhur ‘sinerji’ teziydi. Yani, bir grup, hem bankaya hem de sanayi kuruluşlarına sahip olursa, ortaya bir ‘senkronize enerji çıkar’ iddiasıydı. Böylece ‘2+2=4 yerine 2+2=5’ elde edilirdi. İspatı ise ‘Akbank+Sanayi Şirketleri=Sabancı İmparatorluğu’ örneği idi. Bazıları ise, özel sektörünün bu yapılanmasını değiştirmek için zamanın artık çok geç olduğu, bu yapılanmanın sonsuza dek böyle gitmeye mecbur olduğunu söyledi durdu.
* * *
Önce birinci tez üzerinde duralım. Kıta Avrupa’sında özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında bankalar, parasız kalmış sanayi kuruluşlarına sermaye enjekte etmek için onlara hissedar oldu. Ancak bu ‘sınai iştirakleri olan bankacılık’ devri bitmiştir. Avrupa bu yapıyı tasfiye etmek kararını almıştır. Kaldı ki, örnek diye gösterilen Japonya ve Avrupa’da bile hiç bir zaman, ‘bankası olan sanayi holdingi’ olmadığı unutulmamalıdır. Amerika ise bu babda, bir buçuk asır önceden bilinçlenmeye başlamış ve banka ile banka dışı işleri birbirinden ayırmıştı. İkinci tez ise, kuramsal olarak sakattır. Sinerji, her zaman ‘artı’ sonuç vermez. Bazan negatif sinerji de oluşur. Yani, ‘2+2=3’ olabilir. Gelelim artık çok geç söylemine. Eğer bir şey yanlışsa, en kısa zamanda düzeltilmelidir. Geç kalmış olmak, daha fazla geç kalmanın gerekçesi olamaz. Sabancı Holding - Akbank bu yanlış modelin başarılı bir istisnasıdır. Banka şirket ilişkisini, Sabancı Ailesi’nin şimdiye dek ‘al takke ver külah’ yöntemiyle götürmediği muhakkak. Bundan sonra götürmeyeceklerinin bir garantisi var mı? Peki, bankanın kasasını, şirketin kasası, hatta kendi cebi olarak gören ve milyarlarca dolar para batıranlara ne demeli? Aynı modelle devam etmek savunulabilir mi?
Karşılaşılan sorunların çözümü, yalnız cezaların arttırılmasına bağlanamaz. Doğru örgütlenme, dürüstlüğün altyapısıdır. Kapitalist sistem, bir kurumlar ve kurallar senfonisidir. Senfoninin esası da bestedir.
Son Söz: Kötü beste iyi icra edilemez.
Yazının Devamını Oku