9 Haziran 2004
<B>SADECE</B> az gelişmiş değil, gelişmiş ülkelerde dahi bankacılık en netameli sektörlerden biridir. Türk ekonomisi, bankacılık sektöründeki mülkiyet çarpıklığından çok çekmiştir. Bankacılık sektörü, suiismállere mümkün mertebe kapalı hale getirilmelidir. Bu maksatla alınacak ilk tedbir, sanayicilik ile bankacılığı birbirinden ayırmaktır. Bir şirketin batması daha ziyade, o şirketle ticari ilişkide bulunan iş adamlarını ve ona kredi veren bankaları ilgilendirir. Bu kabil iş ilişkilerinde, iki taraf da ‘tedbirli tacir’ olarak davranmış olması gereken tüzel veya gerçek kişilerdir. Şirket batmasından daha elim ve vahim olanı, bankanın batmasıdır. Banka battığı zaman, tasarruflarını bankaya emanet etmiş ve iş hayatıyla hiç bir ilgisi olmayan insanların parası batar.
Mevduat sahibi, netice itibariyle bankaya güvenmenin dışında, ne fizibilite ne de mali tahlil yapmıştır. Devletin izniyle kurulmuş ve devletin denetimi altında çalışan bir kuruluşa parasını emanet etmiştir. Zaten bu yüzden devletler, banka batmalarına karşı bigane kalamaz. Tasarruf mevduatını sigorta etmenin yanında, Türkiye’de olduğu gibi bankanın tüm aktiflerine de güvence vermek durumunda kalır. Bu da devleti dolayısıyla milleti, gereksiz ve haksız bir yük altına sokar.
* * *
Yukarıda söylendiği gibi, bankaların batma riskini en aza indirmek için alınması gereken en önemli tedbir, bankanın hem mevduat toplayan hem de kredi kullanan bir yapıda olmasını yasal olarak engellemektir. Bu çıplak gerçek, maalesef ülkemizde hálá anlaşılmamış ve kabul görmemiştir. Holding bankacılığı diye bilen yapılaşma, yani bir şirketler grubunun hem bankaya hem de sanayi ve ticaret kuruluşlarına, dolaylı veya dolaysız sahip olması ekonomik hukuk açısından bir faciadır. Bu, ciğeri kediye emanet etmekten de beter tehlikeli bir durumdur. Bir müteşebbisin, evvel emirde karar vermesi gereken husus, halkın parasının ‘emanetçisi’ mi yoksa ‘kullanıcısı’ mı olacağıdır. Emanetçilikle, kullanıcılık aynı bünyede toplanmışsa, burada bir ‘ahlaki zafiyet’ kesinlikle oluşur. Hele hele bunun içine bir de ‘medya’ patronluğu girmişse, ahlaki zafiyetin, iktisadi suç fiiline dönüşmemesi için patronun bir aziz olması gerekir. Kaldıki; dürüst çalışılıcaksa, bir bankanın sanayi şirketlerine sahip olması, banka için güç değil, güçsüzlük kaynağıdır. Hakeza, bir sanayi grubunun bir bankaya sahip olması da aynı şekilde zafiyetten başka bir şey değildir. En dürüst iş adamı bile sıkışınca, bankasının kaynaklarını kendi sanayi kuruluşlarına veya daha seyrek de olsa, sanayi kuruluşlarının kaynaklarını bankaya aktarmakta tereddüt etmez. Bilinsinki bu yapıda rekabet hukuku mutlaka çiğnenmiştir. Bu da verimsizlik demektir.
* * *
Nasıl demokrasinin sağlıklı çalışması için ‘kuvvetler ayrılığı’ anayasal bir zaruretse, serbest pazar sisteminin ontolojisi gereği, mevduat toplama imtiyazı ile kredi kullanma hakkının yasal olarak ayrılması da şarttır. (Devamı var)
Son Söz: Gaz pedalı, fren pedalına kaynak edilemez.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2004
<B>NİHAYET</B>, enflasyonda yani TÜFE’de (Tüketici Fiyat Endeksi) tek haneli yüzdeyi gördük. Esasen bir ülkede enflasyon yüzde kaç diye sorulduğunda, cevap olarak <B>‘yıldan yıla tüketici fiyat endeksindeki artış’</B> söylenir. Otuziki yıl sonra bu noktaya gelmiş olmamız çok önemlidir. Enflasyonun yükselmesi, özellikle Türkiye gibi milli geliri nispeten düşük ülkelerde çok kolaydır. Zor olan düşürülmesidir. Enflasyonun sebepleri dört başlık altında toplanır. Bunlar: a) iktisadi, b) mali , c) siyasi nedenler ve d) enflasyon’dur. Yani enflasyonun bir sebebi de kendisidir. Buna İngilizce’de ‘self generating mechanism’ Türkçe’de ‘kendi kendini yaratma’ deniyor. İktisadi, mali, veya siyasi nedenlerle, bir devrede ortaya çıkan enflasyon, takip eden devrede, önceki devrenin bütün dışsal sebepleri ortadan kalkmış bile olsa, kendi kendine devam eder. Bu yüzden enflasyon ‘kendiliğinden’ düşmez. Onu düşürmek için mutlaka birşeyler yapmak gerekir. Bu birşeylerden kasıt da öncelikle ‘sıkı bütçe’ ve sonra‘sıkı para’ politikaları izlemektir. Türkiye’de enflasyon düşmüşse, bunun sebebi uygulanan sıkı bütçe ve sıkı para politikalarıdır. Pek tabii bu politikaları uygulamanın, iktisadi, mali ve siyasi maliyetleri olmuştur. Türk halkı bu bedeli kısmen ödemiştir. Hesaplar henüz kapanmamıştır. Ancak, hayvanın başı dönmüştür. İktisadi, mali ve siyasi alanda büyük hatalar yapmazsak, Türk ekonomisi istikrar içinde yoluna devam edecektir. Bu sonucun alınmasında çok kişinin düşünsel, yönetsel ve siyasal katkısı olmuştur. Son devrede en önemli katkı şüphe yok ki; Başbakan Erdoğan tarafından sağlanmıştır. Bundan sonra da sorumluluk onun üzerindedir.
* * *
Bürokrasiye kurmay yetiştirme merkezlerinden biri olan ve şimdiye kadar bünyesinden çok değerli elemanlar çıkmış bulunan Hesap Uzmanları Kurulu’nun 59. kuruluş yıldönümü toplantısına katıldım. Ankara’daki kongrenin bu yılki teması ‘Enflasyonsuz Ortama Hazır mıyız’ idi. Yaklaşık bir yıldır, ekodiyalog ortaklarım Deniz Gökçe ve Asaf Savaş’la birlikte, çeşitli kuruluşlardaki yöneticilerle ‘enflasyonsuz ortamda çalışma’ konulu sohbet toplantıları yapıyoruz. Ben de şöyle bir intiba oluştu. Sanki enflasyonlu ortamda iş yapmak ve para kazanmak kolaymış da, enflasyon düşünce kár etmek zorlaşacakmış gibi düşünce var. Ele güne ve özellikle AB’ye karşı ‘ayıp’ olduğu için enflasyonu düşürmek zorunda kalmışız. Şimdi de oturmuş, bakalım ne yapacağız diye tasalanıyoruz.
* * *
Hemen söyleyeyim: Enflasyon, rantlar yoluyla yeni zenginler yaratsa bile ekonominin işleyişi için kötüdür. Genel fakirliğin bir sebebidir. Enflasyon, servet dağılımını, sosyal ve iktisadi yapıyı kalıcı olarak bozar. Sade vatandaşlar, tasarruflarını enflasyonun yarattığı aşındırmaya karşı korumak için, sabahtan akşama kadar beton döker. Kentsel rantlardan pay kapmak için yerini yurdunu terkeder. İş adamları ‘varlıklarımın değeri nasıl olsa çok artar diye’ ödeyemeyecekleri borçlar altına girip, hesapsız kitapsız yatırımlar yapar. Onlar borçlarını ödeyemeyince bankalar batar. Halkın parasal tasarrufları deve olmasın diye devlet bunları üstlenir ve kamu borcu haline getirir. Sonra da bu borçların altında kendi ezilir. Ülke siyasi ipotek altına girer. Soruyorum: Madem ki enflasyonda, iş yapmak ve kár etmek kolaydı, niçin bu kadar firma ve banka battı ?
Son Söz: Enflasyonun düşmesinden değil, çıkmasından kork.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2004
‘<B>YÜKSEK faiz-düşük döviz</B>’ politikasını açıkça savunan veya savunan yok deyip ‘<B>istemem, yan cebime koy</B>’ diyenlerle tartışmayı sürdürüyorum. Döviz fiyatlarıyla faizler arasındaki ilişkilere hiç kafa yormamış olanların bile, şu sıralarda kafası epey dolmuştur (veya şişmiştir). Şimdi bir toparlama yapmanın sırasıdır.
1. Türk ekonomisine yön veren paracı iktisatçıların zihniyeti, Osmanlı’dan beri değişmemiştir. Bu kişiler, Türkiye’nin ancak dışarıdan borç alarak kalkınabileceğine inanır. Borç almanın şartı da yüksek faiz vermekten çekinmemektir. Onlara göre, alınan borçlarla, hem ülkenin tasarruf açığı kapatılır, hem de artan döviz girdisi sayesinde döviz fiyatı düşük tutularak enflasyon önlenir. Böylece ülkeye bol ve ucuz ithal malı girer, ekonomi canlanır, hem de yatırımları yapmak için kaynak yaratılmış olur. Ben de diyorum ki, bu düşünce bátıldır. Nitekim, bu ülkeye şimdiye kadar ‘net’ yabancı kaynak girmemiştir; aksine ödenen yüksek reel faizler ve sermaye kaçışları yüzünden net çıkış olmuştur. Üstelik oluşan cari işlem açıkları yüzünden, günün sonunda döviz fiyatları yine varacağı yere varmıştır.
2. Yüksek faiz-düşük döviz kuramcılarının sıkça söylediği iki şeyi peş peşe tekrar edeyim. A. Bir ülkede sermaye hareketleri serbestse, o ülkede hem faizi, hem de döviz fiyatını belirlemek mümkün değildir.Faizin kontrol edilmesine karar verilmişse, döviz fiyatlarının nerede teşekkül ettiğine bakılmaz. B. Faiz ve döviz fiyatları ters değil, aynı yönde hareket eder. Dolayısıyla faizi yüksek-dövizi düşük tutmak diye bir şey yoktur. Nitekim geçen ay döviz fiyatları artınca faizler de artmıştır. Ben de diyorum ki, sonuçla süreç aynı şey değildir. Burada ters yönlü bir ilişki vardır. Madem ki; faizle döviz aynı yönde hareket ediyor, öyleyse hem faizlerin hem de döviz kurlarının yönünü belirlemek mümkün. Yoksa döviz fiyatlarını yüksek tutmak için mi, faizler düşürülmüyor ? İzlenen para politikasının amacı, sadece iç talebi kontrol etmek değil, aynı zamanda faizleri düşürüp, kamunun borç çevirme maliyetini azaltmak ve en önemlisi cari işlem açıkları oluşmasına engellemektir.
* * *
Ben, TL’nin değerli bir para olmasından sadece mutluluk duyarım. Yeter ki; bu sürecin arkasından devalüasyon patlamasın. Herhalde, yüksek faiz-düşük kur kuramcıları da, hazineye hainlik olsun diye yüksek faizde israr etmiyorlar. Son onbeş yıldır kamu borçlarındaki artışın yüzde doksanı, faiz öncesi açıktan değil, yüksek reel faizlerden kaynaklanmıştır. Bu durumda kim ister faizlerin yüksek olmasını ? Bu babda bilgi ve bilinç noksanı olanlar bile, şu ana kadar yazılanları okuyarak, bu açıklarını gidermedi mi?
* * *
Peki öyleyse alıp verilemeyen nedir? Bana göre Türkiye’ye egemen olan ‘yüksek faiz-düşük kur’ saplantısının gerisinde iki özel neden var. Birincisi, paracı iktisatçılar, siyasetçilere güvenmiyor. İktidarlar, sıkı maliye politikasını yeterince uygulamaz, öyleyse ‘istikrar için, sıkı para politikasında ısrar etmek şarttır’ diye düşünülüyor. İkincisi, eğer ileride bir olay çıkarsa, kimse bunun sorumluluğunu ‘düşük faiz’ politikasına atmasın diye kendilerini korumaya alıyorlar. İşte bu güven açığı yüzünden ekonomide istikrar bir türlü sağlanamıyor.
Son Söz: Kendini çok emniyete alanlar, başkalarını tehlikeye atar.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2004
<B>İSTANBUL</B>’da yeni bir Büyük Şehir Belediye Başkanı var: <B>Kadir Topbaş.</B> Kendisi, sanat tarihi doktorası olan bir mimar. Daha önce Beyoğlu Belediye Başkanlığı da yapmış. Yani belediyecilik deneyimi de var. Üstelik ezici çoğunlukla iktidar olan AKP’nin adayı olarak seçildi. Kısaca kuşun işlemez bir konumda. Bu durumda ben başkandan, şehir planlaması, kaçak yapılaşmayı durdurma, belediyenin mali kaynaklarının güçlendirilmesi, belediyede bürokrasiyi ve suistimalleri azaltma, BİT’lerin özelleştirilmesi, kamu sağlığı, trafik düzenini tesisi, kayıt dışılıkla savaş, esnafın denetlenmesi gibi çetin konulara el atmasını istiyorum. Arkasında bu kadar yüksek halk desteği olan bir başkan olarak, kendisinden ‘vatandaşı sadece sorunların değil, çözümlerin bir parçası haline getirecek’ iktisadi bir yönetim modeli oluşturmasını talep ediyorum. Mesela, çöp toplamak ve bunları fenni bir şekilde işleyerek yer altına depolamak belediyenin görevi. Peki bu konuda vatandaşın ödevi ne? Sadece çöpünü atmak mı? Zor ama, Avrupa’da yıllardır uygulanan bir çok rasyonel bir proje, İstanbul’da da hayata geçirilebilir.
* * *
Yapılacak iş kısaca şöyle: Evsel çöpler, vatandaşlar tarafından ‘plastik’ , ‘kağıt’ , ‘cam’ ve ‘gıda atıkları’ olarak tasnif edilip, farklı renklerde özel olarak işaretlenmiş torbalara konularak her binanın kendi çöp sandıklarına, çöp kamyonları geçmeden bir süre önce konacak. Bu şekilde torbalanmış, geri kazanılabilecek malzemeler kirlenmeden tasnifli bir şekilde ait olduğu işleme merkezlerine götürülecek. Geriye kalan az miktarda gıda atıkları, toprağa gömülerek doğada hercümerc olmaya terkedilecek. Böylece hem çöpten para kazanılacak hem de çevre de kirlenmemiş olacak. Ayrıca bu torbaların fiyatlandırması, vatandaşları, çöp toplama giderlerine, çıkardığı çöp oranda katkıda bulunmasının bir aracı da olabilir. Ben tam bunları düşünürken baktım ki başkan, Eyüp-Miniatürk ve Cihangir-Çamlıca arasında teleferik çalıştırmak gibi lunapark projeleri üzerinde çalışıyor.
* * *
İstanbul’un esasen yetersiz yolları, iyice yetersiz hale geldi. Artık İstanbul şoförleri için başta ana caddelerde olmak üzere, her tür yolda, özellikle durulmaz veya park edilmez levhalarının dibine araçları iki sıra bırakmak hak olarak tesçil edildi. Tesettürlü veya sarı saçlı hanımlardan, yanağı cep telefonlu şehir magandalarına; İngilizce’yi su gibi konuşan Avrupa görmüş profesyonellerden, Kartal’dan başka arabaya binmeye parası el vermeyen kır kökenlilere kadar herkes arabasını, park edilebilecek en yakın yere değil, işinin olduğu yerin en yakınına park edip gidiyor. Trafik polisleri ile vatandaşlar arasında bu konuda ‘ulusal mutabakat’ tesis edilmiş durumda. Bu durumda yapılacak tek iş, ‘park edilmez’ ve ‘durulmaz’ levhalarının sökülmesidir. Hiç olmazsa bu kadar dürüst olalım bari.
* * *
İstanbul’da deniz kıyılarının, parkların, bahçelerin, kaldırımların, yolların, üst geçitlerin altlarının ve üstlerinin, kavşakların, en sıkışık yol köşelerinin ‘sabit-seyyar veya yüzer’ esnafca işgali de tamamlanmak üzere. (Henüz yer kapmamış olanlar ellerini çabuk tutsunlar.) Vatandaşlarımız da işgal edilmiş ve amacı dışında kullanılan bu kamusal mekanlarda, güzel güzel ve çok ucuza alışverişlerini yapmakta ve yemeklerini yemektedir. Alan razı, satan razı; belediye razı, máliye razı. Kim ne diyebilir?
Son Söz: Toplumsal sorunların kaynağı, bireysel çözümlerdir.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2004
<B>TÜRK</B> ekonomisine yön verenlerin, enflasyonla mücade için kullandıkları <B>‘yüksek faiz-düşük kur’</B> politikasına kafayı feci takmış vaziyetteyim. 1980’e gelinceye kadar bu musibet ikilisinden, daha çok düşük kur belası devredeydi. O zamanlar iç tasarruflara yüksek faiz ödeme zorunluluğu yoktu. Düşük tutulan kur yüzünden, Türkiye ikide bir dövizsiz kalır, arkasından bir devalüasyon gelirdi. Yine böyle bir devalüasyon öncesi devrede, (1979 yılında, hani benzinin karneye bağlandığı, günde dört saat programlı elektrik kesildiği, evlerde ofislerde titreştiğimiz, margarin ve ampulün bulunmadığı, ithalat transferlerinin 18 ay beklediği kábus günlerinde) İstanbul’da Moda Deniz Kulübü’nde rotaryenlere bir konuşma yapmıştım. Konuşmanın başlığı ‘Türkiye’de döviz sıkıntısı yoktur’ idi. Dinleyenler, ülkenin 70 sente bile muhtaç olduğu bir günde, bakalım bu adam ne saçmalayacak diye düşünüyordu. Halbuki benim analizim çok basitti. O devirde ‘çifte finansman’ denilen bir yöntemle mal ithal ediliyordu. Kayıt dışı parayı veren, istediği kadar dövizi karaborsadan alıp, yabancı firmaya yurtdışında ödeme yapabiliyordu. Ayrıca resmi kurdan akreditif bedelini Merkez Bankası’na yatırıp transfer sırasına giriyordu. Bu durum tek bir şeyi gösteriyordu: Devlet tarafından sabitlenen ‘döviz fiyatları’ düşüktü. Devletin dövize koyduğu narh, arzı kısıtlıyor, talebi kamçılıyordu. Sonuçta, döviz açığı oluşuyordu.
* * *
Yapılması gereken, döviz fiyatlarını serbest bırakmaktan ibaretti. Devlet, bunu yapacağına ‘DÇM’ (Dövize Çevrilebilen Mevduat) diye, yalan dolan üzerine kurulu, pek tabii kanunlara harfiyen uygun, bir ‘sıcak para’ çekme sistemini yürürlüğe koydu. Alım-satım kurunun eşit olması, devlet tarafından garanti edilen bir yöntemle, bankalara yurtdışından mevduat kabul izni verildi. Şu şartla ki; bankalar, gelen dövizleri Merkez Bankası’na satacaktı. Böylece, ülkenin ihtiyacı olan döviz, döviz gelirleri artırılmadan borçlanarak sağlanmış olacaktı. Bu DÇM’lere döviz cinsinden fahiş faizler ödendi. Yabancı bankalar ve onların işbirlikçisi yerli bankalar inanılmaz paralar kazandı. Sonunda kaçınılmaz devalüasyon yine oldu. Üstelik kriz çıktı. Moratoryuma gidildiÖ Ne kafa yarabbi!
* * *
Bu ülkenin para sistemine hükmeden zihniyet hiç değişmemiştir. Üretime inanmayan, ihracatla büyümeyi kafası almayan, mal ithal ettikçe zenginleştiğini zanneden Osmanlılık aynen devam etmektedir. Bu modelde finansmancıların görevi, yüksek faizle içeriden ve dışarıdan borçlanıp, harcamalar için kaynak yaratmaktır. 1989’da sermaye hareketleri serbest bırakılınca, yurtiçi tasarruflar da bir bakıma yurtdışı tasarruf haline geldi. Türkiye’ye giren-çıkan veya içeride cins değiştiren sıcak paranın ana kaynağı, yabancıların değil, Türklerin tasarrufları oldu. Bu yüzden, düşük kur belasının üstüne bir de TL’ye de yüksek faiz verme zorunluluğu bindi. Sabit kur, enflasyon kadar devalüasyon, döviz çıpası ve nihayet enflasyon hedeflemesi içinde dalgalı kur rejimini de yaşadık. Gözlemim, adı ne olursa olsun, para politikalarının hedefi hep aynı kalmıştır: Döviz fiyatlarını düşük tutmak. Buna gerekçe olarak enflasyonu frenlemek ve döviz borçlusu devleti (artı bankaları ve şirketleri) zarara uğratmamak gösterilmiştir. Her iki hedefin de (orta vadede) tam tersi olmuştur.
Son Söz: Yanlışı kabul etmeyene, doğru anlatılamaz.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2004
<B>İNGİLİZCE</B>’deki ‘management’ kelimesinin karşılığı olan ‘yönetim’ yerine, çok değil bundan kırk yıl önce ‘sevk ve idare’ deyimi kullanılırdı. 1962 yılında Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikaları Genel Müdürü Dr. Şahap Kocatopçu başkanlığında bir heyet ‘Sevk ve İdare Derneği’ni (Turkish Management Association) kurmuştu. Ben o zamanlar arı Türkçe’den yanaydım. Yönetim yerine ‘sevk ve idare’ denilmesine de bozulmuştum. Yapılan ilk toplantıların birinde, bu hoşnutsuzluğumu gündeme getirdim. Cevaben, yönetim kelimesinin ‘yönlendirme’yi kapsamadığı, halbuki ‘management’ kelimesinin anlamı içinde, hem yönetme hem de yönlendirmenin bulunduğu söylendi. Bugün artık yönetim sözcüğü hem sevki hem de idareyi kapsar anlamında kullanılmaktadır.
* * *
Gerçekten ekonomiyi yönetmek ‘durumu idare etmek’ değildir. Partnerim Taner Berksoy’un isabetli deyişiyle ‘ekonomiyi yönetmek, beklentileri yönetmek’tir. Daha doğru deyişiyle beklentilere ‘yön vermek’tir. Ekonomiyi yönetenler öyle kararlar almalı öyle davranışlar sergilemelidir ki; başta halk olmak üzere, ekonominin tüm aktörleri (işadamları, bankacılar, yerli ve yabancı yatırımcılar vb.) zihinlerinde ekonominin yarınını canlandırmak istediklerinde aynı resmi (tabii iyi resmi) görsünler. Şurasını biliyoruz: Sadece iyimser olmakla, ekonomide işler iyiye gitmez; ama sadece kötümser olmakla ekonomi kötüye gidebilir. İşte Asaf Savaş Akat’ın sık sık sözünü ettiği ‘çoklu denge’ buradan kaynaklanmaktadır. Yani, aynı temel makro ekonomi verilerinde, ekonominin çarkları hem ‘iyiye’ hem de ‘kötüye’ doğru dönebilir. Bu farkı, beklentilerin farklı olması yaratır. Beklentiler, iyiden kötüye dönünce, İngilizce’de ‘vicious circle’ Türkçe’de ‘kısırdöngü/ fásit daire’ yani ‘kötülüklerin kötülükleri davet etmesi’, denilen süreç başlar. Tersine beklentiler, kötüden iyiye dönünce, ‘iyiliklerin iyilikleri davet etmesi’ anlamına gelen ‘virtious circle’ Türkçe’siyle ‘erdem döngüsü’ veya ‘fazilet dairesi’ işlemeye başlar.
* * *
Buraya kadar, ekonomiyi yönetmek denilen işin, günü kurtarmak değil geleceği şekillendirmek olduğunu, bunun da beklentileri ‘yönlendirmek’ yoluyla gerçekleşebileceğini söylemiş olduk. Peki beklentiler nasıl yönlendirilebilir? Üst üste iki kriz yaşamış Türk ekonomisiyle ilgili en önemli beklenti alanı ‘kamu borçlarının döndürülmesi’dir. Özellikle dış yatırımcılar açısından merak edilen husus, Türk devletinin, borçlarının öncelikle faizlerini ve imkan ölçüsünde anapara taksitlerini ödemeye yetecek ‘faiz dışı bütçe fazlası’ yaratıp yaratamayacağıdır. Bundan daha da önemlisi, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda, bırakalım eski borçları ödemeyi, ek dış borçlanma ihtiyacıyla karşı karşıya kalıp kalmayacağıdır. Bir ülkenin ek dış borçlanma ihtiyacının göstergesi ‘cari işlem açığı’dır. Şimdi şu soruyu soruyorum: Türkiye’ye cari işlem açığı verdirecek ve ek dış borçlanmaya mecbur bırakacak ‘düşük döviz kuru’ politikası izleyerek, Türkiye’ye borç vermiş ve verecek insanların beklentileri kötümserliğe yönlendirilmiş olmuyor mu? Bu yanlış yönlendirmenin tahribatı, yurtiçinde arkadaşlar arasında beklenti anketi yaparak giderilebilir mi?
Son Söz: Ey iktisadi sağduyu, geldiysen bankanın kapısına üç defa vur!
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE</B> Barolar Birliği Başkanı <B>Özdemir Özok</B>, <B>‘İmam hatipte okumuş bir insanın Türkiye’de başbakan olmasını hiçbir şekilde içime sindiremem’</B> demiş. Barolar Birliği Başkanı’nın bu ifadesinin tek bir anlamı vardır. O da kendisinin demokrasiyi içine sindirememiş olduğudur. Konunun Başbakan Tayyip Erdoğan’la ilgisi yoktur. Nitekim daha önce de Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olmasını içine sindiremeyenler olmuştu. Daha gerilere gidersek, 1950’lerde Muammer Karaca tiyatrosunda oynanan ‘Ednan abi (Bey) duymasın’ oyununun esprisi Adnan Menderes’in başbakan olmasının içe sinmemesiydi. Bundan sonra da demokrasi, inşallah işlemeye devam ederse, birilerinin içine sinmeyen başbakanlar daha çoook çıkacaktır. Başbakan Erdoğan, Barolar Birliği Başkanı’nın bu sözlerini bir imam hatip mezunu olarak değil, mesela benim gibi değerlendirsin. Tekrar edeyim, konu ne İmam hatip mezunlarıdır, ne de Başbakan’ın kişiliğidir. Konu baro başkanının demokrasiyi hazmedememesidir. İşin vahim tarafı da budur.
* * *
Aslında demokrasiyi içe sindirmek o kadar kolay bir iş değildir. Mesela ben aslında diktatörlükten yana olduğumu birçok yerde beyan etmişimdir. Sadece bu tercihimin ‘olmazsa olmaz’ bir şartı vardır: O da benim diktatör olmamdır. Diktatörün ben olmadığı bir dikta rejimine kesinlikle razı değilim. Benim diktatör olmam ise pratik olarak imkansız olduğu için tercihim, başbakan kim olursa olsun, demokrasiden yanadır. Bu da bir bakış açısıdır. Baro başkanına kullanmasını tavsiye ederim.
* * *
Cumhuriyetin kurucu kadrolarında yer alan Milli Eğitim Bakanı Hasan Áli Yücel’i ölümünden kısa bir süre önce, bir grup ODTÜ’lü olarak ziyaret etmiştik. Kendisiyle Köy Enstitüleri meselesini konuşmak istiyorduk. Köy Enstitüleri gerçekten çok yaratıcı bir tasarımdı. Nasıl başlamış, ne kadar başarılı olmuş, niçin akamete uğramıştı, bunları merak ediyorduk. Konuşmanın belli bir aşamasına gelince Hasan Áli Yücel, bize şunları söyledi. ‘Aydın kişiler olarak, hayatınızın sonuna kadar Atatürk devrimlerini özellikle laikliği yaşatmakla, demokrasiyi yerleştirmek arasında tercih yapmakta zorlanacaksınız; çünkü devrim, tanım icabı demokrasiyle bağdaşmaz.’ Pek çoğumuzun içinden çıkamadığı temel çelişki işte budur.
* * *
Bu çelişkinin özü, demokratik süreç sonucunda, halkın laikliği tercih etmeyenleri iş başına getirmesinin galip ihtimal olmasıdır. Cumhuriyete kadar, Türk milleti diye bir şey yoktu; Müslüman milleti vardı. O kadar ki Birinci Cihan Harbi’nden sonra kurulan ‘League of Nations’ resmi olarak Türkçe’ye ‘Cemiyet-i-Akvam’ yani ‘Kavimler Topluluğu’ diye tercüme edilmişti. Daha sonra adı ‘United Nations’e dönüştürülen ve yeniden örgütlenen bu kuruluşun Türkçe’deki resmi adı ‘Birleşmiş Milletler’ olmuştur. Yani İngilizce’deki ‘nation’ kelimesinin Türkçe karşılığının kavimden, millete dönüşmesi 60 yıllık bir olaydır. Bu yüzden milletin ortak hafızasında ‘Türk kavminden ve İslam milletinden’ olmak diye iki kimlik vardır. İslam kimliğinin demokratik süreçte öne çıkması kadar doğal gelişme olamaz. Aydınların karşı karşıya kaldığı gerçek mesele, şekilci bir laikliği dayatmak değil, İslam kimliğinin öne çıkmasına rağmen, toplumun gelişmesine katkı yapabileceğine inandığımız laikliğin öz değerlerini öne çıkarmak ve halkımıza benimsetebilmektir. Zor, ama doğru olan budur.
Son Söz: Dayatana, dayatırlar.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2004
<B>FAİZİ</B> anlamadan iktisatı anlamak mümkün değildir. Tüm kitaplı dinlerin, iktisadi hayatla ilgili olarak vaz ettiği kuralların başında, faizi yasaklamak vardır. Bu kural hayatın gerçekleri karşısında uygulanamaz hale gelmişse de, yine de bu dinsel yasağın hikmetini anlamakta yarar vardır. Bu bir.
Ekonomi, iki katmandan oluşur. Alt katmana ‘reel’ (gerçek), üst katmana ‘reel olmayan’ denir. Faiz, reel olmayan ekonominin esas unsuru olan paranın ‘zaman değeri’dir. Reel olmayan bir şey, reel değer yaratamaz denilebilir. Halbuki yaratmaktadır. Kişiler faiz gelirleriyle, reel ekonominin ürettiği her şeyi satın almaktadır. Bankaya-bonoya yatırılan para, hiç eksilmeden, yerli yerinde dururken (ana paranın enflasyon aşınması düşüldükten sonra) elde kalan reel faizle, mal ve mülk alınabilir. Burada sanki havadan bir kazanç var gibi geliyor. Yanlış; açıklama şöyle: Bankada duran para, müteşebbis bir kimse atarafından ödünç alınmış ve bu ödünçle satın alınan makinalar veya malzemeler kullanılarak reel üretim yapılmıştır. Dolayısıyla reel olmayan para (sermaye), reel ekonominin üretim faktörlerinden biri haline dönüşmüştür. Öyleyse o üretim faktörünün sahibine, reel sektörde yaratılan katma değerden pay verilmesinde bir haksızlık yoktur. Faiz, havadan kazanılmamıştır. Tekrar edelim: Para durduğu yerde para kazanmamıştır, reel ekonomideki üretim sürecine katıldığı için para kazanmıştır. Bunu akılda tutalım. Bu iki.
* * *
Yukarıda söylenenlerin içinde, çok önemli bir kural gizlidir. Finansal sermayenin, yani paranın getirisi, ‘fizik sermayenin’ yani fabrikaların, barajların, çiftliklerin, otellerin, otobüslerin, kamyonların, hastanelerinin, okulların, süpermarketlerin getirisini aşmamalıdır. Hatırlayanlarınız vardır. Bir zamanlar gazetelerde ‘ev kirasız-para faizisiz’ başlıklı, gayrimenkul kullanım hakkı karşılığı, ödünç para verme ilanları çıkardı. Bu finansman modelini kuranların varsayımı, reel mülkün zaman değeri olan ‘kira’ ile, reel olmayan bir varlığın, yani paranın zaman değeri olan ‘faiz’in denk olması gerektiği idi. Yani işlem, kuramsal denkliğe uygundu. Bu üç.
* * *
Şimdi soru şu: Acaba, reel ekonomide kullanılan toplam paranın ortalama getirisi yüzde kaçtır. Fortune Dergisi’nin Amerika’nın ve Dünya’nın 500 büyük şirketi istatistiklerinden yapılan derlemelere göre, son yüz yılda boyunca, bu getiri oranı (ROI) yılda yüzde 7.5 dolayındadır. Demek ki; Amerika’daki şirketlerin (o da başarılı olanların) ortalama yüzde 7.5’tan daha fazla faiz ödemeye takatları yoktur. Bu getiri oranı (ROI), muhtemelen Avrupa ve Japonya’da daha da düşüktür. Türkiye’deki getiri oranlarının da bu sınırlar içinde olması gerekir. Aynı sınır yüzdeyi, en büyük borçlu ‘devlet’ için hesaplamak gerekirse, referans kabul edilebilecek tek rakam, yıllık milli gelir artış oranıdır. O da yüzde 4-5 dolayındadır. Bu noktada herkesi düşünmeye davet ediyorum. Eğer bir ülkede mesela Türkiye’de, reel faizler, uzun yıllardır, yukarıda verdiğim yüzdelerin çok üstünde seyrediyorsa, acaba bu faizleri kim ödemektedir? Kim, kimden alıp, kime vermektedir? Yüksek faiz ödemeleri, ekonomik ve sosyal olarak hangi çarpıklıklara yol açmıştır ve açacaktır? Bu da dört.
Son Söz: Gelir, gideri karşılamazsa, servet transferi oluşur.
Yazının Devamını Oku