28 Ağustos 2004
<B>HOCAM</B> <B>Fuat Çobanoğlu</B>, birbiriyle bağdaşmaz iki işi yapanlara <B>‘bunlar gündüz imamlık, gece meyhanecilik yapıyor; halbuki ne meyhaneciden imam, ne de imamdan meyhaneci olur’</B> derdi. Bizim bankalarımız tam bu tanıma girmektedir. Banka, halkın mevduatına bekçilik etmesi gereken bir güven kuruluşudur. Tabiri caizse cemaatın imamıdır. Mevduata yeterince yüksek faiz veremeyebilir. Ama, karekteri icabı, faiz vereceğim diye halkın parasını batıracak riskleri de almaz. İş adamlığı ise ‘risk almak’tır. İş adamları kendilerini kandıracak kadar iyimser, hatta risk-sever olur. İş adamı, içmeden sarhoştur. Çünkü o bir meyhanecidir. Zaten alkol buharıyla hafiften kafayı bulmamış olsa, bir insanın, (dolandırıcı ve hortumculardan bahsetmiyorum) iş adamı olmayı istemesi akıl kárı değildir. Geceleri teşebbüs şehveti artan iş adamları, çoğu zaman sabah uyanır ve kendi kendine ‘sarhoştum, aydım; ben bu işten caydım’ der. İş adamını risk almasın demek, boğayı iğdiş etmekle birdir. İş adamı, kafasına taktığı girişimi için herkesi kandırabilir. Kanmaması gereken bir tek kişi vardır. O da bankadır. Çünkü bankalar, başkalarının paralarının emanetçileridir. Bu gerekçeyle, kurumsal veya bireysel iş adamlarına ödünç veren bir bankanın kendisi, kurumsal veya bireysel olarak sınai işlere teşebbüs etmez. Oyunun, kuramı da, kuralı da, ahlákı da budur.
* * *
Bizde ise bunun tam tersi geçerlidir. Bu konuda gaflet, cehalet o kadar büyük ve yaygındır ki; aklı başında sandığınız bir çok insan, bankacılıkla, sanayiciliğin aynı bünyede bulunmasını iyi bir şey zanneder. Aman yapmayın, bu yapılanma ‘ahlaki zafiyet’ ve ‘haksız rekabet’ yaratır, dendiğinde, alınırlar ve ‘Türkiye’nin şartları bunu emrediyor’ derler.
* * *
Ben bankacılıkla, Koç Grubu, Garanti Bankası’nın sermayesinin yarıdan fazlasını ele geçirdiği 1977 yılında ‘aynen’ ve ‘hakken’ tanıştım. Batık iştirakleri ve batık büyük kredileri yeniden yapılandıracak ekipte görev aldım. Dehşet içinde bu sektörün içinde bulunduğu feci durumu gördüm. Hemen aklıma, bankacılıkla sanayiciliğin bir elde toplanmaması gerekir diyen hocalarım geldi. O günden beri, bankacılıkla sanayiciliğin ayrılması için yazdım ve konuştum. Israrla işlediğim ikinci konu ise, ‘şirketleri (bankaları) iflas etmeyen ülkenin, ekonomisinin iflas edeceği’ kuralı idi.
* * *
Yeniden yazılmakta olan bankacılık kanununda, galiba bu iki sakatlığın tedavisine karar verilmiş. Bu gelişmeden büyük bir memnuniyet duydum. Tabii her zamanki gibi bu değişikliğin kanunlaşmaması için elden gelen gayret gösterilecektir. Bu konuda İş Bankası’nın beyanlarına çok dikkat etmek gerekir. İş Bankası, hem Türkiye’nin en önemli iktisadi aktörüdür, hem de 1930’lardan kalan bir modelin en büyük örneğidir. İş Bankası vakası, mutlaka ayrı olarak ele alınmalıdır. Bu kuruluş ne özeldir, ne de kamu. Üstelik hem bankadır, hem de dev bir sanayi holdingi.
Son Söz: Türkiye için iyi olan, İş Bankası için de iyidir.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2004
<B>ÖNCE</B>, neden bahsettiğimizi özetleyelim. Bir ülke ekonomisinin ne durumda olduğunu gösteren iki açık (veya fazla) var. Bunlardan biri ‘iç açık’ yani devletin gelir gider dengesidir. Diğeri ise ‘dış açık’ veya ‘cari açık’ yani ülkenin döviz dengesidir. Dış açık ‘Ödemeler Dengesi’ denilen bir tabloda gözükür. Bu tablo iki kısımdan oluşur. Çok kaba olarak anlatmak gerekirse, ‘Cari Hesaplar’ denilen birinci kısımda, bir ülkenin, ürettiği ve yabancılara sattığı mal ve hizmetlerden elde ettiği gelirlerle, yabancıların ürettiği mal ve hizmetleri almak için katlandığı giderler yer alır. Bu hesabın bakiyesine ‘cari açık’ denir. Ödemeler Dengesi tablosunun ikinci kısmına ‘Sermaye Hesapları’ adı verilir. Burada da tablonun üst kısmında, yani ‘Cari Hesaplar’ da ortaya çıkan açığın nasıl kapatıldığı veya fazla varsa bu fazlayla ne yapıldığı yer alır. Eğer ortada bir ‘cari açık’ varsa, ülkenin bu açık kadar borçlanmış olması gerekir. Borçlanmak, başkalarının tasarruflarını kullanmak demektir. Bu yüzden, bir ülkenin ‘cari açık’ rakamı o ülkenin, ‘tasarruf açığı’ na eşittir denir. Bu eşitlik, sadece cebirsel bir ilişkiyi anlatır. Kamu yatırımlarının son derece azaldığı bu devrede, Türkiye’de tasarruf açığı olduğu için, ‘cari açık’ oluşmuştur demek yanlıştır. Doğru olan, başkalarının tasarrufları çekilebildiği için Türkiye’de ‘cari açık’ doğmuştur ifadesidir.
* * *
Tekrar edelim: Türkiye, dövizle borçlanabildiği için ‘cari açık’ vermektedir. Bunu da tasarruflara, gerek döviz ama bilhassa TL cinsinden ‘fahiş faiz’ vererek yapabilmektedir. Uygulanmakta olan ‘örtülü döviz çıpası’yla enflasyon düşürme potikasının yarattığı cari açık nasıl kapanır?
1. Cari açığın oluşmasının ‘tek’ sebebi döviz fiyatlarının ucuz kalmasıdır. Cari açığın kapanmasının ‘tek’ çaresi de döviz fiyatlarının artmasıdır.
2. Dalgalı kur rejiminde döviz fiyatlarının artmasını sağlamak için yapılması gereken, bir yandan ‘sermaye hareketleri’ yoluyla piyasaya giren döviz arzını caydırmak diğer yandan döviz talebini arttırmaktır.
3. Döviz talebini arttırmak için, bankalarının doğrudan ve dolaylı olarak taşıdıkları açık pozisyonlar resmen ve fiilen sıfırlanmalıdır. Yetmezse, bankalara ‘döviz fazlası’ tutma mecburiyeti getirilmelidir.
4. Türkiye’de açık pozisyon taşıyabilecek tek kuruluş Hazine’dir. Zaten açık pozisyonun riskinin, hem primini, hem de zararını o ödemektedir.
5. 2001 krizini takiben icat edilen ve bankaların açık pozisyon hesabında döviz varlığı olarak kabul edilen ‘takas’ kağıtları, en kısa sürede TL olarak itfa edilmeli ve bankalar pozisyon kapamak için piyasadan döviz almalıdır. Daha üç ay önce, döviz fiyatları artışa geçip, cari işlem açığını kapatacak mekanizma kendiliğinden devreye girmişken yani piyasalar refleksle düzeltme yaparken, ayağa kalkmaya çalışan hayvanın kafasına sopayla vurulmuştur. Bu çok ciddi bir hata olmuştur.
6. Dış borçlanmaya ve vadeli ithalata vergi konmalıdır.
7. Merkez Bankası, hem çok geç kalmış, hem de inadı yüzünden Hazine’ye çok külfet yüklemiş olsa da, daha fazla gecikmeden gecelik faiz oranlarını yarıya düşürmelidir.
Son Söz: Fiyatı belirleyen arz-talep kanunu, yürürlükten kalkmamıştır.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2004
<B>ENFLASYON</B> geride kaldı, şimdi <B>‘cari açık’</B> tartışmak moda.<B> </B>Eh cari açık da tabiri caizse, bizim çöplüğümüze giren bir konu. Yazının geri kalan kısmını okumak istemeyenlere bir ‘ön söz’le özetleme yapayım. Cari açık konusunda, başta Merkez Bankası olmak üzere, dost iktisatçılarının söylediklerinin (çoğu diyelim, hepsi demek haksızlık olur) yanlış, önerilerinin ‘tersi’ ise doğrudur. Maddeler halinde cari açık meselesinin irdelemesine girmeden önce şunu belirteyim. Eğer ‘Türkiye’nin cari açıktan doğan bir iktisadi sorunu yoktur; izlenen para politikasına aynen devam edilmelidir’ deniyorsa, benim yazımın kıymeti harbiyesi yoktur. Okumayın. Yok, böyle bir sorun var; ve bunun nedenini ve çaresini bulmak zorundayız deniyorsa, o zaman aşağıda okuyacaklarınız önemldir. Çalışma arkadaşlarımdan iktisatçı Tuğrul Belli, Turkish Bank’ın Ekonomik Rapor’unun ağustos sayısında, çok güzel bir toparlama yapmış. Bu yazının içinde yer yer onun ifadelerine rastlayacaksınız.
1. Cari açık, sermaye hesaplarında ‘fazla’ olduğu için oluşur. Yani önce cari açık verilir, sonra o açığı finanse etmek için dışarıdan borçlanma yapılmaz. Önce dış borç imkanı yaratılır, sonra cari açık ortaya çıkar.
2. Sermaye hareketlerinde fazla oluşması veya genel kabul görmüş iktisadi söylemiyle, ‘başka toplumların tasarruf fazlasını çekebilmek’ için, paraya, o ülkelerden daha fazla ‘faiz’ vermek gerekir.
3. Para, ne kadar riskli olursa olsun, yeterli getiriyi gördüğü her alana veya ülkeye gider. Risk oluşunca da oradan kaçar. Dolayısıyla bir ülkenin ‘yüksek’ faiz vererek, başka ülkelerden ödünç para alması ne marifettir, ne de itibar. İtibar, çok düşük faiz verildiği halde, başka ülkelerin parasını çekebilmektir. Bunun en iyi örneği İsviçre’dir.
4. Mal veya hizmet ihracatı yapmadan, yani dövizi kazanmadan sadece yüksek faiz vererek ülkeye döviz girişi sağlanınca, döviz fiyatları ‘olması gereken’ seviyenin altında teşekkül eder. Döviz ucuz kalınca, ithal mal ve hizmetlere talep artar ve cari açık oluşur. Bu iş bu kadar yalındır. Paranız dolar, ülkeniz Amerika olsa da, yine bu böyledir.
5. Cari açığın kapanmasının tek emin yolu, döviz fiyatlarının artmasıdır. Bunun dışında hiç bir yol yoktur. Aranmamalıdır.
6. Cari açığın ortaya çıkışının sebebi olarak söylenen ‘ekonominin ısınması ve öngörülenden hızlı büyüme’nin sebebi, düşük faizler değil, düşük döviz fiyatlarıdır. Dolayısıyla, ekonominin soğuması için arttırılması gereken faizler değil, döviz fiyatlarıdır.
7. Döviz fiyatları artınca, hem ithal mallarının hem de ithal girdili yerli malların fiyatları artar. Talep, öncelikle fiyata karşı elastiktir. Dolayısıyla iç talep düşer, ekonomi soğur ve cari açık hızla küçülür.
8. Türkiye son 30 aydır, istikrarlı bir şekilde, dünyanın en yüksek reel faizini (yüzde 25 ile başlandı halen yüzde 12) uyguluyor. Bu reel faize rağmen, ekonomi ısınıyorsa, bu ısınmanın sebebi faizlerin yeterince yüksek olmamasıdır demek mümkün değildir.
(Bir sonraki yazıda önlemler paketini anlatacağım)
Son Söz : Yanılan iktisatçı tartışmaya doymaz.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2004
<B>MİLLİ</B> gelirin ‘<B>ádil dağılımı</B>’ acaba ne demektir? Buna verilen standart cevap, üst ve alt gelir grupları arasındaki farkın az olmasıdır. Bu nedenle, gelir dağımı konuşulurken ‘ádil’ yerine ‘eşitlikçi’ sözcüğü de kullanılmaktadır. Bu bağlamda az gelişmiş ülkelerde genellikle gelir dağımı ‘bozuk’tur.
Amerika hariç, gelişmiş ülkelerde milli gelir, sosyal sınıflar arasında daha eşit dağılmıştır. Buradan şöyle bir sonuç çıkartabiliriz. Milli gelirin artışıyla birlikte, milli gelir dağılımı da düzelmektedir. Pek tabii, bu nedensellik ilişkisi tersten de söylenebilir. Şöyleki, milli gelirin daha eşitlikçi dağılımı, toplam milli gelirin daha hızlı büyümesini sağlar. Buradaki mantık şudur: Bir ülkede orta gelir gurubunda bulunanların sayısı arttıkça, onlara mal satmak isteyen sanayi kuruluşları üretimlerini arttıracaktır, artan üretimle birlikte sanayide ölçek ekonomisinden doğan bir verim artışı olacak bu da milli geliri büyütecektir. Zaten bu yüzden, milli gelir dağılımını daha eşitlikçi hale getirmek, sosyal olduğu kadar iktisat politikalarının da amacı olmuştur. Günümüzün moda değişiyle ‘milli gelir dağılımının düzelmesi’ izlenen iktisat politikalarının bir performans kriteridir. Burada bir düzelme sağlanamıyorsa, iktisat politikasının esas amacı yani performans kriteri olan ‘büyüme’yi sürdürümek zorlaşır.
* * *
Yukarıdaki düşünce tarzı, dünya ekonomisinin ‘ulusal ekonomiler konfederasyonu’ şeklinde örgütlendiği geçen yüzyılda ortaya çıkmıştır. Halbuki küreselleşme, bu konfederatif yapıyı bozmakta, ortaya tek bir global ekonomi çıkmaktadır. Belki de çok uzak olmayan bir gelecekte, ‘ulusal ekonomi’ diye tek başına iktisat politikaları oluşturulabilir ve bağımsız olarak yönetilebilir bir ekonomik birim (entity) kalmayacaktır. Şimdi cevabını aradığımız soru şu: Küreselleşme ulusal ekonomileri ortadan kaldıracaksa, bunun belli bir ülkedeki milli gelir dağılımı üzerine etkisi ne olmuştur ve ne olmaya devam edecektir?
* * *
Genel kabul görmüş kanaata göre, küreselleşme milli gelir dağılımı bozmaktadır. Bu durumda özellikle az gelişmiş ve dolayısıyla milli gelir dağılımı bozuk ülkelerin alt gelir katmanlarında bulunan insanların, işçi sendikalarının, tarım birliklerinin, onlara destek veren sivil toplum örgütlerinin ve aydınların, küreselleşmeye karşı tavır almaları gerekmektedir. Bu, sosyal ve siyasi bir meseledir ve gerçektir. Nitekim, küreselleşme karşıtlarının eylemleri, uluslararası toplantılara ev sahipliği yapan her ülke için ciddi bir sorun haline gelmiştir.
Ancak, küreselleşmenin daha tartışmasız sonucu, ülkelerin milli gelirinin daha hızlı artmasını sağladığıdır. Öyleyse, alt gelir dilimlerindeki kitleleri korumak ve kollamak isteyen akıl ve vicdan sahibi herkesin, küreselleşmeye karşı çıkmayı bırakıp, küreselleşmenin yarattığı veya yaratması muhtemel gelir dağılımı çarpılmalarını ortadan kaldıracak modelleri tasarlamak ve topluma sunmak görevi vardır. Amaç herhalde, ádil bir milli gelir dağılımını fakirlikte sağlamak değildir. Bunun bilinen en emin yolu da demokrasiyi ve onun tüm kurumlarını güçlendirmektir. ‘Sosyalist halk cumhuriyeti’ modeli çoktan tarihin çöplüğüne atılmıştır.
Son Söz: Fırsat, tehlikenin görünmeyen yüzüdür.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2004
<B>ULAŞTIRMA </B>Bakanı <B>Binali Yıldırım’</B>la işimiz var. Hızlandırılmış tren kazasından sonra takındığı <B>‘fatalistik’</B> (ne yaparsan yap, olacaklara ve öleceklere engel olamazsın) söylemini Tavşancıl’daki ikinci tren kazasından sonra da sürdürüyor. Ben izninizle, Sayın Binali Yıldırım’ın dinsel bakış açısını ekonomik ve sosyal olaylara uygulayacağım.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinden beri ekonomide gözle görülür, elle tutulur iyileşme var. Bu iyileşmede, ne Başbakan Erdoğan’ın, ne devlet bakanları Şener ve Babacan’ın, ne Maliye Bakanı Unakıtan’ın ne de uygulanan politikaların siyasi sorumlusu AKP meclis grubunun bir katkısı vardır. Zaten enflasyon da daha önce Allah’tan çıkmıştı; şimdi de Allah’tan iniyor. Ekonomiyi iyileştiren de kötüleştiren de Allah. Geçmişte bir alay şirket ve banka da Allah’tan battı. Bu şirketlerin ve bankaların batışında, ne makro ekonomik şartların kötüleşmesinin ne de ‘kendi şirketini/bankanı, kendin soy’ diyerek şirketlerinin ve bankalarının içini hortumlayan ‘bi b.ktan çakmaz’ sözde işadamlarının bir kusuru, kastı veya kabahatı yoktur. Türkiye’nin gidgide uyuşturucu ağalarının devlet egemenliğine ortak olduğu, yani devletin toplaması gereken vergileri topladığı ve devletin koyduğu kurallara meydan okuduğu bir Güney Amerika ülkesine dönüşmesinde kimsenin bir kusuru, kabahatı veya kastı yoktur. Bunlar hep Allah’tan. Allah izin vermese bunlar olur mu? Depreme dayanıksız bina inşa eden mühendis ve müteahhidin de kusuru yok. Fay hattı üzerine çürük çarık bina yapmak da, zelzelede bu binalar yıkılınca altında kalıp ölmek de Allah’tan değil mi?
* * *
Başlamış ve bitirilmemiş ve dolayısıyla hiçbir katma değer yaratmayan yatırımlara Türkiye’nin 100 milyar dolardan fazla para gömmesi de Allah’tan. Bu átıl duran 150 katrilyon TL’lik (100 milyar dolar) yatırım için, 150 katrilyon lira borçlanmış bulunan devletin her sene 25 katrilyon lira faiz ödemesi ve bu faizi ödeyeceğim diye yeni yatırımları yapamaması ve fakir-fukaranın ümüğünü sıkması da Allah’tan. Bunda da kimsenin bir kabahati, kusuru veya kastı yok. O zaman Başbakan Erdoğan’nın ‘Yolsuzluklara karşı damardan girip mücadele edeceğiz’ demesi de boş bir böbürlenme. İsraf da, yolsuzluklar da Allah’tan değil mi?
Daha fazla saçma sapan örnek türetmeme gerek yok. Bakan Yıldırım gibi dindar olmayı fatalist olmakla karıştıran bir kişi dahi, yukarıdaki örnekleri onaylamaz.
* * *
Dinler, insanlara fatalist değil, determinist olmayı öğütler. Din kelimesi, ‘yasaklar’/’kurallar’ kavramlarından türemiştir. İlk semavi din olan Museviliğin kurucusu Musa’nın on emri ‘Evamiri Aşere’ on adet yasaktır. Toplum hayatını tanzim eden ‘yasa’lar da aslında ‘yasak’lardır. İnsanların, Allah’ın bahşettiği iradelerini kullanıp özgürce yaşarken, hem kendilerinin hem de başkalarının selameti için dinsel ve bu bağlamda bilimsel yasalara uymaları gerekir.
Bu yazıyı da dostum Uğur Özoğuz’un eşsiz özdeğişiyle bitiriyorum.
Son Söz: Kaza, takdiri iláhi değil; tekdiri ilahidir.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2004
<B>MERKEZ </B>Bankası (MB), hükümeti uyarmış: Eğer rahavete kapılınır, çok sıktık biraz gevşetelim denirse, özellikle enflasyonun düşmesi yönünde elde edilen kazanımlar kaybolur demiş. Elhak doğru demiş. Merak ediyorum, acaba MB kendini hiç hata yapmamış mı kabul ediyor? Mesela bana göre Merkez Bankası en az 30 aydır, ‘gecelik faizi’ olması gerekenin çok üstünde tutarak ciddi hata ediyor. Bu eleştirinin cevabı, ‘Gecelik faiz bu kadar yüksek tutulmamış olsaydı, enflasyon bu hızlı düşmezdi’ olabilir. Bu ifade de doğrudur. Ancak, uygulanan herhangi bir iktisat politikasının isabetlilik kriteri, sadece o politikanın hedeflediği amaç yönünde sağlanan başarı değildir. Acaba uygulanan politika, bir yönde olumlu sunuçlar verirken bir başka yerde olumsuz bir gelişmeye sebebiyet veriyor mu diye de sorgulamak gerekir.
* * *
Karar teorisi, alınan her kararının bir ‘al-ver’ (İngilizcesiyle trade-off, yani bir şey elde ederken, bir başka şeyi kaybetmek) içerdiğini söylüyor. Zaten herkes hayat mektebine devam ederken bu kuralı yaşayarak öğreniyor. Alacağı her tedbirin, bir yerlerde belli sakıncalara sebep olduğu biliyor ve bunu bekliyor. (Buna hesaplı riziko da denir.) Ama o tedbiri yine de alıyor. Çünkü ‘tedbir almamak’ da bir karardır. Eğer tedbir alınmazsa, ortaya çıkacak zararın büyüklüğü tahmin edilir. Tedbirin yaratacağı zararın, bundan küçük olması belkeniyorsa, tedbir sakıncasına rağmen alınır. Rasyonel, yani iktisadi davranış budur. Ancak iş burada bitmez. Çünkü zaman içinde alınan tedbirin faydası ‘azalan verim’ kanununa göre düşerken, yarattığı sakınca giderek kritik düzeye çıkabilir. Dolayısıyla hayatın dinamiği içinde, alınan her tedbir, izlenen her politika, gözden geçirilmek ve gerekiyorsa revize edilmek mecburiyetindedir.
* * *
1. Merkez Bankası (MB) tarafından izlenen yüksek gecelik faiz politikası, likitide saikiyle ellerinde döviz tutanları, birikimlerini TL’ye döndürmeye sevk etmiştir. Artan arz, döviz fiyatlarını düşürmüştür. Enflasyonda elde edilen muhteşem düşüşün ana sebebi bütçe disiplini olmakla birlikte düşük döviz fiyatı da bir o kadar etkendir. Bu bir başarıdır.
2. MB, sözde düşen döviz fiyatlarının daha da düşmememesi için, ama aslında döviz rezervlerini artırmak maksadıyla piyasalardan yüklü miktarda ucuz döviz almıştır. Bunda da bir isabet var. Ancak;
3. Dövizleri almak için piyasaya sürdüğü TL’ler, para arzını artırmasın diye MB, dönüp kendi çıkardığı parayı, aynı yüksek faizle piyasadan toplamıştır. Senyoraj geliri elde edeceğine bedel ödemiştir.
4. Gecelik faizlerin yüksek olduğu bir ortamda, bono ve tahvil faizleri de yüksek olmaya devam etmiştir. Bu, bütçenin faiz giderlerini artırmıştır.
5. En önemlisi, döviz fiyatları düşük kaldığı için ‘cari açık’ (döviz gelir gider açığı) artmıştır. Açıktaki artış, henüz döviz fiyatları üzerinde ani bir sıçrama etkisi yaratmamıştır. Ama beklentileri değiştirmiştir.
6. Yüksek reel faizler yüzünden hükümet, sürdürülmesi zor bir ‘faiz dışı fazla’ yüzdesi vermeye mahkûm edilmiştir. Buna rağmen kamu borcu reel olarak azalmamıştır.
Son Söz: Alınan tedbirde kusur, alınan tedbirin maliyetini bilmemektir.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2004
<B>BULUNDUĞUNUZ </B>şehrin en işlek caddesini düşünün. Caddenin iki tarafında ağaçlar, ağaçların arkasında çok katlı apartmanlar var. Kadıköy için bu tanıma uygun örnek Bağdat Caddesi’dir. Bu caddede yürürken bir de bakıyorsunuz avcı giysili bir adam elinde tüfek, ağaçlara doğru ateş ediyor.
Aman ne yapıyorsun, ağaçların arkasında binalar ve orada yaşayan insanlar var. Allah saklasın, birilerini vuracaksın diyorsunuz. Adam, ‘Ben çok usta avcıyım, keklik avlıyorum. Merak etme bir şey olmaz’ diyor ve ateşe devam ediyor. Tam o sırada balkonda çamaşır asmakta olan bir kadını omzundan yaralıyor.
Hemen 155’e telefon edip polis çağırıyorsunuz. Kısa zamanda bir ekip otosu geliyor. Adam, avcı teskeresini ve av tüfeğinin ruhsatını polislere gösteriyor. Ayrıca Orman Bakanlığı’nın keklik avlama mevsiminin başladığına dair tamiminin bir fotokopisini memurlara ibraz ediyor. Bir kaza oldu, balkondaki hanımı istemeyerek vurdum diyor.
* * *
Ertesi sabah adam savcılık tarafından ‘av sahası olmayan bir yerde avlanmak ve kazaen adam yaralamak’ suçuyla mahkemeye sevk ediliyor. Şimdi; sizce bu adam, yaralanmaya kazaen mi sebebiyet vermiştir? Yani, gereken dikkat ve özeni göstermediği için ‘taksirli’ bir suç mu işlemiştir?
Bu kişi, meskun mahalde tüfekle ateş edince birilerini yaralayabileceğinin, hatta öldürebileceğinin bilincinde değil midir? Yoksa yaptığı hareketin yaratacağı tehlikenin bilincindedir ama boşvermektedir. Öyleyse, ‘bilinçli taksir’ suçu mu işlemiştir? Hatta, avcının bu eylemi ‘olası kast’ mı içermektedir? Yani ortada bir ‘kasıtlı suç’ mu vardır?
* * *
Yukarıdaki hayali hikáyenin esin kaynağı, yeni Türk Ceza Kanunu’nda trafikte güvenliği tehlikeye sokan davranışların ne tip bir suç teşkil ettiğini irdeleyen bir radyo programı ile Yargıtay 4. Ceza Dairesi Hákimi Hasan Tahsin Gökcan’ın Trafik Dergisi'ne yazdığı makaledir.
* * *
İstanbul’un Bağdat Caddesi’nde veya bir başka şehrin bir başka cadde veya sokağında, her an yaralanmalı ve hatta ölümlü bir kazaya sebebiyet verecek şekilde, tedbirsizce ve terbiyesizce, yani trafik emniyet kurallarını hiçe sayarak araç sürmek nasıl bir suçtur?
Bir kazaya sebep olduktan sonra veya olmadan önce, aracını böyle süren kişiye verilmesi gereken cezalar ne olmalıdır? Trafik emniyet kurallarını çiğneyenler, kaza yapma ihtimalini artırdıklarının bilincinde değiller mi? Suçun kendisi bizatihi aracı bu şekilde sürmek değil midir? Kaza, suçun cezasını artırabilir ama mahiyetini değiştirmez. Suç, tedbirsiz ve özensiz araç sürüldüğü an işlenmiştir.
Dolayısıyla bir kazaya yol açmasa da tedbirsiz sürüş, basit bir kural ihlali değil, ‘bilinçli taksir’ veya ‘olası kast’ içeren bir eylemdir. Kaza olmasa bile böyle bir eyleme verilecek ceza, yaralanmaya veya ölüme sebep olmuş ‘taksirli’ bir suça verilecek cezadan fazla olmalıdır.
* * *
Bilgi ve görgü pınarından su içtiğim Sulhi Dönmezer Hoca'ya şükranlarımı sunarım. Allah taksiratını affetsin.
Son Söz: En ağır ceza, kaza; en hafif kaza, cezadır.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2004
<B>ÇOK</B> gayret sarfettim, başaramadım. Dinsel ve hukuksal açıklamaları çoğu zaman kabullenemiyorum. Mesela, her yerde hazır ve nazır olan, insana şah damarından yakın olan, doğmamış ve doğurmamış olan, hem tüm canlı ve cansızların yaratıcısı, hem de alemlerin ezeli ve ebedi sahibi Allah’ın nasıl oluyor da Mekke şehrinde bir evi oluyor? Allah’ın Mekke’de evi yoksa ‘Beytullah’ ne anlama geliyor? Soruyu soruşumdan din konusundaki taş kafalılığım derhal anlaşılıyor değil mi?
* * *
Benzer saçma soruları hukuk konusunda da soruyorum. Mesela bir bankada çalışanların hepsi, başta göstermelik yönetim kurulu üyeleri ve genel müdür olmak üzere, o bankanın patronunun yani o bankanın mutlak hakiminin kim olduğunu biliyor. Kimsenin, o kişinin onayı olmadan önemli bir karar alması mümkün değil. Zaten kimse de o’nun sözünden dışarı çıkmıyor. Ancak bir gün, sermayesini çoktan kediye yüklemiş bu banka alenen batıyor. Bankanın yetkilileri hakim karşısına çıkartılıyor. Bir de bakıyorsunuz, mahkemeye çıkanlar arasında patron yok. Meğer patronun bankayla hiç ilgisi yokmuş. Sadece bankanın yüzde 99’una doğrudan veya dolaylı olarak sahip olan ‘pasif’ bir hissedarmış, o kadar. Yapılandan, edilenden haberi yokmuş. Yönetim kurulu üyesi olmadığı için de sorumlu tutulamazmış. Ben yine aptal aptal söyleniyorum. Yahu, yönetim kurulu üyeleri dahil tüm üst düzey yöneticilere, onları kim işe almış, kim onların maaşlarını belirlemiş, kim bankanın tüm yatırım ve kredi kararlarını almış veya onaylamış sorsunlar; hepsi bu kişinin patron olduğunu bülbül gibi anlatacak. Hakim, görüşü engelleyen tiyatro perdesini biraz aralayıp, gerçek sahneyi bütün çıplaklığıyla görebilecekken bunu yapamıyor. Çünkü hukuken sözlü ifadeler geçerli değilmiş. Yazılı delil lazımmış. Hukuk, adaletin tecellisine nasıl engel olur diye soruyorum, uzun uzun anlatıyorlar, anlamıyorum. Bendeki kafa değil, taş sanki. İçine ne dinden, ne de hukuktan bir damla giriyor.
* * *
Gelgelelim iktisadi hayat, din ve hukuk ortamında cereyan ediyor. Bu yüzden ikide bir bu konulara girmek mecburiyetinde kalıyorum. Mesela Danıştay’ın Fon’a devrolup tasfiye edilmiş Kentbank’ı eski sahibine iadesi kararını anlamıyorum. İade edilecek şeyi tahayyül etmek dahi mümkün değil. Danıştayın bozduğu idari kararı kim almış? BDDK. Yani uzman ve yetkili bir kamu kurumu. Peki bu kurumun ‘hukuk’ sevisi yok mu? Nasıl olur da kuruldan, iktisadi ve máli olarak doğru, ama iptal edilecek kadar hukuken sakat bir karar çıkar? Çünkü Danıştay, bankacılık uzmanı olmadığına göre, kararı iktisadi bakımdan değil hukuki açıdan muhakeme edip bozmuştur diye düşünüyorum.
Bir daha böylesi ‘olmayanın iadesi’ kararı gibi icrası imkansız bir hükümle karşılaşmamak için, aklıma şöyle bir çare geldi. BDDK veya TMSF bundan sonra aldığı kararları yürürlüğe koymadan Yargıtay’ın onayına sunsun. Bu durumda hiç bir karar iptal sonradan edilemez. Böylece, ne kişi ne de kamu, mağdur olmaz. Zaten ‘hukukun üstünlüğü’ bu demek değil mi? Yoksa yine mi yanılıyorum?
Son Söz: Kuvvetler ayrılığı bize uymaz, kuvvetler birliğine bak.
Yazının Devamını Oku