Ege Cansen

Yaşasın Yeni TL

25 Eylül 2004
<B>HAYIRLISIYLA,</B> ulusal paramız olan <B>‘Türk Lirası’</B>ndan altı sıfır atacağız. Halen dünyada TL kadar bol sıfırlı para birimi yok. Pek tabii bu sürdürülemez bir haldir. Eldeki kayıtlara göre, çeşitli ülkelerde bazen bir, bazen birkaç kere olmak üzere, şimdiye kadar elliye yakın paradan sıfır atma işlemi yapılmış. Bizde bu ilk defa oluyor. İnşallah son defadır.

Bundan sonra tekrar paradan sıfır atmayı gerektirecek bir duruma düşmemek için, maliye ve para politikalarını çok dikkatli götürmek gerek. Paradan sıfır atılması, o ülkede, geçmişte yüksek enflasyon yaşandığı anlamına gelir. Yani enflasyon olmasaydı, paradan sıfır atmak da gerekmeyecekti.

* * *

Türk Lirası’ndan altı sıfır atma işlemi, geçmiş yıllarda ‘de facto’, yani fiilen cereyan etmiştir. Şimdi ‘de juri’, yani hukuken altı sıfırı atacağız. İsterseniz paradan fiilen nasıl altı sıfır atıldığını anlatayım. Öncelikle ‘kuruş’ ortadan kaldırıldı. Bir lira yüz kuruş olduğuna göre bu, paradan iki sıfır atmak demektir. Benim çocukluğumda kullanılan ve kuruşun kırkta biri olan ‘para’nın ortadan kalktığını hatırlatmıyorum bile. Kuruşun ortadan kalmasından sonra, Hazine tarafından bastırılan madeni paraların birimleri büyümeye başladı.

Bugün fiilen 50.000 TL’den küçük bir para tedavül etmemektedir. Demek ki, Türkiye’deki en küçük para birimi ‘dört sıfırlı’dır. Halbuki tedavül eden en küçük para biriminin, tanım icabı ‘bir’ olması gerekir. Çünkü, birim parada sıfır olmaz. Mesela, Amerikan Doları'nın veya Avrupa Eurosu'nun en küçük parası ‘bir’ cent’tir. Türkiye, elle tutulan en küçük para ‘bir’imini 50.000 TL yaparak fiilen dört sıfırı atmıştır. Buna, kuruşun kaldırılması sırasında atılan iki sıfır eklenirse, paradan şimdiye kadar atılan sıfır sayısının altı olduğu anlaşılır.

* * *

Paradan sıfır atma meselesi gündeme geldiğinde, ben kuruşun tekrar ihya edilmemesi fikrini savundum. Japon parası gibi ‘100 TL’nin’ zımni birim para olması daha doğru olur dedim. Bu durumda paradan dört sıfır atmak yetecekti. Dört sıfır atmak kafa karıştıracağı için, üç sıfır atılması yani bugünün ‘bin’ lirasına, ‘bir’ lira denmesini değişimin rahat hazmetmesi açısından uygun gördüm. Zaten Maliye Bakanlığı bu ilkeyi çoktan kabul etmişti. Vergi tahakkuk ve tahsilatında ‘bin’ liranın altı kullanılmıyordu.

Merkez Bankası, bir liranın yüzde biri olan kuruşun ihya edilmesini ve paradan altı sıfır atılmasını uygun gördü. Bu durumda aslında paradan dört sıfır atılmaktadır. Çünkü, bugün kullanılmayan ‘kuruş’ tekrar devreye girecektir. Zaten kafa karışıklığı da burada olacaktır. Yoksa milyondan büyük fiyatlamada veya para üstü verme işlemlerinde herhangi bir algılama sorunu yaşanmayacaktır. Problem, milyondan küçük fiyatlarda veya küsuratta olacaktır.

* * *

Yukarıdaki eleştirilerim o kadar önemli değil. Ben, paradan altı sıfır atılmasını tam olarak destekliyorum. Paradan sıfır atılması iktisaden çok basit bir olaydır. Ancak hukuki düzenlemenin de mükemmel olması gerek. Lütfen kimse, bu dönüşümü fırsat bilip çamura yatmasın. Kendine veya müvekkiline menfaat çıkarmaya çalışmasın.

Zaten mahkemelerimizin iş yükü ağır, bir de onları sıfır atmanın yarattığı iddia edilen yapay hukuki meselelerle işgal etmeyelim. Çünkü ortada ‘gerçek’ hiçbir mesele yok.

Son Söz: Sıfırı çok olan paranın, itibarı az olur.
Yazının Devamını Oku

Ülkenin parası mı ülkedeki para mı?

22 Eylül 2004
<B>TÜRKİYE</B> gibi, <B>‘ulusal parası’</B> uluslararası piyasalarda kabul görmeyen, hatta iç piyada dahi, bazı işlevlerde yetersiz kalan ülkelerde, merkez bankalarının görevleri layıkıyla yapabilmesi için yeni bir teoriye ihtiyaç olduğunu yazmıştım. Artık, ekonomi nasıl denince, akla öncelikle ‘enflasyon’ ve ‘faiz hadleri’ gibi parasal göstergeler gelmektedir. Bu göstergeler, iki dinamiğinin bileşkesi yönünde hareket eder. Bu dinamiklerden biri ‘maliye’, diğeri ‘para’ politikasıdır. Bu iki politika tandem olarak çalışır. Yani, birbirini hem tamamlar, hem denetler hem de dengeler. Bu süreci, arkada bağımsız çift dingili olan bir ‘off-road’ aracın, arazide yürüyüşüne benzetebiliriz. Aracın, hem çukurları geçmesi, hem de tepeleri aşması için, en az dingillerden birine ait tekerleklerin zemine temas etmesi gerekir. Bazan bir, bazan diğer dingil askıda kalabilir. Ama mutlaka biri yere tutunarak, aracın hedefe doğru ilerlemesini sağlar.

Günümüzde, IMF şartları içinde Türkiye’de maliye politikasının performans kriteri ‘faiz dışı fazla’ rakamıdır. Bütçede, faiz dışı fazla (primary surplus), vermek (bu mutlak bir rakam mıdır, yoksa bir oran mıdır tartışmasını şimdilik bir yana koyarsak) hükümetin kamu harcamalarını kısması demektir. Pek tabii, toplam kamu borçlarını azaltmak için ‘faiz içi fazla’ (budget surplus) vermek gerekir. Bütçeyi, faizler ödenmeden önce fazla verir halden, faizler ödendikten sonra fazla verecek hale getirmek için, faiz harcamalarının küçülmesi gerekir. İşte burada, maliye politikasına, merkez bankasının izlediği para politikasının katkısı veya kösteği devreye girer.

* * *

Merkez bankası, enflasyonu bastırmak için, ulusal paraya yüksek faiz uygulamaktadır. Bu suretle ‘sıkı para’ politikası izlediğini zannetmektedir. Halbuki ülkede, ‘döviz’ de ulusal piyasaların kullandığı ikame paradır. Yüksek yerel para faizi, dövizin yerel para cinsinden ödünç alma maliyetini ‘eksi’ye düşürür. O zaman da ortaya ‘gevşek para’ politikası çıkar. Bu oluşum, iç talebin sağlıksız ölçüde genişlemesine sebep olmaktadır.

Şimdi soruyu bir daha tekrar edelim: Sürdürülebilir bir fiyat istikrarı sağlamak için, bir merkez bankası, sadece ülkenin ulusal parasını mı, yoksa ülkedeki toplam (ulusal artı yabancı) parayı mı denetlemelidir? Bir merkez bankası ‘ben ulusal paradan sorumluyum, bana ne ülkeye giren çıkan dövizden veya dövizin faizinden’ diyerek görevini yapabilir mi? Eğer az gelişmiş istikrarsız ülkelerin merkez bankaları, sıcak para giriş-çıkışını sadece seyrederse, amaçlarına ulaşabilirler mi?

Bir an için, merkez bankalarının ‘ülkedeki toplam paranın’ faiz hadlerini ve miktarını denetlemesi gerekir tezinin kabul edildiğini varsayalım. Acaba bunu gerçekleştirmek o kadar kolay mı? Pek tabii değil. Ben kendi önerimi daha önce açıkladım. Başkaları da değişik yollar önerebilir. Ancak daha önce soruyu yanıtlamak gerekecektir. Yani merkez bankaları sadece ülkenin parasından mı, yoksa ülkedeki toplam paradan mı sorumludur?

Son Söz: Sorunu idrak etmeyen, çözüme kafa yormaz.
Yazının Devamını Oku

Amaç hayır ise

18 Eylül 2004
<B>‘BİR vakıf için iki vákıf gerekir</B>’ özdeğişini, <B>İshak Alaton</B> ustadan duymuştum. <B>Vákıf</B> (lütfen birinci heceyi uzatarak okuyun) kelimesinin iki anlamı vardır. Birincisi, varlığının önemli bir kısmını, belli bir gayeye (pek tabii topluma yararlı bir amaca) tahsis eden kişi yani ‘vakfeden’dir. İkincisi, konusunda kapsamlı bilgisi olan insandır. Vakıf ise, içinde yaşanılan topluma, insanlığa hatta tüm evrene hayırlı olacak bir işi yapmak üzere ‘gerçek’ kişilerin tesis ettiği bir ‘tüzel’ kişiliktir. İshak ustanın tanımından anlaşılacağı üzere, hayırlara vesile olacak bir kuruluşun, vakıf olabilmesi için, öncelikle bir vakfedene, sonra da hem gayeyi tahakkuk ettirecek, hem de vakfedilen servetin yok olmaması için tedbir alacak bilgi ve beceriye sahip bilge kişiye ihtiyaç vardır.

* * *

Ülkemizdeki vakıflar, verme değil alma kuruluşlarıdır. Ortada, ne kişisel servetini vakfeden ‘gerçek kişi veya aile’ ne de tabelada yazılan gayeyi gerçekleştirecek donanımda ‘bilge kişi’ yoktur. Vakıfların çoğu, kamu parasını bütçe denetimi dışında sarfetmek için tesis edilmiştir. Bir kısmı da, kendine vakıf başkanı diyen uyanık bir müteşebbisin, başka ad altında yapamadığı bir işi, hem yapmak hem de vergilerden kaçınmak için tercih ettiği bir şirket türüdür. Ancak bugünkü yazıda, işin o yanına girmeyeceğim. Bugün samimi bir şekilde servetini yüksek öğrenim alanına vakfetmek isteyen hayır sahiplerine iktisadi bir model önermek istiyorum.

* * *

Türkiye’de 23 adet özel (sözde vakıf) veya gerçek vakıf üniversitesi var. Üniversite eğitimine katkıda bulunmak isteyen hayır sahiplerine, bundan böyle üniversite kurmamalarını tavsiye ediyorum. Kár amacı gütmeyen, ciddi bir üniversite kurmak ve yaşatmak, 100 milyonlarca dolara malolmaktadır. Üstelik de bu pahalı kurumların ürküttükleri kurbağa, yaptıkları hayra değmemektedir. Bunun yerine halen kurulu olan devlet, vakıf veya sureta vakıf ama aslında özel üniversitelerine katkıda bulunmak daha iktisadidir. Üniversitelerin artık binaya değil hocaya ihtiyacı var.

1. Üniversitelerde adınıza kürsü kurun. Değerli insanları üniversitede tutmak için, o kürsülere seçilen hocalara para verin. On tane kürsü kursanız, her hocaya, aldığı maaşa ek olarak yılda 12 bin dolar araştırma desteği sağlasanız, bunun maliyeti yılda 120 bin dolar eder.

2. Bilimsel kitap yazan hocalara, kitap başına 10 bin dolar ödül verin. Yılda 10 kitap yayınlatsanız, bunun maliyeti 100 bin dolar eder.

3. Uluslararası hakemli dergilerde yayınlanan her bir makale için, bin dolar verin. Yılda 100 makale yayınlansa, maliyeti 100 bin dolar eder.

4. Akademik hayata atılmak isteyen genç yeteneklere, yurt dışı ve yurt içi doktora bursu verin. Avrupa’da birçok üniversite bedavadır. Yılda 20 bin dolara pekalá bir öğrenci okutabilirsiniz. Beş öğrenci okutsanız, bunun yıllık maliyeti 100 bin dolar eder.

Yukarıda sıraladığım faaliyetin tümünün yıllık maliyeti 420 bin dolardır. Beş milyon dolarlık bina yaptıracağınıza, devlet tahvili alıp, nemásını bu amaca tahsis edin; adınız üniversitelerde sonsuza kadar yaşasın.

Son Söz: Üniversite, binasız olur; hocasız olmaz.
Yazının Devamını Oku

Yeni merkez bankacılığı teorisi

15 Eylül 2004
<B>ULUSAL</B> parası, uluslararası piyasalarda işlem görmeyen ve hatta kendi ülkesinde bile işlevini büyük çapta kaybetmiş olan ülkelerin merkez bankaları için yeni bir teoriye ihtiyaç var. Çünkü parası döviz olan ülkelerin merkez bankalarının ‘teorisi’ ve uyguladığı yöntemler, az gelişmiş ülkelerde pek işe yaramamakta, hatta bazan kaş yapmaya çalışan yerel merkez bankaları, ulusal ekonominin gözünü çıkarmaktadır.

Az gelişmiş ülkeler için ‘yeni merkez bankacılığı teorisi’ni anlatmadan konuyu özetleyim. Merkez bankalarının (MB), ulusal, federal veya AB gibi bölgesel bir ekonomide, sistemi çalıştıran para miktarını ayarlaması ve cari faizleri tanzim etmesi gerekir. Pek tabii bu ayarlama ve tanzim, MB’nin mutlak anlamda bu parametreler (yani, para miktarı ve faizler) üzerinde hakimiyet kurması anlamında gelmez. Böyle bir şey mümkün değildir. Gereği de yoktur; hatta sakıncalı olabilir. Yine de MB’lerin faizleri indirip kaldırarak ve açık piyasa işlemleri yaparak, ekonominin makro dengelerini kurma ve sürdürme açısından çok önemli işlevi olduğu inkar edilemez. Sorun şudur: Az gelişmiş üllkerde MB’ler bu işlevi yapamamaktadır. Çünkü merkez bankaları tanım icabı, kendi çıkardıkları paradan sorumludur. Halbuki o ülkelerde, ülkenin ulusal parasından çok döviz geçerlidir. Ayrıca bir ülkede enflasyon/deflasyon da o ülkenin parasıyla ölçülür. Halbuki, o ülkede döviz ‘ikame para’dır. Dolayısıyla ekonominin dengeleri, enflasyonun, hem ulusal hem de döviz cinsinden de seyrine bağlıdır.

* * *

Şimdi gelelim sorunun yarattığı sakıncalara. Ulusal merkez bankaları kendi çıkardıkları paranın değerini korumakla, yani değerinin düşmesine engel olmakla mükellef oldukları için, kuramsal olarak ‘öbür’ hataya düşmeye açıktır. Yani ulusal para değer kaybetmesin derken, aşırı değerlenmesine sebep olurlar. Ulusal para değerlendikçe döviz (yani ulusal paranın ikamesi olan diğer para) ucuzlar. O zaman piyasa oyuncuları, değersizleşen parayı elden çıkarır; kıymetli (yani faizi yüksek ve değerlenen) parayı tutmaya başlar. Böylece ekonomide bir dizi yapısal sorunlar çıkar. Bunlar: a) cari açığın yükselmesi, b) yerel paranın reel faizinin artması yüzünden kamu borçlarının durduk yerde çoğalması c) yerli sanayinin rekabet gücünün azalması ve d) milli gelir ve servet dağılımının bozulmasıdır. Bu, yapısal bozulma, ekonomik durumu ‘sürdürülemez’ hale getirmektedir. İşte sakıncalar bunlardır.

* * *

Bu sorunun çaresi diye düşündüklerimi eleştirilsin diye açıklıyorum: Para ikamesi yaşayan ülkelerin MB’leri, ulusal paranın faizini ve miktarını tanzim için ne yapıyorlarsa, aynını döviz için de yapmalıdır. Bu amaçla:

1. Döviz için de bir gecelik borçlanma faizi (kotasyon) verilmelidir.

2. Merkez bankası, ticari bankalara, ulusal parada hangi hizmetleri verilyorsa, aynısını döviz için de vermelidir.

3. Merkez bankaları, piyasada başı boş kalan ulusal parayı da, dövizi de benzer şartlarda strelize etmelidir.

4. Halkın mevduatının, ne kadarı dövizse, Hazinenin iç borçlanması da o kadar dövizle olmalıdır. Bankalar pozisyon taşımamalıdır.

Son Söz: Kuram soyut, kural somut olur.
Yazının Devamını Oku

Faizin işlevi

11 Eylül 2004
<B>FAİZLER </B>konusunda şimdiye kadar sayısız yazı yazdım. Memnuniyetle görüyorum ki, bu babda çok az da olsa belli bir bilinçlenme yaratıldı. Mesela, makul kredi faizinin reel olarak yüzde 7’yi geçmemesi gerektiğini anlayanlar çoğaldı. Hakeza, devlet tahvil ve bonoları, reel olarak en çok yüzde 3-4 faiz getirmelidir; fazlası ekonomik dengeleri zorlar diyenlerin sayısı arttı.

Bu bilinçlenmenin henüz hiç oluşmadığı kalabalık bir iktisatçı kesimi hálá yazıp çiziyor. Onlara göre, faiz teknik bir sayıdır. Neyse odur. Gerekiyorsa, yüzde 15 reel faiz yıllarca sürebilir. Bunun ekonomik ve sosyal yapı üzerinde ciddiye alınacak kalıcı bir tahribat yapması da mümkün değildir. Önemli olan paranın (mesela TL’nin) itibarı ve enflasyonun düşmesidir. Halbuki, TL faizleri uzun yıllardır fahiş düzeyde yüksektir.

Bu yüzden ekonomik ve sosyal yapı hasarlanmıştır. Buna rağmen istenilen sonuç elde edilememiştir. Mesela, ekonomide son üç yılda harikalar yaratan Türkiye’nin ‘mali itibar rütbesi’ hálá en altlardadır. Türk káğıtlarının‘yatırım yapılabilir’ reytingi yoktur. Lafı uzatmadan söyleyeyim: Yüksek reel faiz politikası bir çıkmaz sokaktır.

* * *

İki hafta önce, ‘tasarrufu teşvik için faizlerin artması gerekir’ diyen yerli bir iktisadi makale okudum. Yazar, bunu da şöyle gerekçelendiriyordu. Cari işlem açığı, tasarruf açığına eşittir. Demek ki, cari işlem açığı veren Türkiye’de, aslında tasarruf açığı vardır. Tasarruflar, faizler yükselterek artırılırsa, cari açık da kendiliğinden kapanır. Okuduklarıma inanamadım. Dünyanın en fazla tasarruf eden ve bunu en çok ‘ihraç’ eden ülkesi Japonya. Japonya’da faizler on yıldır sıfır civarında dolaşıyor. Acaba, bizim ekonomistlerin bildiği iktisat kanunları, Japonya’da yürürlükten mi kaldırıldı?

Eğer insanın aklı teorik analize ermiyorsa, amprik yöntemlere başvurmalıdır. Şimdiye kadar, faizleri artırdığı için ulusal tasarrufları artan bir ülkeye rastlanmış mıdır? Faizlerin yüksek olduğu ülkelerde mi tasarruf açığı olmaktadır, yoksa düşük ülkelerde mi? Mesela bugünlerde İngiltere ile İsviçre’yi kıyaslayın. Şunu bir tarafa yazın: Faizlerle, toplam ulusal tasarruf arasında hiçbir ilişki yoktur. Faizler sadece tasarrufların, sabit getirili veya değer artışlı enstrümanlar arasında dağılımını etkiler; o kadar.

* * *

Şimdi gelelim faizin işlevine. Faiz, yatırım kararlarını etkileyerek ekonomide canlanma veya yavaşlamaya sebep olur. Bu ilişki, faizlerin düşük olduğu gelişmiş ekonomilerde bir hayli kuvvetlidir. Ancak bu etkilemede bir asimetri vardır. Yani yüksek faizlerin, yatırımları caydırma etkisi yüksekken, düşük faizlerin yatırımları artırma etkisi sınırlıdır.

Şurası unutulmamak gerekir: Yüksek faizlerin yatırımları caydırması veya tasarrufların dağılımını değiştirmesi için, ödünç alan kişi veya kurumun, aldığı borcun anaparasını ve tahakkuk eden faizi ödemeye niyeti olması gerekir. Bizdeki gibi zararını kamuya yıkan müteşebbisleri ve batan bankadaki parasını devletten alan tasarruf sahiplerini caydıran veya ürküten faizin ‘haddi-hesabı’ olmaz.

Son Söz: Faizini söyle, sana ekonominin halini söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'de merkez bankacılığının zorluğu

8 Eylül 2004
<B>PARA</B>, iktisatta kavranması en zor kavramlardan biridir. Para tanımı içine neyin girdiği belli değildir. İngilizce’de ‘ben-sana-boçluyum’ demek olan ‘I-owe-you’nun okunuşunu sağlayan ‘IOU’, sözü veya yazısı aslında bir paradır. Çünkü bir alış-veriş işleminin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bakkaldan sigara alan ve parasını ertesi gün ödeyeceğini söyleyen kişi, o an para yaratmış demektir. Genellikle para denince akla, dolaşımdaki basılı para gelir. İktisatçılar bu miktara, önce vadesiz mevduatı, sonra vadeli mevduatı ekleyerek iki ‘para miktarı’ büyüklüğü daha bulur. Türkiye’de halkın bankalarda önemli miktarda döviz tevdiat hesabı olduğu için, DTH’ler de para miktarı (hacmi) hesabına dahil edilmektedir. Böylece ortaya bir de ‘döviz mevduatı dahil toplam para’ kavramı çıkmıştır.

Bu noktada akla derhal, madem Türkiye’deki bankalarda bulunan döviz hesapları, para hacmi toplamına girmiştir, niçin cepteki dövizler bu toplama dahil değildir sorusu gelmektedir. Biraz daha geniş düşünürsek, Türklerin yurt dışında tuttukları, ama yurt içi ekonomik faaliyetleri için kullandıkları paralarını da Türk ekonomisini ‘çalıştıran’ geniş tanımlı para arzı toplamına dahil etmek gerekir. Hatta Türkiye’de bolca mevcut ‘sikke altın’ı da bir şekilde bu para hacmi toplamına katmak gerebilir.

* * *

Merkez bankalarının, sistemdeki para miktarını ve kısa vadeli faiz hadlerini belirleyerek, ekonomiyi regüle ettiğine inanılır. Para miktarı, milli gelirden fazla artarsa, bilindiği gibi bu bir ‘şişme’ yani enflasyon yaratır. Merkez bankaları, şişmeleri önlemekle de mükelleftir. Aksi taktirde, miktarı şişen ulusal paranın değeri düşer. Bu ise başlı başına bir sorunlar yumağıdır.

Acaba Türkiye’de Merkez Bankası (MB), para arzını ve kısa vadeli faizleri gerçekten istediği gibi belirleyebilmekte midir? Mesela uzun süredir MB, TL cinsinden kısa vadeli faizleri beklenen ve gerçekleşen enflasyona göre çok yüksek tutmaktadır. Buna da ‘sıkı para politikası’ denmektedir. Bu şartlar altında, ekonominin büzülmesi gerekir. Halbuki MB’nin TL’deki bu tutumu, yurda giren dövizi (parayı) arttırmakta ve üstelik dövizin kısa vadeli faizlerini ‘eksi’ye düşürmektedir. Bu ise tam anlamıyla bir ‘gevşek para politikası’nı temsil etmektedir. Bu durumda ekonomide bir genişleme, hatta patlama yaşanması normaldir. Yoksa olan bu mudur?

* * *

Anlaşılacağı üzere, Türk Merkez Bankası’nın elindeki aletlerin cinsi, Avrupa ve Amerika merkez bankalarının elindeki aletlere benzese de kesinlikle aynı işlevi görmemektedir. Bizim MB’nin, bir elinde ‘kotasyon faizi’, diğer elinde de ‘açık piyasa işlemleri’ bulunmakta, lakin bu levyeler döviz cinsinden paranın faizini ve miktarını ya hiç etkilememekte ya da istenilenin tersi bir etki yaratmaktadır. Sıkı para politikası izliyorum derken, garibim en gevşek para politikasını izlemektedir. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, enflasyonun düşürülmesi için uygulanan ‘örtülü döviz çıpası’ politikası, neticede sisteme ‘bol ve ucuz döviz’ girişine sebep olmaktadır. Bu da iç talebi patlatmakta ve cari açığın piyasaları endişelendiren boyutlara çıkmasına sebep olmaktadır.

Son Söz: Sıkı TL, artı gevşek döviz, eşittir: Gevşek para.
Yazının Devamını Oku

Kurlar nasıl belirlenir

4 Eylül 2004
<B>SAYFA </B>komşum <B>Ercan Kumcu</B>, <B>‘cari açığın’</B> yani ülkenin döviz gelir gider açığının kapanması için, benim önerilerimin neden yanlış olduğunu pazartesi günkü yazısında anlatmıştı. Ben de kendisine çarşamba günü bir cevap yazmıştım. Bugün de devam ediyorum. Her ne kadar bu yazılar, benimle Ercan Bey arasında bir münazara, hatta bir polemik gibi dursa da, aslında faydalı unsurlar taşımaktadır. Okumakta yarar olabilir.

Ercan Bey'in, haftalık toparlama yazısının başlığı ‘Kurları arttırmaya çalışmak, çözüm değil çözümsüzlüktür’ idi. Bu, benim daha önce yazdığım bir yazıda kullandığım ‘cari açığın kapanmasının tek çaresi, döviz fiyatlarının artmasıdır’ şeklindeki ifademe karşı kullanılmıştı. Konuyu bu noktadan irdelemeye geçmeden, Ercan Bey'in yazısında yer alan bir cümleye takılacağım. Kendisi, çok kibar şekilde, aramızdaki görüş farkının benim bir gerçeği ‘bilmememden’ kaynaklandığını söylemektedir. Yani onun bildiği gerçeği, ben de bilsem, aramızda belki de böyle bir görüş ayrılığı olmayacaktı. Neymiş benim bilmediğim bu gerçek? Yazıdan aynen aktarıyorum: ‘Sermaye hareketlerinin kısıtlı olduğu ülkelerde kurlar, dış ticaret veya cari işlemler dengesi yoluyla dengeye gelirler. Ama, sermaye hareketlerinin serbest olduğu ekonomilerde, cari işlemler açığı nedeniyle döviz kurları artmayabilir. Yani konu fiyat sorunu değildir.’ Peki ben ne diyorum Allah aşkına? Aynen ben de kurların düşük kalmasının sebebi ‘sermaye hareketleridir’ diyorum. İlave ediyor, cari açık, ithalat kısılmaya çalışarak kapanmaz diye vurgulama yapıyorum. Bu sebeple cari açığın kapanması, sermaye hareketlerinin ‘tersine’ yönlendirilmesi ile olur diyorum. Kambiyo serbestisi olan ülkelerde, kurları belirleyen esas etmenin, sermaye hareketleri olduğu bundan daha açık nasıl söylenir? Şimdi ben soruyorum. Diğer tüm şartlar değişmeden, benim dediğim önlemler alınırsa, döviz fiyatları artar mı, artmaz mı? Döviz fiyatları artınca, cari işlem açığı küçülmez mi? Yeterince artınca da kapanmaz mı? Yaşanmış deneyler ve amprik bulgular bunları doğrulamıyor mu?

* * *

Şimdi de gelelim, önerdiğim önlemlerin esas eleştirilmesi gereken sakıncalarına. Bunlar iki başlık altında toplanabilir. Birincisi, döviz fiyatlarındaki artışlar, enflasyonu hızlandırır. İkincisi, döviz fiyat artışını zorlayacak bir sermaye girişi kısıtlaması ve hatta sermaye kaçışı, büyümeyi yavaşlatır. Bu sakıncalar ‘maliye politikası’ önlemleriyle tahammül sınırları içinde tutulabilir. Yani kamu harcamaları gevşetilmezse, enflasyon ciddi bir artış gösteremez. Büyümenin bir miktar yavaşlaması ise zaten istikrar için istenilen bir şey. Ama yine de şunu söylemek gerek: Bu iki sakınca ‘maalesef’ önerdiğim tedbirlerin içinde var. Peki nasıl olur da sakıncalı bir önlem paketini öneriyorum? Cevap: Önlem almamanın maliyetinin daha fazla olacağını tahmin ettiğim için. Cari işlem açığı kontrol altına alınamazsa, korkarım hem orta boy bir devalüasyon olacak ve fiyatlar artacak, hem de ekonomi, tekrar küçülecektir.

Son Söz: Tedbir, tehlikeden önce alınır.
Yazının Devamını Oku

Sapla samanı birbirine karıştırmak

1 Eylül 2004
<B>SAYFA</B> komşum <B>Ercan Kumcu</B>, pazartesi günkü haftalık toparlama sayfasında, benim cari açığın kapanması için yapmış olduğum önerileri yanlış bulduğunu ve hatta benim <B>‘sapla samanı birbirine karıştırdığımı’</B> yazmış. Benim yaptığım önerileri, adımı yazmadan reddetseydi, ben de Ercan Bey'e doğrudan bir cevap yazmayacaktım. Pek tabii, iktisadi olarak tutarlı olduğuna güvendiğim fikirleri(mi) yine savunmaya devam edecektim. Ama şimdi mecburen kendisine cevap vereceğim. Okurlara, bu adam neden bahsediyor dedirtmemek için konuyu kısaca özetleyeyim.

Merkez Bankası ve onun politikalarını destekleyen geniş bir iktisatçılar kümesi, Türk ekonomisinde ortaya çıkan ‘cari açık’ (döviz gelir gider açığı) meselesinin önemli olmadığını, önemli addedilse bile çaresinin:

a) Hükümetin, kamunun yatırım ve cari harcamalarını daha fazla kısıp, vergileri daha fazla arttırması,

b) Merkez Bankası’nın halen yüksek olan faizleri ‘daha da yükseltmesi’ olduğunu yazıp-söylüyor,

c) Hatta, bunlardan başka alınabilecek herhangi bir tedbir olmadığını, ileri sürüyorlar.

Ben ise,

1. Ortaya çıkan cari açığın, Merkez Bankası’nın uyguladığı ‘örtülü kur çıpası-yani faizleri yüksek, kurları düşük tutarak enflasyonu indirme’ politikasının bir sonucu (istenmeyen maliyeti) olduğunu söylüyorum. Bu çırılçıplak gerçeği göremeyenlere de hayret ediyorum; neyse.

2. Ayrıca, enflasyonun düşmesinde, uygulanan örtülü kur çıpası kadar, belki de ondan daha fazla, hükümetin uyguladığı sıkı maliye politikasının etkin olduğunu ifade ediyorum.

3. Bir ülkenin cari açık vermesi için, rezervlerini yemek dahil, sermaye hareketlerinde fazla vermesi gerektiğini, bunun cebirsel bir eşitlik olduğunu vurgulayıp, cari açık meselesine ekonomiyi soğutup, ithalatı kısıtlayıcı tedbirler yerine, sıcak döviz girişini kısıtlayıcı ‘sermaye hareketleri’ alanından çare üretmeyi öneriyorum.

4. Ekonomiyi soğutacak para-fiskal önlemlerin şimdi sırası değildir derken, gerekçe olarak iki somut gerçeği ortaya koyuyorum.

a) Maliye politikası zaten yeterince sıkıdır,

b) Faizler zaten aşırı derecede yüksektir.

* * *

Gelelim sapla samanı nasıl birbirine karıştırdığıma. Eğer mevcut ve büyüyen cari açık, ekonomimizin yakalamış olduğu istikrarı sürdürmesinde bir risk teşkil ediyorsa (ki, bana göre ediyor) küçültülmesinde zaruret vardır. Önerim, yukarıda açıkladığım gerekçelerle, cari açığı küçültücü önlemlerin, içinde bulunduğumuz somut koşullar içinde, sermaye hareketleri alanında alınmasıdır. Bunlardan biri de halen bankalara tanınan ‘açık pozisyon taşıma’ limitinin, küçültülmesi, gerekiyorsa sıfırlanması, hatta risk ortadan kalkıncaya kadar ‘fazla pozisyon tutma’ zorunluluğu getirilmesidir. (Devamı var.)

Son Söz: Somut önlemi, somut gerçekler belirler.
Yazının Devamını Oku