23 Ekim 2004
<B>EURO</B>’nun altıncı doğum gününe az kaldı. Euro banknotları ve madeni paralarının tedavüle çıktığı 2002 başından beri de neredeyse üç yıl geçti. Nereden bakılırsa bakılsın, Avrupa Birliği ülkelerinde Euro’ya geçiş, bir başarı olarak durmaktadır. Bir para biriminin (dolar, Euro, sterling v.s.) gücü, onun arkasında duran iki kurumun gücünün bileşkesi kadardır. Paraların arkasında duran kurumlardan biri, onu ihraç eden ‘Merkez Bankası’, diğeri ise ait olduğu devlet ve onun adına hareket eden ‘Hazine’dir. Euro’nun arkasında ‘Avrupa Merkez Bankası’ vardır. Ama diğer gerekli kurum olan devlet veya onun adına hareket eden ‘Avrupa Birliği Hazinesi’ ortada yoktur. Euro’nun geleceğiyle ilgili endişelerin ana kaynağı işte buydu. Yani AB’nin bir ‘Hazine’sinin olmamasıydı. Bu eksiklik, üye ülkelerin bütçe açıklarının gönüllü olarak sınırlandırılmasıyla aşılmaya çalışılmaktadır. ‘Tek para birimi’nin (single currency) yani Euro’nun AB ülkelerinin ekonomilerine en büyük yararı ‘tek faiz’ (single rate of interest) sağlamış olmasıdır. Bu suretle, birlik içinde sıcak para hareketleri ortadan kalkmış ve genelde AB’de parasal istikrar sağlanmıştır. Ayrıca faizlerin inmesiyle, üye devletlerin borçlanma maliyeti düşmüştür. Bu sayede üye devletlerde kamu borcunun milli gelire oranının önemi azaltmıştır. Böylece Euro’nun ulusal para birimi olduğu her ülkede, paranın değerini savunabilecek eli sıkı bir Maliye Bakanı olmamasının menfi etkisi sınırlanmıştır. Şunu bilhassa vurgulamam gerek. Bir ülke parasının değerini savunma görevi, sadece o ülkenin Merkez Bankası’na ait değildir. En az onun kadar Maliye Bakanları da bu savunmadan sorumludur. Türkiye tecrübesi, bunun en tipik örneğidir.
* * *
Tek paraya, tek faize ve eşit yüzdede kamu açığına rağmen, Euro’ya geçildiğinden bu yana üye ülkelerin milli gelir artış hızları eşit olmamıştır. 1998 ile 2004 yılları arasında en hızlı zenginleşen ülkeler İspanya ve Finlandiya, en yavaş zenginleşen (aslında fakirleşen) ülkeler de Almanya ve İtalya olmuştur. Ben Almanya’nın bu geri kalışında, Batı Almanya’nın, Doğu Almanya’yla birleşmesinin getirdiği külfetler olduğuna inanıyorum. Şöyle bir soru akla gelmektedir: Acaba Euro, farklı ülke ekonomilerinin birbirine yakın performans göstermesini sağlayacakken bu ‘benzeşme’ (convergence) neden olmamıştır? Yoksa ‘tek para’ ters bir etki mi yaratmıştır? Bunun cevabı ülke performansların trend çizgisi incelenerek verilebilir. Son onbeş yılda, İspanya ve Finlandiya’nın zaten hızla zenginleştiği anlaşılmaktadır. Hatta Euro bu farkı azaltmıştır bile. Anlaşılıyor ki, bundan sonra da ülkelerin ve ülke içinde bölgelerin kalkınma hızları ‘eşit’ olmayacaktır. Çünkü kalkınma, makro ekonomik parametler hizaya gelince, otomatik olarak elde edilebilen bir sonuç değildir.
* * *
Kalkınma hızı bakımından, AB üyeliği Türkiye’ye nasıl tesir edecektir ? Yüksek reel faizlerin biriktirdiği deprem (kriz) enerjisini bir tarafa koyarsak, faizler düşeceği için,Türkiye AB’nin diğer ülkelerinden daha hızlı kalkınacaktır. Zaten doymamış bir iç pazara sahip ülkelerde bunun başka türlü olmaması gerekir. Fakirler daha hızlı zenginleşince, AB ülkeleri arasındaki gelişmişlik farkı azalır ve birlik olmanın sağlaması gereken benzeşme gerçekleşir. Türkiye’nin milli gelirinin, AB ülkelerinden hızlı artması bir bakıma bir ölçme bozukluğunun giderilmesi de olacaktır. Tek para altında, benzeşme sağlandıkça, kişi başına milli gelir hesaplarında gözlemlenen ‘Kambiyo Kuru’ ve ‘Satınalma Paritesi’ ölçü farkları ortadan kalkacaktır. Yani Türkiye, son üç yılda gözlemlediğimiz üzere, gerçekte sağladığı büyüme hızından daha yüksek bir hızla milli gelirini büyütmüş olarak istatistiklere geçecektir. Bu, yabancılar için,Türkiye’nin yaşaması ucuz bir ülke olmaktan uzaklaşması demektir.
* * *
Türkiye, gerek AB üyeliği yolunda ilerlerken gerekse üye olduktan sonra, büyümesini ihracata dayandırmak zorundadır. Rekabetçi olabilmek verimli çalışmaktan; verim, teknolojik yatımlar yapmaktan, o da büyük hacımlı üretimi hedeflemekten geçmektedir. Büyük hacımlı üretim de ancak öncelikle AB ve sonra da Dünya pazarlarına satış yapmakla mümkün olur. Bir yandan TL değerlenirken, diğer yandan rekabetçi olabilmek için, reel ücretlerin nispi olarak gerilemesini gerektirecektir. Bu kaderi değiştirmek için, harcamaları ‘eğitim ve teknolojik gelişmeye’ kaydırmak şarttır.
Son Söz : Bilgiyle desteklenmeyen emek, değerini bulamaz...
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2004
<B>ÜLKEMİZİN</B> medar-ı itibarı, hepimizin göz bebeği, milyonların gurur ve sevinç kaynağı Galatasaray Klübü’nün <B>‘100.</B> <B>Yaş Günü’</B> kutlu olsun. İnşallah, Galatasaray’ın ‘1000. Yaş Günü’nü kutlamak da bu millete nasip olur. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş veya diğer ünlü veya ünsüz spor (futbol mu desem) klüplerinin, ülkemizin sosyal hayatında çok önemli bir rolü vardır. Futbol muhabbeti, zaman zaman kanlı hale dönüşse de, hayatımızın en vazgeçilmez faaliyetidir. Futbol, din ve siyasetle birlikte halkın en çok ilgi duyduğu üç alandan biri ve herhalde birincisidir. Futbolsuz hayat, hayat değildir.
* * *
Futbol dünyasının en önemli aktörlerinden biri olan Galatasaray’ın, uzun süredir máli sıkıntı içinde bulunduğu málum. İstisnaları olmakla birlikte, genellikle, daha önce işini batırmış veya batırmak üzere olan iş adamları klüp başkanı olurlar. Klüp başkanı olmakta sayılamayacak kadar çok fayda ve haz vardır herhalde. Olmasa, bu kadar meşakkatli bir göreve, ‘fi’sebil-illah’, yani hiç bir karşılık beklemeksizin bu kadar çok kişi talip olmazdı. Çok başarılı ve çok zengin bir iş adamı olduğunu herkesin onayladığı Özhan Canaydın, bundan birkaç yıl önce Galatasaray klübüne başkan oldu. Ben de kendisine oy verdim. Canaydın’ın, iş adamlığından gelen bilgi ve becerisiyle, klübü máli sıkıntıdan kurtaracak yeni bir yapılanmaya gideceği söyleniyordu. Çünkü donanımı buna uygundu ve kendisinden önceki başkanlardan, borca batık bir kurum devralmıştı. Ama elde Galatasaray gibi bir firma vardı. Bu ‘firma"nın yaratacağı katma değerle, borçlar ödenebilir veya döndürülebir bir hale getirilebilirdi. Ondan sonra, Galatasaray’ı ‘sky is the limit’ cinsinden ‘sonsuz’ başarılı bir gelecek bekliyordu.
* * *
Hafta sonunda yapılan açıklamalar beni yine düş kırıklığına uğrattı. Tilkinin onbir hikayesi vardır; onbiri de tavuk çalmak üzerinedir derler. Bizim, iş adamlarımızın ‘bataktan çıkma’ veya ‘zengin olma’ üzerine onbir yöntemleri vardır, onbiri de kamuya ait arsa rantını kendi ceplerine aktarmak üzerinedir. Galatasaray’ın máli sıkışıklıktan kurtarılması formülü şöyle: İstanbul’un Seyrantepe semtinde kamuya ait, imar durumu belli olmayan büyük bir arazinin ‘üst kullanım hakkı’, 30 yıllığına Galatasaray klübüne bağışlanmış. Rant avlamaktan başka hiç bir şeye aklı ermeyenler, derhal bir proje yapmışlar. Daha doğrusu proje önce yapılmış, arazi sonra tahsis ettirilmiştir. Bu araziye, bir stad, iki dev alışveriş merkezi ve 5500 konut inşa edilecekmiş. Bu inşaatlar da müteahhitlere, ‘kat karşılığı’ verilecek, böylece Galatasaray klübü üyelerinin ve futbol seyircilerinin cebinden bir kuruş çıkmadan, Galatasaray klübünün hem tüm borçları sıfırlanacak hem de cebine 100 milyon dolar kalacakmış. Bu arada Galatasaray A.Ş. hissedarlarına bu rant yağmasından ne pay düşecek onu anlayamadım. Bilahare öğreniriz harhalde.
* * *
Bu planın gerçeleşebilecek bir proje olup olmadığını irdelmeyeceğim. (Büyük bir ihtimalle gerçekleşemez) Bu projenin, İstanbul Nazım İmar Planı’na uygun olup olmadığını sormuyorum. ( Herhalde değildir) Üst hakkı kullanımın, kat karşılığı inşaat yaptırmayı hukuken kapsayıp kapsamadığını merak etmiyorum. ( Herhalde avukatlar o işi halleder). Diyelim ki; bunların hiç biri sorun değil. Proje gerçekleşecek ve para, mesela 250 milyon dolar Galatasaray’ın kasasına girecek. Şimdi soruyu soruyorum : Bu para, devlet bütçesinden Galatasaray’a para aktarmak değil midir ? Eğer ortada, nakte dönüştürülebilecek böyle bir ‘arsa rantı’ varsa, bunun sahibi halk adına ‘devlet’ değil midir ? Bu da bir tür ‘özelleştirme’ geliri değil midir ? Özelleştirme gelirleri, klüplere bağışlanabilir mi ?
* * *
Şimdi denecek ki; ‘yalnız Galatasaray mı rant avcısı ?’ Pek tabii, hayır. Başta tüm futbol klüplerimiz olmakla birlikte, tüm kuruluşlarımız, iş adamlarımız ve gecekonducu garibanlar dahil hepimiz rant avcısıyız. Hepimiz bu kadar kadar rant avladık da, iktisadi gelişmişlik de nereye geldik ? Herhalde pek de gurur duyacağımız bir yerde değiliz.
Son Söz: Rant avlamak, birbirine atlamaktır.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2004
Türk ekonomisinin en zayıf yönü, güvenilir ve uluslararası ekonomik ilişkilerde kullanılabilen bir <B>‘para’</B>sı olmamasıdır. Bu yüzden, en az 25 yıldır Türkiye’de <B>‘reel’ </B>faizler çok yüksektir. Devlet bu yüksek reel faizlerle kamu borçlarını döndürmektedir. Son 20 yılda, bazı yıllar eksi olsa da reel faizlerin ortalaması yüzde 13 dolayında seyretmiştir. Avrupa ve Amerika’da bu rakam kabaca yüzde 3 (nominali yüzde 5.5) dolayındadır. Demek ki, Türk devleti kamu borçlarını Batı ülkelerine göre yılda yüzde 10 civarında fazla bir maliyetle finanse etmiştir. Yüzde 10 fark, mürekkep faiz heabıyla, yedi yılda anaparayı 1.95; 14 yılda 3.79, 21 yılda 7.70 misli yapar. Yani bugün, bankaya 100 milyar yatırılsa, bu paraya yıl sonunda yüzde 10 faiz ödense, ödenen faiz anaparaya katılıp faiz kazanmaya devam etse ve bu işlemler 21 yıl sürse, günün sonunda anapara 770 milyar olur. Bu işlemin tersi de doğrudur. Yani bugün 770 milyar liralık bir borç, eğer yıllık yüzde 10 faizle büyümüşse, 21 yıl önce bu borcun aslı 100 milyar liradır demektir.
Bugün Türkiye’de kamunun toplam borcu, 310 katrilyon lira dolayındadır. Türk devleti, geçen 21 yıl içinde, faiz hariç denk bütçe uygulamış olsaydı, yani aldığı tüm yeni borçları sadece faiz ödemeye tahsis etseydi ve borç döndürme işini Avrupa ve Amerika’daki reel faiz oranlarıyla yapabilseydi, kamu borcumuz bugün sadece sadece 42 katrilyon lirada olacaktı. Bu hesabı yaparken yapmış olabileceğim hatalı varsayımlar için emniyetli olsun diye bu rakamı yüzde 50 arttıralım, bulacağımız sayı 63 katrilyon liradır. Eğer bugün Türkiye’nin kamu borçları toplamı sadece 63 katrilyon lira olsa ve buna reel olarak yüzde 3, nominal olarak yüzde 6 faiz ödense (yani enflasyon da yüzde 3 olsa) bütçede faiz için ayrılan miktar 4 katrilyon liradan küçük olur. Halbuki 2004 yılında bütçede faizler için ayrılan para 66 katrilyon liradır. Gerisini siz düşünün.
Bu hesabı yapmaktan muradım, Türkiye’deki iktisatçılar arasında çok taraftarı olan ‘yüksek faiz - düşük kur’ saplantısının ne kadar bátıl bir inanç olduğunu ve ulusal ekonomileri nasıl felakete sürüklediğini bir daha gözler önüne sermek değil. Bundan sonra ne yapılması gerektiği babında bir yol göstermeyi amaçlıyorum. Türkiye’de uygulanacak ekonomi politikasının tek hedefi ‘reel faizleri’ düşürmek olmalıdır. Ne yazık ki, bu hedefi mevcut TL ile gerçekleştirmek mümkün değil. Bunu sadece Euro’ya geçersek gerçekleştirebileriz. Yılbaşında, ‘Yeni TL’ye geçtikten sonra, nihai hedefin Euro’ya geçme olduğu açıklanmalıdır. Bugünden bu stratejinin mimarisini ve mühendisliğini planlamak mecburiyetindeyiz.
Son Söz : Euro, düşük faiz demektir.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2004
BUNDAN yaklaşık beş yıl önce bu köşede yayımlanan ‘Demokrasiyi, müslümanlar; İslam’ı láikler kurtaracak’ yazımı, geçen Cumartesi tekrar yayımladım.Bunun sebebi, Türkiye’de demokrasinin, hem geniş halk kitleleri tarafından daha fazla benimsenmesinde, ama çok daha önemlisi, cumhuriyetçi láikler tarafından iyice hazmedilmesinde ‘müslümanlar’ın önemli rol oynamış olmalarıdır. Bu süreçte, Başbakan Erdoğan’ın geçirdiği değişim çok önemlidir. Onun önderliği olmasaydı, ne bugünkü Ak Parti olurdu, ne de AB’ye uzun yürüyüşte bu kadar mesafe alınabilirdi. Láikler, Erdoğan’ın iktidara gelinceye kadar demokrasiden yanaymış gibi davranıp, gücü eline geçirdikten sonra totaliter bir ‘İslam Cumhuriyeti’ kuracağından şüphelendi. Erdoğan’ın davranışı, İslami bir sözcük olan ve ‘yaşamsal bir tehlike karşısında dinini-mezhebini gizlemende günah yoktur’ anlamına gelen ‘takkiye’ ile ifade etdildi. Şimdi geriye bakıp düşünüyorum, acaba Erdoğan kalben Batıcı idi de, Refah-Fazilet-Saadet hareketinde tasfiye olmamak için mi, İslamcı olarak davrandı. Yani, gizli emeli Türkiye’yi Batı medeniyetine taşımaktı, bunu erken açıklarsa önderliği ele geçiremeyecekti, onun için mi İslamcı gibi konuşup, müslümanlara takiyye yaptı ? Neyse bu işin şakası.* * *Türkiye’de demokrasi müslümanlar tarafından kurtarılmış duruyor. Baksanıza, AB‘nin, bakanları (komiserleri) nasıl da Türkiye’yi demokrasi yolunda yaptığı reformlardan dolayı kutluyor. Demokrasinin içselleştirilmesi babında, cumhuriyetçi láikler son aşamada pek bir sıkıntı yaşamadı. Esasen Türk demokrasisini, AB normlarına uygun hale getirme süreci, ‘müslüman’ Erdoğan’la başlamadı, ama onun sayesinde çok yol aldı. Láikler zaten doğuştan ‘Batıcı’ olduklarından Batı’ya doğru giden bir yürüyüşe karşı çıkamazdı. Velev ki, bu yürüyüşün başında bir İslamcı olsa bile. Zaten insan davranışını, sadece kendi ‘değer sistemi’ şekillendirir. Şimdi geriye İslam’ın, láiklerce kurtarılması kaldı. Bakalım o nasıl olacak ? * * *İslám’ın, müslümanlar veya láikler tarafından kurtarılmaya ihtiyacı var mı ? Eğer İslam’ı yaşayan bir ‘içtimai müessese’ olarak tanımlıyorsak, bu sorunun cevabı ‘evet var’dır. Yok İsám’ı ilahi bir mesaj veya bir felsefe olarak tanımlıyorsak böyle bir şeye gerek yoktur. İslam veya herhangi bir din veya mezhep veya tarikat veya ideoloji veya felsefe ne ise odur. Onun orjinalliği bozulamaz. Bozulursa ortaya çıkan yeni şey, artık o değildir. İslam için her iki tanım da geçerlidir. İslam, bilimsel olarak orijinal haliyle kalır. O, bir kaynaktır; bir referanstır. Ama toplumsal hayatımızı, değişen dünya şartlara uydurmak istiyorsak ki, Avrupa Birliği’ne katılış iradesi, bunun uyumun şahikasıdır; o zaman İslam tek başına gerçek hayatın rehberi olamaz. Kaldı ki; bugün İslam adına fetva verenler, İslam’da şu şöyledir, bu böyledir diye konuşanlar ‘orijinal’ (vahyedilen) İslam’ı mı referans olarak alıyorlar, yoksa onun yorumcularını mı ? Böyle kaynaklara başvurarak, onlar da bir yerde, İslam’ı ‘yaşayan bir içtimai müessese’ kabul etmiş olmuyorlar mı? * * *İslam, bugün enerjini nefretten alan, beceriksiz ve kompleksli toplumların sığınma limanı olarak kullanılmaktadır. İslam ‘marka’sı, katılacağımız Avrupa Birliği insanları arasında ‘olumsuz’ çağrışımlar yapmaktadır. Bu markanın yeniden konumlandırılması şarttır. Fransa, Almanya ve İngiltere’de yürürlüğe giren ve giderek kapsamı genişleyen ‘türban yasakları’ İslam markasının, taşıyana ne kadar ‘eksi’ puan getirdiğini ispat etmektedir. Almanya, her tür İslamcı akımların çok kolayca serpilip geliştiği bir fidanlıktı. Almanlar, ‘bunlar bize dokunmaz, bu bizim meselemiz değildir’diye, bu akımlara hoşgörü göstermiştir. Ama şimdi olayın mahiyeti değişmiştir. İslam, Avrupa’nın ‘kendi meselesi’ olunca, Batı’nın İslam karşısındaki hakiki duruşu, mahkeme kararlarıyla tesçil edilmeye başlanmıştır. İngiltere’de Hintli Sigh’lerin türbanları hiç sorun olmamışken, müslüman kız öğrencinin baş örtüsü sorun olmaktadır. Çünkü, o baş örtüsü ‘İslam’ markasını taşımaktadır. Sorun türbanda değil, İslam markasındadır.Son Söz: İslamı, láik müslümanlar kurtaracaktır.
button
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2004
<B>ÇOK</B> ilginç bir yol çatına geldik. Demokrasi havarisi láikler, müslümanları bu süreçten dışlayarak, inancını inkár etmeye başladı. Müslümanlar, yani İslámı kendi anladıkları biçimde, kimliklerinin ana unsuru yapıp, o kimlikle siyaset yapmak isteyenler, demokrasiye sıkı sıkı sarılmış durumdalar. O kadar ki, demokrasinin yılmaz savunucusu láikler, siyasi İslám’ın yükselmesi karşısında ‘demokrasi, olmasa da olur’, yeter ki müslümanlar iktidara gelmesin diye (karından da olsa) konuşmaya başladı. Müslümanlar, láiklerin içine düştüğü bu açmazı ganimet bilip, solcuların tüm ‘teknik, taktik ve sloganlarını’ hiç fütur getirmeden kullanmaya ve láiklere cepheden yüklenmeye başladı. Láikler, siyasi İslámı ‘takiyye’ yapmakla suçluyor ve ‘Sizin, demokrasi taraftarı olduğunuza, zerrece inanmıyoruz’ diyor. ‘Siz iktidara (maazallah) geldikten sonra, demokrasiye sırtınızı döneceksiniz; biz bu oyuna gelmeyeceğiz’, diye kendi tutumlarının çelişkisiz olduğunu savunuyor.
* * *
Nasıl olacak da bu açmazdan çıkacağız? Müslümanlara iktidar şansı tanımadan demokrasiyi yürütmek imkansız. Diğer taraftan, müslümanların ‘demokrasi tramvayı’ndan istedikleri durağa gelince inecekleri kesin. Peki kim kurtaracak şu bahtı kara demokrasiyi? Pek tabii müslümanlar; çünkü láikler fikren tükendi. Kurtarıcı olarak gereiye sadece ‘müslümanlar’ kaldı. Eğer müslümanlar, demokrasiyi sadece bir ‘araç’ değil, bizatihi inşası ve yaşatılması gereken bir ‘amaç’ olarak görürse, bu sorun kökünden çözülecek. Geriye láiklerin ikna edilmesi kalacak ki, bu da çok zor değil. Bak şu Allah’ın işine!
* * *
İslám, asırlardan beri geri kalmış toplumların benimsediği düşük yaşam standardı olmayı sürdürüyor. Müslümanlar, pek çok yerde siyasi iktidar oluyor. Ama İslám, asla hükümran olamıyor. İslam ‘barış, güven, huzur’ demekken, müslüman müslümanın kurdu oluyor. Mezhep çatışmaları, din çatışmalarından beter müslümanları üzüyor ve eritiyor. Yaşam enerjsini ‘güzel, iyi ve üstün’ olan herşeyden ‘nefret etme’ ilkesinden alan habis ruhlar için, Müslümanlık adeta sığınma limanı oluyor. Diğer taraftan, görünüş ve davranışlarıyla etrafını en çok etkileyen, çevresine pozitif enerji yayan, sözü medeni alemlerde en çok dinlenen; kişiliğiyle, temsil ettiği inanca saygı yaratan müslümanlar, ‘láik’ toplumlarda yetişiyor. Kimseyi korkutmayan, bulunduğu mekána hem bedenen hem ruhen mis gibi temiz kokular saçan müslümanlar, láik ortamın ürürnü. Allah sevgisini, kozmik alemin ilahi sırlarını keşfetmekle lisan-ı hale dönüştüren müslümanları ilk defa görenler, onları láik sanıp şaşırıyor. Derbederliği, pisliği, miskinliği, tembelliği, ilkelliği, dinci terörizmi, bilim karşıtlığını ve şirki reddeten müslümanlar, en yakın dostlarını láikler arasından seçiyor. Láiklik, İslám’ın yücelmesine ve göneüllerde that kurmasına en uygun ortamı oluşturuyor. İslámın yücelmesi, láiklikle oluyor. Bak Allah’ın işine !
Son Söz: Demokrasi, láiklere; İslam müslümanlara emanet edilemeyecek kadar önemlidir.
NOT: Bu yazı , 21 Ocak 1999 tarihli Hürriyet Gazetesinde çıkmıştır; devamı var.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2004
<B>ÖNCE</B> ‘<B>faiz dışı fazla</B>’nın <B>Türkçe</B>’sini düzeltelim. Bu ‘<B>fazlası</B>’nın adının ‘<B>faiz öncesi bütçe fazlası</B>’ olmak gerekir. Yani, devletin 100 lira geliri olsa, kamu borçları için ödenmesi gereken faiz hariç, tüm diğer giderler 90 lira olsa, devlet bütçesi 10 lira faiz dışı (öncesi) fazla verir. O yıl milli gelir 150 lira olsa, faiz dışı fazlanın, milli gelire oranı ‘10 bölü 150 = % 6.6 olur.’ Buna İngilizce’de ‘primary surplus’ deniyor. Faizler düşüldükten sonra kalana da ‘bütçe açığı veya fazlası’ denir. Faiz dışı vermesi istenilen ülkelerin bütçeleri kural olarak açıktır. Hoş istenmeyelerinki de açıktır. Mesela AB'de bu oran % 3'tür. Açık, çok büyük olmasın diye, kamu harcamaları kısılır; böylece hiç olmazsa faizler düşülmeden bütçe fazla vermiş olur.
Şimdi de gelelim faiz dışı fazla verme mecburiyetinin iktisadi gerekçesine. Dünyadaki tüm devletlerin borcu vardır. Kamu (devlet) borçlarının, milli gelire oranı ise, o ülkede kamu maliyesininin ne kadar sağlam olduğunu gösterir. Ancak esas sağlamlık göstergesi, devletin kamu borçlarına ödediği faiz oranının , milli gelir artış oranından küçük olmasıdır. Eğer bir devletin itibarı düşmüş, borçlanma faizi yükselmişse, o ülkenin kamu borçları, milli gelirden hızlı artar. O zaman kimse, hatta kendi vatandaşları bile, o devlete borç vermek istemez. Bu yüzden mali kriz çıkar; IMF’den borç alınarak hayata dönülür, IMF de ‘faiz dışı fazla’ mükellefiyeti getirir. Eğer bir ülke zenginse, enflasyon belasına duçar olmamışsa ve en önemlisi, o ülkenin gerek devleti gerekse özel kuruluşları, düşük faizle iç ve dış borç bulmakta zorlanmıyorsa, hiç kimse o ülkeye faiz dışı fazla verme zorunluluğu dayatmaz. Böyle ülkelerde, toplam kamu borcunun milli gelire oranı da o kadar önemli değildir. AB standardı ‘Borç / Milli gelir’in % 60’ı aşmamasıdır. Aşıyorsa aşağıya çekilmesidir.
IMF tarafından hacir altına alınmış bir ülkeden, kamu borcunun milli gelire oranını önce sabitlemesi sonra da düşürmesi istenir. Kamu borcu ile milli gelirin aynı oranda artarsa, oran sabit kalır. Bir devletin bütçesi, faiz öncesi denk olsa, kamu borcu, ödediği faiz kadar kadar artar. Mesela bir ülkenin milli geliri 100, kamu borcu 80 lira olsa, o ülkenin kamu borçlarının milli gelire oranı % 80’dir. Oran nasıl sabitlenir?
Nominal, reel faiz tartışmasına girmeden anlatmak gerekirse; seksen lira borca yüzde 12’den 9,6 lira faiz ödense, kamu borcu yıl sonunda 89,6 liraya çıkar. Eğer milli gelir hiç artmazsa, yıl sonunda borcun milli gelire oranı yüzde 80’den, yüzde 89,6’ya çıkar. Milli gelir o yıl yüzde 5 artarak 105 liraya çıkarsa, oran % 82,5 olur. Oranın % 80’de kalması için, toplam kamu borcunun 84 lirayı (105 çarpı % 80) geçmemesi gerekir. Bu sağlamak için, bütçenin 5,6 lira (89,6-84) faiz öncesi fazla vermesi yeter. Bu fazlanın milli gelire oranı da % 5,3 olur. (5,6 bölü 105) Böylece toplam kamu borcunun, milli gelire oranı, % 12 gibi yüksek bir faiz ödenmesine rağmen, yıl sonunda da %80 olarak kalır. Kamu borcunun milli gelire oranı sabitlendikten sonra, sıra bu oranın düşürülmesine gelir. Bunun için üç imkan vardır:
1. Daha fazla faiz dışı fazla vermek,
2. Daha düşük faiz ödemek,
3. Milli gelirin daha hızlı artması.
Mesela devletin, kamu borçları için ödediği faizin yüzdesi, Avrupa’da olduğu gibi reel olarak % 2-3 olsa, milli gelir de yılda yüzde 6 artsa, hiç faiz dışı fazla vermeden ‘kamu borcunun milli gelire oranı’ her yıl yüzde 3 dolayında düşer.
Son Söz : Faiz dışı fazlası vermenin de bir haddi vardır.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2004
<B>GEÇEN</B> yazıda, borsa endeksinin yükselmesiyle, milli gelir artışı arasındaki ilişkiden bahsetmiştim. Bu konuya girmemin sebebi, çıkış trendine girmiş İstanbul Menkul Kıymetler Borsası endeksinin, daha ne kadar artacağı sorusuna cevap aramaktır. Borsa endekleri, o ülkedeki varlık fiyatlarının (asset prices) göstergelerinden biridir. Ev fiyatları, zaman zaman çok hızlı yükselir. Mesela son yıllarda özellikle İngiltere’de İrlanda’da, İspanya’da, Fransa’da, İsveç’te gayrimenkul fiyatları büyük oranlarda hatta bazı yerlerde misliyle arttı. Buna mukabil aynı, zengin ve büyük ülkelerde borsa endekleri fazlaca kıpırdamadı. Hatta düştü bile. ABD’de üç yıl önce yaşanan büyük borsa çöküşünden sonra, geçen yıl bir toparlanma olduysa da, borsalar büyük ülkelerde bir süredir yatay seyrediyor. Buna karşılık, 2002 yıbaşından bu yana, gelişmekte olan piyasalarda borsa endeksinde ortalama yüzde 40 artış oldu. Rus borsası son bir yılda yüzde 80 yükseldi.
* * *
Doğuş Grubunun kurucusu Ayhan Şahenk’ten ‘borsayı ve arsayı’ en iyi bilen kişi olarak bahsedilirdi. Piyasarda zaman zaman Ayhan Bey'in mali sıkıntıda olduğu söylenirdi. Ama Ayhan Bey, her sıkıntıdan mutlaka misliyle zenginleşmiş olarak çıkardı. Herhalde kendisinde isabetli pozisyon alma becerisi vardı. Zenginleşmek, alım ve satım yapmaktan geçer. Bu süreçte yaşamsal karar, malı zamanında ‘satmak’tır.
Gayrimenkul fiyatları ve borsada işlem gören şirketlerin toplam değerleri, milli servetin bir bölümünü teşkil ettikleri için, milli servet oluşumuna paralel bir seyir izler. Milli servet de, milli gelir artışını izlemek zorundadır. Çünkü servet, tüketilmeyen gelirden başka birşey değildir. Pek tabii, bu iki hareket arasında farklılıklar ve gecikmeler vardır. Yani varlık fiyatları, milli gelirin arttığı bir devrede düşüp, artışının yavaşladığı bir devrede çıkabilir.
* * *
Tekrar edelim: Milli servet, yeni doğal kaynakların keşfi dışında, milli gelirden tasarruf edilen miktarın yatırımlara dönüştürülmesiyle artar. Kabaca, ülkeler milli gelirlerinin beşte biri ile üçte biri arasındaki bir miktarı, milli servete dönüştürür. Yine çok kabaca, milli gelirin üçte ikisi ‘ücret’lerden, üçte biri de sermaye gelirleri başlığı altında gruplanan ‘kár+kira+faiz’den oluşur. (Aksini gösteren tablolara inanmayın) Eğer bir ülkeyi, bir şirket gibi değerlemek gerekirse, milli servetin, milli gelir içindeki sermaye gelirleri toplamının belli bir katı olması gerekir. Türkiye’nin milli geliri 400 milyar dolardır diyelim. Sermaye gelirleri payını yüzde 40, gelir-servet çarpanı da 5 kabul edelim. Bu durumda Türkiye’nin milli serveti 800 milyar dolar olur. (400 çarpı %40 çarpı 5) Az gelişmiş ülkelerde, sermaye birikimi az, yani sermaye kıt kaynak olduğu için, sermaye gelirlerinin milli gelir içindeki payı, zengin ülkelere göre daha yüksektir. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerin milli servetleriyle, sermaye gelirleri arasındaki katsayı 5 değil, daha yüksek, mesela 7 kabul edilebilir.
Son üç yıldır, milli gelirimiz hızla artıyor. Demek ki; borsadaki endeks artışının ‘temel’ (fundamental) sebebi mevcut. Zengin ülkelerde milli gelir artışı, oran olarak düşüktür. Dolayısıyla borsaları da yavaş artar. Borsada ‘voli’ vurmak isteyenler için doğru adres, gelişmekte olan ülkelerdir. Türkiye de bu avlaklardan biridir. Yeter ki, krize yakalanmayın.
Son Söz: Geliri artan ülkenin, borsası da artar.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2004
<B>BORSA</B> konusuna girmeden önce izninizle, <B>‘rakam değil mi, uydur uydur söyle’</B> içerikli kısa bir sunumda bulunacağım. İlk kez, Hz. Musa’nın ‘On Emir’le yasakladığı zónanın, hukukumuzda nasıl düzenleneceği, geçen haftalarda ülkemizi çok meşgul etti. Son durum şöyle: Gözden geçirilerek, AB normlarına göre yeniden yazılan Türk Ceza Kanunu’nda zóna, hapsi gerektiren bir suç olarak yer almayacak. Başbakanımız bunu açıkça ifade etti. Ancak daha önce Başbakan Erdoğan bir tereddüt geçirdi. Bu nedenle de piyasaların asabı bozuldu ve faizler yükseldi. Bunun sonucu olarak da Hazinemiz, zarara uğradı. Acaba Başbakan’ın bu ‘bir geri-bir ileri’ manevrası Türkiye’ye kaça patladı? Köşe yazarlarından öğrendiğimize göre bu rakam, 100 trilyon TL (65 milyon dolar) ile 5 milyar dolar arasında bir yerde. Ama nerede? Bu çok mühim. Çünkü, 65 milyon nerede, 5 bin milyon (yani 5 milyar) dolar nerede? Bu rakamları görünce benim kafam karıştı. Hangi ‘hüccet-ül-iktisat’ veya ‘ayet-ül-iktisat’ mollaları bu hesapları yapıyor bilmiyorum. Hadi onlarda molla cürreti var, rakam yumurtlamaktan çekinmiyorlar. Peki sağduyunun (yoksa solduyunun mu) temsilcisi yazarlar bu uyduruk rakamlara nasıl köşelerine taşıyor? Lafı uzatmadan söyleyeyim: Böyle olaylarda Hazine’nin fazladan ödediği faiz şu kadar olmuştur diye bir zarar hesabı yapılması bilimsel değildir. Başbakanın amel defterine, böyle bir ‘zarar’ yazılacaksa, faizler düştüğünde de ‘kár’ yazmak gerekir. Gazetecilik açısından saçmalamak şartsa, rakam 65 milyon dolar tahminine yakındır.
* * *
Askerlik yaparken katıldığım bir törende komutanımız ‘Ö anavatandan yüzbinlerce km uzakta Kore’de kahramanca savaşan askerlemiz’ diye başlayan bir konuşma yapmıştı. Arkadaşlardan biri, "Dünyanın çapı 40 bin km; Kore, Türkiye’den yüzbinlerce km uzakta olamaz dedi. Komutanı savunanlar, ‘O bir moral konuşmaydı, komutan, çok uzaklarda demek istedi’ dediler. Aklınızda olsun, ‘çok’ demek istiyosanız sadece ‘çok’ deyin. Hatta ‘en azından epey var’ gibi abuk bir ifade kullanın. İsteyen istediğini anlasın. Sakın rakam verip, mahçup olmayın.
* * *
Gelelim borsanın daha ne kadar yükseleceği muhabbetine? Yukarıdaki bölümden anlayacağınız gibi, rakam verip mahçup olma riskini almayacağım. İsterseniz ‘muhtemelen yılbaşına kadar, en azından epey daha yükselir; sonrası bilinemez’ diye tavuk eti lezzetinde bir kehanette bulunayım. Ama irdelemek istediğim husus başka. Meselenin biraz derinine ineceğiz. Teorik soru şu: Acaba hisse senetlerinin ortalama fiyatı, kısaca borsa endeksi, uzun vadede, mesela yirmi yılda, milli gelir artışından daha hızlı artabilir mi? Daha genel bir soru sorayım. Bir ülkede ‘varlık fiyatları’ (asset prices) milli gelir artış hızından daha hızlı artar mı? Bu sorunun cevabının hayır olması gerekir. (Yoksa gerekmez mi?) Borsa, ‘milli servet’in bir parçası olan şirket değerlerinin bir göstergesidir. Milli servetin değeri de, onun hasıl ettiği milli gelirin belli bir katı olmak mecburiyetindedir. Dolayısıyla, borsanın uzun vadede reel olarak, milli gelir artışından fazla artamaması gerekir. Artıyorsa varlık değerlerinde bir ‘balon’ oluşuyor demektir. Patlayacaktır. Artmamışsa, fiyatlar geri kalmış, yakında artacak demektir. Çünkü ‘akım’ olan milli gelirle, ‘stok’ olan milli servet arasında bir ‘sebep-sonuç’ ilişkisi vardır.(devam edecek)
Son Söz: Şişen iner, inen şişer.
Yazının Devamını Oku