20 Kasım 2004
<B>ULUSLARARASI </B>ekonominin bir numaralı gündem maddesine <B>‘Doların geleceği’</B> oturmuş bulunuyor. Aslında bu yazının başlığı <B>‘Euro’nun geleceği’</B> de olabilirdi. Çünkü, doların geleceği, aynı zamanda Euro’nun geleceği demek. Hatta, Çin ve Japon paralarının geleceği diye de söze başlanabilir. Bu yazıların hepsi aynı kapıya çıkacaktır. Soruyu şöyle tertipleyebiliriz: Doların, Euro ve takipçisi Avrupa paraları karşısında değer kaybederken, Çin parasına karşı sabit kurda kalması, Japon ve diğer Pasifik paralarına karşı ise çok az değer kaybetmesi, dünya ekonomisinde hangi yeni gelişmelere yol açacaktır. Yoksa işler böyle sürüp gidecek midir?
* * *
Karşı karşıya bulunulan tablo, ilk bakışta göründüğünden çok daha karmaşıktır. Bu konuda bilinmesi ve söylenmesi gerekenlerin kısa bir özeti bile, bu makalenin üç katı uzunlukta olmak mecburiyetindedir. Yine de bir toparlama yapmak gerekirse:
1. Doların, Euro karşısındaki 1.30’luk kambiyo kuru, Euro’nun babası olan Alman Markı karşısında düştüğü en düşük değer olan 1.40 DM= 1 USD’ye göre halen yüzde 7 yüksektir. Dolar, daha da düşebilir ve yine yükselişe geçebilir.
2. Dolar, Euro karşısında en değerli olduğu güne göre yüzde 37 devalüe olmuştur. Bundan anlaşılması gereken husus şudur. Düşmez, kalkmaz para yoktur.
3. Doların değer kaybının sebebi, Amerika’nın ‘cari işlem açıkları’dır. Bu ifadenin ayna simetriği ise şudur: Doların değer kaybetmesinin sebebi, Amerika’nın dış ticaret partnerlerinin ‘cari işlem fazlası’ vermesidir.
4. Eğer Japonya, Çin, Tayvan ve benzeri ‘ihracatla büyüyen’ ve ihracatla dengede kalan ülkeler, paralarını dolara göre sabit tutmasalardı, ABD bu kadar dış açık ‘veremez’, dolar da Euro karşısında bu kadar değer kaybetmezdi.
5. Cari açık vermesi için, o ülkeye dışarıdan döviz (yabancı para) girmesi gerekir. Ancak, Amerika için bu eşitlik kuralı geçerli değildir. Çünkü Amerika, sadece kendi parası olan US Dolar’la ithalat yapmaktadır. Ülkesine giren para yabancı para, döviz değil, kendi ulusal parasıdır. Amerika’nın ‘döviz açığı’ yoktur.
6. Daha başka bir ifade ile ABD, hiç bir ülkeden borç almamakta, cari işlem açıklarını, diğer ülkelere Amerikan Doları veya Amerikan Dolarlı Tasarruf Enstrümanları ihraç ederek kapamaktadır. ABD kendisi dış yatırım yapan bir ülke olduğu için, ABD’ye giren doğrudan yabancı yatırımların, cari açık kapama etkisi genelde ya yoktur, ya da önemli değildir.
7. Dolar değer kaybettikçe ve özellikle Pasifik paraları gelecekte değer kazandıkça, Amerika’nın dış açıkları, mutlaka azalacaktır. Bu oyunun başka türlü bitmesi mümkün değildir. Amerika’nın cari işlem açıkları sürdürülemez.
8. Bu açıkların kapanması iki yolla olacaktır. Birincisi; ABD’nin ihracatı artacaktır; ikincisi, ABD’nin ithalatı azalacaktır. Eğer açık kapanması, daha ziyade ABD’nin ihracat artışıyla olacaksa, Dünya ekonomisi büyüyecek; tersi olursa, yani dengeye geliş esas olarak ABD’nin ithalatının azalması yoluyla gerçeleşekse, Dünya ekonomisi küçülecektir.
9. ‘Serbest Pazar Ekonomisi’ her tür ‘denksizliği’ veya ‘dengesizliği’ (dis-equilibrium) ortadan kaldırmaya muktedirdir. Sistemin bünyesinde, kendi kendine çalışan dengeleyiciler vardır. Bunlar da aslında fiyat mekanizmasının çeşitli şekillerde devreye girmesinden başa birşey değildir.
10. Serbest Pazar Ekonomisi, her tür dengesizliği izale eder demek, bunu en iyi şekilde yapar demek değildir. Yani mesele, bu dengesizliğin ortadan kalkıp kalkmayacağı değil, bu sürecin ‘iyi’lik mi, yoksa ‘kötü’lük mü yaratacağıdır.
Son Söz : Bu da geçer deme, delip mi geçer, delmeden mi geçer, onu söyle.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2004
<B>BUGÜN</B> (dün) şeker bayramının son günü. Hepinizin bayramını kutluyorum. Bu bayramın Arapça adı <B>‘İğd-i fıtr’. ‘İğd’ </B>veya <B>‘id’ </B>bayram, ‘fıtr’ ise oruç bozan adam demek. Bir ay süreyle, nispeten kısıtlı bir hayat süren müslümanlara, bu sürenin sonunda bayram etmeleri emredilmiştir. Kısaca orucunu bozan adamın (insanın) bayramıdır bu. Herhelde biz Türkler, Ramazan ayında oruç tutarken, en çok tatlı yemeğe hasret duyduğumuz için, bu bayrama ‘şeker’ adını vermeyi münasip görmüşüz. Bayram etmenin veya bayram kutlamanın en tipik iki eylemi, ‘yemek’ ve ‘gitmek’ tir. İnsanlar, bayram denince sürekli biryerlere gitmeyi ve birşeyler yemeği düşünür. Şimdilerde ‘ulaşım ve iletişim’ çağında olduğumuzdan, muhtemelen bayram etmek, yemekten çok, gitmek-gelmek yani hareket etmek haline dönüşmüştür. Pek tabii bir de cep telefonu meselesi var. Bayramda mutluluğun sırrı, sürekli cep telefonuyla konuşmak ve mesaj atmaktır. Bu da çağdaş bayramın olmazsa olmaz şartı.
* * *
Bundan tam 40 yıl önce, Arçelik şirketinin verdiği bursla Amerika’ya iş idaresi masteri yapmaya gittim. O zaman 26 yaşındaydım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni bitireli dört yıl olmuştu. Arçelik’te bölüm müdürlüğüne kadar yükselmiş ve 25 ay yedek subaylık yapmıştım. Şimdiki Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’la, Tuzla Piyade Okulunda beraber olmuştuk. Harbiye mezunu Yaşar, yedek subaylarla yakın bir arkadaşlık kurmuştu. O kadar ki, bazı komutanlar onu da yedek subay sanıp, ‘Yaşar teğmen, senin terhisin ne zaman ?’ diye sormuşlar. O da ben muvazzaf subayım diye cevap vermiş. Gerçekten öyleymiş; baksanıza hálá terhis olmadı. Neyse. Gazete ve dergilere hikayeler yazmış röportajlar yapmıştım. Kendimce uyanık bir adamdım. Hanyayı ve Konya’yı biliyordum. Epey Amerikan filmi de seyretmiştim. Amerika’yı bildiğimi sanıyordum. Orada bizim Türkiye’de yaşadığımız trafik problemleri yaşanmazdı. Orada fakirlik yoktu. Orada düzen tıkır tıkır işlerdi.
* * *
Benim okula gittiğim Philadelphia şehri, Atlantik kıyısına yakındı. Yazın denize girmek ve eylenmek için sahildeki Atlantic City’e gidilirdi. 1965 yazında sıcak bir Pazar sabahı, beş arkadaş bir arabaya binip, bu plaj kasabasına gittik. Deniz girdik, dolaştık, yemek yedik. Akşamüstü saat altı-yedi sularında geri dönmek üzere toparlandık. Atlantic City ile Philadelphia arası yaklaşık 60 km’dir. Gidiş bir saatten az sürmüştü. Dikkat edin ! dönüş kalabalık olur demişlerdi, biz de onun için erken hareket ettik. Ekspres yol üç gidiş, üç gelişliydi. Kasabadan çıktıktan bir süre sonra trafik yoğunlaşmaya başladı. Bir süre sonra, yavaş sürüşten, dur-kalk fazına geçtik. Hava kararmaya başladı. Saatler geçiyor, biz bir türlü şehre yaklaşamıyorduk. Nihayet simsiyah gece bastırdı. Saat on civarında uzaktan Philadelphia gökdelenlerin ışıkları gözüktü. Artık uzun duruşlar ve kısa sürüşler aşamasına gelmiştik. Lafı uzatmayayım, ben yatağa girdiğimde, saat gece yarısından sonra birbuçuktu. Ertesi gün radyo ve TV’den öğrendik ki, bizden bir saat sonra hareket edenler, ancak gün ağarırken şehre varmışlar. Trafiğin tamamen açılması, Pazartesi sabahı saat dokuzu bulmuş. Biz de, bu olaydan sonra bir daha Pazar günü Atlantik City’ye gitmedik.
* * *
Benim uzmanlık alanıma giren mühendislik ekonomisinin temel sorunlarından birincisi ‘kapasite seçimi’ dir. Bayramın yarattığı trafik yükünü rahat kaldıracak bir yol ve köprü kapasitesi inşa etmek, kesinlikle gayri iktisadidir. Boşuna sızlanmayalım. Eğer trafikten bu kadar şikayetçi isek, yola hiç çıkmayalım.
Son Söz: Her karar, sonunda bir tercihtir.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2004
<B>BU </B>haberi, şimdiye kadar çeşitli zamanlarda en az beş kere duymamış bir gazete okuru veya TV seyircisi yoktur herhalde. Benim yaşımda olanlar için ise, güneşin altında yeni bir şey bulmak çok zor. Hele hele ‘mortgage sistemi’yle konut sorunu çözülecek diye başlayan haberler yok mu, işte o zaman ülkemin afakını kaplamış kara cehalet bulutları yüzünden bir tuhaf oluyorum. Daha da kötüsü, ‘mortgage’ sistemini uygulamak üzere yeni bir yapılanmaya gidilecek dendi mi, aklıma kadrolar, yeni binalar, mobilyalar, arabalar geliyor. Yine gitti bu milletin paraları havaya diye üzülüyorum. Üzülüyorum dedimse o kadar ciddiye almayın; lafın gelişi böyle konuşuyorum. Herkes geçim derdinde. Uydur kaydır-ittir kaktır, kendine bir ekmek kapısı bul. Hayatın kendisi bu. Hiç yutturmaca olmadan da yaşanır mı?
* * *
‘Mortgage, gayrimenkul teminatlı kredi’ demektir. Daha yalın tanımı: Konut edinmek için bankadan borç almaktır. Alınan borcun teminatı olarak da, edinilen taşınmaz mal (yani gayrimenkul), bankaya ipotek edilir. Eğer konut kredisi alan, borcunu ödemezse, banka ipotekli taşınmazı başkasına satar. Mortgage, ‘konut kredisi’dir. Kredi olduğuna göre bunun bir de faizi vardır. Çünkü bankaların, ‘mortgage’ kredisi olarak verecekleri paraların kaynağı, tasarruf sahiplerinin mevduatıdır. Parasını bankaya yatıranlar, bankadan faiz ister. Yani bankanın elinde bedava para yoktur. Bankalar, tasarruf sahiplerine faiz ödemek için, kredi verdikleri kişi ve kurumlardan faiz almaya mecburdur. Yoksa batarlar.
* * *
Kira öder gibi ev sahibi olmak demek, edinilen ve oturulan konutun rayiç kirasına yakın tutarda bir aylık parayla, alınan borcun anapara taksitlerini, devre faiziyle birlikte geri ödemektir. Bu kredinin, alan kişi için iktisadi olabilmesi için, ‘konutun rayiç kirasının, o konutu edinmek için alınan kredinin aylık reel faiz tutarından yüksek olması’ gerekir. Konutların rayiç kiraları genel olarak, konutun değerinin yaklaşık yüzde 5’i kadardır. 100 bin dolarlık bir konutun, yıllık kirası 5 bin dolar, yani günümüz şartlarında aylık kirası 650 milyon lira olmalıdır. Eğer reel faizler, yüzde 5’ten fazlaysa, ‘mortgage’ yoluyla konut edinmenin pek bir ekonomisi yoktur. Burada konutun değer artışının enflasyon kadar olacağı varsayılmıştır. Buna rağmen insanlar, hem başımı sokacak kendime ait bir evim olsun, hem de böyle bir kredi almak beni tasarrufa zorlar diye rayiç kiradan daha fazla bir aylık ödemeye de razı olabilir. Ama bu farkın da bir haddi vardır. Adı ister ‘konut kredisi’ ister ‘mortgage’ olsun, bu işin fizibilitesi, reel faizlerin yüzde 5’lerde dolaşması ve 15-20 yıllık bir sözleşmede kullanılacak kadar ‘istikrarlı’ bir ulusal paranın mevcut olmasına bağlıdır. Biz de ikisi de yoktur. Onun için döviz kullanılmış ve kur riski yaratılmıştır.
* * *
Ülkemizde konut kredisi kadar üzerinde çok çalışılmış bir konu yoktur. Devletin Emlak Kredi Bankası ile özel sektörün Yapı ve Kredi Bankası’nın temel misyonu bu idi. Emlak Bankası'nın amblemi ‘çatı çizgisi’, Yapı Kredi’nin amblemi, ‘gagasıyla ev taşıyan leylek’tir. Köprüden kalkan Kadıköy vapurlarının güvertesinden, neon lambalarla kanat çırpan o leyleği zevkle seyretmişimdir. Parası bol iken, SSK ve OYAK’ın en büyük faaliyeti de, üyelerine veya kurduğu kooperatiflere konut kredisi vermekti. Reel faizler yükselince, konut kredisi (mortgage) çökmüştür. Bunun yerine, konut finasmanında küçük tasarruflara dayanan ‘kooperatifçilik’ geçmiştir. Çünkü bu yöntemde ‘faiz’ görünmez hale gelmektedir.
Son Söz: Tasarruf ev finansmanına gitmişse, alınmayan faizin haddi hesabı olmaz.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2004
<B>EVET</B>, ücretler düşecek... Sadece Türkiye’de değil, Almanya’da da, Amerika’da da, Japonya’da da sanayi kesiminde çalışanların ücretleri reel olarak gerileyecek. Bu ücret gerilemesi, bir süre sonra ekonominin diğer sektörlerine de yayılacaktır. Ücretlerde ortaya çıkmasını öngördüğüm, hatta bugün bile yaşanan düşüşün sebebi, Çin ve Hindistan’ın başarılarıdır. Çin, imalat sanayiinde, Hindistan ise hem imalatta hem de sanal hizmetlerin üretiminde büyük ilerleme kaydetmiştir. Pek tabii, onlara ayak uyduracak ‘halkı fakir, ama çalışma azmi yüksek’, teknolojik gelişmelere açık diğer Güney Asya ülkeleri de bu süreçte hızlandırıcı etki yapacaklar. Bu değişimin motoru tartışmasız Çin’dir. Napolyon’un korktuğu olmuştur: Dev artık uyanmıştır.
* * *
İster Türk, ister Alman, ister Amerikalı olalım, tüketici olarak hiçbirimiz, yerlisiyle veya ithal muadiliyle aynı kalitede olup, ondan çok daha ucuza satılan bir malı almazlık etmeyiz. İnsanların harcadıkları her bir lira, geleceğin nasıl şekilleneceği zımnında kullandıkları bir oydur. Tüketicilerin, mal ve hizmet satın alması kadar ‘demokratik’ başka bir karar alma süreci yoktur. Buna ‘İktisadi demokrasi’ denir. Büyük sayılar kanununa göre, çok sayıda insanın aynı yönde hata yapması mümkün olmadığına göre, bireysel satın alma kararları sonucunda gerçekleşecek değişimler de olması gereken yöndedir denilebilir. (Nash denkliğinde açıklanan, oyuncuların kısır döngüye girip, istemeden ‘kaybet-kaybet’ köşesine sürüklenmeleri halini model dışı bırakıyorum. Kaldı ki, bu sürükleniş de hayatın kendisidir. Kısır döngülerden çıkmak da o kadar kolay değildir.) Çin malları tüm dünyayı istila etmektedir. Çin parasını, düşen ABD dolarına mıhlamıştır. Yani Çin malları, Amerika’da yıllardan beri aynı fiyata satılırken, parası dolara karşı değer kazanan ülkelerde ise ucuzlamaktadır. Bundan daha önemli olarak, Çinliler ve Hintliler önümüzdeki yıllarda, tasarımında ve üretiminde Batılı firmaların göreceli üstünlüğü olduğu en sofistike ürünleri de dünya piyasalarına düşük fiyata sunabilecektir. Çünkü özellikle Çinliler, ‘öğrenme eğrisinin’ yüksek tanjantlı bölgesine gelmiştir. Uzaya uydu dahi gönderebilen Çin’in, yakında 400 kişilik ticari uçak yapmayacağını kimse iddia edemez.
* * *
Bu değişimi, şöyle de anlatabilirim. Bilgi ve becersini arttıran fakir bir millet, eskiden bilgi ve becerisi kendinden yüksek olduğu için dünya nimetlerinden daha fazla istifade eden milletlerin refahına ortak olmaktadır. Bunu da o ülkeleri silahla esir alıp vergiye bağlayarak değil, onların pazarına mal satarak gerçekleştirmektedir. Peki, eski zenginler ne yapacak? Mesela Alman otomobil fabrikaları, işçilerine hálá saatte 20-30 Euro ödeyerek imal ettikleri arabaları, bırakın yurt dışına, yurt içine bile satabilecek midir? Biraz zor. Onlar da robotlara yatırım yapıp, ürün başına sarfedilen işçilik saatlerini düşürecek, yani işçi çıkaracak, üstelik kalanlara da zam vermeyecektir. Yoksa fabrikalar kapanacak; daha çok kişi işsiz kalacaktır.
* * *
Çaresi yok; kapıları kapayamayız. Hepimiz Çinlilerle ekmeğimizi bölüşeceğiz. Bakın Türkiye’de ne oluyor? İşçi ücretleri dolar bazında artıyor. Buna mukabil dolar cinsinden borç para gani. Üstelik faizi de çok düşük. İhracata dönük çalışan bir şirket için, adam tasarrufu sağlayan akıllı makinalara yatırım yapmak son derece rantabl. Sonuç: Sınai üretim patlıyor, istihdam yerinde sayıyor. Biz de şaşıp kalıyoruz.
Son Söz: İthalatla değil, ihracatla zenginleşilir.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2004
<B>MALİYE </B>Bakanı, ekonomik istikrar programının en önemli bacağı olan ve şu ana kadar büyük başarıyla götürdüğü <B>‘bütçe disiplini’</B>ni sürdürmek için otomobil satışlarında alınan Özel Tüketim Vergisi’ni (ÖTV) artırdı. Bunun üzerine, normal olarak bekleneceği üzere, otomobil sektöründen hoşnutsuzluk sesleri yükseldi. Yine normal olarak bekleneceği üzere basın, popülist güdülerle bu vergi attırımına karşı çıktı. Bu tepkileri eleştirmeden önce, uzun yıllar önce Tarık Buğra’dan dinlediğim ve size daha önceden de anlattığım ‘kuş kafası’ hikayesini tekrar edeceğim.
* * *
Yavru kuş palazlanınca, ufak ufak uçma denemelerine başlamış. Önce, yakın dallara kısa uçuşlar yapmış. Derken, uzak dallara gidip gelmiş. Daha sonra diğer ağaçlara seferler düzenlemiş. Salimen yuvaya döndüğü her uçuştan sonra, annesine yaptıklarını anlatıp onunla tecrübelerini paylaşmış. Çok iyi bir uçucu olduğuna kanaat getirdikten sonra da, hız denemesi yapmaya karar vermiş. Bir sabah, büyük bir özgüvenle kanat çırparak yuvadan havalanmış. Uzun uzun uçup, bir kaç hız denemesi yaptıktan sonra yuvaya dönmüş. Annesine ‘çok iyi uçuyorum ama, istediğim kadar hızlanamıyorum. Çünkü ben hızlandıkça, göğsüme yaptığı baskıyı arttıran hava, benim hızımı arttırmama engel oluyor. Ah! Şu hava hiç olmasa, ne kadar hızlı uçabilirdim’ diye yakınmış. Annesi de henüz kuş kafasından kurtulamamış yavrusuna ‘göğsüne çarpan ve seni engelleyen o hava olmasa, sen hiç uçamazdın’ demiş.
* * *
Bir ülkede, makro ekonomik dengeler sağlanamazsa, o ülkede hiç bir sektör gelişme gösteremez. Maliye bakanlarının görevi makro dengeleri yerine oturtmak ve onları muhafa etmektir. Bu amaçla, işçi ve memur haklarına da karşı tavır alır, otomotiv veya diğer bir sektörlere de ek vergi salar. Makro dengeler denince, akla ilk gelmesi gereken iki şey vardır: Bunlar ‘bütçe dengesi’ ve ‘döviz dengesi’dir. Eğer Maliye Bakanı, ÖTV’yi artırarak bu dengeleri kurmayı hedeflemişse, bunun en büyük faydası otomotiv şirketlerinin iç piyasa satışlarınadır. Bütçe açıkları büyürse, devlet daha fazla borçlanmak mecburiyetinde kalır ve faizler artar. Döviz açıkları artarsa, devalüasyon olur. Yurt içi otomobil satışları açısından ‘faizlerin’ ve ‘döviz fiyatı’nın artmasından daha kötü ne olabilir? ÖTV artışının olumsuz etkisi bunun yanında hiçtir.
* * *
Şimdi ben bunları yazınca, başka kuş kafalılar söz alacak ve şöyle konuşacaklar: Maliye Bakanı, önce kayıt dışını, kayıt içine alıp, vergi vermeyenlerden vergi toplasın. Kümesteki kazları yolmayı bırakıp, yaban kazı avlasın. Emriniz olur paşam. Kimsenin karşı çıkmadığı, ‘söylemesi kolay, yapması zor’ önerileri tekrar etmek marifet değildir. Daha geçen gün Adalet Bakanı Cemil Çiçek, yolsuzlukla mücadelede yalnız kaldığını söyleyerek, adeta acz beyan ediyordu. Böyle bir ülkede Maliye Bakanı, hangi yöntemlerle kayıt dışılığı, ne kadar sürede ortadan kaldıracaktır? Ortada somut bir sorun varsa ve bu konuda ‘şimdi’ bir şey yapmak gerekiyorsa, şimdi somut tedbir alınır. Genel konuşmanın sırası değildir.
* * *
Sırası gelmişken, şu ‘dolaylı vergi adaletsizdir, dolaysız vergi adaletlidir’ teranesi de irdelemenizi istiyorum. Dolaylı vergi, özellikle tüketim harcamalardan alınan vergidir. Tüketimi vergilemek, niçin geliri vergilemekten adaletsiz olsun. Çok tüketen çok vergi verir. Gelir vergisini sıfırlayıp, kazanmayı ve tasarrufu teşvik ekonomi için daha iyi değil mi? Türkiye’nin bir sorunu da tasarruf açığı değil mi?
Son Söz: Hangi dala bindiğini bilmeyenler, bindikleri dalı keser.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2004
<B>‘HAZRETİ İsa’nın Tutkusu’</B> adında, görenlerin söylediğine göre, seyredenin içini parçalayan bir film var. Geçen sezon, gösterildi. Fransızca uzmanları bu filmin adı olan ‘passion’ kelimesinin Türkçe karşılığının tutku değil ‘çile’ olduğunu söylediler. Filmi seyredenler de, zaten ortada tutkudan ziyade, bir çile olduğunda hemfikir. Edebiyattan hiç anlamayan benim, bu konuda söyleceğim birşeyim yok. Ancak iktisadi hayatta da ‘yüksek faiz tutkusu’ diye başlayan ruh hali, sonunda ‘çile’ye dönüşüyor onu biliyorum. Sadece bir farkla; iktisadi tutkuların çilesini, tutkusu olanlar değil, kitleler çekiyor. Osmanlı’dan miras kalan ve son 25 yıldır ülkeye egemen olan ‘yüksek faiz-düşük kur’ tutkusuyla nasıl mücadele ettiğim ve kesinlikle başarısız olduğum biliniyor. N’apalım; yenilen pehlivan güreşe doymazmış.
* * *
Osmanlı Padişahları, saraylar inşa ettirmek ve silahlı kuvvetlere yeni moda silah almak için borç almıştır. Borçlar büyüdükçe, bunları ödeyememiş, yeniden borçlanmıştır. Her yeni borçlanmada faizler daha da artmış ve devlet, borç alamadığı için değil, borç alabildiği için batmıştır. Sonunda Osmanlı’nın borçlarının idaresi ‘Düyunu Umumiye’ (Genel Borçlar) adında ve bizzat Batılı alacaklılar tarafından yönetilen bir teşkilata bırakılmıştır. Şimdilerde IMF’yle yapılan Stand-By anlaşmaları ve ‘faiz dışı fazla’ şartı da bunun gibi bir şey zaten.
* * *
Osmanlı maliyecilerine padişahlar, ‘yeni borca yüzde kaç faiz verdin?’ diye değil, ‘ne kadar borç buldun?’ diye sormuştur. Kim daha çok borç bulduysa, o baş tacı edilmiş. Kendisine ‘helal olsun ne maliyeci be!’ denmiş ve altına boğulmuştur. Günümüzün kamu ve özel sektör finansmancıları, Osmanlı maliyecilerinin torunlarıdır. Bunlar da yurt dışından, yüklü krediler buldukça, sanki çok büyük bir marifet yapmışlar gibi, basına kokteyl partiler vermekte ve debdebeli bir hayat sürecek kadar prim almaktalar. Böyle siyasilere ve patrona, böyle finansmancı yaraşır.
* * *
İktisada zerre kadar aklı eren bir kimse, ‘sosyal ve iktisadi maliyeti ne olursa olsun, gereğinde Merkez Bankası faizleri yükseltmeldir’ önermesine karşı çıkamaz. Benim yanlış bulduğum, böylesi soyut bir soruya evet demek değildir. Ortada, en az 25 yıldır süregiden ve ‘kamu borçlarını’ gereksiz yere dört kat arttıran korkak ve bilinçsiz bir ‘yüksek faiz-düşük kur politikası’ var. Bu politika yüzünden, çok başarılı addedilen yaşadığımız yıllarda bile ülkemizde hem ‘bütçe açığı’ hem de ‘döviz açığı’ sürüyor. Denebilir ki; yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bak şunun şurasında AB’ye giriyoruz, kredi itibarımız artıyor, yabancılar bize desek olacak, biraz daha bu politikaya devam edelim, sonunda hem nominal hem de senin çok şikayet ettiğin reel faizler düşecektir.
* * *
Ben de dört gözle o günleri bekliyorum. Ama birileri kalkıp ‘reel faiz düşüşü, nominal faizleri indikmekle sağlanmaz, başka şeyler gerekli’ diye cevher yumurtlanınca dayanamıyorum. Peki reel faizleri indirmek için, nominal faizleri yükseltmek mi gerek? Nominal faizler yükseldikçe mi, reel faizler düşer ? Evet, reel faizlerin gerilemesi için, nominal faizlerin artması gerekir deniyorsa, o zaman ortada bir yüksek enflasyon beklentisi var demektir. O ihtimal üzerinde duruluyorsa, izlenen dezenflasyonist para politikasına yönetenlerin kendisi güvenmiyor demektir. Beklentileri yönetmek sadece beyanat vermekle olmaz.
Son Söz: Eylemler, söylemlerden daha inandırıcıdır.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2004
<B>HAYIRLISIYLA</B> YTL’ye, yani <B>‘Yeni Türk Lirası’</B>na geçiyoruz. Acaba geçmesek olur muydu? Hayır olmazdı. Bu kadar çok sıfırı olan bir paranın ‘ciddi’ bir para birimi olması mümkün değildir. Başta kendi vatandaşları olmak üzere hiç kimse, bilmem kaç milyon paraya bir kap yemek yenen bir ülkenin parasına ve dolayısıyla ekonomisine güvenmez. Bir millet ağzıyla kuş tutsa, parasından bu fazla sıfırları atmadan, kimseyi ekonomide istikrara doğru gittiğine ikna edemez.
Bu sıfır atma işini, mahkeme kararıyla ad değiştirmeye benzetebiliriz. Diyelim öyle bir ülkede dünyaya gelmişsiniz ki; o ülkenin dilinde adınız ‘Yalak Salak’. O ülkenin dilinde yalak, ‘ümit’, salak ise ‘engin’ demek. Ancak şimdi Türkiye’de yaşıyorsunuz. Yani sizin adınızın Türkçe karşılığı Ümit Engin iken, sizin nüfus cüzdanınızda Yalak Salak yazıyor. Kendinizi takdim ederken elinizi uzatıp karşınızdaki kişiye, ‘Adım Yalak Salak, sizinle tanışmaktam memnun oldum’ diyorsunuz. Muhatabınız şaşırıyor; anlamadım tekrar edermisiniz diyor. Siz bu tuhaflığı açıklamaya çalışıyorsunuz, falan filan. Her gün aynı şeyi yaşamak da size sıkıntı veriyor. Yapılacak en akıllı iş, mahkemeye gidip adınızı değiştirmektir.
* * *
Şimdi de gelelim, paradan sıfır atma işlemi yüzünden ortaya çıkacak ‘yuvarlama’nın nasıl yapılması gerektiğine. Sayıların yuvarlanması, yani virgülden sonra gelen küsüratın azaltılması, istatistikçilerin çok önceden çözdükleri bir meseledir. Bu vesileyle, bilimsel olarak ‘yuvarlama’nın (rounding) nasıl yapılacağını anlatmak istiyorum. Yuvarlamanın amacı, hayatı kolaylaştırmaktır. Ancak hayatı kolaylaştıracağım diye, haksızlık da yapmamak gerekir. İstatikçiler öyle bir yöntem bulmuşlar ki, bu yöntemle yuvarlama yapıldığında, yuvarlama yapılmasaydı; toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemlerinde hangi sonuç elde edilecekse, çok küçük farkla aynı sonuç çıkmaktadır. Hatta işlem sayısı arttıkça, yuvarlama yapmakla yapmamak tamı tamamına aynı neticeyi vermektedir. Kural şudur:
1. Atılacak hanede bulunan sayı ‘5’ten büyükse, yuvarlama yukarı; ‘5’ten küçükse aşağı doğru yapılır.
2. Eğer, yuvarlanacak hanedeki sayı ‘5’ise, yuvarlama en yakın ‘çift’ sayıya doğru yapılır. Bu işlemlerde ‘0’ çift sayı kabul edilir.
Şimdi bu kuralı örnekleyelim.
1. Virgülden sonrası iki haneye indirilmesi geren sayı, 36,387 olsun. Virgülden sonra üçüncü hanede bulunduğu için atılması gereken sayı 7 sayısı, 5’ten büyük olduğu için, yuvarlama yukarı doğrudur. İkinci hanedeki 8 sayısı 9 olur. Sonuç 36,39 dur.
2. Eğer sayı, 36,384 ise, son hanedeki 4 sayısı, 5’ten küçük olduğu için, yuvarlama aşağıya doğrudur ve doğru sonuç 36,38 olur.
3. Eğer sayı, 36,385 ise, atılacak son hanedeki 5, en yakın çift sayı olan 8’e yuvarlanır. Doğru sonuç, 36,38 dir.
4. Eğer sayı, 36,375 ise, en yakın çift sayı 8 dir. Doğru sonuç 36,38 dir.
5. Eğer sayı, 36,365 ise, en yakın çift sayı 6 dır. Doğru sonuç, 36,36 dır.
6. Eğer sayı, 36,305 ise, en yakın çift sayı 0’dır. Doğru sonuç, 36,30 dur.
7. Eğer sayı, 36,395 ise, en yakın çift sayı 0’dır. Doğru sonuç, 36,40 dır.
8. Eğer sayı, 36,3955 ise ve iki hane atılmak gerekiyorsa, dördüncü 5, üçüncü 5’i 6 yapar, 6 da 5’ten büyük olduğu için yuvarlama yukarıdır. Sonuç 36,40 tır.
Son Söz: Fiyatta yuvarlama doğruysa, kimsenin hakkı, kimseye geçmez.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2004
<B>KARAYOLLARI </B>Genel Müdürlüğü tarafından verilmekte olan, motorlu taşıt araçlarının (sözde) fenni muayene hizmetinin özelleştirilmesine karar verilmiş. Özelleştirme yöntemi şöyle: Türkiye, iki veya daha çok bölgeye ayrılacak. Her bölgede, motorlu taşıtların fenni muayenesini yapma işi, uzun süreli ‘imtiyaz’ olarak özel şirketlere verilecek. Bu şirketler, bizzat açacakları veya taşeronlarına açtıracakları muayene merkezlerinde, araçların fenni muayenesini yapacak ve bunun karşılığında devlet tarafından tayin edilen bir bedel alacak. O bölgede başka hiçbir otomotiv tamir bakım merkezi, fenni muayene yapamayacak. Bu işe girmek isteyen şirketler, kendilerine verilecek ‘belli bir bölgede tekel olma imtiyazı’nı devletten ihale yoluyla alacaklar. Dolaşan söylentilere göre, bir bölge için düşünülen imtiyaz bedeli 100 milyon dolar civarındaymış. Bu arada halen otomotiv imalatı veya ithalatı ile meşgul olan firmaların bu ihaleye katılmaları ‘rekabet hukuku’ açısından sakıncalı bulunmuşmuş.
* * *
Tam bana (olmayan) saçımı yolduracak bir tasarım. Nasıl bir iktisat anlayışıdır bu? Bu ülkede verimlilik ve rekabet ne demek bilen insan kalmadı mı? Neresinden başlamak lazım bu akıl dışı projenin eleştrisine bilmiyorum.
* * *
1. Eğer fenni muayene hizmetinin özelleştirilmesi isteniyorsa, bir fenni muayene istasyonunda bulunması gereken cihaz türleri ve uzman kişiler hakkında bir yönetmelik hazırlanır. Bu yönetmeliğe uygun bir işyeri açan herkes, ilgili makamdan ‘Yetkili Fenni Muayene İstasyonu / Merkezi ’ ruhsatını alır ve çalışır.
2. Devlet, fenni muayene işinden bir gelir sağlamak istiyorsa, fenni muayene pulları çıkarır, bu pullar parayla satılır. Fenni muayenenin hukuken geçerli olması için, mutlaka böyle bir pula bağlanması şartı getirilir. Aynen egzoz gazı muayenesininde olduğu gibi bu iş de çok kolay bir şekilde hallolur.
3. Devlet, fenni muayene vesilesiyle vergi ve ceza ödeme kontrolü yapmak istiyorsa, fenni muayene yapılması için, ‘Taşıt Araçları Vergi Dairesi’nden temiz kağıdı alınmasını şart koşar. Trafik denetimlerinde, bu belgeyi görmeden muayene pulu düzenlediği saptanan ‘Yetkili İstasyon’un ruhsatı iptal edilir ve hakkında kovuşturma açılır. Bugün her trafik arabası, merkez bilgisayarla telsiz bağlantısı kurabilmektedir. Kaldı ki, bu denetimi gerçekleştirme bakımından, fenni muayenenin ‘imtiyazlı şirket’ veya ‘yetkili istasyon’ tarafından yapılmış olmasının hiçbir farkı yoktur.
4. Türkiye’de özel doktor muayenehanesi hatta özel hastahane açmak ve buralarda hasta muayene ve tedavi etmek, hatta ameliyat yapmak, kuralları dahilinde serbesttir. Bu hizmette imtiyaz yoktur. Araçların fenni muayenesinin lafı mı olur?
5. Bugün ülkemizde ‘üç fonksiyonlu’ denilen, yani hem araç satan, hem bakım onarım servisi veren, hem de yadek parça bulunduran hatta hem de ikinci el araç ticareti yapan büyük otomobil bayileri vardır. Bunlar, fenni muayene yapma bakımından en üst standartta cihaz ve teknik elemana sahiptir.
6. Hakeza, büyük şehirlerde ve Anadolu’nun oto sanayi sitelerinde, her tür aracın, periodik mekanik ve elektrik bakımını yapan, gerekirse motor ve şanzuman indiren ve onaran, fren sistemlerini kontrol ve tamir eden binlerce işyeri vardır. Fenni muayene, bunların yanında çocuk işidir. Sırf fenni muayene için yeni istasyonlar açılmasını mecbur kılmak, ülke kaynakları israftan başka bir şey değildir.
Son Söz: Rekabet, imtiyaz yaratılarak değil, imtiyazlar kaldırılarak sağlanır.
Yazının Devamını Oku