Ege Cansen

Ben bu işi bilmiyorum

18 Aralık 2004
<B>ÇARŞAMBA </B>akşamüstü, tasarruf sahiplerini, yeni vergiler ve ekonominin gidişatı hakkında bilgilendirmek için tertiplenen bir panelde yer aldım. Doların geleceği ve bunun bireylerin yatırım tercihlerine etkisi hakkında katılımcılarla sohbet ettik. Programdan sonra, ikram faslına geçildiğinde yanıma gençten biri geldi. Bana, TL’nin şu sıralarda değerlenmiş olup olmadığını sordu. Ben de TL, şu sıralarda ‘değerlenmiş’ durumdadır dedim.

Kendisi, ‘Ama Sayın Bakan Babacan, TL değerlenmiş diyenler, bu işi bilmiyor’ diye bugün bir beyanat verdi dedi. Tabii afalladım. Bu işi (ekonominin işleyişini) bilmediğim gerçeğinin bu kadar çabuk ortaya çıkması canımı sıktı. Üstelik Bakan Babacan, sevdiğim ve saydığım bir insan.

Duygusal bir tepki vermekten de, hayatım boyunca kaçınmaya çalışmışımdır. Durumu kurtarmak için kıvırttım. Bu, bir tanım meselesidir. Eğer, dalgalı kur rejimi uygulanan bir ülkede, piyasada oluşan döviz fiyatı ne ise, gerçek fiyat da ‘o’dur deniyorsa, bakanın söylediği doğrudur dedim. Ancak, Bakan Babacan’ı görürseniz kendisine şu soruyu sorun diye bir eklemede bulundum:

‘Merkez Bankası, gecelik faizleri, bugünkü yüzde 20’lerden, yüzde 5’e indiriverse ve döviz fiyatına hiçbir şekilde müdahale etmese, acaba döviz fiyatları nereye gider?’

* * *

Bakanımızın izniyle, ben yine bu işlerden anlar gibi konuşmaya devam edeyim. Piyasada görülen her fiyat ‘piyasa fiyatı’ değildir. Piyasa fiyatı, teorik bir kavramdır. Piyasa görülen herhangi bir fiyata, işte ‘piyasa fiyatı’ demeden önce, piyasada rekabet şartlarının tam olarak işlediğinden emin olmak gerekir. Bütün bunlardan daha önemlisi, ekonominin güvendiği piyasa fiyatı, fiyatın kendisi değil, teşekkül ve işleyiş mekanizmasıdır.

Hatta denilebilir ki, piyasada bulunan fiyat, hiçbir zaman ideal ‘piyasa fiyatı’ değildir. Fiyat, ya düşüktür, ya da yüksek. Dalgalanma sayesinde fiyat, dinamik bir süreç olan ‘arz ile talebin eşitlenmesi’ işlevini yerine getirir. Düşük fiyat talebi kamçılarken, yüksek fiyat arzı yükseltir. Fark ‘stok değişimleri’ ile kapanır. Eğer konu döviz fiyatı ise, burada teşekkül eden fiyatı anlamak için mutlaka ulusal ve küresel faizlerin seyrini hesaba katmak gerekir.

BİR KATRİLYON TASARRUF

Hazır bu işlerden, yani ekonominin işleyişinden anlamadığım resmen tescil olduğuna göre, aklımın pek basmadığı ikinci bir hesap konusuna geçeyim. Gazetelerde okudunuz. Sağlık Bakanlığı ile ilaç üreten, getiren ve satanlar anlaşmaya varmış. Sigortalılar, bundan böyle sadece hastanelerdeki eczanelerden değil, sokaktaki her eczaneden, doktorun reçetesini yazdığı her ilacı satın alabilecek.

Bu anlaşmanın yüzü suyu hürmetine, ilaç üreticileri, ithalatçıları ve eczaneler (depocuların adına rastlamadım) ‘kárlarından’ fedakárlık yapmaya razı olmuşlar. Bu yolla elde edilen ilaç fiyat indirimlerinin tutarı, yıllık bir katrilyon liraya varıyormuş. Bu indirimin bir kısmını sigortalı; ama esas büyük bölümünü devlet tasarruf etmiş olacakmış.

* * *

İlaç üreticilerinin, ithalatçılarının ve eczanelerin 2005 kárları, 2004 kárlarına göre, bu anlaşmaya sağladıkları katkı kadar azalmak mecburiyetindedir. Pek tabii, iş hacmi artışı ve fiyat değişmeleri dolayısıyla ‘nominal’ olarak, bu kár azalması, sektördeki şirketlerin ‘Kár/ Zarar’ tablolarına aynen intikal etmeyebilir. Yine de 2005’te bu sektörün kaynak yaratmada sıkıntıya gireceği kesin.

Akla şu sorular geliyor: 1. Acaba sektörün, 2004 kümülatif ‘net kárı’ (brüt kárı yani çalışma marjı değil, vergi öncesi kár rakamları toplamı) bir katrilyondan ne kadar fazla? 2. Bu tasarruf, sosyal güvenlik kurumlarının 2005 bütçelerinde aynen yer aldı mı?

SON SÖZ: Cahilin saçmalaması, bilgenin ilham kaynağıdır.
Yazının Devamını Oku

Akıllı olmanın aptallığı

15 Aralık 2004
<B>İKTİSAT</B>, <B>Memduh Yaşa</B> hocadan öğrendiğime göre Arapça’daki <B>‘kasd’</B> kökünden türemiş bir kelimedir. Türkçe’de sonu <B>‘d’</B> ile biten kelimeler <B>‘t’</B> ile bitiyormuş gibi okunur. Bu yüzden kasd, kast veya kasıt olarak, iktisad da iktisat diye telaffuz edilir. Kasıt kelimesinden türemiş çok önemli bir kelime ‘maksat’tır. Bu yüzden iktisadi kararları, kök anlamına göre değerlemek gerekirse ‘maksada uygunluk’ çok yerinde bir kriter olur. Gayri iktisadi davranış da ‘maksada hizmet etmeyen hareket’ demektir. İktisatta, neyin iktisadi, neyin iktisadi olmadığı tartışmalarının bitip tükenmemesinin bir temel sebebi de, ortada birden fazla maksat olmasıdır. İktisadi davranmak ‘akılcı’ hareket etmektir. Akılcı kelimesinin Latin dillerindeki karşılığı‘rasyonel’dir. İşletmecilik literatüründe ‘rasyonalizasyon’ eskiden çok kullanılan bir kelimeydi. İşletmeleri iktisadi hale getirmek demektir. İrrasyonel ise, iktisadi olmayan yani akılsızca ya da ‘aptalca’ demektir. İşkence bitmedi (!) dayanın. Yazıya geçiyorum.

* * *

İnsan, yaradılışı icabı, aptallık olsun diye bir şey yapmaz. Bu cümle, yazının başlama hipotezi. Yazının ikinci ifadesi ise ‘Ama herkes aptallık eder’. Bu ise genel bir gözlem. Zaten çoğumuz, yapmış olduğumuz aptallıkları kabul ederiz. Bazılarımız, kendisi için ‘ben hayatta hiç aptallık etmedim’ der. Bu kişiler, başkaları için ‘çok aptallık etti’ hükmünü en sık kullananlardır. Demek ki, bu dünyada çok aptallık edildiği, yani gayri iktisadi davranıldığı genel kabul görmüş bir ifadedir. Şimdi, cevabını arayacağımız soruyu birlikte tertipleyelilim: Nasıl oluyor da hiç kimse aptallık etmek istemediği halde, herkes zaman zaman aptalca hareket ediyor? Tekrar edeyim, burada ‘aptallığı’ maksada hizmet etmeyen davranış olarak tanımlıyoruz.

* * *

Az, çok birikimi olan kişilerin, bana son zamanlarda çok sık sorduğu soru var. 17 Aralık’tan önce ve sonra nasıl pozisyon alayım? Kısaca, yatırımlarımı (máli servetimi yani, vadeli-vadesiz mevduatı, tahvil, bono, Eurobond, fon, hisse senedi v.s.) ne yapayım? Ne alayım ne satayım? Dövize döneyim mi? Dövize döneceksem, değerli Euro’ya mı, yoksa değeri düşmüş dolara mı döneyim? Yoksa TL’deki pozisyonumu hiç mi değiştirmeyim? Kısaca ne yapayım da, bu belirsizlik artamında,

a) En azından elimdeki servetin değerini koruyayım?

b) Mümkünse, 17 Aralık olayından istifade ederek servetimi arttırayım?


Gelelim benim verdiğim cevaba. Rasyonel davranmanın ilk şartı, hangi amaca hizmet ettiğinini belirlemektir. Amacımız net değilse, atılacak ‘rasyonel’ adımları tanımlamak mümkün değildir. Yatırımcıların gibi karar alma zorluğu, 17 Aralık’ta Avrupa Birliği’nden Türkiye için nasıl bir karar çıkacağının bilinmemesinden ziyade, uzaktan tek gibi duran aslına iki ayrı maksadı aynı pozisyonla gerçekleştirmek arzusundan doğuyor. Bunlardan birincisi ‘serveti korumak’ diğeri ‘serveti arttırmak’. İki amacı tek kabul edersek, hangi al-sat-tut kararlarının akıllı, hangilerinin aptalca olduğunu belirleyemeyiz. İşe amaçların öncelik dereceleri saptanarak başlanmalıdır. Çünkü, iki farklı amacın gerektirdiği karar dizileri birbirinden çok farklıdır. Birincisi ‘riskten kaçar’, ikincisi ‘risk sever’ olmayı gerektirmektedir.

Benim tasarruf sahiplerine önerilerim şunlar.

1. Fırsatçı olmayın. Yani 17 Aralık’ı bir fırsat olarak görmeyin.

2. Eğer sizin için 17 Aralık bir fırsat değilse, bir tehlike de teşkil etmez.

3. 17 Aralık’tan sonra bir dalgalanma olsa bile, bu geçici olacaktır. Kıpırdamayın.

Son Söz: En büyük aptallıkları, fazla akıllı olmaya çalışanlar yapar.
Yazının Devamını Oku

Sakın bunu yapmayın

11 Aralık 2004
<B>PAZARTESİ</B> günkü Hürriyet’in baş haberi <B>‘Çırağan Sarayı Satılıyor’</B> idi. Satılması söz konusu olan sadece Çırağan Sarayı olsaydı, ben bu yazıyı yazmayacaktım. Çünkü Maliye Bakanı, ertesi gün sarayı sattırmayacağını söyledi. Halbuki, haber metnindeki listede onlarca turistik tesisin adı vardı. Maliye Bakanı onların satılamayacağına dair bir şey söylemedi. Kan beynime çıktı. Çünkü ben bu konuyu, daha önce gündeme geldiğinde bombardımana tutmuştum. Ortalık sessizleşmişti. Ben de saf saf, sakat düşünce bir daha gündeme gelmez diyordum. Ancak, su uyuyor, ‘rant avcıları’ uyumuyor. Bir de bakıyorsunuz, aynı konu ısıtılıp kamu oyunun önüne konmuş. Benim tezim şu: Bu, kökünden yanlış bir karardır. Eğer Maliye Bakanlığı, devletin yüksek çıkarlarını kollamak istiyor ve gerekiyorsa bu arazilerin kira bedellerini insaf ölçülerinde ayarlar ve asla mülkiyetini devretmez.

Konuyu iki başlık altında irdeleyeceğim.

A) ÖZELLEŞTİRME:

Özelleştirme, ekonominin verimini ve verimliliğini arttırma sürecidir. Özelleştirmenin amacı, kamu borçlarının azaltılması veya bütçe açıklarının kapatılması için kaynak yaratmak değildir. Özelleştirme idaresi, ekonominin serbest rekabet kuralları içinde çalışmasını sağlamaya çalışır. Bu sürecin iki bacağı vardır. Birincisi, kamunun, iktisadi işlemecilikte malik ve müteşebbis olmasını asgariye indirmektir. İkincisi, arz üzerine kısıt getirerek rant yaratan düzenlemeleri ortadan kaldırmaktır. Mesela son olarak gündeme gelen ‘araç muayene istasyonlarının özelleştrilmesi’ projesi, özelleştirmenin felsefesine taban tabana zıt bir düzenlemedir.

B) FİYAT VE DEĞER

İktisat, herhangi bir malın veya mülkün değerinin nasıl saptanacağı meselesini, ‘değer eşittir fiyat’ diyerek çözmüştür. Pek tabii fiyatın, rekabet şartları içinde teşekkül etmesine engel olan her tür yasal ve yasa dışı kısıtın ortadan kaldırılması şartıyla. Piyasalar, herhangi bir arsanın veya arazinin fiyatını (değerini) o arazinin yaratacağı ‘katma değeri’ belli bir katsayı ile çarparak bulur. Diğer bir değişle, kentsel veya kırsal alanlarda, yaratacağı katma değerden soyutlanmış, bizatihi kendi başına ‘çok değerli bir arsa’ diye nitelendirilecek bir nebat yoktur. Arsa değeri, arsanın ‘imar durumu’nun yaratacağı katma değere bağlıdır. Bu sebeple, piyasada satılabilen bir katma değer yaratmayan bir arsanın değeri/fiyatı ‘sıfır’dır. İstanbul’un Gülhane Bahçesi’nin, Yıldız Parkı’nın veya Londra’da Hyde Park’ın, New York’taki Central Park’ın, Tokyo’daki İmparator Sarayı Bahçesi’nin değeri, bu alanlar imara kapalı olduğu sürece sıfırdır. Hatta eksidir. Çünkü, buralara bakmak için para harcanır. Anıtkabir’in arazi de, eğer imara açılmayacaksa, ‘müteahhit parasıyla’ on para etmez.

* * *

Halen kamu arazileri üzerine, 49 yıllık kira sözleşmesiyle kurduğu turistik tesisleri işleten hiç bir girişimci, bu arazileri ‘başka bir niyeti yoksa’ satın almaz. Hiç bir iş adamı, makul bir fiyatla kiraladığı bir araziye, Maliye’nin düşündüğü fiyatı ödeyecek kadar salak değildir. Fiyat yüksekse, o araziye ödeyeceği paranın faizi, o araziyi kullanması karşılığında ödediği kiradan fazla olacaktır. Gayri iktisadidir. Fiyat düşükse, o da Maliye’nin işine gelmemelidir. Kullanmakta olduğu veya olmadığı turistik bir araziyi dünyanın parasını verip satın almaya talip bir işletmeci varsa, mutlaka buralara yazlık siteler, apartmanlar ve ‘sözde’ pansiyonlar yapıp satacak demektir. Bu arazilerde inşaat yoğunluğunu artırıp, yeşili betona dönüştürmek ‘kötü niyet’tir. Üstelik bu, gelişmekte olan turizm sektörüne destek değil, köstektir.

Son Söz: İçeriden yardım görmezse, hırsıza kilit olur.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin Avrupa Birliği hayali

8 Aralık 2004
GEÇEN hafta, belki de yıllarca yemediğim kadar ‘Avrupa Birliği’ ile ilgili bilgilerle beslendim. İkisi Avrupa Birliği milletvekili, biri gazeteci-yazar, diğeri Oxford hocası olmak üzere dört yabacı konuk ve on kadar yerli uzmanla, uzun saatler birlikte oldum. Az konuştum, çok dinledim. Zihinsel yeteneklerimin el verdiği kadar anlatılanları anlamaya çalıştım. Aşağıda bir haftalık eğitimimden derlediklerimi özet halinde sunacağım. Ancak öncelikle bir izlenimimi aktarmak istiyorum. Hani polisiye filmlerde suçluyu konuşturmak için onu sorgulayan iki kişiden biri ‘iyi polis’ diğeri ‘kötü polis’ olur ya, bizim AB ilişkilerimiz de böyle bir mizansende gelişiyor galiba. Türkiye’ye gelen tüm yabancılar ‘iyi polis’. Yani ellerinden geldiği kadar Türkiye’yi AB’ye sokmaya çılışıyorlar. Öyle konuşuyorlar ki, inanın sanki ‘Bizi, bizden çok seviyorlar’. Falakacı kötü polisler, dayağı bastıkça, yani mütemadiyen AB’ye girişimize yeni şartlar koştukça, iyi polisler, akın akın Türkiye’ye gelip bize moral veriyor. ‘Aman bu yoldan dönmeyin, kötü polislerin sesini kesmek için, biraz daha taviz verin, kendinizi daha iyi anlatın ki, biz de sizi daha kolay savunalım’ diyorlar. Gelelim tuttuğum notlara.1. Avrupa Birliği, Avrupalı milletlerin değil, vizyon sahibi bazı Avrupalı devlet adamlarının bir beyin çocuğu. Bir bakıma antidemokratik bir oluşum. AB hareketini halk başlatmamış. Hálá da kurucu (olması gereken) halklar bu oluşumu hazmedebilmiş değil. AB’nin kendisi bir demokratikleşme sancıları çekiyor. 2. Avrupa Birliği, bir yandan genişleyip, diğer yandan kurumsallaştıkça nitelik değiştirmiş. AB, artık kırk yıl önceki ‘Ortak Pazar’ değil. Başlangıçta, ayrı anayasaları olan bağımsız devletlerin katılımıyla ‘yatay’ olarak yapılanan ‘birliktelik’, şimdilerde ‘dikey’ olarak örgütlenen bir ‘birlik’ haline dönüşmek istiyor. Hukuki açıdan hiyerarşik olması gereken dikey örgütlenme, ortak bir ‘anayasa’yı esas almaya mecbur. AB, doğumundan neredeyse yarım asır sonra, AB topraklarının tamamında, aynı ‘Kanun Hakimiyeti’ni (Rule of Law) tesis etmenin temel gereksinimi olan ‘anayasa şemsiyesi’ni daha yeni inşa ediyor. (Bu iki madde, Oxford hocası Kalipso Nikolaydis’in anlatımlarından çıkarılmıştır.)3. Avrupa Topluluğu, gevşek bir ‘birliktelik’ten, hiyerarşik bir ‘birlik’ haline dönüştükçe halkların, karar alma sürecinde daha fazla söz sahibi olması gündeme gelmektedir. Bu da Avrupalı siyasileri daha fazla halkın tercihlerine göre konuşmaya mecbur bırakmaktadır. Topraklarının büyük kısmı Avrupa kıtasında bulunmayan Türkiye’nin, Avrupa Birliği'ne katılması gibi ‘kritik’ bir kararı almak gerektiğinde, siyasiler açmaza düşmekteler.4. Türkiye’nin AB’ye katılması, Türkiye’nin değil, AB’nin bir sorunudur. Türkiye, bir bakıma AB’nin kendini sorgulamasına sebep olan bir aynadır. Katılıma evet demeden önce Avrupalıların kendi kendileriyle yüzleşmesi şarttır. Onlar, bu yüzleşmeye hazır değil. Onun için kararı ertelemeye çalışıyorlar. (Nikolaydis’den.) 5. AB, dini aynı bile olsa (ki değildir; Katolik’le Protestanlık zannedildiği gibi Hristiyanlığın iki mezhebi değil, aslında iki ayrı dindir) dili aynı olmayan insanlar topluluğudur. Böyle bir cemaate, bu kritik dönemeçte kim liderlik edecektir?6. Avrupa milletler topluluğunun çekirdeği hangi kavimdir? İngiliz mi, Fransız mı, Alman mı? İngilizler, kıta Avrupasında oturmaz. Onlar, adalıdır. Almanlar, aslında Avrupa’nın ilmi, iktisadi ve kültürel lideridir. Ama, henüz II. Dünya Harbi’nin ayıbından kurtulamamıştır. Fransızlar, Avrupa’nın vicdanıdır. Lider, muhtemelen oradan çıkacaktır. Ancak onlar da Türkiye’yi istemiyor.Son Söz: Halk düne, lider yarına angajedir.
Yazının Devamını Oku

Olmadı Tayyip Bey, olmadı

4 Aralık 2004
<B>SİZ</B> kalkın, Erzurum’da çiftçilerin gözünün içine baka baka <B>‘Doğrudan destek primi alıyorsunuz, mazot desteği alıyorsunuz, hálá çiftçi, çiftçi diyorsunuz.</B> Bu millet yatıp kalkıp da sadece seni mi kalkındıracak? Biz devlet olarak halkımızın imkanlarını en iyi yönetme gayreti içindeyiz. Bir kesimi burada sübvanse ederken, bir başka kesimi mahrum edemeyiz. Bu iş, iyi yönetim işidir. Eğer bunu başaramazsak ekonomide şu anda geldiğimiz noktaya gelemeyiz’ diye konuşun. Olacak şey değil. Olmadı vallahi, olmadı billáhi. Başbakan dediğin, netice itibariyle bir siyasetçidir. Siyaset kelimesi ‘seyis’ten gelir. Kök anlamı, at gütmek, at terbiye etmek demektir. Böyle seyislik olur mu? Siyasetçi dediğin, tütün ekicisinin karşına çıkıp, ‘onlar tütüne ne taban fiyatı veriyorlarsa, ben 5 bin fazlasını veriyorum’ der. Siyasetçi dediğin, vatandaşlarına 38 yaşında emeklilik hakkı verir.

Olmadı Tayyip Bey!

Siz, bizim rolümüzü çaldınız. Siz çiftçinin karşısına geçip, onlara bol keseden vaatlarda bulunacaktınız ki; biz de ‘başbakanlarımız, bu popülist söylemden ve eylemden vazgeçmedikçe, bu devletin iki yakası bir araya gelmez. Üstelik, IMF’ye ve dünyanın finans çevrelerine verilmiş sözleri tutmak lazım. Bütçe dengeleri asla hafife alınamaz’ diye okkalı laflar edecektik. Köşe yazarının ekmeğini elinden almanın alemi yok. Siz böyle konuştukça, bizler yazacağımızı şaşırıyoruz. Ne yani, şimdi biz mi popülizm yapalım ? Gazetecileri böyle ters köşeye yatırmak olur mu ?

Olmadı Tayyip Bey, olmadı.

SSK hastahanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrine karşı çıkan sendikacılarla tartışmayacaktınız. Üstelik, topladığınız sendika aidatının bir kısmıyla hastane kursaydınız diye onlarla hafif yollu da olsa bindirmeyecektiniz. Yok öyle şey, burası Türkiye! Kimse kimsenin tavuğuna kış demez. Eski köye, yeni adet getirmeyin. Siz işçiden ve çiftçiden seçimlerde oy isteyeceksiniz, yoksa unuttunuz mu?

Olmadı Tayyip Bey, olmadı.

17 Aralık yakşaltıkça, Türkiye yi, AB’ye tam üye olarak alma konusunda, ipe un seren Avrupalının gözünün üstüne çakacaktınız. Var mı, Kopenhag kriterlerine ‘Ankara Kriterleri’ der, yolumuza devam ederiz demek. Papaza kızıp, orucu bozacaktınız. Biz de ‘İslam Ortak Pazarı’ kurarız diye ortaya çıkacaktınız ki; biz de ‘işte gerçek niyetleri su üstüne çıktı, takke düştü, kel göründü’ diye yazı yazalım.

* * *

‘The Economist’ dergisinin son sayısında okudum. Acı hicivleriyle ünlü, İngiliz yazar George Bernard Shaw, ‘Paul’a ödeme yapmak için, Peter’i soyan bir iktidar, gelecek seçimlerde Paul’un kendisini destekleyeceğinden emindir’ demiş. Tam da aradığım cümle buydu. Ben de Shaw’un bu sözünün türevini alayım bari. ‘Paul’a ödeme yapsın diye, hükümet tarafından soyulan Peter’in, bundan sonra hükümeti köstekleyeceği kesindir.’ Tabii orası İngiltere. Burada ise usta siyasetçi, önce Ahmet’i soyar, ondan aldığını Mehmet’e verir. Sonra da Mehmet’i soyar; ondan aldığını da Ahmet’e verir. Tabii her iki işlemde de kendi hizmet komisyonunu ödentiden kesmeyi ihmal etmez. Böylece hem Ahmet, hem de Mehmet, iktidarı sonuna kadar destekler. Ya da tam tersi olur. Ne demişler kısmetten fazlası olmaz.

Son Söz: Lider, toplumun genel havasına uyan değil, genel çıkarını kollayandır.
Yazının Devamını Oku

Ömür biter AB yolu bitmez

1 Aralık 2004
<B>ARALIK</B> ayının 17’si geliyor. O gün, Avrupalılar, Türkiye’nin Avrupa Birliği'ne alınma müzakerelerinin başlayıp başlamayacağı kararını alacaklar. Daha bilinen değişiyle, Türkiye’ye tarih verecekler. Şu ana kadar ortaya çıkan gelişmeler, bizim beklentilerimiz açısından olumsuz. Beklentilerimiz karşılanmayacak. Müzakerelere başlamanın kesin tarihi verilmeyecek, başlama tarihi vermenin tarihi de verilmeyecek. Çok muhtemelen müzakerelere başlama tarihinin kararlaştırılacağı güne dair ipuçları verilecek. Süslü püslü, ezik büzük, kemiksiz, kaypak laflara kanmayın. Diplomatlar kararı ne şekilde ifade ederlerse etsinler, dağın doğuracağı fare budur.

* * *

Turgut Özal rahmetli, zaten bu AB hikayesinin ‘uzun ince bir yol’ olduğunu söylemişti. Herhalde, ilk kırk yılı geride bıraktık. Şunun şurasında ne kaldı ki... Geçen hafta Kal-Der'in (Kalite Derneği) yıllık toplantısında konuşan Japon stratejist Dr. Kenichi Ohmae, ‘Türkiye AB’ye girmemelidir’ dedi. Ohmae’ye göre, AB’ye girme arzusu, AB’ye girmekten daha önemlidir. AB’ye girmek, duraklama dönemine girmiş bulunan bir Avrupa’yla bütünleşmektir. O ortam, sizin cevvaliyetinizi azaltır; alsalar da girmeyin diyerek farklı bir ‘strateji’ ortaya koydu.

Kısa bir toparlama yapalım.

* * *

1. Türkiye, 1980’den önce Yunanistan’la birlikte AB’ye girme şansını yakalamıştı. Maalesef, Ecevit’in kısır görüşlülüğü yüzünden bu fırsatı kaçırdı cümlesi, bir zamanlar bir şeyler ifade ediyordu. Yaşanan bu kadar olaydan sonra, bu cümle artık, Türkiye’nin kendi kendine gelin güvey olmasından başka bir anlamı olmayan değersiz bir tekerleme haline gelmiştir. Çünkü:

2. Türkiye’nin AB’ye katılması bir ‘birleşme’dir. İki tarafın da iradesine bağlıdır. İki taraf için de ‘fırsat’ olarak anlaşılmalıdır. Eğer AB de, bu olayı ‘kaçan fırsat’ olarak görseydi, ilk dönemeçte ‘kaçan fırsatı’ yakalayacak manevraları yapardı. Yapmadıklarına göre, onlar bunu ‘geçen tehlike’ olarak görüyor demektir. Dolayısıyla ortada kaçan fırsat yoktur.

3. Ben, Türkiye’nin AB’ye girmesinden yanayım. Bunu hem sosyal, hem siyasi hem de iktisadi bakımdan Türkiye’nin çıkarlarına uygun buluyorum. AB’nin oyalamalarına kızıp, uyum sürecinden vazgeçmek hata olur. Bizi makul bir süre içinde almayacaklarından yüzde yüz emin olsak bile bu ‘oyuna devam’ edelim. Bu girdik giriyoruz oyununun, arada bir de ‘aile resmi’ çektirmenin hiç bir sakıncası yok. Çünkü Türkiye için, AB’nin alternafi, AB’siz yoluna devam etmektir. Bu da zaten halen üzerinde bulunduğumuz çizgidir.

4. Ancak ben, bir AB sevdalısı değilim. ‘Türkiyeli’ olmayı, Türk olmaktan üstün tutan ‘ecnebi’ yazarlardan da değilim. ‘Biz ancak, yabancıların zorlamalarıyla adam oluruz’ ifadelerini de kendime hakaret kabul ediyorum.

5. Aralık 17’yi lütfen önemsemeyin. Ne Aralık ayının onyedinci günü, ne de herhangi bir yılın herhangi bir gününde, o gün ne cereyan ederse etsin, bir milletin kaderi değişmez. ‘Baltacı Mehmet Paşa, Çariçe Katerina’nın çadırına gitmeseydi, Osmanlı, Rusya’nın hakimi olurdu’ veya ‘Turgut Özal, PKK Eruh’u basarken tatiline devam etmeseydi, 30 bin kişi ölmezdi’ hayıflanmalarını ciddiye almayın. Bunlar küçük beyinlerin büyük meşgaleleridir.

Son Söz : Kader, uzun ve geniş bir yoldur.
Yazının Devamını Oku

Tanrının lûtfu

27 Kasım 2004
<B>BEN, Tayyip Erdoğan</B>’ın kısmetli bir insan olduğuna iyiden iyiye inanmaya başladım. Onun bu kısmeti sayesinde ülkenin işleri de <B>‘götürebildiğinden’</B> daha iyi gidiyor. Bir zamanlar, İsmet (İnönü) Paşa’yı sevmeyenler, ‘geldi İsmet, gitti kısmet’ derler, onun yönetiminde Türkiye’nin karşılaştığı meseleleri, Paşa’nın kısmetsizliğine bağlarlardı. Şimdi de tersi konuşuluyor. Pek tabii, AKP hükümeti doğru işler yapmıştır. Elde edilen sonuçlar tombaladan çıkmamıştır. Ama, ortada kısmet misbet yok, ne yapmışsak kendimiz yapmışız şeklinde bir böbürlenmeye de gerek yok. İnsanların, şirketlerin ve ülkelerin şansının yaver gittiği ve gitmediği dönemler vardır. Gayet açık ki, yaşadığımız yıllar, belki de şansın Türkiye’ye güldüğü bir dönemdir. Bunun diğer anlamı da bundan sonra kötü olaylar meydana gelirse, bunu da Başbakan Erdoğan’ın kısmetinin kesildiğine bağlamamak gerektiğidir.

* * *

Türkiye’yi yönetenlerin hiç bir katkısı olmadığı halde, Türk ekonomisinin toparlanmasına ciddi faydası olan şey, Amerikan dolarının, Euro karşısında değer kaybetmesidir. İşte bu, tam bir kısmettir. Eldeki son basılı rapora göre, Türkiye’nin kamu dış borçlarının % 44’ü dolarlı, % 27’si dolar ağırlıklı SDR (Özel Çekme Hakkı) tabir edilen sanal para birimlidir. Bu ikisinin toplamı, 45 milyar dolardır. Kamunun iç borçlarının yaklaşık % 18’i dövizli veya dövize endekslidir. Burada da doların ağırlığı vardır. Bunların toplamı da 26 milyar dolardır. Özel sektörün dış borçları ki, yaklaşık 70 milyar dolardır, büyük çapta dolara bağlıdır. Yüzde 70’i desek, burada da bir 49 milyar dolarlık dış borç vardır. 2000’den bu yana dolar, euro karşısında yaklaşık % 37 değer kaybetmiştir. Bu hesapla kamunun, doların düşüşünden kaynaklanan borç stoğu azalması 26 milyar, özel sektörüm ki ise 18 milyar dolardır. Pek tabii, bu tasarruf veya stok azalması hesabı, borçlar Euro olsaydı, dolar cinsinden bu kadar fazla olurdu demektir. Ancak, hesaplar dolarla tutulduğundan, böyle bir tasarruf mali tablolarda gözükmemektedir. Ama bu tasarrufun da katkısıyla, kamu borçlarının milli gelire oranı yüzde doksanlardan yüzde altmışlara gerilemiştir. Özel sektörde de şirket bilançolarında çok ciddi azalışlar vardır. Bugün pek çok büyük şirketimiz, borçlu olmak bir yana nakit içinde yüzmektedir. Bundan üç dört yıl önce yarı batık halde bulunan ve bizzat bizim yakinen bildiğimiz kuruluşların bilançolarındaki borçlar makul düzeye inmiştir. Hakeza mali sektörde krizle birlikte özkaynağını kaybetmiş bankalar bugün özkaynak yeterliliği bakımından rahat konumdadır. Bütün bu gelişmelerin gerisinde doların değer kaybının ve düşük döviz faizlerinin etkisi olduğunu bilelim. Bu bize tanrının bir lûtfudur. Bizim becerimiz değildir.

* * *

İktisat, dalgalanma demektir. Hiç bir parametre, (ki burada ‘döviz fiyatları’ ve ‘faizleri’ni kastediyorum) sürekli olarak aynı yönde ve aynı eğimde yoluna devam etmez. Dolayısıyla, bilanço kalemlerinde sağlanan iyileşmeler ‘sanal’ olabilir. Bunlara ‘gerçekleşmemiş kazançlar veya kayıplar’ (unrealized gains or losses) denir. Bu kabil durumlarda davranış kuralı şudur: Gerçekleşmemiş kazançlar, gerçekleştirilmeli; gerçekleşmemiş kayıplar, yüzdürülmelidir. Bu, söylemi kolay yapması zor bir manevradır. Cevabı aranan soruları sıralayım. Dolarlı borçlar ne zaman Euro’ya döndürülecektir? Kısa vadeli borçların ne kadarı, hangi kur ve faizden uzun vadeye dönüştürülmelidir ? Şirketler şu sıralarda yeniden borçlanmalı mıdır? Bu yazıda bunların cevabı yok. Ama şu tavsiye var. Pozisyon değiştirmeden kazanç realize edilemeyeceğine göre, hareket zamanı yaklaşmaktadır.

Son Söz: Manevrada sacede akıl yetmez, midenin de dayanıklı olması şarttır.
Yazının Devamını Oku

Kışkırtma yöntemleri

24 Kasım 2004
<B>AMERİKALILAR</B>, Irak’ta haklı görülmesi imkansız bir savaşı sürdürüyor. Üstelik bu savaşta, gün geçtikçe daha fazla bataklığa gömüldükleri kesin. Ancak eğer Amerika, Irak savaşını kazanmayı, uzun vadeli siyasetinin vazgeçilmez bir aşaması olarak görüyorsa, sonunda zor oyunu bozacak ve Irak’daki direnişler bitecektir. Almanya’yı ve Japonya’yı ‘sıcak savaş’la, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini’ni ‘soğuk savaş’la çökertebilen (ama Vietnam’da mağlup olan) Amerika’nın, Irak’ı dize getirememesi bir sürpiz olur. Kaldı ki, bugün Irak’taki direnişçi güçlerin, sadece Amerikan işgaline karşı savaştığını da söylemek doğru değil. Çünkü Amerikan askerlerini Irak’tan çıkarmanın en kestirme yolu, direnişlere son verip, Irak’ta seçimlerin yapılmasına imkan sağlamaktır. Seçimler huzurlu bir şekilde yapılabilse, iş başına kim gelirse gelsin, Amerika’nın elini olmasa da, askerlerini bu ülkeden çekeceği kesin. Dolayısıyla bugünkü direnişler, istilacı düşmana karşı olmaktan daha çok, Irak’taki farklı etnik ve dini grupların iktidarı ele geçirme mücadeleleridir.

* * *

Türkiye’nin Irak ihtilafına, mümkün mertebe bulaşmaması gerektiğine inandığımı, gerek Hürriyet’teki köşemde, gerek NTV’deki yorumlarımda açıkça ortaya koydum. Halen de aynı kanaattayım. Türkiye ‘mutlu tasadüflerle’ Irak ihtilafına bulaşmamıştır. Bu da Irak konusunda iki defa hata yapan Başbakan Erdoğan’ın şansıdır. Bundan sonra, başbakanın şansını tekrar zorlayacağını da tahmin etmiyorum.

Başbakan Erdoğan, Amerika ile iyi geçinmek uğruna, ciddi risk alıp, üst üste iki defa Irak işine dahil olmak istemiştir. Buna rağmen çok kısmetli bir şekilde bu ihtilafa hem dahil olmamış; hem de, gerek ABD gerek AB nezdinde puan toplamıştır. Bundan iyisini istemek, Allah’tan belá istemektir. Irak’taki çatışmalarının dışında kalmamız sayesinde Türkiye’deki ‘siyasi istikrar’ bozulmamış ve ekonomide ciddi düzelmeler olmuştur. Bugünkü iktisadi istikrar, siyasi istikrarın sonucudur. Bunu böyle bilmeliyiz.

* * *

Son günlerde, ülkemizin tedavi kabul etmez münafıkları, ‘müslüman kardeşlerimizi gavurlar öldürüyor, bu zulme karşı durun’ diye hiç inanmadıkları bir savla halkı kışkırtmaya uğraşır oldular. Başlangışta Amerika ile işbirliği yaparak, Türkiye’nin Irak batağına çekilmesini başaramayanlar, hatalarını anlayıp seslerini kısmışken, şimdi de ‘direnişçilerden yana ve Amerika’ya karşı bir tavır koyarak’ bu ihtilafa taraf olmamız için gayret gösterenler türemiştir. İnşallah, bu kışkırtma sonuçsuz kalacaktır.

* * *

Çok açık bir şekilde ifade edeyim: Bir ülkenin içinde, o ülkenin dışındaki bir olay için halk galeyana gelirse, bu eylemler kendiliğinden ‘ülke içindeki iktidara karşı’ bir mücadele haline dönüşür. ‘Amerika’yı telin ediyor ve müslüman kardeşlerimizle dayanışıyoruz’ diye bir dizi gösteri yürüyüşleri yapılmaya başlanırsa, bu gösteriler kısa zamanda, mağaza vitrinlerin taşlanması, bankaların bombalanması, kaldırım taşlarının sökülmesi, yangınlar çıkarılması, arabaların tepetakla edilmesi ve polisle şiddetli çatışmalar haline ınkilap eder. Böyle bir tablo, ülke ekonomisi için son derece kötü olur. İnsanlar bedbinleşir, alışveriş kesilir, turizm sekteye uğrar, sermaye yurt dışına kaçamaya başlar ve faizler yükselir. Bu da ekonomide yaşanmakta olan cesaret verici gelişmeleri köstekler. İktidarı, mutlaka yıpratmak için vesile arayanlar, ülkeye daha az hasar verecek başka senaryolar düşünseler iyi ederler.

Son Söz: Devrimci olmak için, arabayı devirmek şart değildir.
Yazının Devamını Oku