9 Şubat 2005
<B>IRAK</B>’ta, benim hiç ummadığım kadar başarılı bir seçim yapıldı. Bu seçimle Irak’ta demokratik bir hükümet kurulması meselesi halledildi denemez. Yine de işgal sonucunda iktidarı kaybeden Sünni’lerce engellenmeye çalışılmasına ve boykot edilmesine rağmen, seçimlerin yüksek katılımla ve nispeten güven içinde yapılmış olması önemlidir. Orada, kendi kendini yönetmeye talip bir halk bulunduğu anlaşılmıştır. Olay küçümsenemez.
* * *
Bu seçimlerle birlikte, aslında ‘malûmu ilám’ şeklinde bile olsa, bizim açımızdan sakıncaları olan bir tablo resmen tesçil edilmiştir: Kuzey Irak’a Kürt’ler hakimdir. Bu sebeple, Kerkük’te istedikleri şekilde at oynatmışlardır. Pek tabii, bu kuvvet gösterisini, yıılardır işbirliği içinde oldukları Amerikalılara borçlular. Bu gelişme, yörede bağımsız bir Kürt Devleti kurulmasına yol açabilir. Maalesef, böyle bir devletin kurulması, aynı ateşin Türkiye’ye sıçramasına sebep olabilir. Güney Doğu Anadolu’da yeni bir ayrılıkçı ayaklanma başlayabilir. Henüz PKK ayaklanmasının yaraları sarılmadan, bu bölgede yeni çatışmalar çıkması talihsizlik olur. Gelin, soğukkanlı bir durum değerlemesi yapalım:
1- 2003 yılında ABD, Saddam’ı devirmeye karar verdi. Bu amaçla, iki cephe açmak istedi. Birincisi Kuveyt üzerinden Güney cephesi, diğeri Türkiye üzerinden Kuzey cephesi. Ancak ikinci cephe harekatına izin veren hükümet teskeresini Meclis kabul etmedi. Bu cephe açılamadı.
2- Hatırlanacağı üzere, teskere oylanmadan çok önce hükümet, ABD’ye her türlü kolaylığı göstermişti. Kullanılacak iskeleler, yollar ve köprüler ABD tarafından onarılmıştı. Hatta asker yüklü gemiler İskenderun limanı açıklarına gelmişti. Buna rağmen, teskere Meclis tarafından kabul edilmedi. Bu ret, Amerika’ya karşı yapılan çok büyük bir ayıptır. Türk devletinin itibarı açısından da müthiş bir kayıptır.
3- Ben, ABD’nin bizim topraklarımız üzerinden cephe açmamış olmasının Türkiye’nin çıkarına olduğuna kaniim. Ret, neticede hayırlı olmuştur. Ama hükümetinin, önce söz verip, sonra kararı Meclisten geçirtememesi tam bir fiyaskodur. Sebebi zayıf ‘liderlik’tir.
4- Şunu bilhassa vurgulamak istiyorum. Teskere geçip Kuzey cephesi açılsaydı bile ABD, Kürtleri bir yana itip, Kuzey Irak’ın denetimini Türk Ordusuna bırakmayacatı. Buna, Avrupa Birliği Devletleri de asla rıza göstermezdi. Nitekim sonradan alınan ve Türkiye için, ABD askerlerinin topraklarımızın üstünden geçmesinden çok daha tehlikeli olan ve milletçe fedakarlık gerektiren 10 bin asker yollama kararımız, başta Kürtler olmak üzere Iraklıların itirazıyla kabul görmedi.
5- Tekrar ifade edeyim. Teskerenin reddi, çok büyük bir ayıptır ama bundan dolayı Türkiye’nin Kerkük’ü elden kaçırdığı doğru değildir.
6- Kerkük konusundaki hassasiyetimizi sadece Türkmen kökenli Iraklıları düşünerek söylüyorsak bu, iç ve dış siyaset açısından bir gaftır. Çünkü T.C. vatandaşı, on milyondan fazla Kürt kökenli Türkün, Türkmenlerden çok daha fazla sayıda Kürk kökenli Iraklı akrabası vardır. Böyle bakılınca, Kuzey Irak’takilerin hepsi, bizim akrabamızıdır.
7- Türkiye, iç güvenlik meselesini, Humeyni, Hafız Esat ve Saddam zamanlarında nasıl halletmişse, yine de halledecektir. Hatta şimdi, kalıcı çözüm geliştirme imkanı daha da fazladır.
Son Söz: Zafer, başkalarının atıfetiyle değil, gayret ve cesaretle kazanılır.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2005
<B>İKTİSAT</B> bilimi, bir bakıma milletlerin zenginliğinin nereden kaynaklandığını araştırmakla başlamıştır. İlk iktisatçılardan <B>Adam Smith</B> (1723-1790) iktisat değil, Mantık ve Ahlak Felsefesi profesörüdür. Zaten o yıllarda iktisat diye bir bilim dalı henüz teşekkül etmemişti. Smith, ‘Milletlerin Zenginliğinin Doğası ve Sebebi üzerine bir Sorgulama’ genel adı altında, beş ciltlik dev bir eser yazmıştır. Fakir milletler, niçin fakirdir veya zengin milletler, niçin zengindir meselesi, Adam Smith’ten beri gündemden düşmemiştir. ‘Fakir ülkeler niçin fakirdir’ sorusuna verilen ‘çünkü fakirdir’ cevabı, saçma değildir. Çünkü, fakirlik hangi sebepten başlamış olursa olsun; fakir ülkelerin, fakir oldukları için fakir kalma ihtimalleri büyüktür. Fakirlik, tuzaklarlarla dolu bir kısır döngüdür. Önemli olan, bu çemberinin nereden ve nasıl kırılacağının bilmektir. Zenginleşememek ‘fakirlik tuzaklarından’ kurtulamamaktır. Dolayısıyla, refaha giden yolun birinci adımı, ‘fakirlik tuzakları’nın neler olduğunu teşhis ve bunlardan kurtulma yöntemlerini bulmaktır. Daha önce, yurt içinde yaratılan sermayenin yurt dışına akmasına neden olan, en önemli fakirlik tuzağı ‘yüksek faiz-düşük kur’u anlatmıştım. Bugün diğer bazı tuzaklarından bahsedeceğim.
* * *
Fakir ülkelerde yapılan yatırımların çoğu, çeşitli gerekçelerle ‘iktisadi kár’ etmez. İktisadi kár, yatırımın yarattığı ‘hasıla’nın, yatırıma tahsis edilen sermayenin ‘maliyeti’nden büyük olmasıdır. İktisadi kár, ‘sermaye birikmesi’ (capital accumulation) bu da ‘zenginleşme’ demektir. Burada sermaye, hem fizik hem de finans kapital olarak anlaşılmalıdır. Halkın refahı, biriktirilen sermayenin, emeğin verimi/gelirini arttıracak fizik yatırıma dönüştürülmesiyle artar. İki şey bu oluşumu engeller.
1. Kötü muhasebe,
2. Küçük çıkarları kovalama. (Sub-optimization)
Kötü muhasebe, hangi yatırımın ‘servet yaratan’, hangisinin ‘servet yutan’ olduğunun anlaşılmasına engel olur. Bu durumda ülke kaynakları, yanlış tahsis edilir. Kötü muhasebe tatbikatı çok geniş bir konudur. Üç örnek vereyim. 1) Muhasebeciler, sadece vergi usul hatası yapmaktan korkar. Bütün muhasebe sahtekarlıkları, bu tehlikeyi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Halbuki, en az bunun kadar suç olması gereken şey, zarardaki şirketi kárlı göstermektir. Ama bu hilekárlık suç değildir. 2) Aynı patrona bağlı şirketlerde, yapay iç faturalaşmalar yüzünden şirketlerin hangisinin ne kadar kár veya zarar ettiği belli değildir. 3) Gelir tablosunda, alım satım vade farkları, finansman geliri veya gideri olarak, satış ve maliyet rakkamlarından ayıklanmaz. Şirketin, üretimden mi, ticaretten mi, finansmandan mı kár (veya zarar) ettiği bilinmez.
* * *
‘Sub-optimization’ çok daha karmaşık bir kavramdır. Mesela, Boğaziçi köprülerinde ve paralı yollarda, kapasite kullanımını arttırmak için ‘OGS’ (Otomatik Geçiş Sistemi) tesis edildi. Derken ‘derin iktisat’ bu işten devlete faizsiz mevduat sağlamak amacıyla, OGS’nin pazarlanması ve para tahsilatını Ziraat Bankası’nın ‘tekel’ine verdi. Bu tekel, OGS’nin yaygınlaşmasını önledi. Köprü ve otoyol verimi yeterince artmadı. Üstelik OGS’ye yapılan yatırımların hasılası da düşük kaldı. Zaten çift amaçlı bir tasarımda iki amaç aynı noktada optimize olmaz. Ya bankanın çıkarı, ya da Köprülerin verimi optimize olacaktı. İkisi de sub-optimize oldu. Bu da yetmedi bu sefer bir başka bankaya kıyak olsun diye "Kartlı Geçiş Sistemi" adı altında bir tüy, karmaşanın üstüne dikildi.
Son Söz: Milletler, sermaye birikimiyle zenginleşir.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2005
<B>GEÇEN </B>hafta içinde Emin Çölaşan, Emekli Sandığı’nın enkaz haline gelmiş otellerinin hazin durumu üzerine bir yazı yazdı. Hemen sonra, Emekli Sandığı yönetiminin açıklaması Çölaşan’ın köşesinde yer aldı. Bu yazıları okuyunca içim karalar bağladı. Ümitsizliğe düştüm. Size önce hikayeyi özetleyim, sonra beni ye’se gark eden olayın değerlendirmesini yapayım.
1. Emekli Sandığı, kendisine yatırılan emeklilik primlerini değerlendirmek için, geçmişte otel yatırımları yapmıştır. Dünyanın her ülkesinde emekli sandıkları, biriken fonlarının bir kısmını, gayrimenkule yatırır. Bu, uzun vadeli fon yönetmenin gereklerinden biridir. Bu bakımdan yıllar önce Emekli Sandığı’nın otellere yatırım yapması ve bunların işletmesini uzman şirketlere vermiş olması iktisaden doğru kararlardır.
2. Bundan bir süre önce, yapmış olduğu yatırımlardan yeterince nemağ alamadığı kanaatine varan ve nakit sıkıntısı çeken Emekli Sandığı, bu otelleri satmaya karar verdi. Bu karar da iktisaden doğru olabilir.
Bundan sonra yapılanlar ise tam bir felakettir. Emekli Sandığı, eline para geçsin diye otelleri satmaya karar veriyor. Ama anlaşılan Türkiye’ye hakim olan ‘derin iktisat’ devreye giriyor. Otelleri bu haliyle satarsak ‘gerçek değerini’ bulamaz; iyisimi biz bunları önce modernize edelim, sonra satalım veya kiralayalım kararı alınıyor. Bunları yazarken kan beynime çıkıyor. Yapılan yanlışlığa bakın. Emekli Sandığı, gayri nakti varlıklarını satarak, nakit yaratma kararı alıyor. Ama tam tersi bir istikamete yönleliyor. Keşif bedeliyle 230 milyon dolara (muhtemel bitiş bedeliyle 750 milyon dolara çıkacak) inşaat, yani ‘nakit çıkışı’ kararı alıyor. Bunun için Devlet Planlama Teşkilatı’nın iznini alması gerek. Allah’tan alamıyor. Ne gam; gidiyor bir bankayla 100 milyon dolarlık kredi anlaşması imzalıyor. Krediyi kullanmazsam, her ay şu kadar da ceza ödemeye razıyım diye imzayı basıyor. Yetmiyor, otelleri kapatıp eşyalarını haraç mezat satıyor. Yetmiyor, çalışmakta olan Maçka otelini yerle bir ediyor ve finansmanını halletmediği bir inşaata başlıyor. Şimdi de Devlet Planlama Teşkilatı elimizi tutuyor, bize gerekli ödenekleri vermiyor; biz de meselenin çözümü için gece gündüz çalışıyoruz diye yakınıyor. Pek tabii bundan sonra ‘oldu bir kere’ oyunu devreye girecek. Baskılar DPT ve Hazine üstüne kurulacak. Verin şu istedikleri paraları da, oteller enkaz halinden çıksın; milli servet kurtulsun denerek, milli gelir deve edilecek. Dipsiz kuyuyaya taş atmanın fazileti anlatılacak. Kamuoyu da eminim bu fikri destekleyecek.
* * *
Bu memlekette bir idarecinin, iki eli kanda olsa, ertelemeyeceği tek iş inşaattır. Sebebini, herkes biliyor. AKP iktidara geldikten kısa bir süre sonraTayyip Erdoğan Başbakan oldu. Erdoğan, uzun yıllardan sonra Türk siyasetinin çıkardığı çok güçlü liderdi. Tarihi bir karar aldı. Milletvekili lojmanları satılacaktı. Hem milletvekilleri artık halkın arasında oturacak, hem de Hazine’ye az da olsa para girecekti. Derhal ‘derin iktisat’ ters paça kaparak güreşe girdi. Bu haliyle satılırsa, bu lojmanlar ‘gerçek değerini’ bulmaz dendi. Arsa rantı yaratmak ve eşe dosta iş çıkarmak için, lojman bölgesini perişan edecek mimari projeler yapıldı. Sonuç: Lojmanlar hálá satılamadı ve Hazine’ye para gireceğine, Hazine’den para çıktı.
Son Söz: Aslanın ağzından, ceylan alınmaz.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2005
<B>İNATLA </B>sürdürülen. <B>"yüksek faiz-düşük kur" </B>politikasını irdelemeye devam ediyorum. Bu yazıları <B>"ekonomide mucizeler yaratıldı" </B>diye zafer gösterilerinin yapıldığı ve kimsenin burnundan kıl aldırmadığı günlerde yazıyorum. Bence, eleştirinin tam sırasıdır. Nasıl olsa kimse takmaz.
* * *
TL'ye yüksek faiz vermek "sıcak para" için davetiye çıkarmaktır. Bir ülke, eğer İsviçre veya ABD gibi "servetin güvenli limanı" olmadığı halde, tasarruf çekebiliyorsa, o ülkede faizler yüksek demektir. Böylece o ülke, sermaye hareketlerinde fazla verdiği için, cari işlemlerde açık verecektir. Genel kabul görmüş yanlış, olayın tersi sırada cereyan ettiğini sanmaktır. Hiç bir kişi veya firma veya ülke, borç almadan (veya rezervden yemeden) "kazandığından fazlasını harcayamaz". Bu cebirsel bir ilişkidir. Ülkeye cari harcamalar için talep edilenden çok giren döviz (nam-ı diğer sıcak para) döviz piyasasında "arz fazlası" yaratır. Arzı artan dövizin fiyatı düşer. Bir yandan artan para arzıyla canlanan iç talep, diğer yandan düşen döviz fiyatıyla ucuzlayan yabancı mallar, ithalatın, ihracattan hızlı artması sonucunu doğurur. Yani cari açık büyür. Cari açık büyüdükçe, dışarıdan borçlanmak için faizlerin yüksek tutulması zorunlu olur. Yüksek faizler, hazinenin borçlanma maliyetini arttırır. Borç maliyeti arttıkça ‘bütçe açığı’ ortaya çıkar. Bir yandan "dış açık" diğer yandan "iç açık" büyüyorsa, ülkenin kredi notu düşer. Bu da borç verenlerin asabını bozar. Onlar da talep ettikleri "risk primi"ni yükseltir. Bazan yüksek risk primi de kesmez, kriz kaçınılmaz olur. Ondan sonra gelsin yeni IMF kredisi ve sürdürülmesi siyaseten çok zor olan fahiş "faiz dışı fazla".
* * *
Faiz denince akla önce Merkez Bankası (MB) tarafından saptanan kısa vadeli faizler, sonra da tahvil ve bono piyasalarında oluşan daha uzun vadeli faizler gelir. MB’nin kısa vadeli faizleri düşürmesi, tasarrufların uzun vadeye kaymasına sebep olur. Bu da normal olarak uzun vadeli faizlerin düşmesi sonucunu doğurur. Ancak bunun olması için, ortada uzun vadeli ödünç kontratı yapılacak bir para birimi olması gerekir. Genel kabul görmüş diğer çok önemli bir yanlışa göre, "bir devlet, mutlaka (veya mümkün mertebe) kendi parasıyla borçlanmaldır". Halbuki Türkiye gibi, döviz fiyatı bastırıldığı için devalüasyon beklentisi süren ülkelerde, Hazine "ulusal" parayla uzun vadeli borçlanamaz. Ulusal parayla ve yüksek faizle borçlanır. Bu da bütçe de anormal bir faiz gideri kalemi doğurur.
* * *
NE YAPILMALI: 1. Sermaye hareketleri serbest, halkının tasarruflarının yarısından fazlası dövize bağlanmış çok para birimli bir ülkede Hazine, borçlanma maliyetini düşürmek için "mümkün mertebe" dövizle borçlanmalıdır. 2. Bunun için devletin döviz geliri olması gerekmez. Ülkenin cari fazla verecek kadar döviz geliri olması yeter de artar. 3. MB, TL kotasyon faizlerini düşürererek tasarrufları uzun vadeye ve dövize yönlendirmelidir. 4. MB, cari işlem fazlasından kaynaklanmadıkça, borçlanarak rezerv yaratmamalıdır. Yüksek rezerv, açık pozisyona davetiye çıkarmaktır. 5. Amaç, sıcak parayı caydırmaktır. (Şimdilik bitti.)
Son Söz: Devalüasyon, cari işlem fazlası olan ülkede olmaz.
NOT: Çarşamba günkü yazımda yüksek faiz düşük kur politikasının üçüncü sakıncası dizgi hatası sonucu yer almamıştır. Bu madde 'yurtiçinden, yurtdışına sermaye transfer edilmiştir' şeklinde olacaktı. E.C.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2005
<B>GEÇEN</B> yazıda,<B> ‘enflasyonla mücade’</B> için sürdürülen <B>‘yüksek faiz, düşük kur’</B> politikasının, Türkiye’nin ekonomisini nasıl çıkmaza soktuğunu yazmıştım. Aynı perişanlık, başta Latin Amerika’da olmak üzere pek çok ülkede de yaşanmıştır. Bu politikanın Türk ekonomisini getirdiği háli özetleyim:
a) paradan altı sıfır atmayı gerektirecek kadar enflasyon,
b) yirmi yıla sığdırılabilen üç ekonomik kriz,
c) yetersiz büyüme.
Uzun yıllardan beri uygulanmakta olan ‘vergi alma borç al’ ve bu amaçla ‘faizi yüksek kuru düşük’ tut politikası yüzünden,
a) kamudan özele,
b) fakirden zengine,
c) yurt içinden yurt dışına sermaye transfer edilmiştir.
Son yazımda, bu yapısal bozulmada, başta IMF’ciler olmak üzere, bize akıl hocalığı eden yabancı uzmanların rolü olduğunu yazdım. Bu yabancı uzmanlarla ünsiyetim olmamıştır. Ancak tavsiyelerinin sonuçları ortadadır. Kanaat oluşturmam için, bu da bana yeter de artar.
* * *
Uygulanan politikanın maliyetini özetleyeyim. Yirmi beş yıldır, gelişmiş zengin devletler, kendi kamu borçlarını ortalama % 3-4 reel faizle finanse ederken, az gelişmiş fakir Türkiye, borçlarını, % 12-13 reel faizle döndürebildi. Matematik olarak, yılda % 7 faiz, alınan borcu 10 yılda iki katına, 20 yılda da 4 katına çıkarır. Türkiye, konsolide bütçe borçlarını yılda ortalama % 7 daha düşük reel faizle çevirebilseydi, bugünkü 220 milyarlık dolarlık borç, 55 milyarda kalırdı. Dikkat edin: Bu hesabın içinde, siyasilerin daha az popülist davranmış olması veya batakçı iş adamlarının banka boşaltmamış olması gibi şartlar yok. Yani ülkemiz son 25 yıldır, aynı cıvıklıkla ve aynı soygun düzeniyle yönetilmiş olsaydı dahi, borç bugün sadece 55 milyar dolar olurdu. Hadi hesaplarda kabul hataları yaptım diyelim, toplam bütçe borcu 55 değil 75 milyar dolarda kalırdı.
Bütün bunları, kafaları kanatıncaya kadar başa vurmaya mecburum. Çünkü ben çözüm yöntemimi ortaya koyunca ‘ama senin modelinin de şu riskleri’ var diye ortaya çıkacaklar olacak. Benim veya benden çok daha bilgili bir başka iktisatçının ortaya koyacağı herhangi bir modelin de riskleri (sakıncaları veya bedeli) olacaktır. Para politikasında doğru tercihi yapmak için, risk bedellerinin kıyaslanması gerkir.
* * *
Gelelim önereceğim para-maliye politikasına. Şu ana kadar yazdıklarımdan anlaşılacağı üzere bu modelin ana ilkesi ‘yüksek kur-düşük faiz’dir. Bu model, ABD, Avrupa ülkeleri, Japonya gibi tek para birimli ülkelerle, Türkiye gibi ekonomisinde, ulusal parayla birlikte dövizinin de kullanıldığı ülkelerde uygulanacak para politikası, aynı olamaz hipotezi üzerine kurulmuştur. Bir ülkede birden fazla para kullanılırken, Merkez Bankası’nın para politikasını, (yani para miktarını ve faizleri ayarlamasını) sadece ulusal paraya inhisar ettirmesi, para piyasalarını spekülasyona ve arbitraja açık hale getirmektedir. Bu başıboşluk, bir yandan paranın faizini fahiş düzeylere tırmandırmakta, diğer yandan kurlar üzerinde önce bir baskı sonra da bir patlama yaratarak krize sebep olmaktadır. (Devamı var.)
Son Söz: Duvarları olmayan türbenin kapısına kilit takılmaz.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
<B>BAYRAM </B>dolayısıyla, Çarşamba günü başlamış olduğum ‘Merkez Bankası-Hazine’ ilişkileri yazı dizisine bugün ara veriyorum. Bayramdan sonra fevkalade önemli bulduğum bu konuya devam edeceğim. Türk ekonomisi, nasıl bu kadar büyük borcun altına girdi, niçin devlet bütçesi bir borç ödeme bütçesi haline geldi sorularına cevap arayanların, bu yazı dizisinin tamamını okumalarını tavsiye ederim. İnşallah bir işe yarar.
* * *
Benim neslim ve çevrem, yani kabaca yaşı 50 ile 70 arasında olan kentsoylular, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ülkeye egemen olan láik düşüncenin ürünüdür. Ülkemizdeki insan manzaralarına şöyle bir göz atan herkes, yaşayan İslam’ın ‘kırsoyluların’ dini olduğunu derhal görür. Televizyonlarda konuşan ilahiyat hocalarının çoğu köylü lehçesiyle konuşmaktadır. Ayırımı anlamak için, Teşvikiye veya Şişli camilerinden kalkan cenazelerin, namazını kılanlarla, öğle namazını eda edip işine gücüne dönen cemaati kıyaslayın, yeter. Şunu hemen söyliyeyim ki; bu farklılık beni hem düşündürmüş hem de rahatsız etmiştir. Toplumsal konulara profesyonel düzeyde ilgi duyan bir kişi olarak, genelde din ve özelde İslamiyet hakkında çok bilgi edinmeye çalıştım. Çok ders çalıştım. Hatta kimliğimin bir parçası olan İslamiyeti yüceltmeyi, kendime bir vazife bildim. Yine de geldiğim noktada, muhtemelen gördüğüm láik eğitimin de etkisiyle, yaşayan İslami uygulamaların çoğuna ısınamadım. Bunlardan biri de kurban kesme geleneğidir. Eskiden çok kurban kestirtdim. Kimsesiz çocuklar yurduna yıllarca kurban bağışı yaptım. Ama, koyun, dana veya deveyi bir erkek olarak benim bizzat kesmenim bir ibadet olduğuna ve yolla Allah’ın rızasını kazanacağıma hiç inanmadım. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, bu geleneği içim kaldırmıyor. Pek tabii, bir insanın ait olduğu dinin ve ulusun tüm değerlerini beğenmesi ve benimsemesi mümkün değil. Ben, yaşayan İslami töreleri bir türlü benimsiyemesem de kendimi hálá bir müslüman olarak tanımlıyorum. Buna da muhtacım.
* * *
Bana benzeyen láiklerin hál ve tavırları beni, yukarıda anlattığım meseleden daha fazla üzüyor. Maalesef ülkemin eğitimli insanları, kendini dinler ve milletler üstü gören ve her fırsatta milletini ve dinini hakir gören söylem ve eylem içindeler. Bu da hazin bir tablodur. Bu ülkede adam diye bilinmek için ‘Türkü, Türke ve İslamı, müslümana yermek’ şart haline gelmiştir. ‘Türkü, Türke övmek’ ve ‘Türke, Türk propagandası yapmak’ ne kadar yersizse; her gün her vesileyle ‘Türkü, Türke; İslamı müslümana yermek’ de o kadar hasta bir ruh halidir. Mutlaka değişmelidir.
* * *
Ülkemizin láik fikir önderlerinin duruşuna bir göz atın. Konu, Türk-Ermeni ilişkileriyse, mutlaka Ermeni’ler haklıdır. Konu Türk-Rumlar ilişkisiyse, haklı olan kesinlikle Rumlardır. Sorun, İslam-Hıristiyan sürtüşmesiyse, mutlaka Müslümanlar haksızdır. Ortada bir isyandan doğan ölümlü bir çatışma varsa, kesinlikle ölen isyancı haklı, Türk devleti suçludur. Türk film yapımcıları veya roman yazarları için Avrupa’da beğeni kazanmanın tek bir geçerli yolu vardır. O da kendi milletini ve devletini yerin dibine batırmaktır. Türklerin ne kadar kaba ve vahşi olduğunu Batı’lılara anlatıp da Batı’da alkış almayan edebiyatçı var mı ? Eh bir defa Batı’da beğenilmişse, kendisinin Türkiye’de baş tacı edilmesi vaciptir.
Son Söz: Milletini yeren, kendini batırır.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2005
<B>MERKEZ</B> Bankası’nın görevi, <B>‘fiyat istikrarını korumak’</B> ise, Hazine’nin görevi de <B>‘ucuza borçlanmak’</B>tır. Merkez Bankası, fiyat istikrarını korumak için, faizleri yüksek tutmak ister. Bu ise Hazine’nin borçlanmasını pahalı hale getirir. İlk bakışta, Hazine ile Merkez Bankası’nın amaçları birbirine ters gibi durmaktadır. Doğrudur. Zaman zaman Hazine ile Merkez Bankasının, para politikasından beklentileri çelişir. Ancak bu tandem ilişki, uzun vadede ele alındığında, ortada bir çelişki olmadığı anlaşılır. İngilizce kavramları kullanmak gerekirse, bu iki kurumun amaçları ‘competing’ değil ‘complementary’ dir. Türkçesiyle bu iki kurumun işlevsel amaçları, birbirinin zıttı değil, birbirini tamamlar mahiyettedir.
* * *
Merkez Bankası’nın fiyat istikrarını gözetmediği bir süreçte, yani enflasyon ortamında, hem nominal hem de reel faizler artar. Bu da Hazine’nin borçlanmasını pahalılaştırır. Yüksek reel faizler yüzünden Hazine’nin bütçe açıklarını ucuza finanse edemediği bir süreç sonunda da bütçe o kadar büyük açık verir ki, açığı kapamaya IMF bastırması ‘faiz dışı fazla’ da yetmez. Günün sonunda Hazine, borçları çeviremez ve moratoryum ilan eder. Hazinesi moratoryum ilan eden ülkede de derhal fiyat istikrarı bozulur. Sistem yaklaşımı da aynen bunu söylemektedir. İstikrar, zıt güçleri ortadan kaldırarak değil, bunların birbirini dengelemesiyle sürdürülür. Herhangi bir sistemin, hedeflerinden birinin sürekli ihmal edilmesi, diğer hedeflerin de şaşmasına sebep olur. İş hayatında bunun en tipik örneği, firmaların ‘pazar payı büyütme’ ile ‘kárlılık’ hedeflerinin birbirine zıt olduğunu sanmaktır. Bunlardan biri ihmal edilirse, görülür ki, günün sonunda diğer hedef te tutmamaktadır. Kamu finansmanında da marifet, hem fiyat istikrarını hem de kamunun düşük maliyetle borçlanmasını birlikte gerçekleştirmektir.
* * *
Türkiye, bu beceriyi son elli senedir gösterememiştir. Bu beceriksizliğin üç temel sebebi vardır.
1. Siyasilerin, kendilerini ‘Tanrı Baba’ sanıp, almadan vermeye kalkmaları, yani bütçe açığı ile kalkınma ve sosyal adalet temin etmeye çalışmalarıdır. Bu sebep, bürokratlarca en çok zikredilendir. Ancak son 30 yılda yaşanan krizler (mesela; 79/80, 94/95 ve 00/01 krizleri) yukarıda söylenen popülist bütçe açıklarıyla açıklanamaz.
2. Son krizlerin esas sebebi, para-maliye politikalarını tasarlayan ve uygulayanların ‘düşük döviz-yüksek faiz’ (hem döviz hem de TL faizi) iyidir bátıl inancına sahip olmaları ve bunu inatla sürdürmelidir.
3. Türkiye’ye gelen, başta IMF uzmanları olmak üzere çeşitli yabancı iktisatçıların, Türkiye’nin (ve benzeri ülkelerin) ‘kamu finansmanın maliyeti’ sorununu göz ardı ederek, yüksek faiz için ‘faiz dışı fazla’ şablonunu dayatmalarıdır. Maalesef, bir çok yerli iktisatçı da bunların söylediklerinde hikmet olduğuna inanmakta ve ‘bu politikanın alternatifi yoktur’ deyip, yüksek faizlerin yarattığı kalıcı bozulmaları önemsememektedir.
Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin dramı, alláme sandığımız yabancı uzmanların kendi ülkelerinin çıkarlarını kollamak için kötü niyetle kasıtlı davranmaları değil, gerçekten ne yapacaklarını bilmemesidir.
Son Söz: En tehlikeli yanlış, doğru sanılandır.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2005
<B>HALKA </B>açık olsun veya olmasın, anonim şirketlerin yönetim kurulu üyelerinin, şirket işlerinden doğan, máli ve cezai mesuliyetleri ciddi bir meseledir. Vergi kanunları dahil, yürürlükteki mevzuat, yönetim kurulu üyelerini, şirketin her tür işleminden sorumlu tutmaktadır. Bazı üyelerin ‘murahhas’ olarak görevlendirilmesi, özellikle ‘şirketin vergi borçlarından üyelerin hepsinin şahsen sorumlu tutulması’ uygulamasını ortadan kaldırmamaktadır. Bu yüzden ‘iyi niyetle’ hareket etmesine rağmen, dışarıdan seçilmiş yönetim kurulu üyeleri, okka altına giderken, şirketin mutlak hakimi olan ve fakat resmen yönetim kurulu üyesi olmayan ‘kötü niyetli’ işadamları cezai takipten sıyırabilmektedir.
AB’de halka açık şirketlerin yönetim kurullarında, hissedar olmayan üyelerin şirketin yönetiminde daha etkin ve yetkin hale gelmesi ‘kurumsal yönetim’ (corporate governance) kavramı bağlamında yasal zorunluluk haline gelmiş bulunuyor. Bu zorunluluk, dışarıdan seçilen yönetim kurulu üyelerinin, máli ve cezai sorumluluklarının yeniden tanımlanması meselesini doğurmuştur. Çünkü, aklı başında kişiler, icrai karar alma yetkilerinin olmadığı bir şirketin yönetim kuruluna girip, icracıların sorumluluklarına ortak olmak istememektedir.
* * *
Bu mesele, hem örf ve ádete dayanan ve mahkeme kararlarının kanun haline geldiği ‘halk hukuku’nun (common law) geçerli olduğu ABD, İngiltere ve Kanada gibi ülkelerde, hem de ‘yazılı hukuk’un (civil veya code law) geçerli olduğu kıta Avrupası ülkelerinde ve Japonya’da çözülmüş bulunuyor. Oralarda kullanılan yötem, yönetim kurulu üyelerini ‘icracı’ (executive) ve icracı olmayan (non-executive) olarak iki gruba ayırmaktır. Kanunların etrafından dolanıp, sorumluluktan kurtulmak için garibanları veya tamahkárları yönetim kuruluna alıp, kendisi şirketi uzaktan kumandayla yöneten ‘hortumcu’ patronların cirit attığı Türkiye’de de bu mesele bir an önce çözüme kavuşturulmalıdır. Yoksa kurumsal yönetim veya yönetişim de ‘göstermelik’ bir uygulama olacaktır.
* * *
Son tahlilde şirketler, bir ülkenin hatta dünyanın malıdır. Şirketlerin sermayesine sahip olanlara ‘hissedar’ (stock holder) denir. Ancak her şirket, bir ortam içinde yaşadığı ve ortamla alışveriş içinde olduğu için, o ortamın diğer üyeleri de, şirketin ‘çıkar paydaşları’ (stake holder)dır. Görülmüştür ki; şirket kötü yönetildiği ve battığı zaman, sadece büyük hissedarlar değil, başta küçük hissedarlar olmak üzere, bankalar, çalışanlar, yan sanayi ve tedarikçiler, bayi örgütü, tüketiciler, çevre halkı ve pek tabii yerel ve merkezi yönetim de oluşan zarardan nasibini almaktadır. Patron yönetiminden, yönetişime geçmek, hakim hissedarların, şirketi yönetme yetkilerini, şirketin çıkar ortaklarıyla paylaşması demektir. Başka bir değişle yönetişim, icracıların ‘karar ve eylemlerinin’ yönetim sürecine katılamayan diğer çıkar paydaşları adına ‘denetlenmesi’ demektir. Bunun için de ‘dışarıdan seçilmiş yönetim kurulu üyerine’ ve onların hukuken korunmasına ihtiyaç vardır.
Son Söz: İtfaiyeci, kundakçıyla aynı kefeye konursa, yangına müdahale eden olmaz.
Yazının Devamını Oku