2 Nisan 2005
<B>BİR</B> ülkenin ekonomik performansı izlenirken bakılması gereken temel gösterge <B>‘büyüme’</B>dir. Ekonominin istikrarlı olup olmadığına işaret eden esas gösterge de <B>‘reel faiz’</B> düzeyidir. 2004 yılında Türkiye’de birinci gösterge, % 9.9 gibi son derece yüksek bir değere ulaştı. Aynı büyüme hızı, daha düşük reel faizle gerçekleşmiş olsaydı, pek tabii tablo daha hayırlı olurdu. 2004 yılının büyüme hızı, ileri sürülebilecek tüm makul tenkitlere rağmen, su götürmez bir başarıdır. Bu sonucun elde elde edilmesinde kuşkusuz, hükümetin uyguladığı ‘sıkı maliye politikası’ etkin olmuştur. Merkez Bankası’nın da katkısı inkar edilemez. Sorumluları kutlarım.
* * *
Milli gelir ölçüleri, uzunluk, hacim veya ağırlık ölçüleri gibi yüksek güvenilirliğe sahip değildir. Yakın bir gelecekte milli gelir hesaplama yöntemi değişecek ve durduk yerde tekrar zenginleşeceğiz. Bu bakımdan % 9.9’luk büyüme hızını mutlak anlamda doğru kabul etmemek gerekir. Milli gelir muhasebesinde kullanılan, örneklemeye dayalı istatistik ölçme yöntemlerinin belli bir güvenilirlik derecesi vardır. Ayrıca, ölçülen büyüklüklerin hangi döneme ait olduğu da ayrı bir tatışma konusudur. Mesela, 2004 yılında, ‘Yurt İçi Milli Hasıla’ % 8.9 büyürken, ‘Gayri Safi Milli Hasıla’ % 9.9 büyümüştür. Bunun anlamı, yurt dışında çalışan kişi ve firmaların, ülkeye milli gelirin % 1.1 kadar faktör geliri (yani kár, faiz, kira ve ücret) katkısında bulunduğudur. Mutlak rakkam olarak bu, (net) 4.7 katrilyon eski TL veya 3.4 milyar dolara tekabül etmektedir. Acaba bu rakkam gerçekten Türk vatandaşlarının yurt dışından milli gelire yaptıkları katkı mıdır? Bunun bir kısmı ‘sermaye hareketi’ (sıcak para) olabilir mi? Bir an miktarın doğru olduğunu kabul etsek, acaba bu faktör gelirleri 2004 takvim yılı içinde mi kazanılmıştır? Yoksa bir kısmı eskiden kazanılmış, ama 2004 yılında mı Türkiye’ye yollanmıştır. Aynı sorular geçmiş yıllara ait ölçümlerle ilgili olarak da sorulabilir. Ancak ne denirse densin, 2004 yılında Türk ekonomisi rekor sevide büyümüştür. Bu gerçek değişmez. Üstelik bu büyüme, geçen iki yılın yüksek büyüme hızları üzerine gelen bir artıştır.
* * *
Elde edilen bu sonuç tombaladan çıkmadığına göre, bunun gerisindeki nedenleri bulmamız gerekir. Son yıllarda, ülkenin coğrafyası değişmemiştir. Yer altından petrol fışkırmamıştır. Ülkenin insanı aynı insandır. Değişen nedir ki, bu sonuç elde edilmiştir. Birinci değişim, Türkiye’ye dışarıdan ‘sermaye girmiştir’. Daha fazla sermaye, daha fazla milli gelir demektir. Üstelik bu sermaye, dünyada son kırk yıldır en düşük faiz hadlerinin geçerli olduğu bir devrede olmuştur. Yani ülkeye ucuz yabancı máli sermaye gelmiştir. Daha da önemlisi, bu sermaye girişi verimi düşük kamuya değil, verimi yüksek özel sektöre ve özellikle sanayi kesimine olmuştur. Dolayısıyla üretim artmıştır. Aynı şekilde, yurt içinde yaratılan sermaye de, verimi düşük kamuya değil, verimi yüksek özel sektöre doğru akmıştır. Bunu azalan kamu yatırım harcamalarından ve artan özel sektör yatırım malı ithalatından izleyebiliyoruz. Burada, ekonomide yaşanan ‘yapısal değişimi’ gözlemliyoruz. Milli gelirin rekor artışında en az bunun kadar etkili olan (ve çoğu zaman gözden kaçan) diğer husus, düşen döviz fiyatlarına rağmen %10 dolayında artmaya devam eden iç fiyatların işaret ettiği, ticaret sektörünün artan kárıdır. 2004 yılında Türkiye tam bir ithalatçı cenneti olmuştur. İthalata dayalı üretim ve ticaret yapan firmalar inanılmaz kárlar elde etmiştir. Nitekim milli geliri oluşturan kalemlerden ‘ithalat vergisi’ % 26.2 artışla birinci sırada, ticaret sektörü % 12.8 artışla ikinci sırada, % 9.4’le sanayi sektörü üçüncü sıradadır. Devlet hizmetleri sektörü, yıllık % 1,2 artışla sonuncudur.
Son Söz: Üzümü ye, bağını da sor.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2005
<B>BİLİNDİĞİ</B> gibi 2001 yılının son günlerinde, Arjantin kamu borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etti. Pek tabii, kıyamet koptu. Ülke içinde ödemeler sistemi durdu. Halkın döviz mevduatı, düşük kurdan ulusal paraya çevrildi. Bankalardan para çekişlerine sınırlama getirildi. Milli gelir yüzde 20 düştü ve nüfusun yarısından fazlası fukaralık çizgisi altına düştü. Tek kelimeyle Arjantin çuvalladı. Bir şirketin veya ülkenin borçlarını ödeyemeyecek hale düşmesine İngilizce’de ‘default’ (okunuşu difolt) deniyor. Yani firma veya ülke defolu hale geliyor. İtibarsızlaşıyor. Bitmeyen servet ‘itibar’ olduğuna göre, servet kaybına da uğruyor. Fakirleşiyor. Hem de bunun etkisi yıllarca sürüp gidiyor. Türkçede ‘default’a karşılık gelen bir kelime yok. Ben bunun yerine ‘acze düşmek’ tabirini kullanıyorum. Acze düşen ülke, mümkün mertebe iade-i itibar etmek için, alacaklılarıyla masaya oturup, moda tabiriyle borçlarını yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Yani borçlarının bir kısmını sildirmek, kalanı da uzun vadeli ve düşük faizli hale getirmek için pazarlık ediyor. Acze düşmek, adı üstünde utanılacak bir durum. Buna rağmen, zaman zaman bazı ülkeler veya firmalar gerçekten acze düşüyor. Numaradan acze düşmek olmaz. Bu kangren olmamış bacağı kestirmek gibi bir aptallık olur. Her ülke son ana kadar acze düşmemeye çalışır. Ancak, acze düşmek önlenemez hale gelmişse, bunu geciktirmenin de faydadan çok zararı vardır. Gecikmiş acze düşmelerin firmaya veya ülkeye maliyeti daha yüksektir.
* * *
Osmanlı İmparatorluğu, borçlarının anaparası 5.3 milyar franka dayanıp, 300 milyon frank tutan yıllık faizleri dahi ödeyemez hale gelince, Ekim 1875’te Ramazan Kararnamesi yayınladı. Bu kararnameyle birlikte taksitlerin ancak yarısını ödeyebileceğini ilan etti. Bu sözünü tutamadı. 1876 Mart’ında dış ve iç borç ödemelerini tamamen durdurdu. 1881 Eylül’ünde alacaklı ülkelerle bir araya gelindi. 20 Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi’yle alacaklılarla anlaşıldığı ilan edildi ve ‘Düyun-u Umumiye-i Osmaniye’ (genel borçlar) İdaresi kuruldu. Bu teşkilat marifetiyle yabancılar, Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin önemli bir kısmını toplamaya ve bunları alacaklarına mahsup etmeye yetkili kılındı. Lozan Antlaşması’yla, Düyun-u Umumiye ortadan kaldırıldı. Osmanlı borçları, Osmanlı Devleti’nden ayrılarak kurulmuş devletler arasında bölüştürüldü. Cumhuriyet Hükümeti 1954 yılına kadar bu borçlardan payına düşeni ödemeye devam etti.
* * *
Arjantin, 175 yıllık Latin Amerika tarihinde beş, Brezilya yedi ve Venezüella dokuz kez acze düşmüş. Bir bakıma acze düşmede sabıkalılar. Rusya da 1998 Ağustos’unda acze düşmüştü. Arjantin’in bu seferki ‘borçları yeniden yapılandırma’ müzakereleri başarıyla sonuçlanmış gibi duruyor. Üstelik bu müzakereleri götürdüğü son üç yıl içinde ekonomisi de bir hayli toparlandı. Geçen yıl, % 8.3 büyüdüler, 3.6 milyar dolar cari işlem fazlaları ve 21 milyar döviz rezervleri var. Faiz ödemeleri çok düşük olduğu için bütçe dengesini tutabiliyorlar. Ancak, henüz yolun başında sayılırlar. Arjantin’in, yüksek reel faizlerle nasıl adım adım acze sürüklendiği ve bu olayın dünya finans çevreleri ve ekonomisi için ne anlama geldiğini bir başka yazıda anlatacağım.
Son Söz: Tecrübe, başa gelen değil, alınan derstir.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2005
<B>GEÇEN</B> hafta gazetemizin din köşesinde yer alan bir soru ve bu soruya verilen cevap beni, <B>‘din ve bilim’</B> konusunda yeni bir yazı yazmaya sevk etti. Almanya’da yaşayan bir okurumuz şöyle diyordu. ‘Türk kasabından aldığımız etler pahalı. Avustralya’dan gelen etler ise hem daha kaliteli, hem de ucuz. Ancak bu hayvanların besmeleyle kesilip kesilmediğini bilmiyoruz. Bu etleri yiyebilir miyiz?’ Din bilgininin verdiği cevap ise mealen şöyle: ‘Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri etler helaldir. Ancak Allah adına kesilmeleri şartıyla. Allah’tan başkası adına boğazlanmışsa (kesilmişse) o etler haramdır. Avustralya’lılar Hıristiyandır, herhalde onlar da Allah (tanrı) adına hayvanları boğazlamıştır diye kabul edebiliriz. Dolayısyla yiyebilirsiniz.’ İzninizle aynı soruyu ben de ‘láik’ kıstaslara göre cevaplandırayım.
1. Bilim açısından, yenmesi uygun (helál) et, veteriner muayenesinden geçerek sağlıklı olduğu anlaşılmış hayvanların, hijyen (sağlık koruma) kurallarına göre kesilmiş, işlenmiş ve muhafaza edilmiş olandır. Sağlık muayenesi yapılmamış ve hijyen kurallarına göre kesilmemiş, korunmamış ve taşınmamış etler haramdır. Yani yenmesi caiz değildir.
2. İktisadi hukuk açısından helál et, işletme ruhsatı olan mezbahalarda, belediye rüsumları ödenerek kesilmiş ve faturalı olarak satılandır. Kaçak kesilen ve kayıt dışı satılan etler, hukuki açıdan haramdır. Yani yenmesi caiz değildir.
Şimdi ben de bir soru sorayım. Dini kurallar açısından, yani ‘şeriata’ göre yenmesi caiz olan ‘helál et’ hangisidir sorusuna, hayvanı ‘boğazlayan’ kişinin ehli kitap olması ve hayvanı Allah adına boğazlaması gerekir demek çağdaş bilgilerimiz altında, bırakın bilimsel açıdan yeterli olup olmamasını, dinen dahi yeterli bir cevap mıdır? Yani dinler, hayvan yetiştirme, kesme ve et işleme işlerinin hijyen kurallarına göre yapılıp yapılmamasıyla hiç ilgili değil midir? Hakeza bu işleri yapanların, máli ve iktisadi vecibelerini yerine getirilip getirmediklerine hiç bakmaz mı? Böylesi hayattan soyutlanmış bir ‘şeriat’la insanlığa doğru yolu göstermek mümkün müdür?
Gelelim modern mezbahalarda hayvan kesimine. Bu işletmelerde hayvanlar, can verirken acı çekmesin diye önce fenni usullerle uyutulur. Tek bacaklarından havaya kaldırılır ve çok keskin dönen bıçaklarla boyunları bir anda kesilir. Yani bu modern işletmelerde eline bıçak alıp hayvan ‘boğazlayan’ tek bir işçi olmayabilir. Bu durumda hayvanın Allah adına boğazlanıp boğazlanmadığına nasıl karar verilecektir? Her sabah, işletme müdürünün ‘bugünkü kesimleri Allah adına yapıyoruz’ demesi yeterli midir? Yoksa bu konuda şirket yönetim kurulunun ‘bu kesimhanede hayvanlar Allah adına boğazlanır’ şeklinde aldığı bir kararın duvarda asılı durması mı gereklidir? Bu karar metninin Arapça olması şart mıdır? Türkiye, milletiyle ve devletiyle Avrupa Birliği’ne girme kararı aldı. Bu karar, hayvan kesme ve tüm kasaplık işlerinde, AB mevzuatına uyacağımıza söz vermek anlamına gelmektedir. Bundan sonra, sadece AB şeriatına uygun olarak üretilen ve pazarlanan etleri yiyeceğiz. Helál tanımını genişletmede sayılamayacak fayda var.
* * *
Dini konuları, benim yaptığım gibi bir rasyonel irdelemeye tabi tutmak bazılarımızı üzebilir. Üzdüğüm insanlardan beni bağışlamalarını diliyorum. Niyetim halistir.
Son Söz: Din, bu dünya içindir.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2005
<B>GAZETELERDEN</B> öğrendiğimize göre, IMF ile Türkiye arasında yeni üç yıllık <B>‘stand-by’</B> (yedekleme) anlaşmasının müzakerelerinde bazı pürüzler ortaya çıkmış. Bu pürüzlerin giderileceği ve anlaşmanın yapılacağından benim bir şüphem yok. Bu müzakereleri ‘kazanç ve kayıplar toplamı sıfır olan’ dolayısıyla ‘işbirliği imkánsız’ bir oyun olarak görmemek gerekir. Yani IMF ile Türkiye arasında bir çıkar çatışması yoktur. Olmamalıdır da. Kuramsal olarak, nimeti IMF’ye, külfeti Türkiye’ye ait olan veya tam tersi bir madde düzenlemesi olamaz. İlk bakışta böyle bir madde olabilir diye düşünülebilir. Ama bu yanlıştır. Çünkü her iki tarafın da nihai amacı, Türk ekonomisini istikrara kavuşturmaktır. Amaç aynı olduğuna göre, imzalanacak metinde mutabakata varılacaktır. Anlaşılan ihtilaf, ‘batan bankalarla ilgili olarak yapılması gereken işlemler’ maddesinde çıkmıştır. Kısaca, batacak bankalar Fon’a mı devredilsin, yoksa İcra ve İflás kanununa göre tasfiye mi edilsin, konusunda BDDK (Türkiye tarafı) ile IMF yetkilileri anlaşamamaktadır. IMF, batan bankaları Fon’a alın diye bastırmakta, BDDK ise tasfiye edilmelidirler diye direnmektedir.
* * *
Peki; niçin ortak amaç, Türk ekonomisini düze çıkarmak iken, bu konuda sorumluluk almış olan IMF, Türk tarafından farklı düşünmektedir? Çünkü IMF, her ne kadar Türk ekonomisine yardım etmek için buradaysa da, gerçekte birinci önceliği yabancı kişi ve kuruluşların Türkiye’den olan alacaklarını garanti altına almaktır. Herhalde bunu, IMF’ye kaynak sağlayan ve onları Türkiye’ye yardımda yetkili kılan merciler (mesela ABD Hazine Bakanlığı) böyle istemektedir. Eğer, yapılacak stand-by anlaşmasının üç yıllık yürürlük süresi içinde Türkiye’de máli bir kriz ortaya çıkarsa, IMF devreye girip, patron ülkelerden sağladığı kaynaklarla Türkiye’ye parasal destek verecektir. Ama vereceği paraların, öncelikle Türk bankalarına kredi açmış yabancı bankaların alacaklarının geri ödenmesinde kullanılmasını istemektedir. Bunun için, batık bankayı ‘önce Fon’a al, sonra tasfiye et’ demektedir. Eğer batık bankalar, Fon’a alınmadan, yani anlaşılır Türkçesiyle bankanın borçları devletçe üstlenilmeden tasfiye edilirse, yabancı özel kişi ve kuruluşların, alacaklarını tahsil etmesi tehlikeye girer. Zurna, burada zırtlamaktadır.
* * *
Nitekim 1995 krizinde, başta İsviçre bankaları olmak üzere, yabancı bankaların batan bankalardaki paraları, bu bankalar Fon’a alınmadığı için buharlaşmıştı. O zaman yabancı bankalar çok bozulup, imzasız mektuplarla Türk hükümetini tehdit etmişti. Ama bir netice alamamışlardı. Halbuki, 2001 krizi öncesi ve sonrasında batan bankalarda, 1995 kriziyle kıyaslanamayacak büyüklükte, yabancı bankaların ve şirketlerin alacağı vardı. Uygulanan Fon’a alma daha doğru değişiyle ‘kárın özelleştirilmesi, zararın kamulaştırılması’ ilkesi sayesinde yabancıların tek bir doları batmadı. IMF’nin verdiği paraların tamamı yabancılara olan borçların, ‘risk primi içeren yüksek faizleriyle’ birlikte, son kuruşuna kadar kadar ödenmesi için kullanıldı.
* * *
Yazının başlığında açıkça ortaya koyduğum gibi, ben kötü yönetilen bankaların diğer şirketler gibi batmasından yanayım. Dolayısıyla, IMF’nin bazı bakımlardan haklı olduğunu kabul etsem bile, batacak bankaların borçlarını devletin üstlenmesi demek olan ‘Fon’a alma’ya karşıyım. Bu madde yoksa, para da yok diyen IMF’yi kınıyorum. Ancak iyi niyetle ve basiretle hareket eden, lákin makro dengesizlikler yüzünden nakit krizine giren bankaların, Merkez Bankasınca desteklenmesi başka bir konudur. Böyle bir destek, hem ahlákidir, hem de ekonomiye yararlıdır.
Son Söz: Risk primini tahsil eden, zararı çeker.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2005
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>hafta, biraz ABD’de faiz arttırımı beklentilerinden, biraz Arjantin’in kamu borçlarını yeniden yapılandırma inadının başarıya ulaşmasından, ama esas olarak Türkiye’nin iç dinamiklerinden dolayı piyasalar hareketlendi. Türkiye’nin iç dinamiklerinden kastım, ‘borsanın yükselişi’ ile ‘döviz fiyatındaki düşüşün’ trend değerlerinin dışına çıkmış olmasıdır. Piyasaların bu konularda bir ‘düzeltme’ yapması rasyonel bir beklentiydi. Korkum o ki; bu düzeltme yanlış anlaşılacaktır. Bu sebeple, ekonomiye yön verenlerin bilinçaltında daima hazır bekleyen ‘faizi arttır’ sabit fikri su üstüne çıkabilir. Yüksek ekonomi bürokratlarından, medyamızın kanaat önderlerinden, etkin bankacılarımızdan rica ediyorum (estağfurullah, rica ne haddime arz ediyorum) ‘n’olur faizleri arttırmaktan bahsetmeyin’.
Maruzatımın gerekçesi aşağıdadır.
* * *
1. Faizleri yükseltmenin veya yüksek tutmanın amacı, ‘enflasyonla mücadele’dir. Enflasyonla mücadele, yani enflasyonu düşürmek veya artmasına izin vermemek iktisadi açıdan bir ‘kutsal amaç’tır. Bunu tüm kalbimle teslim ediyorum.
2. İnancım odur ki; ekonominin damarlarına zerk edilen bu ‘yüksek faiz’ ilacı, aşırı dozda ve / veya uzun sürede tatbik edilirse, bünyedeki enflasyon hastalığının iyileşmesine değil, kötüleşmesine sebep olmaktadır.
3. Yüksek faizler, iki alanda kötü sonuç yaratmaktadır. Bunlardan birincisi ‘bütçe açıkları’, ikincisi ‘cari işlem açıkları’dır. Yavaşlayan büyümeyi, artan işsizliği, servet ve gelir dağılımı bozulmalarını bir kenara koyuyorum.
4. Yüksek (reel) faiz yüzünden devletin faiz harcamaları, bütçe giderleri arasında önemli bir yüzdeye ulaşınca, hükümet tek bir lira popülist harcama yapmasa bile, bütçe ‘açık’ vermektedir.
5. Bütçe açıkları, Hazine’nin deliler gibi borçlanmasını zorunlu hale getirmektedir. Hazinenin bu tavrı, faizlerde yeni bir yükselmeye neden olmaktadır. Bu kısırdöngünün kırılabilmesi için, bütçede yüksek bir ‘faiz dışı fazla’ verme mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Bu da işbaşındaki hükümet için, sürdürülmesi siyaseten zor bir politikadır. Bu nedenle siyasi kırılganlık artmaktadır.
6. Bundan daha elim ve vahim olmak üzere, Merkez Bankası’nın ve Hazine’nin yüksek reel faiz vaatleri‘sıcak para’nın yurda girmesine sebep olmaktadır. Sıcak para girişi yüzünden üç alanda ekonomi istenmeyen yöne sürüklenmektedir. A) Yerel para değerlendiği için ithalat patlamakta ve cari işlem açıkları artmaktadır. B) Döviz borçlanmanın TL maliyeti sıfırın altına düşmekte ve yüksek TL faiziyle sağlanmaya çalışılan ‘sıkı para’ politikası etkisizleşip, düşük döviz faiziyle ‘gevşek para’ ortamı oluşmakta ve bu yüzden de iç talep artmaktadır. C) Cari açıklar dışarıdan borçlanarak finanse edildiği için, dış borçlar büyümekte ve dış şoklara karşı ekonominin kırılganlığı artmaktadır.
* * *
Son günlerde borsanın düşmesi ve döviz fiyatlarının çok az miktarda artmasından sakın kimse telaşa kapılmasın. Bu gelişme tamamen normaldir ve hayırlıdır. Velev ki ‘enflasyonu dizginlemek’ gibi kutsal bir amaç için dahi olsa, TL faizlerini yükseltmek gibi ekonomiye zararlı bir tedbiri kimse aklına bile getirmesin. Kamu borçlarının döndürülmesinde güçlük olursa, iç borçlanmayı dövizle yapmak yeterli olacaktır.
Son Söz: Yüksek kurun ekonomiye zararı geçici, yüksek faizinki kalıcıdır.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2005
<B>HEM </B>görevim icabı, hem de bu işlerin meraklısı bir insan olarak, gazetelerde yer alan ekonomik haberleri dikkatlice okurum. Diyebilirim ki, bunların içinde ‘haberin kaynağının’ emellerine hizmet etmek için çarpıtılmamış tek bir tanesine rastlamak mümkün değil. Gazetelerin ekonomi sayfalarına, İngilizce’de ‘Business Section’ denir. Yani bu bölümler, ekonomiden çok, iş alemiyle ilgili haberlere yer verir. Çarpıtılmış piyasa haberlerini filitreden geçirmeden yorumlamak çok tehlikelidir. Zaten bu yüzden iktisat yazarlarının çoğu, piyasa ve şirket haberlerini esas alarak yorum yazmaz. Yine de yazmak icap ederse, yorumcuların, haberleri aklın ve ilmin süzgeçlerinden geçirmesi şartır. Maalesef, hırsız koklama ve yalan süzgeçleme yetenekleri gelişmemiş dürüst yorumcuların, zaman zaman yazdıkları ekonomik yazılarla, kötü maksatlı kişlerin emellerine alet olduklarına rastlıyoruz.
* * *
Propaganda sanatının altın kuralı şudur: ‘Olay yok, vesile var; haber yok, propaganda var’. Bu kurala göre, kamuoyu oluşturmak isteyenlerin,
a) habere vesile olacak bir olay yaratması,
b) bu vesileyle verilecek haberin propagandaya dönüştürmesi, gerekir.
Dikkatli bir okurun, ‘yapma’ (fabricated) olayı, kendiliğinden ortaya çıkmış gerçek bir olaydan ayırması gerekir. Aslında bu o kadar zor değildir. Öncelikle, fabrikasyon olaylara ait haberlerde, ancak ilgililerin bilebileceği ayrıntılar çarpıcı bir şekilde sergilenir. Bu birinci ipucudur. İkinci olarak, olayın zamanına bakılmalıdır. Hani ‘bayram değil, seyran değil; eniştem beni niye öptü?’ diye bir değiş vardır. İşte tam o deyişe uygun olarak, gazetede ‘zamansız’ bir haber görürseniz, biliniz o yapma bir olaya aittir. Yapma olaylarla ilgili üçüncü teşhis kuralı da haberin bir ‘dış gezi’ sırasında patlayıp patlamadığıdır. Gazeteye yasıyan olayın, yapma olduğu anlaşıldıktan sonra, gazetecinin de okurun da artık tufaya gelmemesi gerekir.
* * *
İş hayatında, basını kullanarak haber ve bilgi çarpıtmanın amacı ‘rant’ yakalamaktır. ‘Rant, başkalarınca yaratılmış değerin, devlet kaldıracıyla cebe aktarılmasıdır’. Basında bazen de rant avcısını kamuoyunda suçüstü teşhir etmek için üretilen yapma haberlere rastlıyoruz. Bunlara ‘savunma maksatlı haber fabrikasyonları’ denebilir. Herkesin bildiği ve kendi çapında uyguladığı en genel rant avı, kırsal ve özellikle kentsel mekanların, imár durumlarını değiştirmektir. Buna, sanat ve eğlence ayağına yatıp, ‘arsa çadırlama’ ve ‘orman parklama’ yöntemleri de dahildir. Rant avını usülüne uyduramıyanlar, ‘kaçak inşaat’ yaparak aynı amaca ulaşabilirler. Daha teknik rant aktarımları arasında bulunan, ‘değersiz şirketi, değerli gösterip, yüksek fiyattan halka açılma’ son onbeş yılda epey kullanıldı. Yine klasikleşmiş teknikler arasında bulunan ‘devlet desteği’ ve ‘yatırım teşvikleri’ talep etmekten de bahsedebiliriz. Yenilik olarak, ‘hortumlama’ gözden düştükten sonra, özel kişilere rant aktarmaktan bıkan devlet memurlarının ‘vakıflama’ yoluyla, kendi kendilerine rant aktardıklarını görüyoruz.
Anahtar kelimeleri yazdım. Gerisi size kalmış.
Son Söz: Gazete, gözü açık okunur.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2005
<B>HÜRRİYET</B> Gazetesi’nde 1983 yılında, ekonomik haberler yayın danışmanı olarak çalışmaya başladım. Beni göreve çağıran <B>Arda Gedik</B>, gazetede <B>Erol Simavi</B>’den sonra gelen isimdi. Daha önce bu postta Nezih Demirkent oturuyormuş. Çetin Emeç de genel yayın yönetmeniydi. Gazetelerde kimin unvanı ne olursa olsun, genel yayın yönetmenleri kraldır. Benim de dahil olduğum danışmanlar heyetine ‘ihtisas komitesi’ deniyordu. İhtisas komitesi üyelerinin işi, yazılanları eleştirmek olduğu için, kendilerinin yazı yazması yasaktı. Buna rağmen ‘Sosyalist Blokla Dış Ticaret Nasıl Arttırılır’ başlıklı yazım gazetede yayımlanmıştı.Çetin Bey’in başkanı olduğu ‘Yayın Kurulu’ ile bizim komite, belli aralıklarla Arda Bey’in başkanlığında ortak toplantı yapar, gazetede çıkan haber ve yorumların kalitesini tartışırdı. Gergin geçen bir toplantıda Çetin Bey, ‘Ege Bey’in yazı yazmasını istiyorum’ deyince kural değişti ve bir anda ben de ‘beyaz gazeteciler’ kastına terfi ettim. Sonraki yıllarda Erol Simavi’nin teşvikiyle gazeteciliğe daha fazla ısındım. 22 yıldır yazıp duruyorum.
* * *
Seksenli yıllarda kendimi, ekonomi değil ‘enflasyon yazarı’ olarak adlandırmıştım. Çünkü neredeyse, yazdığım iki yazıdan biri, enflasyon üzerineydi. Sürekli olarak, enflasyonun nedenleri ve nasıl ortadan kaldırılacağını işliyordum. Enflasyonun sebep olduğu ‘kaynak tahsisi çarpıklıkları’ ve ‘servet ve gelir dağılımı bozulmalarını’ dile getirerek, ne pahasına olursa olsun bu beladan kurtulmadan, ekonomide diğer konulara geçilemeyeceğini aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadar anlatıyordum. 1970-1980 yılları arasında hem Türkiye’de hem de dünyada ‘enflasyon salgını’ vardı. O kadar ki, zaman zaman ABD ve Avrupa’da bile yüzde 10’ların üstünde enflasyon hızlarına rastlanıyordu. Latin Amerika ülkeleri, zaten bu derdin müptelasıydı. Brezilya ‘enflasyonla mücade edemiyorsan, onunla birlikte yaşamasını öğren’ diye bir teori geliştirmişti. Bizi en fazla şaşırtan, para işlerinin ustası Yahudi’lerin ülkesi İsrail’deki enflasyon patlaması olmuştu. Enflasyon üzerine okuduğum en çarpıcı makalelerden biri, enflasyonun bir kez başladıktan sonra, onu yaratan dışsal etmenler devreden çıksa bile, olayın kendi kendini yaratarak nasıl sürüp gittiğini anlatıyordu.
* * *
Enflasyonun sürüp gitmesinin ana sebebi, ‘endeksleme’dir. Eğer bir ekonomide mesela ‘ücretler’ (yani gelirler) enflasyona göre ayarlanırsa, orada enflasyon durmaz. Hakeza, bir ülkede döviz fiyatları ve/veya faizler enflasyona endekslenirse enflasyon bitmez. Türkiye, 1980’e kadar ‘ücret-fiyat’ sarmalı (wage price spiral) ile enflasyonu yaşattı ve yeşertti. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra, ‘mecburi tahkim’le bu sarmal kırıldı ve enflasyon yüzde 100’lerden yüzde 25’lere geriledi. Ancak bu sefer onun yerini ‘faiz-döviz-fiyat’ sarmalı aldı. Enflasyonla mücadelede kırılması gereken yeni sarmal buydu. Bu maksatla ‘faizi sal, dövizi tut’ diye Osmanlı’dan beri çok sevilen bir yöntem devreye girdi. Bu politkayla hamdolsun iki kriz (94/95 ile 00/01) çıkardık. Kamu borçlarını da dörde katladık.
* * *
Son yıllarda bu politikanın ölümüne uygulandığını gözlemliyoruz. O kadar ki, yüksek faizle bastırılan döviz fiyatlarının geldiği seviye, bastıranları bile düşündürmeye başladı. Şunu bilmek gerekir ki; hatasız politika kararı olmaz. Her karar aslında bir tercihtir. Tamam; Türkiye’de fiyatlar genel düzeyi, dövize endekslenmiştir. Döviz fiyatlarını frenlemeden, enflasyonu düşürmek imkánsızdır. Doğru, ama nereye kadar? Döviz fiyatlarını tekrar fırlatacak enerjiyi, başka yerlerde mesela ‘kamu bütçesi’nde ve ‘ödemeler denge’sinde kırılmaya sebep olmamak koşuluyla, sonuna kadar.
Son Söz: Dövizle inen, dövizle çıkar.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2005
<B>BU </B>makaleyi, geçen hafta, gazetemiz ekonomi bölümü müdürü <B>Vahap Munyar’</B>ın <B>‘A-Tel’</B>in değeriyle ilgili olarak kaleme aldığı bir haber-yorum yazısı üzerine yazıyorum. A-Tel’in değerinin ne olduğunun, hem Çukurova Grubu’nun, hem de ve bilhassa Dinç Bilgin’in TMSF’ye olan borçlarının tasfiyesinde önemli bir yeri var. Ancak bu yazı, A-Tel’in değeriyle ilgili değildir. Yani bu yazıdan, A-Tel şu kadar milyon dolar eder gibi bir sonuç çıkmayacaktır. Amacım konuyu irdelemektir.
* * *
1. Muhasebe ilkeleri açısından şirketler ‘sonsuz ömürlü’ (going concern) kabul edilir. Dolayısıyla şirketlerin değeri, esas olarak o şirketin para kazanma gücüyle ilintili olarak hesaplanır. Para kazanma gücünden kalkarak şirket değeri hesaplanırken, ‘iskonto edilmiş nakit akımı’ veya‘fiyat/kazanç oranı’ veya ‘EBİT (faiz ve vergi öncesi kár) çarpanı’ gibi yöntemler kullanılır.
2. Eğer bir şirketin, mevcut haliyle işe devam etmesi mümkün değilse, o zaman firma değeri ‘tasfiye’ kurallarına göre hesaplanır. Bu halde ‘Bilanço Denklemi’ esas alınır. Yani ‘Net Değer = Varlıklar eksi Borçlar’ formülü kullanılır.
3. Muhasebe ilkeleri açısından, bir şirketin ‘Bilanço’ ve ‘Gelir Tablosu’nun çıkartılabilmesi, yani o şirketin gelirlerinin, giderlerinin, varlıklarının ve borçlarının ölçülebilmesi için, o şirketin ‘bağımsız kişilik’ (separate entitiy) olması gerekir. Dolayısıyla, bağımsız kişiliği olmayan bir şirketin değeri de hesaplanamaz. Bu gibi durumlarda o şirketin bilançosu, ‘ana şirketin’ bilançosuyla konsolide edilir. Bağımsız kişilik, yasalara göre ‘ayrı tüzel kişilik’ demek olabilir. Ancak iktisadi açıdan bu şart yetmez. Değerlemesi yapılacak şirketin ‘ayrı iktisadi kişiliği’ (separate economic entitiy) olması gerekir.
4. A-Tel, Turkcell’in hat ve ön ödemeli kartlarını pazarlayan bir şirkettir. Yani Turkcell’in bir yan kuruluşudur. Anlaşıldığına göre, A-Tel ve Turkcell’in hákim hissesi, aynı kişilerin elindedir. Yani, A-Tel’in hákim hissedarı ile Turkcell’in sahibi (hákim hissedarı) aynı grup olmasa, A-Tel’in böyle bir işi olmayacaktı. Hatta A-Tel diye bir şirket hiç mevcut olmayacaktı. Görünen tabloya göre A-Tel, ayrı bir ‘bağımsız kişilik’ sahibi değildir. Dolayısıyla, A-Tel’in değerinin ölçülmesi de mümkün değildir. Bir çözüm, tasfiye değerini hesaplamak olabilir.
5.Vahap Munyar’ın yazısında A-Tel’in değerinin daha önce 539 milyon dolar alarak hesaplandığı ve bu rakam üzerinden, bir ‘borç-hisse takası’ yapılarak şirketin yarı hissesine sahip olan Çukurova Grubu’nun 269 milyon dolarlık bir borcunun silindiğinden bahsedilmektedir. Eğer böyle bir işlem yapıldıysa, bu hatadır.
6. Prensip olarak yapılması gereken işlem, A-Tel’in (ve benzeri bağımsız iktisadi kişiliği olmayan diğer yan kuruluşların) bilançolarının Turkcell’in bilançosuyla konsolide edilmesidir. O zaman, hákim hissedar dışında kalan diğer hissedarlar, Turkcell’in ‘azınlık hissedarı’ olarak değerlendirilir.
7. Aynı hissedar grubuna ait olan ve aynı işin farklı safha veya dallarında faaliyet gösteren şirketler arasındaki alışveriş ilişkilerinde ‘piyasa fiyatı’ oluşamaz. Kesilen hizmet ve mal faturalarındaki fiyatlara ‘transfer fiyatları’ denir. Bu fiyatlama yöntemiyle oluşan kár veya zarar tamamen fiktiftir. Departman kurulacağı yerde ayrı şirket kurmanın amacı, çoğu zaman küçük hissedarların hakkını yemek veya vergiden kaçınmaktır.
8. Transfer fiyatlandırması, özellikle yabancılarla ortak iş yapan ve yabancı ortaktan marka hakkı, mal ve malzeme alan yerli firmalar için daimi bir ihtilaf kaynağıdır. Bu kabil ‘babası’ yabancı, kendisi yerli kuruluşların da ‘firma değeri’ doğru dürüst hesaplanamaz. Al-sat veya takas fiyatı, pazarlıkla saptanır.
Son Söz: Almayacağın fiyata satmaya kalkma, satamayacağın fiyata alma.
Yazının Devamını Oku