12 Ocak 2005
<B>GEÇEN</B> hafta başbakanımız Sayın <B>Erdoğan, </B>iş adamlarıyla geniş bir toplantı yaptı. Sektör temsilcileri kendisine ‘sorunlarını arz edip, çözüm önerilerini’ anlattılar. Bu maraton toplantıdan sonra, Başbakanın yaptığı konuşmayı televizyondan izledim. Üzüldüm. Çünkü ‘yeni’ başbakan Erdoğan gitmiş, yerine Demirel veya Özal’ın ‘eski’ bir kopyası gelmişti. Hele hele ‘taş üstüne taş koyanın, başımızın üstünde yeri vardır’ gibi bir ifadesini duyunca, kendi kendime ‘gitti yine milyar dolarlar havaya’ dedim.
* * *
Kanal D Ana Haber bülteni, 2000 yılında ülkeyi ekonomik iflasın eşiğine getiren olayların gerisindeki nedenleri ortaya çıkarmak için Türkiye genelinde bir haber araştırması yapmış. Araştırmanın sonuçlarını da ‘Havaya Savrulan Trilyonlar’ başlığıyla bir dizi haline getirmiş. Bu yaşamsal konuyu ele aldıkları için, Kanal D yönetimini candan kutluyorum. Bu araştırmaya göre, başlamış ama bitirilmemiş veya bitirilmiş ama çalıştırmayan, daha doğrusu boş durması, çalışmasından evla olan, dolayısıyla ‘milli gelire’ hiç bir katkı yapmayan kamu yatırımlarına harcanan para 130 milyar dolara varmış. 1983 yılında yarım kalmış yatırım sayısı 93 iken, bu rakam 2003’te 5 bin 556’ya varmış. Birkaç yıl önce Güngör Uras da benzeri bir çalışma yapmış ve átıl duran kamu yatırımlarına harcanan parayı 100 milyar dolar olarak hesap etmişti. Bir noktaya dikkatizi çekmek istiyorum. Güngör Uras’ın hesaplama yönteminde, belli bir dönemde, bütçeden bu kabil yatırımlara ayrılan ve harcanan paralanın, o yılki ortalama kurdan dolar karşığı bulunmuş ve tutarlar alt alta yazılarak toplanmıştı. Aslında doğru olan, bu toplama ‘yatırım devresi finansman giderlerinin’ de eklenmesidir. Çünkü devlet, bu paraları, yurt içinden ve dışından borçlanarak sağlamıştır. Borçlara her yıl faiz (hem de ne faiz) ödenmiştir. Bugün altında ezildiğimiz kamu borçları da bu faizler yüzünden katlanarak büyümüştür. Denilebilir ki; eğer bu gayri iktisadi yatırımlar yapılmamış ve bu uğurda borçlanılmamış olsaydı, bugün Türkiye’nin kamu borcu sıfır olurdu. Evet, sıfır olurdu. O zaman da faiz dışı fazla da, bütçe açığı da sıfır olurdu. Evet, sıfır olurdu.
* * *
Bu ‘taş üzerine, taş koyanın; baş üstünde yeri olması’ tipik bir az gelişmiş ülke söylemidir. Pek tabii, taş üzerine taş koymak, yani yatırım yapıp, hem istihdam alanı açmak hem de milli geliri çoğaltmak kutsal bir uğraştır. Kapitalist sistemin doğru adı ‘serbet girişim’ ( free enterprise) sistemidir. Girişim, yürek ve bilek ister. Milli geliri düşük ülkeler, yeterli sermaye birikimi olmayanlar diye tarif edilir. Bu tarif, fakirliğin sebebini değil, sonucunu anlatır. Fakirlik,‘girişim noksanı’ndan doğar. Fakir milletlerin kaderini değiştirecek şey, o ülkelere sermaye girmesi değildir. (Lütfen aklınızadan petrol zenginliğini çıkartın). Önemli olan o milletlerin bağrından cesur, dürüst ve becerikli iş adamlarının çıkmasıdır. Ancak ve kocaman bir ancak. Devlete yani millete abanıp, iktisaden kár etmeyen yatırımlar yapmak, taş üzerine taş koymak değil, ülkenin kafasını taşla yarmaktır. Bu ziyankárlık kamu kesimiyle de sınırlı değildir. Son 20 yıl içinde, özel girişimciler tarafından batırılan 40 milyar doların gerisinde de ‘taş üzerine taş koymak’ efsanesi vardır. Batakçı iş adamlarına sorun; nerede ödünç aldığınız paralar diye ? Size, ‘taş üzerine taş koyduklarını’, yani yatırım yaptığını söyleyecektir. Olmaz olsun böyle yatırımlar.
Son Söz: Gayri iktisadi yatırımlarla, iktisadi kalkınma olmaz.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2005
<B>DÜNYA</B> televizyonlarını seyrediyorum gözlerim açık. Çok büyük bir depremin yaratığı dev dalgalarda perişan olmuş <B>‘koyu tenli’</B> insanlara yardım eden <B>‘açı tenli’</B> insanlar görüyorum. Ben bu tabloları daha önce de çok gördüm diyorum. Afrika denince gözümün önünde hep, şiş karınlı zenci çocuklarla, kaditi çıkmış zenci erginlere, gıda ve ilaç yardımı yapan sarışın insanlar canlanır. Hollywood’da çevrilmiş ve Hindistan’da geçen geçen yüzyıla ait filmlerde, koyu tenli insanlar, beyaz tenli İngilizlere ‘sahip’ diye hitap eder. Acaba sahiplerin de bir sahibi var mıdır diye düşünmüşümdür zaman zaman. Sahip; akıllıdır, güçlüdür; icabında döver, icabında sever. Merhametlidir; ama gerekirse, dün Vietnam'da, bugün Irak'ta olduğu gibi, zalim olmasını da çok iyi bilir. Yurdumuzda da çok sık kullanılan bir deyimdir sahip. Kırsal kesimlerde yaşayan halkımızın en büyük şikayeti ‘sahipsiz’ kalmaktır. ‘Alamancılar’ da zaten sık sık televizyonlarda ‘gurbet ellerinde sahipsiz kalmaktan’ şikayet etmiyor mu? Bizler, hepimiz ortada kalan veya ortada bıraktığımız meseleler karşısında yılgınlığa düşüp, ‘yok mu bu ülkenin sahibi’ diye haykırmıyor muyuz? Soruyorum: Sahip aramak çözüm mü; yoksa kalıcı çözümsüzlük mü?
* * *
Sahip sınıfından, yani Avrupa kökenli olmak, insana gurur veren bir duygu herhalde. Düşünün... Yıllardan beri gerek Avrupalı çocuklar (bu bağlamda Amerikalı, Kanadalı, Avustralyalı olmak da aynı şey) TV’lerde bunları seyrediyor, gazetelerde, dergilerde, kitaplarda bunları okuyor. Kendisine ince ince şu telkin ediliyor: Sen, beceriksiz yerlilere, gerekirse severek, gerekirse döverek adam olmayı öğreten üstün bir ırkın ve kültürün ahfadından geliyorsun. Ben medya yoluyla yapılan bu telkinler mesnetsizdir demiyorum. Pek tabii bu endoktrinasyon yani ‘beyin yıkama’ veya ‘şartlama’ en azından bazı somut gerçekler üzerine kuruludur. Sadece şuna da dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu esnada ‘Avrupalı olmayanlar’ da ters bir şartlanmaya tabi tutulmuş olmuyor mu? Yani bu görüntüler, Avrupalı olmayanlara ‘sizler bu dünyanın işlerinden anlamazsınız; sahip gelsin size doğru yolu göstersin’ denmiş olmuyor mu? Bu yüzden onlar da aşağılık kompleksine kapılıp ‘biz de öbür dünya işlerinden anlarız’ diye böbürlenip, kendilerini aldatmıyor mu?
* * *
Her insan, her kurum ve her toplum yarattığı imajına uygun davranmaya mecburdur. İmajına uymayan, yani kendisinden bekleneni yerine getirmeyenin imajı, yeni İstanbul ağzıyla, karizması çizilir. Beyaz adamlar, bu sunami tahribatından sonra kısa bir tereddüt geçirip hemen toparlandılar. Bir yandan kesenin ağzını açıp, ‘tsunami-zedelerin’ yardımına koştular diğer yandan Avrupa hatta dünya çapında üç dakikalık ‘saygı duruşu’ düzenlediler. Müthiş bir medya kapsaması sağladılar. İmajlarını sağlamlaştırdılar, karizmalarını pekiştirdiler. ‘Sahip’ olmanın gereğini (hiç olmazsa şimdilik ve görüntüde) yerine getirdiler.
* * *
Hint Okyanusu'nda, Endonezya yakınlarında deniz ortasında meydana gelen büyük bir depremden sonra oluşan dev dalgalar büyük tahribata yol açtı. 150 binden fazla insan öldü. Milyona yakın insan az veya çok bu felaketten etkilendi. Felaket bu boyutta olmasına rağmen, yine de dünyanın statik ve dinamik büyüklüğü içinde bu olay küçüktür. Dünya nüfusunun günde 150 bin kişi arttığını hatırlayalım yeter. Bu facianın maliyeti 4 milyar dolar olsa, bu 33.000 milyar dolarlık dünya milli gelirler toplamına kıyasen küçüktür. Bu facianın izleri, zannedildiğinden çok kısa zamanada görünmez hale gelecektir. Bu izleri de zannedildiğinin aksine, oraya giden yabancılar ve onların yolladığı yardımlar değil, bizzat o ülkelerin devletleri ve halkı, kendi ceht ve gayretleriyle silecektir. Doğru olanı da budur.
* * *
Bu tabloda biz neredeyiz? Tarih boyunca bizler, sahibini aramaktan çok, ‘sahip’ olma rolünü daha fazla oynamışızdır. Bize yakışan da bu rolün icabını yerine getirmektir.
Son Söz: Her yardım, kendine yardımdır.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2005
<B>YENİ </B>yılın gündeminin birinci sırasında, Türkiye-AB ilişkileri var. Bu konu, daha uzun yıllar, ülkemizin <B>‘düşünme-yazma-konuşma’</B> ortamının baş belirleyicisi olacak. Avrupa Birliği, başlangıçta bir ekonomik entegrasyon projesiydi. Hatırlanacağı üzere, bu örgütlenmenin ilk adı ‘Ortak Pazar’dı. Burada anahtar kelime ‘pazar’dır. Teorik olarak, bir pazar ne kadar büyükse, orada yüksek kaliteli mal ve hizmetleri ucuza üretme ve tüketme imkanı o kadar artar. Buna kısaca ‘milletlerin zenginleşmesi’ denebilir. Çünkü, büyük pazarlara hitap eden sanayi kuruluşları da büyük olur. Büyük sanayi kuruluşları da aynı anda kalitede yükselme, maliyette ise azalma sağlayabilir. Ortak Pazar’ın adı sonraları ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüştü. Burada da anahtar kelime ‘ekonomik’tir. Halen de AB denince akla öncelikle, malların, paranın ve emeğin serbest dolaşımı gelmektedir. Ancak bu da bitmektedir.
Geçen zaman içinde AB, toplum hayatında hem ‘yaygınlık’ hem de ‘derinlik’ kazanmıştır. Böylece içine siyaset ve kültür de girmiştir. Şimdilerde konu AB olunca, en sık kullanılan kavram ‘aki komüniter’ diye telaffuz edilen ve topluluğu teşkil eden milletlerin ‘ortak birikim’i anlamına gelen mevzuattır. Bu mevzuat (birikim), sadece bir ekonomik bütünleşmenin gereği olarak üye ülkelere empoze edilmemektedir. Bu birikim, topluluğa katılacak ülkelerin kendi kültürel birikimlerinin yerine de geçecektir. Çünkü, başlangıçta bir ‘ekonomik işbirliği’ teşkilatı olarak tasarlanan bu örgütlenme, değişime uğrayarak ‘kültürel bütünleşme’ projesine dönüşmüştür. Bu ‘Batı Medeniyeti’ değerlerinde bütünleşmenin esasını da,
a ) demokratikleşme,
b ) insan (ve kadın) haklarına saygı,
c ) kanun hakimiyeti, ile
d ) özgürleşme
teşkil etmektedir. Bu yüzden AB etrafında yapılan tartışmalarda, iktisatçıların söyleyecekleri giderek kısıtlanmaktadır. AB konusu artık, siyaset bilimcilerinin, hukukçuların, tarihçilerin, sosyologların ve hatta ilahiyatçıların ilgi alanına girmiştir.
* * *
Türkiye’nin Yunanistan’la birlikte katılmaya davet edildiği AET ile bugün Türkiye’nin kapısını aşındırdığı ve bir türlü buyur edilmediği AB aynı şey değildir. Zaten öyle olsaydı, bize 30 yıl önce kapılarının açık olduğunu söyleyenler, bugün kapılarını bize açmakta bu kadar hasis olmazlardı. Türkiye, İslamcısı, Batıcısı, köylüsü ve kentlisiyle, esas olarak ‘refah artacak’ diye AB’ye girmek istemektedir. Bu bakımdan Türkiye’de siyasi bir tercih sorunu yoktur. Ancak, Avrupa’da Türkiye’yi bu ‘yeni AB’ye alma konusunda tereddütler vardır. Valéry Giscard d’Esteng ‘Türkiye, AB’ye girince Avrupalı olur; ama içinde Türkiye’nin bulunduğu bir AB, artık Avrupalı değildir’ diyebilmiştir. Siyasi tercih sorunu, Avrupa’dadır.
* * *
Son günlerde ben, nasıl oluyor da dünün bir kısım sosyalist aydınları ile milli görüşçüleri, aynı anda ‘AB sevdalısı’ oluyor ve elele verip bu yollarda beraberce yürüyorlar diye şaşıyordum. Bu ‘düzeyli birliktelik’ yoksa 70’li yılların Ecevit-Erbakan, nam-ı diger ‘karpuz koalisyonu’nun (dışı yeşil, içi kırmızı) gibi zamanı gelince ‘çatlayacak’ yeni modeli midir? Eksik olmasın, kırkbeş yıllık arkadaşım Ayşe Öncü (Sabancı Üniversitesinde sosyoloji profesörü) beni aydınlattı. Bu bir ‘misyonerlik’ karekteridir dedi. Misyoner ruhu taşıyanlar, yani Allah’ın kendileri bu dünyada yapacak önemli görevle yolladığına inananlar, bir misyonda sonuca gidemezlerse, kendilerine hemen ikinci bir misyon bulur; bu kişiler misyonsuz yaşamaz dedi. Yani Türkiye’yi ‘Halk Cumhuriyeti’ yapmak isteyenler sosyalistler ile Türkiye’yi ‘İslam Cumhuriyeti’ yapmak isteyen milli görüşçüler, şimdi Türkiye’yi ‘AB üyesi’ yapma misyonunda buluştular. Beni tedirgin eden husus şu: Ya bu misyonu da başaramazlar sa ne olur? Hele hele bu arada, giriş bedeli olarak peşin ödenen Kıbrıs ve sair tavizlerden nasıl dönülür. Yoksa gitti gider mi?
Son Söz: Tutku, zafiyettir.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2005
<B>YENİ</B> yıla girerken, ekonomi hakkında sorulması ve cevaplandırılması gereken kritik soru şudur:<B> Üç yıldır devam eden ve özellikle 2004 yılında elde edilen göz kamaştıran iktisadi performans, sürdürülebilir mi?</B> İktisatçılar arasında genel kabul görmüş bir konuşma formatı vardır. Bu formata göre iktisatçı, belli bir sonucun ortaya çıkacağını ne kadar kesin bir dille ifade ediyorsa, zamanı konusunda o kadar muğlak olmalıdır. Tarih verme konusunda ne kadar kesin konuşuyorsa, ne olacağını o kadar muğlak bir dille anlatmalıdır.
Pek tabii bu şekilde kaypak konuşmanın bilimsel bir gerekçesi vardır. Büyük ustalarımızdan Hayek’in tanımıyla ‘iktisat, insan yapması değildir; ama içinde insan vardır’. (Economics is not man-made, but there is men in it.) İçinde insan olan bir sistemin davranışı hakkında kesin bir modelleme yapmak mümkün değildir. Çünkü ekonominin aktörleri (yani devlet, şirketler ve bireyler) kararlarını ‘beklentilere’ göre alırlar. Beklentilerin ise ne olduğu belli değildir. Bu durumda iktisatçı, kendi beklentilerine ve varsayımlarına göre kestirimde bulunur.
* * *
Son yıllarda, Türk ekonomisi ile Arjantin ekonomisi arasında bir benzerlik kurma sıkça rastlanan bir öngörü yöntemi oldu. 2002’den beri sayıları bir hayli azalmış bulunan ‘kötümser’ iktisatçıların başında gelen Erinç Yeldan (Bilkent Üniversitesi’nde profesör) ile Mark Weisbrot adında Amerikalı bir araştırmacı, ‘İkinci Arjantin Türkiye mi?’ diye bir makale yazmışlar. Bu uzmanlara göre, Türk ekonomisinin elde ettiği başarı ‘sürdürülemez’. Dolayısıyla, Türkiye’yi de Arjantin’deki gibi bir finansal kriz beklemektedir. Hatırlanacağı üzere, 1990’ların başında, 40 yıl hiper enflasyonla boğuşan Arjantin, yeni bir ekonomi programına geçmişti. Bu programla, enflasyonu adeta sıfırlamış ve iyi bir büyüme trendi yakalanmıştı. Yazarlara göre, o yıllarda IMF’nin gözdesi haline gelen Arjantin, bu parlak sonuçları, ülkeye giren "sıcak para" ile sağlamıştı. Bu hormonlu büyüme, istihdamı arttırmadığı gibi, kamu borçlarını da arttırmıştı. Arjantin parası, aşırı değerli hale gelmişti. Sonunda, ülke tarihinin en büyük iktisadi krizi patlamış ve moratoryum ilan edilmişti. Dolayısıyla Türkiye’yi de benzeri bir akıbet beklemektedir.
* * *
Bana göre, Arjantin vakasından Türkiye için çıkarılması gereken ders, sıcak paraya dayalı bir büyümenin sürdürülemez oluşudur. Yoksa Türkiye’nin benzeri bir krize yakalanacağını söylemek değildir. Çünkü Türkiye’de halen cereyan eden olaylarla, Arjantin’de olanlar arasında önemli farklar vardır. Bunların başında da, Türkiye’de çok ciddi bir ‘maliye politikası’ uygulanmakta oluşuyla, Türkiye’nin sınai mallar üretiminde geldiği düzeydir.
Ben 2005 yılının Türkiye için bir düzeltmeler yılı olacağını sanıyorum. Bu düzeltmelerin başında da "büyüme" ve ‘değerlenmiş para’ vardır. Ancak, bu düzeltmelerin sert olmasını beklemiyorum. Çünkü daha bir süre, dünyada ‘düşük faiz’ sürecek, Türk devleti de göreceli olarak ‘yüksek reel faiz’ ödemeye devam edecektir. Üstelik bunu, borçların döndürülmesi meslesini gündeme getirmeden yapabilecektir. IMF ile yapılan yeni anlaşma ve AB ile başlayacak katılım görüşmeleri bu sürecin teminatıdır. Dolayısıyla, azalsa bile Türkiye’ye dışarıdan para girişi sürecektir. Para girdikçe de bu oyun sürecektir.
Son Söz: Çekirge sıçrar, ama havada kalamaz.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2004
<B>EKONOMİK </B>açıdan yüz güldüren sonuçların alındığı bir yıla veda ediyoruz. Onun için <B>‘bunu saymayız yine gel’</B> diyoruz. Doğru ekonomi politikaları uygulayarak elde edilmeye çalışılan hedeflerin başında ‘büyüme’ gelir. Zaten ekonomi biliminin insanlığa faydası ‘zenginleşme’nin yol ve yöntemlerini bulup ortaya çıkarmasıdır. Zaten büyük usta Adam Smith de bundan 200 yıl önce yazdığı dev kitabının adını kısaca ‘Milletlerin Zenginliği’ koymuştu.
2004'ün kısa bir değerlemesini yapalım.
1. Büyüme. Geçen yıl içinde milli gelirimiz yüzde 8 civarında artmış olacak. Bu hız, Türk ekonomisi için az rastlanan bir performanstır. Dolayısıyla, büyüme dersinden ekonomimiz ‘pekiyi’ almıştır. Bu sonucu: a) siyasi istikrar, b) özel sektörün dinamizmi, c) doların değer kaybı, e) dünyada faizlerin düşük seyri dolayısıyla Türkiye’ye akan ‘sıcak para’ sebeplerine bağlıyorum.
2. Enflasyon (sadece Tüketici Fiyat Endeksini dikkate alın) yüzde 10’lar düzeyine gerilemiştir. 30 yıldır devam eden yapışkan enflasyon illetinden sonra buraya gelinmiş olması ciddi başarıdır. Bu dersten de ‘pekiyi’ notu veriyorum. Enflasyonun bu şekilde düşmesinin teknik sebebi, Merkez Bankası tarafından uygulanan ‘örtülü kur çıpası’ politikasıdır. Ancak izlenen bu politikanın yükünü yüksek reel faiz vererek Hazine çekmektedir. Bir benzetme gerekirse, ‘tokmak Merkez Bankası’nda, "davul Maliye’nin sırtındadır’. Yani başarının yapısal sebebi, Hükümetin ‘faiz dışı fazla’yı tüm siyasi risklerine rağmen sürdürmesidir. Bu derste, pekiyi notu, başbakan takviyeli Maliye Bakanı’nadır.
3. Milli gelir dağılımı. Performans kriterlerinden üçüncü olan bu dersten ekonomiye ‘iyi’ not veriyorum. Gelir (ve servet) dağılımı daha eşitlikçi hale gelmektedir. Bu düzelmenin ana sebebi, reel faizlerin düşmesidir. Özellikle, tassarruflarını dövizli enstrumanlarda değerlendirenler, bir yıl öncesinde olduğu gibi, bu yıl da ‘eksi’ faiz almışlardır. Faizin eksiye düşmesi ‘ücret ve bezeri emek kazançlarının’ milli gelirden aldığı payın artması demektir.
4. İstihdam artışı. Ekonominin yüzde 8 büyüdüğü bir ortamda, istihdamın gerilemiş olması ihtimali çok düşüktür. Bir ekonomide bir yıl içinde yüzde 5’ten fazla verimlilik artışı yani ‘çalışan kişi başına üretim’ sağlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, istihdamın mutlak rakkam olarak arttığını kabul ediyorum. Bu dersten verdiğim not, ‘iyi’dir.
5. Döviz dengesi. Ekonomimizin ‘yumuşak karnı’ burasıdır. Bu yıl, 14 milyar dolar civarında ‘cari açık’ verilecektir. 300 milyar dolarlık milli gelire oranlanırsa, yüzde 5’e yakın bir açıktan bahsediyoruz. Şunu derhal belirteyim. Türkiye, ‘ürettiğinden fazla tüketen’ bir ülke değildir. Son 30 yıla ait istatistikler doğru dürüst değerlendirilirse, bu ülkenin yarattığı katma değerden daha azını, tüketim ve yatırıma harcadığını, kalanını ‘yurt dışına’ aktardığını buluruz. Döviz dengesi dersinden ekonomimizin alacağı not ‘zayıf’tır. ‘Düşük kur, yüksek faiz’ politikası bátıldır.
Ahlaksız bankacılığa artık tahammül yok
YILIN son günlerini yine ‘batık’ bankalar ve onların ‘çıkık’ sahiplerinin serüvenlerini izleyerek geçirdik. İstanbul’da Murat Demirel, tebligata gelen emekli polisi derderst ederken, Bursa’da Cavit Çağlar ve iş akrabaları hapse mahkum oldu. Bakalım Yargıtay ne diyecek? Ali Balkaner, mahkemede fenalık geçirdi. Hastahaneden kaçtı, Hürriyet’in kapısında yakalandı. (Burada polisin istihbarat gücüne hayran olmamak kabil değil) Balkaner, tipik spekülatör iş adamı söylemi olan ‘varlıklarım borçlarımı karşılamaya yeter’ paradigmasına sarıldı. Ne yazık ki, çok değerli varlıkları şimdi para etmiyor. 6 milyar dolar mevduatı sahte kayıtlarla buharlaştıran Uzan Grubu ile akrabalık dışında hiç bir ilişkisi olmayan kahraman siyaset adamı Cem Uzan, tarihi çıkışını tam sayfa ilanlarla yaptı. Gelecek seçimlerin şampiyonu o olacak! ‘Çaldı ama çok çalıştı’ diye hırsız belediye başkanlarını omuzlara kaldıran vefakar milletimiz, Cem Uzan’ı başbakan ve hatta cumhurbaşkanı yapar mı?
Hiç sanmıyorum.
Ama bir şey daha var. Türk ekonomisinin 1990-2001 arasında yaşanan ‘ahláksız bankacılık devri’ gibi bir döneme artık tahammülü yok. Yeni bankalar kanunu, buna izin vermemeli.
İhracatın sonu Nasreddin Hoca'nın eşeği gibi olmasın
MERKEZ Bankası tarafından yapılan ‘reel efektif kur endeksi’ hesaplarına göre 1995’e göre yüzde 30 değerlenmiş durumda bulunan Türk Lirası’na rağmen ihracat artmaktadır. Pek tabii, ithalat daha hızlı artmaktadır. Sonuç 30 milyar doları aşan dış ticaret açığıdır. Yine de Türkiye’de ihracatın bu kadar artması, ilk bakışta anlaşılması kolay bir olgu değildir. Çünkü, ihracat için mal üreten şirketlerin gelirleri, dövize endeksliyken (kısmen Euro, kısmen dolar) yarattıkları katma değerin faktör maliyetleri (ücretler, faiz, kira ve kár) TL’ye tábidir. TL değerlendiğine göre, bir an gelecek bu firmalar dayanılmaz şekilde zarar eder hale düşecek ve film orada kopacaktır. Bu an hálá gelmemiştir. Her ne kadar, Nasreddin Hoca'nın yemini tedricen kestiği eşeğini sabah ahırda ölü bulunca ‘tam yem yemeden çalışmaya alışmıştı, ömrü vefa etmedi’ demesi gibi bir tabloyla karşılaşılabilir.
İhracatın devam etmesinin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz :
1. Firmaların geçmişte önemli bir gider kalemi olan faizler, dövizli borçlanma sayesinde çok düşmüştür. Hatta eksidir. Burada cironun yüzde 7-10’nu kadar bir tasarruf vardır.
2. İşgücü maliyetleri, gerek ücretlerin az artması gerekse verimlilik artışlarıyla düşmüştür. Burada da yüzde 5 dolayında bir tasarruf vardır.
3. Kiralar (finansal kiralamalar dahil) genelde dövize endeksli olduğu için burada ‘gelir gider farklılaşmasına’ net etki sıfırdır.
4. Nihai ürün maliyetine malzeme olarak giren ‘yan sanayici kárları’, döviz riskleri azaldığı ve serbest rekabet arttığı için ‘nötr’ hále gelmiştir.
5. Kayıtdışına çıkarılan faaliyetten vergi tasarrufları oluşmaktadır.
6. İç piyasaya sürülen bitmiş mal ithalattından doğan süper kárlar, ihracatı desteklemektedir.
Gelin özelleştirmeyi artık arsasız yapalım
ÖZELLEŞTİRME rüzgarlarının yeni esmeye başladığı Özal’lı yıllarda, Sümerbank’a ait Merinos fabrikasında yöneticilere ‘sanayi işletmelerinde kárlı yönetim’ üzerine bir konferans vermiştim. Fabrikayı bu vesiyleyle gezdim. O günlerde buranın özelleştirilmesi gündemdeydi. Fabrika, Bursa’nın tam göbeğinde, üzerine kurulduğu arsa imara açılırsa, müthiş fiyattan satılabilecek bir arazi üzerine kuruluydu. Burayı almak için gezen anlı şanlı tekstilcilerinin hepsinin ağızının suyu akıyordu. Ama hiç biri, bu fabrikayı işletmeyi düşünmüyordu. Hepsi fabrikayı yıkıp, yerine smüthiş binalar yapmayı planlıyordu. O zaman aklıma ‘arsasız özelleştirme’ modeli geldi ve bu konuda birkaç yazı yazdım. Pek tabii kabul görmedi.
1993 yıllında Uzanlar, Tuzla’da denize 800 metre cepheli 200 dönümlük arazisi olan ve 400 kişi çalıştıran (daha doğrusu çalıştırmadan maaş ödeyen devletten) ‘bu fabrikayı çalıştıracağız diye’ TOE kamyon fabrikasını aldılar. Bir haftada kadroyu, dört bekçi, dört kurt köpeğine indirdiler.
Geçen ay, 1998'de 30 milyon dolara özelleştirilen ve özelleştirildikten sonra kapatılan Yarımca Porselen’nin arazisinin, yeni sahipleri tarafından, Erdemir’e liman ve antrepo yapılmak üzere 82 milyon dolara satıldığını Vatan Gazetesi ortaya çıkardı. Bu haberi okuyunca eski hatıralım canlandı.
Özelleştirme, devletin işlettiği bir sanayi kuruluşunun özel sektör tarafından işletilmesini sağlayan sürece verilen isimdir. Bu yapılanlar ise ‘arsa satışıdır’. Amaç bu tesislerin arsa veya arazisini satmaksa, bu işi dürüstçe yapalım. Önce arazinin imar durumunu çıkartalım. Araziyi imarlı olarak satalım. Hazineye en yüksek varidatı ancak böyle sağlarız. Yok, özelleştirme yapılmak isteniyorsa, tesislerin üzerinde kurulduğu arsanın mülkiyeti Hazine’de kalmak şartıyla işletme, özel girişimciye devredilsin. Ekonomi ancak böyle güçlenir.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2004
<B>MİLLİ</B> gelirimizin niçin yeteri kadar artmadığı açıklanırken, özellikle sol aydınlar tarafından <B>"silahlı kuvvetlere bütçeden ayrılan payın yüksek olması"</B> önemli bir neden olarak gösterilirdi. Doğal olarak, bütçeden silahlı kuvvetlere çok para verilince, başta milli eğitim ve adalet (ve hatta sağlık) olmak üzere, devletin asli görevleri arasında bulunan işlere yeterince para kalmamaktadır. Uzun yıllar silahlı kuvvetlere, bütçeden aslan payının ayrılması, alt yapı yatırımlarının da aksamasına sebebiyet vermiştir. Bu da iktisadi kalkınmanın, yani halkın zenginleşmesinin önünde bir engeldir. Aynı paralelde, genel kabul gören tezlerden biri de II. Dünya Harbi'nden sonra, Almanya ve Japonya'nın silahlı kuvvetlerinin eski gücüne kavuşması, galip devletlerin zoruyla engellenince, "şerden hayır doğmuş" ve bu iki ülke hızla kalkınmıştır önermesidir. Bütün bu ifadelerde doğruluk payı olduğu kesin. Bu bağlamda ben de çok farklı düşünmüyorum. Ancak eğer Türkiye bu kadar büyük bir silahlı kuvvete sahip olmasaydı iç ve dış güçler (dostlar ve düşmanlar) nezdinde nasıl bir muameleye láyık görülürdü, onu iyi hesaplamak gerekir demişimdir. Silahlı Kuvvetler ve AB konusunun stratejik değerlemesine geçmeden önce, bütçeden silahlı kuvvetlere verilen paraların;
* * *
1. Mevcut milli savunma konseptinde, en isabetli şekilde kullanılıp, kullanılmadığı yani çarçur edilip, edilmediği veya
2. Silahlı kuvvetler, bugünkünden farklı bir milli savunma konseptinde yapılandırılmış olsaydı daha etkili bir askeri güç yaratılıp, yaratılamayacağı
tartışmalarını bir yana koyuyorum. Çünkü bu hususlar, gerek bilgi ufkumun, gerek uzmanlık alanının çok dışındadır. Onun için "bütçeden ne ayrılmışsa, o en iyi şekilde kullanılmıştır" ifadesini doğru kabul ediyorum.
* * *
Türkiyenin AB'ye kabulü ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) meselesi çoktandır gündemdedir. Bu konu açılınca, akla ilk gelen husus, katılım için TSK'nın, Türkiye siyaseti üzerindeki etkisinin azaltılması gerekir olmuştur. Nitekim bugün de AB'ye katılım müzakerelerinin kesilmesi denince de akla hemen "askeri müdahale" gelmektedir. Hatta Başbakan Erdoğan'nın, adeta geçmişini inkár edercesine AB'ye bu kadar sevdalanmasının, aslında TSK'yı siyasetten uzak tutma arzusu olduğu iddia edilmektedir. Başbakan Tayyip Erdoğan'nın, siyasi çıraklığı ve kalfalığı "milli görüş" doktrini içinde geçmiştir. (Bu arada milli kelimesinin, "ulusal" veya "ulusçu" değil, "dini" anlamına geldiğini hatırlatayım. Ulusçuluğun milli görüş edebiyatındaki karşılığı "kavmiyetçilik"tir.) Erdoğan, tam "milli görüş" büyük ustası olacakken, başını başka bir yöne çevirmiştir. Bu sırada, TSK da, Türkiye'de siyaset yapmanın anayasal sınırlarını çizme veya kollama görevinin icra tarzını, "eylemden söyleme" çevirmiştir. Böylece, Türkiye'de çoktandır beklenen "uzlaşı" ortamı teessüs etmiştir. Şüphe yok ki, AB yolunda katedilen mesafe, biraz da yaratılan bu ortamın sonucudur.
* * *
Son günlerde AB'den, TSK hakkında yapılan "övücü" açıklamalar, zihnimde şimşeklerin çakmasına neden oldu. AB yetkilileri aynen şunu söylemekteler: (Söylenenleri anlamak istemeyen AB amigo-militanlarına maalesef yardımcı olamıyorum) 1. Türkiye'nin AB'ye katılmasıyla, AB'nin Silahlı Kuvvetleri önemli ölçüde güçlenecektir. AB'nin özellikle İslami terörizme karşı savaşı sürdürmesi için buna çok ihtiyacı vardır. 2. Görüşmeler kesilse bile, TSK'nın, AB silahlı kuvvetlerine olan bağı aynen devam etmelidir.
Son Söz: İyi ordu, masrafını çıkartır.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
<B>DÜNYA</B> ekonomisinin halen bir numaralı parası ABD Doları’dır. Tedavülde bulunan 700 milyar dolar banknotun üçte ikisi, Amerika dışında dolanımdadır. Yani dolar, uluslararası ekonomi çarklarının dönmesini sağlayan ana ‘akışkan’dır. Bu nakit dolarlar, aynı zamanda, ihtiyat saikiyle para biriktirenler için, ‘tasarruf aleti’dir. Yeryüzünde 11 trilyon dolarlık ‘tahvil-bono’ işlem görmektedir. Hane halklarının, şirketlerin ve devletlerin ‘tasarrufları’ büyük çapta dolara endekslidir. Uluslararası ve hatta ulusal iktisadi hesaplar, dolarla yapılmaktadır. Yani dolar, en yaygın ‘ölçü birimi’dir. Hakeza uzun vadeye yayılmış borç-alacak ilişkilerinde dolar, yine ‘ertelenmiş borçların’ en çok kullanılan ödeme vasıtasıdır.
* * *
Ancak, doların başı beladadır. Sebebi, ABD’nin cari işlem açıklarıdır. Zaman zaman telaffuz edildiği gibi Amerikan devletinin bütçe açıklarının, cari işlem açıklarının sebebi olduğu savına pek katılmıyorum. Bir ülkenin ‘cari işlem açığı eşittir tasarruf açığı’ denkliğinin de bugünkü meselenin çözümünde yol gösterici olma niteliği zayıftır. Bir ülkenin tasarruf açığını, devletinin bütçe açığına eşit kabul etmek vahim bir hatadır. Bu karmaşık ilişkiyi yazının burasına sokmamın sebebi, son zamanlarda, dolar meselesinin çözülmesi için, öncelikle ABD’de faizlerin artması ve sonra ABD bütçe açıklarının azaltılmasından oluşan ikili ‘önlem paketi’nin Avrupa’da revaç bulmasıdır. Faizlerin yükseltilmesi, kapitalist sistemde, cari açıkların kapanmasının doğal çözümü olan (ve fiiliyatta oluşan) ‘doların devalüasyonu’nu durduracağı için, çok sakıncalıdır. Pek tabii ABD devleti, bu kadar büyük bütçe açıkları vermeye devam edemez. O başlı başına ayrı bir meseledir. ABD’nin ‘ekonomideki toplam talebi’ düşürmemek için bütçe açıkları vermeye başlaması, dört yıl önce bilinçli olarak alınmış bir karardır. Çünkü 1929 Buhran’ından beri Amerikan iktisatçılarının önceliği ‘ekonomiyi küçültmemek’ tir. Unutulmasın, ABD bütçe açıkları vermeseydi, dünya ekonomisi dört yıl önce durgunluğa girebilirdi. Ancak, oyun bitti.
* * *
Tekrar edelim. Doların başı beladadır. Bu yüzden diğer paraların da başı beladadır. Paraların başı belada olduğu için, dünya ekonomisinin de başı beladadır. Doların sağlığına kavuşması, sadece Amerika için değil, dünya için de iyidir. Amerika’nın gitgide büyüyen cari işlem açıklarının ‘sürdürülemez’ olduğu gerçeği (kanaati), iktisatçıları derinden kaygılandırmaktadır. Kaygının kaynağı, bu açıkların yeni bir dünya buhranına sebep olacak bir ‘enerji birikimi’ yaratıyor olma ihtimalidir. Daha doğrusu iktisatçılar, bilinen analiz yöntemletiyle, hep aynı sonuca varmaktalar. ABD’nin devasa dış borçlanması, şu veya bu şekilde, bir felakete yol açacaktır. Acaba bir çıkış yolu yok mu? Mesela, ABD Doları, Japon, Çin, Hong-Kong, Tayvan ve diğer ‘cari işlem fazlası’ veren Doğu Asya ülkelerinin ulusal paraları ile birleştirilip, adı ‘Yollar’ (Yen’in Y’si, Dollar’ın ‘ollar’ı) olan, Euro gibi yeni bir uluslararası ‘para birimi’ yaratılamaz mı? Bir Amerika-Pasifik Merkez Bankası kurulsa, ‘Dollar’ı ortadan kaldırıp yerine ‘Yollar’ı koysa olsa ne olur? Bir defa ‘Yollar Zone’ (Yolar Bölgesi) de cari işlem açığı sorunu kalkar. İkincisi, dolarlı dış borçlar/varlıklar, iç borç /varlık halini alır. Ben bu Yollar hikayesini 20 yıl önce duymuş ve bu sütunlarda konuyu işlemiştim. O zaman Avrupa Merkez Bankası yoktu. Euro’nun da esamesi okunmuyordu. AB ile birlikte, Euro adlı ‘devletsiz’ para birimi çıktı ve başarılı oldu. Yollar da başarılı olabilir. Böylece küreselleşen dünya, ikinci bir küresel paraya sahip olur. Bugünkü sorunlar gider, yerine yeni sorunlar gelir.
Son Söz: Mevcut sorun çözümsüzse; sorun, çözülebilecek meseleye dönüştürülür.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2004
<B>YAZIYA </B>geçmeden önce belirteyim. AB militanı veya amigosu tavrıyla yapılan gazetecilikten ve köy düğünü havasında cereyan eden karşılama ve kutlamalardan fevkalade rahatsızım. Ancak, Türkiye-AB ilişkilerinde gelinen noktadan memnunum. Başta, siyasi liderlik sergileyen Başbakan Erdoğan olmak üzere, bu konuda katkısı olan herkese, bir vatandaş olarak teşekkür ederim.
* * *
AB, Türkiye’ye umut edilen müzakerelere başlama tarihini vermemiştir. Şimdi denecek ki; ‘3 Ekim 2005’ ne tarihi oluyor öyleyse? O zaman ben de şu soruyu sorayım. 17 Aralık günü öğleden sonra, başbakanımız ‘bay bay!’ deyip, toplantıyı terk ettiğinde, masada 3 Ekim tarihi vardı değil mi? Erdoğan’ın arkasından İngiliz Başbakanı koşup onu geri çeviremeseydi ve Erdoğan, Türkiye’ye geri dönseydi, biz hálá ‘Türkiye tarih aldı’ diye zil takıp oynayacak mıydık? Tekrar hatırlatıyorum. 16 Aralık günü, 3 Ekim 3005 tarihinde katılım müzakerelerine başlanacağı zaten telaffuz edilmişti. Erdoğan rest çektiğinde, bu tarih verileli bir gün olmuştu. Ama bu tarih, bir sürü şarta bağlanmıştı. Başbakan ‘şartlı tarih, tarih değildir’ diye düşündüğü için müzakereyi kesmiştir. Demek ki, 3 Ekim tarihini, onunla birlikte gelen şartlardan soyutlamak mümkün değilidir. Bizzat Başbakan da böyle düşünmüş ve hareket etmiştir. Sonra, şartların, zevahiri kurtaracak şekilde değiştirilmesini yeterli görmüştür. Öyleyse, ben de 3 Ekim tarihine eklemlenmiş şartları değerlendirme ve ona göre ‘verilen tarih, verilmesi gereken tarih değildir’ deme hakkına sahibim. Bu işlerin uzmanı Sedat Ergin’in dünkü yazısının, kendisi tarafından yapılan özetini buraya bir defa daha aktarmak istiyorum.
Karar metninde,
1. Ucu açıklıkta bir ilerleme yok.
2. Serbest dolaşımda kalıcı sınırlama kesinlik kazanırsa, ikinci sınıf bir tam üyelik statüsü yaratılacaktır
3. Tarama süreci nedeniyle müzakereler, Nisan 2006’ya sarktı.
4. Kıbrıs Rum Kesimi, müzakerelerin açılmasını bloke edebilir.
5. Kıbrıs sorunu dondurularak, Ekim 2005’e kaldı.
Görüşmelere gitmeden önce ‘masada bir şey kalmamıştır’ denirken, 3 Ekim tarihinin kuyruğuna bu kadar kısıt eklenmesini, isteyen ‘kadı kızında da bu kadar kusur olur’ diyerek içine sindirebilir. Ama bazılarının da ‘bu bir uyutmadır’ deme hakkı vardır.
* * *
Türkiye’nin önündeki ana meseleleri sıralayalım.
1. Ekonominin istikrara kavuşması. Yani, enflasyonun düşmesi ve düşük kalması. Reel faizlerin, milli gelir artışı hızının altına gerilemesi ve kamu borçlarının ‘Faiz Dışı Fazla’ vermeden çevrilebilmesi. Büyüme yoluyla istihdamın arttırılması...
2. Kuzey Kıbrıs’ta tüm dünyada kabul görecek, onurlu ve kalıcı bir idari yapının oluşturulması.
3. Türkiye Kürtleri arasında yeşeren ‘ayrılıkçı’ akımların, demokratik yöntemlerle yönetilebilir hale indirgenmesi.
4. Laik ve dindar kesimler arasında yeni bir ‘sosyal kontrat’ yapılması.
Şimdi soru şu: Yukarıda sıralanan sorunların çözümü için, Türkiye’nin AB ile ilişkilerini, tam üyelik hayal bile olsa, olabildiğince sıkılaştırması, ülkeyi yönetenlere kolaylık sağlar mı? Cevabım, evettir. Öyleyse yola devam.
Son Söz: Hakikat, hayalle kıyaslanamaz.
Yazının Devamını Oku