5 Mart 2005
<B>ALMAN</B> mucizesi denince akla, II. Dünya Harbi’nde baştan aşağı yıkılan bu ülkenin çok kısa bir sürede kalkınması gelir. Ben bugün, 1945-1965 arasını kapsayan o dönemden değil, günümüz Almanya’sının gerçekleştirdiği bir başka iktisadi mucizeden bahsedeceğim. Alman ekonomisinin, başta işsizlik ve yavaş büyüme olmak üzere ciddi sorunlarla boğuştuğu söylenip dururken benim mucizeden bahsetmemin tam sırasıdır. Euro’nun dolara ve dolara bağlı diğer para birimlerine karşı 3-4 yılda yüzde 50 değerlenmesinin Alman ihracatını köstekleyeceği söylendi. Bütün bunlara rağmen, Almanya geçen yıl 195 milyar dolar gibi inanılmaz büyüklükte (dünyada birinci, 132 milyar dolarla Japonya ikinci) dış ticaret fazlası verdi. Geçen haftaki The Economist dergisinde yayımlanan bir araştırma sonuçları, bu başarının nedenini açıkladı. Durumu özetleyim:
1. Bir ülkenin parasının değerlenmesi veya değersizleşmesi, o ülkedeki enflasyon oranı ile ticaret yapılan diğer ülkelerdeki enflasyon oranları arasındaki farkın, döviz kurlarına aynı yönde ve aynı oranda yansımaması demektir.
2. Bir ülke parasının değerlenmesi, o ülkede faaliyet gösteren firmaların rekabet gücünü, parası değersizleşen ülkelerde çalışan ve aynı işi yapan firmalara karşı azaltır.
3. Rekabet gücünün azalması demek, ürünün ihraç fiyatı ile o ürüne giren ithal mallarının maliyeti arasındaki ‘yerli katkı’nın değerinin, yerel para cinsinden küçülmesi demektir. Gerçek ihracat, ürünün ihraç fiyatı değil, yerli katkı (yani muhteva)dır. İngilizcesi, ‘local content’.
4. Yerli katkının ana girdisi, emektir. Emek maliyeti denince, sadece nihai mamülün yapıldığı fabrikadaki toplam işgücü giderlerinden, ürün başına düşen pay anlaşılmamalıdır. Bu rakama, yan sanayi ve taşeron firmalarda ödenen ücretleri de dahil etmek gerekir.
5. İhraç edilen ürünün içindeki yerli katkının, yerel para cinsinden karşılığı, yerel paranın değerlenmesi sonucu azalırken, ücretler başta olmak üzere, diğer yerli giderlerin fiyatı, enflasyon kadar artar. Bu durumda ihracatçı firmanın kárı, önce azalır; sonra sıfıra hatta eksiye (zarara) gider. Firma iflas eder; fabrikası kapanır.
6. Bu şartlar altında, ihracatçı fabrikaların ayakta kalabilmesi için iki şey yapmaları gerekir: a) Ürünlerin kalitesini yükseltip, fiyatını döviz cinsinden arttırmak, b) Yerli katkının maliyetini düşürmek.
7. Almanya, anlaşılan her ikisini de yapmış. Böylece ‘birim üründeki emek maliyeti’ (unit labor cost) 1999’a göre yüzde 10 düşmüş, Euro da aynı yıla göre yüzde 10 değerlenmiş. Net etki sıfır. Alman sanayii, rekabet gücünü koruyabilmiş.
8. Üstüne üstlük, değerli Euro sayesinde Almanlar ithal malları ucuza satınalınca, ülkede ‘sürdürülebilir’ bir refah artışı gerçekleşmiş.
* * *
Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin firmaları için şu tavsiyede bulunuluyor. Eğer, cep telefonu, likit kristal TV, digital kamera, bilgisayar veya sofistike tıbbi cihazlar gibi, yüksek fiyatlı ‘yeni ekonomi’ ürünleri imal edip satamıyorsanız ümitsizliğe kapılmayın. Siz de giyim, gıda, ev cihazları, taşıt araçlarını gibi eski ekonomi ürünleri‘yeni ekonomi yöntemleriyle’ üretin. Kaliteyi, hizmeti ve tümel verimliliği arttırıp, maliyet avantajı sağlayın. Göreceksiniz, başaracaksınız.
Son Söz: Evrenin en büyük mucizesi, mucizeye yer vermemesidir.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2005
<B>GEÇEN</B> hafta Türkiye’de, kredi kartı yüzünden baştan çıkıp, borca batan ve sonunda intihar eden adamın hikayesi gündemdeydi. Tesadüf geçen haftaki The Economist degisinde de İngiltere’de de aynı nedenle intihar eden bir adamın hikayesinin yer aldığı bir ‘kredi kartları’ haber-yorumu yayımlandı. Anlaşılan bu kredi kartları ve geciken ödemelere uygulanan fahiş faizler (İngiltere’de Sterline % 60’a kadar çıkan; Türkiye’de TL’ye % 110’a varan, ortalama % 65) her ülkedede sorun yaratıyor. Kredi kartları düzenlemelerinin ele alındığı şu günlerde, konuyu masaya yatırmanın tam sırasıdır.
1. ‘Kredi kartları’, ‘kredi’ kartı değildir. Yani kredi kartıyla, kredi alınmaz. Kredi kartı bir ‘ödeme aracı’dır. Onunla sadece ödeme yapılır.
2. Kredi kartlarının sağladığı ‘şimdi harca-sonra öde’ kolaylığı yaklaşık bir aydır. Bu bir aylık geç ödemenin faiz yükü de satın alınan malın veya hizmetin fiyatı içine daha önceden gömdürülmüştür.
3. Kredi kartlarının sağladığı ve aslında harcamayı yaparken faizinin peşinen hesaplanıp kendilerine bindirilen ‘bir ay sonra öde’ kolaylığını bazı vatandaşlar anlamaz. Kendini, bankanın ‘kredi müşterisi’ sanar.
4. Halbuki, kartı çıkartan banka, kredi kartı sahibine asla ‘kredi müşterisi’ gözüyle bakmaz. O yüzden kart verirken uzun boylu bir istihbarat yapmaya gerek duymaz. Kart hamilinin ‘kredibilitesini’ değerlemez. Aksi doğru olsa, müşterisine bu kadar yüksek faiz uygulamaz.
5. Kredi kartlarında uygulanan gecikme ‘faizi’, faiz değil ‘ceza’dır. Cezadan amaç, kredi kartı sahibini, kendisine verilen kartı, amacı dışında kullanmaktan caydırmaktır. Hukuk dilinde, uygulanan faiz yüzdesi, kredi kartı sözleşmesinin ‘niyet’ maddesinin, kart sahibince ihlal edilmesinin cezai şartıdır. Onun için de çok yüksektir.
6. Bankadan kredi isteyenler, bunu doğrudan yapmalıdır. Yani bankaya gidip, kredi talebinde bulunmalıdır. O zaman kredinin miktarı, süresi ve faiz yüzdesi üzerinde bir ‘anlaşma’ olur. Hem banka, hem de vatandaş böylesi fahiş faiz uygulamak veya ödemek zorunda kalmaz.
7. ‘Peşin fiyatına, kredi kartına taksit’ uygulaması, karışık bir işlemdir. Burada kendisine kredi açılan kişi, kart sahibi değil, satışı yapan firma (üye işyeri) olabilir. Daha yaygın olan uygulama ise, kart sahibine satıcı firmanın kredi açmasıdır. Her halükárda vádeli ödemenin faizleri, maliyetin, dolayısıyla fiyatın içine gömdürülmüştür.
8. Kredi kartlarının, sırf ödeme aracı olanına ‘debit cart’ (banka kartı) denir. Ancak, kredi kartı varken, debit kartı kullanmanın hiç bir avantajı yoktur. O yüzden bu kartların kullanımı son derece sınırlıdır.
9. Kredi kartıyla ATM’den nakit para çekmek, kredi işlemine çok benzer. Belki de kısıtlanması ve hatta yasaklanması gerekecek tek işlem bu olabilir. ATM’den nakit para çekmek, aslında bir ‘debit kart’ işlemidir.
10. Bankaların kredi kartı faaliyetini kısıtlamak, yani onlara ‘ağabeylik’ etmek isteyen BDDK’nın bu tutumu sorgulanmaktadır. Serbest pazar ekonomisinde ‘bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler’ diye bir kural vardır; ama ‘bırakın batsınlar’ diye bir kural yoktur.
Son Söz: Banka, bankaya; baka, baka batar.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2005
<B>ODTÜ</B>’deki hocalarımızdan <B>Kemal Karpat</B>’ın, <B>‘devrimler, evrimler ve kültürel değişimler’</B> ile ilgili bir <B>‘Boya Fıçısı Teorisi’</B> veya benzetmesi vardı. Kemal Hoca’ya göre, bir toplumun kültürü (yani, gelenekleri, görenekleri, davranışı, değerler hiyerarşisi, sanatı, edebiyatı, üretim yetenekleri ve nihayet evrensel düzeni kavrayış biçimi) yüzyıllar boyunca bir fıçıda tedricen biriken yağlıboya gibidir. Devrim denilen ‘áni ve büyük’ değişimler, içinde 100 kilogram siyah boya bulunan bir fıçıya, üstten 10 kilogram beyaz yağlı boya dökmek gibidir. Beyaz boya döküldükten sonra, fıçıya tepeden bakanlar, onun içinde 110 kilogram beyaz boya var zannedebilir. Çünkü, görünen yüzeyindeki boyanın rengi beyazdır ve fıçıdaki boyanın miktarı 110 kilogramdır. Fıçıdaki boyayı, kimse karıştırmasa bile, zaman geçtikçe, ısınma ve soğumayla alttaki siyah boya yukarıya çıkarken, üstteki beyaz boya aşağıya çöker. Zamanla, siyah ve beyaz boyalar içiçe giren halkalar oluşturur. Olayı tepeden ve dışarıdan izleyenler, fıçıda siyah ve beyaz renklerden oluşan bir karışım ver. Ancak, karışım oranını bilemez. Günün sonunda, içinde küçük beyaz topaklar olan gri boya kütlesi ortaya çıkar. Hele hele, birileri fıçıdaki malzemeyi karıştırırsa, ‘eski renge dönüş’ çok daha hızlı olur.
* * *
İster sosyal, ister iktisadi hayatta olsun, bazan ‘devrim’ niteliğinde değişimler ortaya çıkar. Mevcut siyasi veya iktisadi düzenin sürdürülmesi neredeyse imkánsız hale geldiği dönemlerde toplumda değişme dürtüsü oluşur. İşte tam o esnada, bir lider zuhur eder. Zaten her önemli değişimde bir ‘lider’in imzası vardır. Kısaca, ‘lidersiz devrim olmaz.’ Kemal Hoca’nın benzetmesine dönersek, devrim, birinin fıçıya tepeden beyaz boyayı dökmesiyle başlar. (Alttakine yeşil, üstten konana kırmızı veya tam tersini diyebilirsiniz.) Bizim tarihimiz de tepeden boya dökmelerle doludur. ‘Nizam-ı cedit’ yani ‘yeni düzen’ (İngilizcesi New Deal veya New Order), islahat, tanzimat, ihtilal, inkılap, devrim, dönüşüm, değişim veya Turgut Özal’ın değişiyle transformasyon artık ne derseniz deyin, bu topraklarda bir çokça ratlanan bir nebattır. Her bir hareketin de kendi çapında bir lideri vardır. Soru: Değişimle birlikte liderin işi biter mi?
* * *
Hayır; aslında lider değişime kadar değil, değişimden sonra ihtiyaç duyulan kişidir. Çünkü, değişim sürecini tetikleyen şey zarurettir. Çaresizlik şartları altında, talep tabandan geldiği için değişim kolaydır. Değişimle birlikte yorgun düşen kütle ve özellikle yakın çevre, ‘yetti artık, daha fazla değişmeyelim, hatta eskiye dönelim’ der. İşte o zaman değişim talebini yaratmak lidere düşecektir. Lider, yapılanların yeterli olmadığının farkındadır. Değilse, zaten lider değildir; çünkü kitlelere benimsetecek bir ülküsü (vizyonu) yok demektir. Gerçek liderlik, toplumun değişime direndiği noktada ortaya çıkar. Daha öncesi, amigoluk veya çete reisliğidir. ‘Türkiye’nin Geçek Liderlik Haritası’ adlı bir kitap yazan Bilgi Üniversitesi hocalarından Yeşim Toduk Akiş’in araştırmaları, Türkiye’de insanların bir liderde öncelikle ‘güvenilirlik’ aradıklarını ortaya çıkarmıştır. Neden? Kütleler, içine düştükleri kısır çemberi kırmak için hangi yöne doğru hamle yapmaları gerektiğini bilemez. Bu yüzden ‘bana güven, gerisini merak etme sen’ diyebilen ve bunu kütlelere kabul ettirebilen, lider olmaktadır. Güven veremeyen veya kazandığı güveni kaybeden elenmektedir.
Son Söz: Lider, kütlenin önünde yürümez; kütle liderin ardından gider.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2005
<B>İSABETLİ </B>bir şekilde, İstanbul’da <B>‘Şehir Hatları’</B> ile <B>‘Deniz Otobüsleri’</B> işletmelerinin birleştirilmesine karar verilmiş. Birleşmenin yöntemi olarak da Şehir Hatları’nın, gemi, iskele ve tersanelerinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İDO’ya (İstanbul Deniz Otobüsleri) devredilmesi seçilmiş. Böylece ‘Şehir Hatları’ tarihe karışmış olacaktır.
Dalan’ın belediye başkanlığı sırasında İDO (İstanbul Deniz Otobüsleri) işletmesi kurulurken, birkaç yazı yazmış ve bu işletmenin ‘Şehir Hatları’ içerisinde olmasının gerektiğini vurgulamıştım. Şehir hatları dışında ikinci bir şehir hatları işletmesi kurmak, israftan başka bir şey değildir diye isyan etmiştim. İşin ilginç yanı, ‘deniz otobüsü’ deyimi, Şehir Hatları İşletmesi tarafından, dizel motorla çalışan küçük gemiler için kırk yıl kullanılmıştı.
Netice itibarıyla, deniz otobüsleri de şehir hatlarında işleyen gemilerdir. Eskiden deniz taşıt araçlarına ‘merákib-i bahriye’ denirdi. Yani ‘deniz merkepleri’. Merkep, bildiğiniz gibi binilen şeydir. Eşeklere, ayıp olmasın diye merkep demek bir Osmanlı kibarlığıdır. Aynı işi yapan ve tek olması gereken iki ayrı işletme kurup bunlardan birine, kullandığı gemi tipine, diğerine çalıştığı alana göre isim vermek, kültürümüzün ‘hile-i şeriye’ alışkanlığının güzel bir örneğidir. Bana göre, bu birleşmeden ortaya çıkacak işletmenin adı ‘Şehir Hatları’ olmalıdır. Gemi tipi, şirket adı olmaz.
* * *
Şehir Hatları’nın, bundan böyle İDO’nun tüzel kişiliği içinde faaliyete devam etmesi kararını, bu işletmede çalışanlar beğenmemiş ve bir ‘istemezük’ kampanyası başlatmış. Alınan her iktisadi karardan birilerinin zarar görmesi kaçınılmazdır. Kamu kurum ve kuruluşları için alınan, özelleştirme, birleştirme, kapatma gibi kararlardan kimse zarar görmesin, eğer birileri zarar görecekse, o karar hiç alınmasın denemez.
Bu tavrın anlamı, umumun yani halkın zararına olan durum sürdürülsün demektir. İzmit’teki SEKA işçilerinin direnişi de bir başka ‘istemezük’ örneğidir. Pek tabii, zarar görenler, itirazlarını ortaya koyacak ve günün sonunda, alınan kararın mutlaka uygulanacağını bilseler bile, kendilerine verilecek ‘tazminatı’ azamiye çıkarmaya çalışacaklardır.
Ekonomi yorumcusu olarak biz de, doğru bildiğimizi yazacağız. Kızmaca yok. Oyunun kuralı böyledir. Gelelim bu kabil durumların ne yapılması gerektiğine.
1. Özelleştirme, birleştirme veya kapatma gibi, bir kamu kuruluşu için alınan yaşamsal bir kararın isabetli olup olmadığı, son tahlilde siyasi sorumluluk taşıyanların takdiridir.
2. Bu kararı, iktisadi bakımdan yanlış bulanlar çıkabilir. Ancak, karar alındıktan sonra, zarar görenlerin böyle bir tartışma açmasının anlamı yoktur. Mesela, SEKA’daki makinelerin faydalı ömrünün dolmadığını gündeme getirmek ve buradan kalkarak kapatma kararı yanlıştır sonucuna gitmeye çalışmak abesle iştigaldir.
3. Karar alındıktan ve yürürlüğe konduktan sonra, tartışılacak tek konu ‘zarar görenlere verilecek tazminatın miktarıdır’. Burada, siyasi sorumluluk taşıyanlar, ikinci bir durum değerlemesi yapabilir.
Ülkemizin en önemli iktisadi sorunlarından biri ‘verimsizlik’ ise diğeri de ‘yolsuzluk’tur. Gerek, kaynak kullanımında verimliliği artırmada, gerek yolsuzluklarla mücadelede en yüksek faydayı sağlayacak ‘strateji’ özelleştirmedir. Bizatihi özelleştirme sürecinde verimsizlik ve yolsuzluk yapılsa bile, özelleştirmeden geri dönmemek gerek.
Son Söz: Toplum için hayırlı olan, birey için de hayırlıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2005
<B>TÜRBAN</B> meselesi, inşallah bu ülkenin başına bir çorap örmez. Bu mesele türbanın, bireysel özgürlüğün bir parçası olarak <B>‘kamusal alanda’</B> (İngilizcesi Public Domain) serbest olup olmamasıyla sınırlı değildir. Eğer konu yalnız bir ‘bireysel özgürlük’ veya ‘insan hakkı’ sorunu olsaydı, özgürlük ve insan hakları şampiyonları Fransa, Almanya ve bilhassa İngiltere’de okullarda ve devlet dairelerinde türban takmak, yargı tarafından yasaklanacak kerteye kadar gitmezdi. Demek ki, Müslüman kadınların başlarını, türban denilen özel bir biçimde örtmeleri, oralarda da sakıncalı bir ‘siyasi’ bir tavır olarak değerlendiriliyor. Türkiye için bu konu, Avrupa’ya nazaran çok daha önemlidir. Çünkü Türkiye’de Müslüman bir ülkedir ve halkı genelde, türbanın (tesettürün) bir Tanrı buyruğu olduğu kabul etmektedir. Ben, tam bu noktada bir irdeleme yapmak istiyorum.
* * *
Acaba Tanrı, kadınlar Müslüman kadınlar veya Hıristiyan rahibeler veya Sigh erkekler için türban, peçe, çarşaf, cüppe, sarık, takke, entari, şalvar pantolon veya bir başka örtünme veya giyinme eşyasını kullanmayı veya baston, ásá veya tespih gibi bir aksesuar taşımayı emretmiş olabilir mi? Daha açık değişiyle, evrenin yaratıcısı, yeryüzüne zaman ve mekán ne olursa olsun değişmeyecek bir ‘kılık kıyafet yönetmeliği’ yollamış olabilir mi? Şimdi denecek ki, Kuran’ın Nur ve Ahsab surelerinde bununla ilgili açık ayetler var. Kuran da Allah’ın kelamı olduğuna göre, bunlar da tanrısal bir buyruktur. Ben öyle düşünmüyorum. Açıklayayım.
* * *
Din, çok önemlidir. Bu nedenle, her şeyden daha önce ‘bilimsel’ yöntemle öğrenilmelidir. Bilim ise, nedenselliği çözmek demektir. Yani ortada bir sonuç varsa, mutlaka bunun bir sebebi vardır. Bir başka deyişle, ortada bir sebep varsa, mutlaka bunun bir sonucu olacaktır. Pek tabii, evrendeki tüm oluşumları kavramaya insanın idraki yetmez. O kadar çok sebep ve o kadar çok sonuç içiçe girmiştir ki, böyle bir ortamda sebeplerle, sonuçları ayrı ayrı tanımlayıp, sonra da bunları ölçüp biçip aralarındaki ilişkinin denklemini yazmak zordur. Bu yüksek ilim sahiplerinin, dar alanlarda becerebileceği bir iştir. Burada zor olan ‘tecrit’tir. Tecrit etmeden, yani sebebi ve sonucu maddi görüntüsünden soyutlamadan, ilişkinin esası kavranamaz. Kuran da bu yöntemle okunmalıdır. Metinleri birer denklem gibi çözmek gerekecektir. Yani her bir ayetin ‘bağımsız değişkeni’ ve ‘bağımlı değişkeni’ bulup çıkarmak gerekir. Kuranı lafsıyla okuyanlar, ilgili ayette anlaşılmayacak bir şey yok diyebilirler. Acaba? Mesela örtünme konusunda, daha örtülecek şeyin ‘ziynet’ mi, ‘ziynet yeri’ mi olduğuna karar verilemediğini görüyoruz. Zıynet bir takıdır. Bedenin bir parçası değildir. Sıkışınca ‘saç’ kadının zıynetidir, tek bir teli gözükmemelidir denip kutsal metinde değişiklik yapılmaktadır. Yani Tanrı saç demesini bilmiyormuş da onun için mi ‘ziynet’ demiş? Hakeza, başörtüsünün iç mekan giysisi mi, sokak giysisi mi olduğununda bile bir ittifak yoktur. Bu tartışmaya girmeye ne ehliyetim ne de niyetim var. Sadece ulemanın yazdıklarını aktarıyorum. Kutsal metinlerde geçen tanımlar sadece birer ‘mesel’dir. Bu metinleri anlamak ve ona uygun bir hayat tarzı izlemek için, ayetlerin iniş ‘neden’ini ve varmak istediği ‘sonuç’u anlamak şartır. Ancak bu yöntemle, Tanrı’nın insanlığa gösterdiği ‘doğru yol’ bulunabilir.
Son Söz: Hükmün hikmeti, sözde değil, özdedir.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2005
<B>ANADOLU </B>Vakfı tarafından yaptırılan <B>‘Anadolu Sağlık Merkezi’</B>nin açılış töreninde, Başbakan <B>Tayyip Erdoğan,</B> <B>‘Artık yeşil kart, pembe kart dönemi bitiyor. Genel sağlık sigortasını çıkartıyoruz. Bu yılın ikinci yarısında uygulanmaya başlanacak. Bundan sonra herkes, doğuştan sigortalı olacak. Bu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinde yaşamanın gereğidir’ dedi. Başbakan, aynı konuşmasında halen yürürlükte bulunan ‘yeşil kart’ uygulamasının istismar edildiğinden şikayet etti. Bu istismarcıları (yani muhtaç olmadığı halde yeşil kart alan ve parasal gücü varken, devletin sadece fakirlere sağladığı sağlık hizmetinden beleş istifade edenleri) sert bir dille kınadı. Bunların üzerine gittiklerini söyledi. Vatandaşlardan bu babda devlete yardımcı olmasını istedi.
* * *
Başbakan'ın sözünü ettiği ve doğuştan herkesin sigortalı olacağı ‘Genel Sağlık Sigortası’nın nasıl işleyeceğini bilmiyorum. Ama adından da anlaşılacağı üzere, bu bir ‘sigorta’ olacak. Dolayısıyla öncelikle sigorta kavramı üzerinde duralım. Sigorta, bir ‘risk yönetimi’ sistemidir. Bu risk, ister oturulan evin yanması, ister sahip olunan aracın kaza yapması, ister kişinin kendinin veya bakmakla mükellef olduğu yakınlarının hastalanması olsun, beklenilmeyen bir anda ciddi parasal yük doğuran ‘istenmeyen’ bir olaydır. Umulmayan bir anda ortaya çıkacak istenmeyen bir olaydan parasal darbe yiyip, yakılmamak için, risk gerçekleşmeden önce, bir ‘yönetici kurum’ yani sigorta şirketi aracılığıyla risk, benzer riske maruz olanlar arasında bölüşülür. Risk bölüşmek, ‘prim ödemek’ demektir. Eğer prim ödenmiyorsa, ortada bir sigorta da yoktur.
* * *
Bu bilgiler altında Başbakan'ın müjdesini verdiği ve bu yılın ikinci yarısında yürürlüğe girecek ‘genel sağlık sigortası’ nasıl bir sistem olacak anlamaya çalışıyorum. Yani bugün için, toplanan hatta toplanamayan primlerin, teşekkül eden risklerin, sigortalılarda yarattığı hasarı veya kaybı karşılamaya yetmediği bir Sosyal Sigorta, Bağkur ve Emekli Sandığı ortamında, devreye gireceği söylenen ‘genel sağlık sigortası’, ilave olarak kimlerden ne kadar prim isteyecektir? Halihazırda, ailesiyle birlikte veya bireysel olarak veya bağlı bulunduğu şirketçe sağlanan ‘grup sağlık sigortası’ bulunanlar ve bunun için prim ödeyenler, bu yeni sigortanın kapsamına alınacak ve onlardan da mesela bir ‘dayanışma primi’ istenecek midir? Yoksa, sözü edilen genel sağlık sigortası, sadece, bugün sigorta şemsiyesi altında olmayanları mı kapsayacaktır? Pek tabii bu bilgileri, bir süre sonra öğreneceğiz. Ancak, Başbakan'ın müjdeli haberini dinlerken edindiğim intiba bu yeni ‘genel sağlık sigortası’nın devletçe finanse edileceği şeklinde oldu. O zaman bir sigorta olmaz. Sağlık hizmetinin devletleştirilmesi olur. Pek tabii bu sadece bir izlenim.
Bu izlenimim doğruysa, bu sigortanın şimdiki ‘yeşil kart’ uygulamasının yerini alacak bir düzenlemeyle sınırlı olması şarttır. Yani kapsamının dar tutulması gerekecektir. Yoksa, devlet bu yükün altından kalkamaz. Eğer bu tahminim doğruysa, sözü edilen sağlık sigortası ‘genel’ olmayacak ve Başbakan'ın halen şikayet ettiği ‘yeşil kart istismarcılığı’ daha da yaygınlaşabilecektir.
Son Söz: Niyetin iyi olması, kararı doğru kılmaz.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2005
<B>Atalarımız</B> Osmanlı’dan kalan, bize has bir hukuki ve iktisadi davranış geleneğimiz var. Bugün bu kültür mirasından bahsedeceğim. YOK KANUN; YAP KANUN
Malumunuz, toplum hayatı kanunlara dayanmaya mecburdur. Batılılar buna ‘kanun hakimiyeti’ bizler ise ne hikmetse ‘hukukun üstünlüğü’ deriz. Yaşanılan ülkenin kanunları dinsel veya bilimsel kökenli (laik) olabilir. Herkes kanunlara uymaya mecburdur. Aksi takdirde karmaşa çıkar. Bundan daha da önemlisi, devlet adına karar verenlerin, belli bir kanunun belli bir maddesine göre hareket etmesi şarttır. Yoksa, aldığı karar ne kadar doğru olursa olsun başı belaya girer. Devletin tepe yöneticileri, yani müsteşarlar, genel müdürler, daire başkanları, müdürler ve müfettişler öncelikle ‘kanun hafızı’ olurlar. Her ne kadar yararlanabilecekleri hukuk büroları olsa da, bizzat hafız olmakta sayılamayacak kadar yarar vardır. Nasıl din adamları ezberden, Kur’an ayetlerini söylerse, üstat bürokratlar da kanun numaralarını, adlarını ve maddelerini ezberden söylerler. Bu sırada da sağdan yukarı doğru bakılır. Bu duruş, muhatabı çok etkiler. Kanunların yetmediği yerlerde, kararnamaler, tebliğler, genelgeler, özelgeler zikredilir. Aynen din hocaların, verdikleri fetvalarda Kur’an ayetlerini, hadis, sünnet ve icma hükümleriyle pekiştirdiği gibi, hukukçular ve bürokratlar da ‘görüş’ bildirirken láik şeriatın en gölgede kalmış hükümlerini bulup çıkarırlar. Amaç sureta ‘kanun hakimiyetini’ sağlamaktır. Asıl gaye ise, ya bildiğini okumak, ya da iktidar ve servet sahiplerinin isteklerini yerine getirmektir. Ama yapılanın dini veya laik şeriata (mevzuata) uygun olduğunu söylemek de şarttır. En keskin nefesli hocaların bile, bir an gelip iktidar sahiplerinin ihtiyacı olan ‘fetva’yı veya ‘görüş’ vermeye ilimleri yetmez. O zaman konu iktidar sahibine arzedilir. Bu gibi durumlarda Osmanlı babalarımızın bize vasiyeti derhal gerekli kanunları çıkarmaktır. Son bir kaç yıl içinde Avrupa Birliği mevzuatına uyumda gösterdiğimiz hızı ve esnekliği anlamayanların Osmanlı’nın evladı olan bizlerin ‘yok kanun, yap kanun’ ustalığımızı bilmediklerini zannediyorum.
YOK PARA, BUL PARA
Osmanlı atalarımız da şimdiki ‘vizyon sahibi’ siyasiler, devlet ve şirket yöneticileri gibi, durmadan çoğu fantezi bir sürü proje üretirdi. Bu kapsamda camiler, saraylar, konaklar, hanlar, hamamlar, medreseler, kervansaraylar, su bentleri, kaleler, surlar, harp gemileri, saat kuleleri gibi çok değişik eserler tasarlanmıştır. 19. asrın ikinci yarısında proje üretmenin cılkı çıkınca, devrin mizah yazarları ‘Fantasya kıtır, fülüs mafiş’ (Fantezi proje çok, para ise yok) diye bir tekerleme bulmuşlar. Hatırlarsanız, bir iki yıl önce Osmanlı Bankası müzesinde bu konuda harika bir sergi vardı. Peki para olmayınca ne yapılacak? Düstur basit: ‘Yok para, bul para’. Osmanlı anlayışında maliyecilik ‘borç’ almaktır. Bugün bile kamu ve özel sektör maliyecilerimiz, aldıkları borçların ne kadar büyük olduğuyla övünmüyor mu? Özel banka genel müdürleri, eski borçlara, yeni borçla takla attırınca, böbürlenmek için Londra’ya gazeteci götürmüyor mu? Bakanlarımızın rütbeleri, AB’den, Dünya Bankası’ndan veya IMF’den aldıkları kredinin büyüklüğüne göre sıralanmıyor mu? IMF, niçin ‘yatırımlara devlet teşvikleri’ konusunda bu kadar huysuzlanıyor diye merak edenler unutmasın: Yok para, bul para. Maliyecileri, değil misin?
Son Söz: Yapılamayanlar, yapılamayacakların teminatıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2005
Atalarımız Osmanlı’dan kalan, bize has bir hukuki ve iktisadi davranış geleneğimiz var. Bugün bu kültür mirasından bahsedeceğim.YOK KANUN; YAP KANUNMalumunuz, toplum hayatı kanunlara dayanmaya mecburdur. Batılılar buna ‘kanun hakimiyeti’ bizler ise ne hikmetse ‘hukukun üstünlüğü’ deriz. Yaşanılan ülkenin kanunları dinsel veya bilimsel kökenli (laik) olabilir. Herkes kanunlara uymaya mecburdur. Aksi takdirde karmaşa çıkar. Bundan daha da önemlisi, devlet adına karar verenlerin, belli bir kanunun belli bir maddesine göre hareket etmesi şarttır. Yoksa, aldığı karar ne kadar doğru olursa olsun başı belaya girer. Devletin tepe yöneticileri, yani müsteşarlar, genel müdürler, daire başkanları, müdürler ve müfettişler öncelikle ‘kanun hafızı’ olurlar. Her ne kadar yararlanabilecekleri hukuk büroları olsa da, bizzat hafız olmakta sayılamayacak kadar yarar vardır. Nasıl din adamları ezberden, Kur’an ayetlerini söylerse, üstat bürokratlar da kanun numaralarını, adlarını ve maddelerini ezberden söylerler. Bu sırada da sağdan yukarı doğru bakılır. Bu duruş, muhatabı çok etkiler. Kanunların yetmediği yerlerde, kararnamaler, tebliğler, genelgeler, özelgeler zikredilir. Aynen din hocaların, verdikleri fetvalarda Kur’an ayetlerini, hadis, sünnet ve icma hükümleriyle pekiştirdiği gibi, hukukçular ve bürokratlar da ‘görüş’ bildirirken láik şeriatın en gölgede kalmış hükümlerini bulup çıkarırlar. Amaç sureta ‘kanun hakimiyetini’ sağlamaktır. Asıl gaye ise, ya bildiğini okumak, ya da iktidar ve servet sahiplerinin isteklerini yerine getirmektir. Ama yapılanın dini veya laik şeriata (mevzuata) uygun olduğunu söylemek de şarttır. En keskin nefesli hocaların bile, bir an gelip iktidar sahiplerinin ihtiyacı olan ‘fetva’yı veya ‘görüş’ vermeye ilimleri yetmez. O zaman konu iktidar sahibine arzedilir. Bu gibi durumlarda Osmanlı babalarımızın bize vasiyeti derhal gerekli kanunları çıkarmaktır. Son bir kaç yıl içinde Avrupa Birliği mevzuatına uyumda gösterdiğimiz hızı ve esnekliği anlamayanların Osmanlı’nın evladı olan bizlerin ‘yok kanun, yap kanun’ ustalığımızı bilmediklerini zannediyorum. YOK PARA, BUL PARA Osmanlı atalarımız da şimdiki ‘vizyon sahibi’ siyasiler, devlet ve şirket yöneticileri gibi, durmadan çoğu fantezi bir sürü proje üretirdi. Bu kapsamda camiler, saraylar, konaklar, hanlar, hamamlar, medreseler, kervansaraylar, su bentleri, kaleler, surlar, harp gemileri, saat kuleleri gibi çok değişik eserler tasarlanmıştır. 19. asrın ikinci yarısında proje üretmenin cılkı çıkınca, devrin mizah yazarları ‘Fantasya kıtır, fülüs mafiş’ (Fantezi proje çok, para ise yok) diye bir tekerleme bulmuşlar. Hatırlarsanız, bir iki yıl önce Osmanlı Bankası müzesinde bu konuda harika bir sergi vardı. Peki para olmayınca ne yapılacak? Düstur basit: ‘Yok para, bul para’. Osmanlı anlayışında maliyecilik ‘borç’ almaktır. Bugün bile kamu ve özel sektör maliyecilerimiz, aldıkları borçların ne kadar büyük olduğuyla övünmüyor mu? Özel banka genel müdürleri, eski borçlara, yeni borçla takla attırınca, böbürlenmek için Londra’ya gazeteci götürmüyor mu? Bakanlarımızın rütbeleri, AB’den, Dünya Bankası’ndan veya IMF’den aldıkları kredinin büyüklüğüne göre sıralanmıyor mu? IMF, niçin ‘yatırımlara devlet teşvikleri’ konusunda bu kadar huysuzlanıyor diye merak edenler unutmasın: Yok para, bul para. Maliyecileri, değil misin? Son Söz: Yapılamayanlar, yapılamayacakların teminatıdır.
button
Yazının Devamını Oku