İKTİSAT bilimi, bir bakıma milletlerin zenginliğinin nereden kaynaklandığını araştırmakla başlamıştır. İlk iktisatçılardan Adam Smith (1723-1790) iktisat değil, Mantık ve Ahlak Felsefesi profesörüdür.
Zaten o yıllarda iktisat diye bir bilim dalı henüz teşekkül etmemişti. Smith, ‘Milletlerin Zenginliğinin Doğası ve Sebebi üzerine bir Sorgulama’ genel adı altında, beş ciltlik dev bir eser yazmıştır. Fakir milletler, niçin fakirdir veya zengin milletler, niçin zengindir meselesi, Adam Smith’ten beri gündemden düşmemiştir. ‘Fakir ülkeler niçin fakirdir’ sorusuna verilen ‘çünkü fakirdir’ cevabı, saçma değildir.Çünkü, fakirlik hangi sebepten başlamış olursa olsun; fakir ülkelerin, fakir oldukları için fakir kalma ihtimalleri büyüktür. Fakirlik, tuzaklarlarla dolu bir kısır döngüdür. Önemli olan, bu çemberinin nereden ve nasıl kırılacağının bilmektir. Zenginleşememek ‘fakirlik tuzaklarından’ kurtulamamaktır. Dolayısıyla, refaha giden yolun birinci adımı, ‘fakirlik tuzakları’nın neler olduğunu teşhis ve bunlardan kurtulma yöntemlerini bulmaktır. Daha önce, yurt içinde yaratılan sermayenin yurt dışına akmasına neden olan, en önemli fakirlik tuzağı ‘yüksek faiz-düşük kur’u anlatmıştım. Bugün diğer bazı tuzaklarından bahsedeceğim.
* * *
Fakir ülkelerde yapılan yatırımların çoğu, çeşitli gerekçelerle ‘iktisadi kár’ etmez. İktisadi kár, yatırımın yarattığı ‘hasıla’nın, yatırıma tahsis edilen sermayenin ‘maliyeti’nden büyük olmasıdır. İktisadi kár, ‘sermaye birikmesi’ (capital accumulation) bu da ‘zenginleşme’ demektir. Burada sermaye, hem fizik hem de finans kapital olarak anlaşılmalıdır. Halkın refahı, biriktirilen sermayenin, emeğin verimi/gelirini arttıracak fizik yatırıma dönüştürülmesiyle artar. İki şey bu oluşumu engeller.
1. Kötü muhasebe,
2. Küçük çıkarları kovalama. (Sub-optimization)
Kötü muhasebe, hangi yatırımın ‘servet yaratan’, hangisinin ‘servet yutan’ olduğunun anlaşılmasına engel olur. Bu durumda ülke kaynakları, yanlış tahsis edilir. Kötü muhasebe tatbikatı çok geniş bir konudur. Üç örnek vereyim. 1) Muhasebeciler, sadece vergi usul hatası yapmaktan korkar. Bütün muhasebe sahtekarlıkları, bu tehlikeyi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Halbuki, en az bunun kadar suç olması gereken şey, zarardaki şirketi kárlı göstermektir. Ama bu hilekárlık suç değildir. 2) Aynı patrona bağlı şirketlerde, yapay iç faturalaşmalar yüzünden şirketlerin hangisinin ne kadar kár veya zarar ettiği belli değildir. 3) Gelir tablosunda, alım satım vade farkları, finansman geliri veya gideri olarak, satış ve maliyet rakkamlarından ayıklanmaz. Şirketin, üretimden mi, ticaretten mi, finansmandan mı kár (veya zarar) ettiği bilinmez.
* * *
‘Sub-optimization’ çok daha karmaşık bir kavramdır. Mesela, Boğaziçi köprülerinde ve paralı yollarda, kapasite kullanımını arttırmak için ‘OGS’ (Otomatik Geçiş Sistemi) tesis edildi. Derken ‘derin iktisat’ bu işten devlete faizsiz mevduat sağlamak amacıyla, OGS’nin pazarlanması ve para tahsilatını Ziraat Bankası’nın ‘tekel’ine verdi. Bu tekel, OGS’nin yaygınlaşmasını önledi. Köprü ve otoyol verimi yeterince artmadı. Üstelik OGS’ye yapılan yatırımların hasılası da düşük kaldı. Zaten çift amaçlı bir tasarımda iki amaç aynı noktada optimize olmaz. Ya bankanın çıkarı, ya da Köprülerin verimi optimize olacaktı. İkisi de sub-optimize oldu. Bu da yetmedi bu sefer bir başka bankaya kıyak olsun diye "Kartlı Geçiş Sistemi" adı altında bir tüy, karmaşanın üstüne dikildi.
Son Söz: Milletler, sermaye birikimiyle zenginleşir.