Ege Cansen

General Motors (II)

26 Kasım 2005
YILDA 9 milyon araba ve kamyon üreterek, otomotiv dünyasında birinciliğini sürdürmeye devam eden yüz yıllık GM (General Motors) firması iktisadi olarak batmıştır. GM’nin tekrar iktisadi olarak ‘yüzer’ hale getirilmesi için çalışmalara başlanmıştır. Bu ‘hayvanın başını döndürme’ operasyonu, işletme ekonomistlerinin izlemesi gereken muhteşem bir deney olacaktır. Yılda 190 milyar dolarlık satış yapan GM’de 325 000 kişi çalışmaktadır. GM’nin bilanço büyüklüğü 470 milyar dolardır. Böyle bir sanayi şirketinde bilançonun, satış rakamından büyük olması tek başına bir ‘felaket’ habercisidir. Bilançonun 22 milyarı özkaynak, 448 milyarı borçtur. Borçların 278 milyarı faizli olup, şirketin yıllık faiz yükü 16 milyar dolardır. GM, araştırma ve geliştirmeye 6 milyar dolar harcamaktadır. Bu yıl işletme zararı 9 milyar (bilanço zararı 6 milyar) dolar olacaktır.

* * *

1953’te Amerikan Senatosu’nda yapılan ‘devlet-sanayi ilişkileri’ görüşmelerinde dönemin Savunma Bakanı, GM’nin baş yöneticisi Charles E. Wilson’a ‘Acaba, GM’nin çıkarlarıyla, ABD’nin çıkarlarının örtüşmediği bir durum olamaz mı?’ sorusunu yöneltmiştir. Wilson, böyle bir şeyi tahayyül bile edemiyorum demiş ve şu unutulmaz cümleyi sarf etmiştir. ‘Amerika için iyi olan her şey, GM için iyidir. Hakeza GM için iyi olan her şey de Amerika için iyidir.’ O zamanlar Amerika’yı, General Motors, General Electric ve General Eisenhower (devlet başkanı) adlarında üç general yönetiyor denilirdi.

* * *

Otomotiv endüstrisinde, başkasının aklına gelip de GM’nin aklına gelmeyen hiçbir yenilik yoktur. Hatta GM, az sarfiyatlı derli-toplu araba üretip, piyasaya sunma konusunda gecikince ‘GM arkadan gelebilir, ama bir defa yola koyuldu mu, rakiplerini ezer geçer’ denmiştir. Nasıl Japonya’nın otomobil ‘kabadayısı’ Toyota ise, Amerika’nın otomotiv ağası da GM’dir. GM’nin kalite anlayışı her zaman başka üreticilere örnek olmuştur. Firma zor duruma düşmüş olsa da, GM ürünlerinin kalite algılanması hálá yüksektir. Nitekim GM’nin prestij arabası ‘Cadillac’ için ‘Standart of Quaility’ sloganı kullanıcılar arasında geçerliliğini sürdürmektedir.

* * *

GM’nin batış sebebi ‘işgücü giderlerinin çok yüksek’ olmasıdır. Bunun sebebi, GM’nin hem merkezi yönetime ağırlık vermesi ve hem de çalışanlarına çok yüksek ücret ve yan menfaat sağlamasıdır. Kurtulması için de bunun tam tersini yapması gerekir. Yani, ademi merkezi yönetime geçecek ve işgücü maliyetini, sadece adam çıkartarak değil, çalışanlara sağladığı menfaati azaltarak düşürecektir. Bunun için işçi sendikasının işbirliğine ihtiyacı vardır. Bu bakımdan GM’nin yüzdürülmesi, sendikalar için de bir sınavdır

Son Söz: İşini kaybetmek istemeyen, ücretinden taviz verir.
Yazının Devamını Oku

General Motors (I)

23 Kasım 2005
GENERAL Motors şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı Rick Wagoner, firmayı içinde bulunduğu zor durumdan çıkarmak için, Amerika’da bulunan 9 fabrikayı kapatacaklarını ve 30 bin çalışanı işten çıkaracaklarını açıkladı. General Motors (GM) şirketi, uzun zamandır zordaydı. İnşallah bu ve alınacak diğer önlemlerle GM kurtulur. GM’nin başına gelenler, benim için çok önemlidir. Anlatayım.

Önce firma hakkında bazı bilgiler vereyim. GM, 1931’den beri dünyanın en yüksek sayıda motorlu araç üreten firmasıdır. Zora girdiği son yıllarda dahi, bu ünvanını kimseye kaptırmamıştır. Halen, binek otomobili ve kamyon olarak yılda 9 milyon araç üretmektedir. 32 ülkede fabrikaları, 200 ülkede satış teşkilatı mevcuttur. GM’de toplam 325 bin kişi çalışmaktadır. Merkezi, Amerika’nın Detroit şehrindedir. 1900’lü yıllarda Ford, rakiplerinden misliyle büyük hale gelmişti. Hiç kimse tek başına Ford’la rekabet edemiyordu. 1908’de Billy Durant adında bir girişimci, Chevrolet, Buick ve diğer bazı otomobil üreticilerini biraraya getirdi ve 1908’de GM’i kurdu. Onun için şirketin adı ‘genel motor’dur. Güçbirliğine en son ‘OLDS Motor Vehicle Company’ katılmıştır. OLDS’un kuruluş tarihi 1897’dir. Dolayısıyla GM’de 108 yıllık otomobil ve motor üretme tecrübesi vardır. Dünyada araştırma ve geliştirmeye en fazla kaynak ayıran sanayi şirketi GM’dir. GM’nin yıllık satışları 190 milyar dolardır. Şirketin toplam 448 milyar dolar borcu var. Bunun 278 milyar doları faizlidir. Yıllık gideri 16 milyar dolardır. Bu yıl 9 milyar dolar zarar edecektir. GM’nin durumu vahimdir.

* * *

İş idaresi eğitimi almaya başladığım 1950’li yıllarda ve sonrasında ‘bilimsel yönetim’in (scientific management) ne kadar güvenilir olduğu anlatılırken GM’in uygulamaları örnek gösterilirdi. GM’in yönetim ilkeleri ve yöntemleri, sanayi yöneticilerinin, karar alırken başvurduğu en önemli referanslardan biri olmuştur. Bizler GM hikayeleriyle büyüdük. Aklımıza, bir gün gelip GM’in bu hale geleceği hiç gelmedi. İşletme ekonomisinin kitabını yazmış bir şirket, konjonktürel olarak zor dönem geçirse bile, çabuk toparlarla diye konuştuk. Kısaca güvendiğimiz dağlara kar yağdı. GM, kárlılıkla büyüme ilişkisini zedeledi. Eğer bir sektörde birinci veya ikinci, bilemedin üçüncü olamazsan, o işten çık diyen inancı da zedeledi. Demek ki işletme ekonomisinde, her vak’ada, her sektörde, her zaman ve her coğrafyada geçerli bir ‘evrensel’ kural yokmuş. 17 yıl süreyle GM’i yöneten ve GM’i dünyanın en büyük şirketi haline getirip 1956’da emekli olan başkan Alfred P. Sloan’ın ‘GM’deki yıllarım’ adlı kitabında, ‘en büyük hatam, yeterince büyük düşünmemek olmuştur’ ifadesi de artık eski tadı vermemektedir.

SON SÖZ: Kuma oturan gemiler, uzaktan yüzüyormuş gibi durur.
Yazının Devamını Oku

Mesele türban değil

19 Kasım 2005
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’de kız öğrencilerin başörtüsü takarak eğitim görmelerini yasaklayan kararının bir ‘insan hakları ihláli’ olarak kabul edilemeyeceğine hükmetti. Buna gerekçe olarak da bu dini simgenin, aynı simgeyi taşımayanlar üzerinde bir ‘tehdit algılaması’ oluşturduğunu gösterdi. Bu karar üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan, bu hususta mahkemenin karar veremeyeceğini ve meselenin ulemaya sorulması gerektiğini söyledi. Ya da dediklerinden bu anlam çıkarıldı. Birey ile devlet idaresi arasında ortaya çıkacak ihtiláfı, ulemanın yani din bilginlerinin çözmesini önermek, laiklikle taban tabana zıttır. Ancak anlaşıldığına göre Başbakan’ın böyle bir önerisi yoktur. Başbakan, AİHM karar vermeden önce, ulemanın görüşünü almalıydı, yani başörtüsü bağlayan kız öğrencinin ‘kastını’ anlamak için, baş örtmenin İslam’daki anlamını, ulemaya sormalıydı demiştir. Özetleyelim: Mahkemenin, ulemanın görüşünü almasına gerek yoktur. Çünkü mahkeme başörtüsünün İslam’da var olmadığına hükmemiştir. Mahkeme, İslami başörtüsün, toplumun diğer bireyleri tarafından, ‘kendi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına dönük bir tehdit girişimi olarak’ algılanabileceğine hükmetmiştir. Dolayısıyla, devletin bu tehdidi izale için başörtüsünü yasaklaması, insan haklarına aykırı değildir demiştir. Açık ki Başbakan, mahkemenin ‘gerekçesi’ ile mutabık değildir. Başbakan’a göre, başını İslami şekilde örten kız öğrencinin, kimsenin özgürlüklerini kısıtlama niyeti yoktur. O, sadece dininin emrini yerine getirmek istemektedir.

* * *

Batı’da yıllardan beri, dini gerekçelerle başlarını çeşitli şekilde örten insanlar yaşamaktadır. Ortada bir ‘tehdit algılaması’ olmadıkça, yönetimler bunları yasaklamamıştır. Ama bugün yasaklar konmaktadır. Davanın esası başörtüsü değildir. Sorun, türbanı siyasal bir simge haline dönüştürmek ve onu sonu şiddete kadar varan bir din savaşının bayrağı haline getirmektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi bireysel özgürlüklerin savunucusu bir kuruluş, kız öğrencilerin başlarına ne taktıklarıyla ilgilenmez. Ama seçilen simge, bütün dünyayı ve özellikle laik yaşam biçimini baskı altına almaya çalışan isyanın yayılması için kullanılmaya başlanırsa, o simge giysi olmaktan çıkar, silah muamelesi görmeye başlar. Ne kendimizi ne de başkalarını kandırmaya çalışalım.

* * *

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa ülkelerini bağlayan bu kararından sonra, bu meselenin çözümünde sorumluluk, AB üyesi olmak isteyen Türkiye’nin ‘ulema’sına düşmektedir. Türk İslam uleması, İslam’ın özgür dünya için bir de ‘tehdit’ oluşturmadığını hem Müslümanlara hem de diğer insanlara ispat etmelidir.

Son Söz: İçtihat, ceht ister.
Yazının Devamını Oku

Kamu borçları sohbeti

16 Kasım 2005
BU, kamunun iç borçları hakkında yazdığım üçüncü ve şimdilik son yazı. Gerekirse bu konuya tekrar döneriz. Önce, çıkan yazıları bir özetini sunayım. Devlet maliyesi, bir ‘emme basma’ tulumba gibi çalışır. Parayı halktan alır, halka dağıtır. Dağıtım, halk için hizmet üretmeyi ve halk yararı için yatırım yapmayı da kapsar. Yoksa devlet, sıraya girmiş halka, kese içinde para dağıtmaz. (Bazan onu da yapar ama neyse konuyu dağıtmayalım.) Toplanan vergiler ve sair gelirler, kamu giderlerini karşılamazsa, devlet borç alır. Dünyadaki tüm devletler borçludur. Devlet borçlarının çok büyük bir kısmı da ‘iç borç’tur. Yani o ülke halkından alınan ödünçlerdir. İç borçların, dış borçlardan farkı, dış borçların borçlusu vatandaşlar, alacaklısı yabancılar iken; iç borçların borçlusunun da alacaklısının da ‘vatandaşlar’ olmasıdır. Bu sebeple, devletin iç borçlarının gelecek nesiller tarafından ödeneceği ifadesi mantıken yanlıştır. Unutmayın! Gelecek nesiller hem borçlu, hem de alacaklıdır.

* * *

Devlet bütçesinin üç temel fonksiyonu vardır. 1. Devletin yapacağı cari ve yatırım harcamalarına kaynak bulmak. 2. Vergi politikalarıyla ekonomiyi yönlendirmek. 3. Milli geliri, tekrar dağıtıma tabi tutmak. Devlet, vergi yerine iç borç alarak ve iç borca faiz ve anapara geri ödemesi yaparak milli geliri ‘tekrar dağıtıma tabi tutar’. Burada dikkat etmesi gereken husus, devletin aldığı borçlarla, halk için ne yaptığı ve bu borçlara ne kadar ‘reel faiz’ ödediğidir. Milli gelir büyüme yüzdesinden daha yüksek reel faiz ödenirse, milli gelirin tekrar dağılımında, devlet adaletsizlik yapmış olur. Tersi doğruysa, daha ádil bir milli gelir dağılımı elde edilmiş olunur. Dış borçların alacaklısı, o ülkenin halkı olmadığı için, kamunun (ve özel sektörün) dış borçlarının, o ülkenin gelecek nesilleri tarafından ödeneceği ifadesi doğrudur. Máli piyasaların gidgide küreselleştiği günümüzde, ‘iç borç-dış borç’ veya ‘özel borç-kamu borcu’ ayırımı yapmak kolay değildir. Ama borçlanma politikasını değerlendirmek bakımından, yapılabilecek kaba hesaplamalar yeterlidir.

* * *

Sosyal güvenlik sistemlerinin açıklarının, teknik olarak bir ‘iç borç stokuna’ tekabül ettiğini söylemiştik. İşin çarpıcı yanı, bu iç borç stokunun alacaklılarının, ellerinde ‘devlet iç borçlanma senedi bulunmayanlar’ olmasıdır. Burada bir defa daha siyasi hatta dini olayların gerisinde, sosyal sınıflar arasında bir milli gelir paylaşımı kavgasının yattığını görüyoruz. Devletin, zenginlere yaptığı faiz ödemeleri düşerken, sosyal güvenlik sistemi açıklarının büyümesi, ‘devletin, milli geliri tekrar dağıtıma tabi tutma işlevinin yönünün değiştiğine’ işarettir.

Son Söz: Büyük pencereden bakınca, hiç bir şey tesadüf değildir.
Yazının Devamını Oku

Para yendi, borcu gelecek nesiller ödeyecek safsatası

12 Kasım 2005
ÇARŞAMBA günü, her yıl gitgide artan ve bütçeden karşılanan sosyal güvenlik kurumları ‘açıklarının’ neticesi itibarıyla bir ‘iç borç stoku’na tekabül ettiğini yazmıştım. IMF ile yapılan görüşmelerde de sosyal güvenlik sisteminin reforme edilmesi, mali istikrarın bir gereği olarak ele alınmaktadır. Reformdan kasıt, bu kurumların, gelecekte yeni açıklar yaratmayacak şekilde çalışmasını sağlayacak yasal düzenleme yapmaktır. Bu düzenleme esas olarak ‘hem sigortalının prim ödeme gün sayısını arttırmak, hem de emekli aylığı alma süresini kısaltmaktan’ ibarettir. Böylece sosyal güvenlik sistemi, bütçeye yük olmayacaktır. Ancak sistemin, yasal olarak tahakkuk etmiş ve ileriki yıllarda nakten ödenmesi icap eden açıkları var. Bunlar reformla kapanmaz. Yukarıda belittiğim gibi, şimdiki emeklilerin ve emekli olma hakkını elde etmiş bulunanların kazanılmış hakları, bugün bir ‘iç borç stoku’dur. Başbakan’ın konuyu ‘iç borç’ olarak tanımlaması doğrudur. Ancak ‘kamunun iç borç stoku’nun gelecek nesillerce ödeneceği ifadesi yanlıştır.

* * *

Öncelikle teorik bir açıklama yapalım. Ne bu nesil, ne de bizden önceki nesiller, gelecek yılların ‘milli gelirini’ önceden harcamış olamaz. Çünkü daha henüz gelecek yılların milli gelirini oluşturacak mal ve hizmetler üretilmemiştir. Üretilmemiş bir şeyin ‘tüketilmesi’ de imkansızdır. Şimdi de hocalarımdan öğrendiğim pratik soruyu tekrar edeyim. ‘Siz, hiç gelecek sene yetişecek elmayı, bugün yiyen bir insan gördünüz mü?’ Lafı uzatmaya gerek yok; kamunun iç borcu, gelecek nesillere devredilemez. Peki, ortada bir iç borç stoku bulunduğuna göre, Hazine bu borçların faizini ve imkán bulursa anaparasını ödemeye mecbur değil mi? Bunun için gerekli parayı gelecek nesillerden vergi olarak toplamayacak mı? Toplayacak; ama iç borcun faizini ve anaparasını da ‘gelecek nesiller alacak’. Yani borçlu da alacaklı da ‘gelecek nesiller’. Kısaca, ertelenen borcun ve alacağın toplamı ‘sıfır’. Gelecek nesillere devredilen şey, sadece bütçe harcamaları üzerine kısıtlama getiren bir ‘sözleşme’dir.

* * *

Şimdi ikinci soruyu sormanın tam sırasıdır. Acaba iç borcun faiziyle birlikte ödenmesi için vergi verecek halkla, faiziyle birlikte anaparayı alacak halk aynı mı? Hayır. İç borcun alacaklısı, bankada anlamlı tutarda mevduatı veya yatırım fonu olanlardır. Bu ‘halk’, nüfusun çok küçük bir yüzdesidir. Halbuki ödeyecek olan ‘halk’, özellikle dolaylı vergilerin bu kadar arttığı bir ortamda, nüfusun tümüdür. ‘Gerçeği, sadece gerçeği ve gerçeğin tamamını söylemek’ vacip olduğuna göre üçüncü soruyu da soralım. Devlet bütçeyi denkleştirmek için iç borç alırken, parayı hangi halktan almış, hangi halka vermiştir? Bu sorunun cevabını (hem yüksek, hem düşük faiz ortamında) bir düşünün. Konuyu tartışmaya devam edeceğiz.

Son Söz: İç borçlar, milli gelirin yeniden dağılımı meselesidir.
Yazının Devamını Oku

Takke düşsün kel görünsün

9 Kasım 2005
GEÇEN hafta içinde Başbakan Erdoğan, sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatacak reformları mutlaka yapacağız derken ‘bir baba olarak, evlatlarıma böyle bu borcu bırakmak istemiyorum’ dedi.  Bu cümlede biri doğru, diğeri yanlış iki saptama mevcut:

1. Sosyal güvenlik kurumlarının açıkları, neticesi itibariyle kamunun bir ‘iç borcu’ dur. Bu tespit doğrudur.

2. Kamunun iç borç stoku, harcaması dünkü veya bugünkü nesiller tarafından yapılan, ödemesi gelecek nesillere bırakılan bir ‘ulusal borçtur’. İşte bu tespit yanlıştır.

Başbakanın böyle bir yanlış yapması çok doğal. Çünkü profesyonel iktisatçılar bile, ‘iç borçların’ gelecek nesillere bırakıldığını düşünüp böyle yazıyor. Tekrar başa dönelim. Başbakanın, sosyal güvenlik kurumlarının şimdiki ve gelecekteki ‘açıklarının’ bir kamu borcu olduğu şeklindeki algılaması tamamen doğrudur. Nitekim, bankaların ‘munzam emeklilik sandıklarının’ açıkları da, bu açıkları kapamakla yükümlü tüzel kişiliğin ‘bir borcu’ kabul edilmiştir. Bu yüzden munzam emeklilik sandıkları, SSK’ya devredilmeden önce, borçların ilgili bankaca kapatılması şart koşulmuştur. Bu sebeple Yapı Kredi Bankası’nın satışında, ‘net sermaye değeri’ bulunurken ya açıkların nakten ödenmesi ya da bunun ‘hesaplanan şimdiki değeri’nin varlıklar toplamından düşülmesi istenmiştir. Aynı matematikle düşünülürse, sosyal güvenlik kurumlarının, gelecek yıllarda vereceği açıkların da bir ‘iskonto edilmiş şimdiki değeri’ vardır.

Açıkları, çıktıkça kapamayı devlet üstlendiğine göre, bunun borç hali de devlete aittir. Yani, sosyal güvenlik kurumlarının bugünkü durumu, hesaplarda gözükmeyen ek bir ‘kamu iç borcu’nun var olduğuna işaret etmektedir. Pek tabii, bu borcun hesaplanabilir olması için, bundan böyle sosyal güvenlik sistemlerinin açıklarını büyütücü mevzuat değişikliği yapılmamalıdır. (Demirel’in tekrar başbakan olması ihtimali düşük olduğuna göre, bu tehlike küçüktür.)

Esasen sosyal güvenlik kurumları reformuyla birlikte, mevcut düzenin gelecekteki açıklarının ‘şimdiki değeri’ kadar devlet tahvili yeni kurulacak Sosyal Güvenlik Kurumu’na sermaye olarak konulmalıdır. Bu durumda 2001 yılında batık bankalarının devletçe kurtarılması sırasında olduğu gibi, kamu borcu bir anda (muhtemelen 70-80 milyar YTL) artacaktır. Böylece, takke düşmüş ve kel görünecektir.

Bugün, kamunun net borç stoku 270 milyar YTL dolayındadır. Maliye Bakanlığı, bu borç stokuna 2006’da 56 milyar YTL faiz ödemeyi planlamaktadır. Sosyal güvenlik kurumlarına, 2006’da bütçeden aktarılması gereken para ise 22 milyar YTL’dir. Faiz ödemeleri düşerken, sosyal güvenlik aktarmaları artmaktadır. (Gelecek yazı: İç borç, gelecek nesillere bırakılan ulusal borçtur safsatası üzerine.)

Son Söz: Her akarın bir servet değeri vardır.
Yazının Devamını Oku

Bayram ve bayram etmek

5 Kasım 2005
KISACA tanımlamak gerekirse, ‘bayram etmek, sevinmek; bayram ise sevindirmektir’. Bu iki eylem, birbirinin zıttıdır. Ama her zıtlık gibi ötekinin varlık nedenidir. Sevindiren birileri yoksa, kişinin kendi kendine sevinmesi pek mümkün değildir. Yalnızlık, ister tenhada ister kalabalıkta olsun, insana hüzün verir. Takdiri iláhi dışında, insanın mutluluğunun kaynağı, diğer insanlardır. Aynen, mutsuzluğunun kaynağının diğer insanlar olması gibi.

* * *

Bayram, bireysel değil, toplumsal bir olaydır. Issız bir adada tek başına yaşayan bir kimsenin, herhangi bir günü bayram ilán etmesi ve o günün yıldönümlerinde, sırf o gün olduğu için bayram etmesi mümkün değildir. Bireylerin ‘bayram etmesi’, bireysel nedenlere dayanır. Hastalıktan kurtulmak, piyangodan para kazanmak veya istediği bir şeyin olması gibi. Onun için bireysel bayramlar yani ‘bayram etmek’ şarta bağlı bir eylemdir. Halbuki, toplumsal bir kurum olan ‘bayram’ şarta bağlı değildir.

Hiçbir din kitabında veya bir milletin gelenekleri arasında şarta bağlı bayram yoktur. Mesela, tarıma dayalı ekonomilerde, mahsulünün kıt olduğu yıl bayram olmaz diye bir kural yoktur. Çağdaş ekonomilerde de, eğer gelir dağılımı ádil değilse veya yüksek enflasyon devam ediyorsa bayramlar kutlanmaz; bayramların kutlanması için enflasyonun tek haneli rakama düşmesi veya gelir dağılımında düzelme olması gerekir denmemiştir. İnsanlık için en kederli devreler olan harplerde ve hatta deprem gibi doğal afetlerden sonra bile, bayram kutlanır. Kutlamalar pek tabii, kısa ve kısıtlı olur. Ama bayramın iptali söz konusu değildir. Çünkü unutulmasın, bayram sevinmek değil, sevindirmektir. Özellikle öyle günlerde, küçük jestler bile büyük sevinç kaynağı olur. Bayram vesilesiyle topluma hitaben bir şeyler yazmak veya bir şeyler konuşmak konumunda olanlar, bazen imtiyazsız kitlelerden yana tavır koymak adına, ülkedeki veya dünyadaki iktisadi ve siyasi şartların bu bayramı kutlamaya imkán vermediğinden söz eder. Bu ifade hem yanlıştır, hem de böyle durumlarda söylenmesi gerekenin tam tersidir. Bayrama yani ‘sevindirilmeye’ ihtiyacı olanlar, esas imtiyazsız insanlardır.

* * *

İçinde bulunduğumuz dönem, gerek dünya, gerekse ülkemiz için, iktisadi bakımdan ‘altın bir çağ’dır. Türkiye, ister şansla değin, ister beceriyle, iyi bir rüzgar yakalamış, dünyadaki olumlu konjonktürden azami derecede yararlanmıştır. Pek tabii yapılanları, doğru veya yanlış, ama kendimizce doğru bulduğumuz gerekçelerle eleştireceğiz. Ama şunu açıkça söylemek gerekir ki, eğer bayram kutlamak için ‘şartların uygun olması’ diye bir kural olsaydı, bu yıl bütün bayramlar doyasıya kutlanmalıdır derdim.

Son Söz: Sevindirmeyen, sevinemez.
Yazının Devamını Oku

Demek bu kadar olabiliyor

2 Kasım 2005
YARIN Şeker Bayramı. Kutlu olsun. Dört gün önce Cumhuriyet bayramıydı. Neredeyse, iki bayram üst üste geldi. Her geçen yıl, milli bayram kutlamaları sönükleşirken, dini bayramlar daha bi öne çıkıyor. Bu da toplumsal bir değişim. Sosyal değişim, sürekli bir olgudur. Ama her değişim, gelişim değildir. Öyle olsaydı, tüm uluslar çoktan aynı gelişmişlik düzeyinde olurdu. Halbuki, dünyada her ülkenin sefasını sürdüğü böyle bir ‘sürekli iyiye gidiş’ yok. Bazı ülkeler, üstün durumlarını muhafaza ediyor. Üstelik, kendilerinden düşük gördükleri ve gerçekten de ‘teknolojik ve ekonomik’ bakımdan aşağı seviyede olan ülkelere hiç saygı göstermiyor.

*

Pazartesi günü Belçika Mahkemesi, Sabancı katliamı sanıklarından Fehriye Erdal’ın, Belçika’da bu suçtan dolayı yargılanamayacağına karar verdi. Daha önce de Türkiye’de yargılanmasını reddetmişti. Türkiye’ye bundan daha büyük bir hakaret olabilir mi? Benzeri bir suç Amerika’da işlenmiş olsaydı, yani üç sivil insan işyerlerinde hunharca öldürülse ve cinayet sanıklarından biri olan bir Amerikan vatandaşı da Belçika’ya kaçsaydı, acaba Belçika Mahkemesi böyle bir karar alabilir miydi? Alamazdı tabii... Eskaza aldığını farzedelim, vallahi Amerika, Belçika’yı füzelerle havadan bombalardı.

*

Türk ekonomisine yön verenler, hálá görevlerinin ‘dışarıdan para bulma’ olduğuna inanıyor. Dışarıdan para buldukça da vazifesini yapmış insanların huzuru içinde ve iftaharla yaptıklarını anlatıyor. Cari işlem açığı veren bir ülke ‘sürekli borçlanıyor’ demektir. Bu borcun, kamuya veya özel sektöre ait olması neticeyi değiştirmez. Bir sıkışıklık anında özel sektör, dış borçlarını ödemek için sonunda kamunun elindeki döviz kaynaklarını kullanacaktır. Onun için, kamunun dış borcu azalıyor, sorun yok demek kendini aldatmaktır. Borçlanma arttıkça da ‘dışa bağımlılık’ artmaktadır. İktisadi bağlamda dışa bağımlılık arttıkça da, siyasi alanda dışa bağımlılık kaçınılmaz olmaktadır. Haysiyetli dış politika için, haysiyetli iktisadi politikaya ihtiyaç vardır. Yabancı sermaye gelmezse, aç kalırız, çocuklarımız işsiz güçsüz kalır diye düşünmeye başlanırsa, insanın ruhu ve fikri özgürleşemez. Uygulanması mümkün olan çok daha iyi çözümler geliştiremez. Sadece ‘daha fazla borçlanılır.’

*

‘Birinci Osmanlı’ devleti, I. Dünya Savaşı sonunda iktisaden iflas edip, fiilen bitmiş. Demek ki, kötü yönetilmiş. İstiklal Savaşı zaferi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de gele gele ancak bugünkü düzeye gelmiş. Demek ki, o da kötü yönetilmiş. Bakalım, cumhuriyetin iyice gözden düştüğü bu ‘İkinci Osmanlı’ dönemde olaylar ne yönde gelişecek?

Son Söz: Ayağa kalkmak için, düşmeyi göze almak gerekir.
Yazının Devamını Oku