Ege Cansen

‘IMF, direksiyonda uyuyor’

5 Ekim 2005
<B>IMF</B>’nin yaptıklarını hayranlıkla izleyenlerden değilim. Ama ‘IMF direksiyonda uyuyor’ ifadesi benim aklıma gelmedi. Gelseydi de bunu başlık yapmaya cesaret edemezdim. Bu, benim için taşıması ağır bir külfet olurdu. Bu ifade, Amerikan Hazine Bakan Yardımcısı Timothy D. Adams’a ait. Eylül ayının son günlerinde yapılan IMF toplantısı vesilesiyle söylenmiş. Bu konuda Timoty D. Adams yalnız da değil. Ámiri, Amerikan Hazine Bakanı John Snow da aynı paralelde düşünüyor. IMF’nin ‘politika tesbit’ (policy setting) toplantısında yaptığı konuşmada ‘Biz (Amerikan hükümeti demek istiyor), IMF’nin etki ve yetkisini döviz kurlarına yön verecek şekilde kullanmasının gerekli olduğuna inanınıyoruz’ diyor.

* * *

Pek tabii bu ağır konuşmaları yapan Amerikalı devlet adamlarının kafalarının gerisinde ve dillerinin altında Çin parasının aşırı ucuz tutulması var. Zannetmeyin ki; Türk Lirası’nın aşırı değerli hale gelmesinden bahsediyorlar. Türkiye’nin kırılgan mali yapısı, dünya için bir tehlike teşkil etmiyor. Olsa olsa Türkiye için bir tehlike söz konusu olabilir. Bu da Amerikan Hazine bakanlığının derdi değil. Bu zatlara göre Çin, parasının değerini kasten düşük tutuyor. Ucuz işçilik avantajına, bir de pahalı döviz avantajını katarak, dış ticarette yüksek rekabet gücü kazanan Çin yüzünden, diğer Pasifik ülkeleri de paralarının yeterince değerlenmesine izin vermiyor. Amerikan Hazine bakanı ve yardımcına göre, Amerika’nın yılda 700 milyar dolar ‘cari işlem açığı’ vermesi bu yüzden. ABD’nin dış açıkları nereden bakılırsa bakılsın ‘sürdürülemez’ bir tablo arzediyor. Mutlaka bir düzeltme olması gerek. Amerikalı yetkililere göre, bu açığın kapanması için, Amerikanın ithalatını kısması değil, cari işlem fazlası veren ülkelere ihracatını arttırması gerek. Bunu yapmanın yöntemi ise, kur değişikliği yoluyla, Amerikan mallarının fiyat açısından o ülkelerin iç pazarında rekabetçi hale gelmesi.

* * *

Nedense, Amerikan Hazine Bakanlığı, Dünya finansal sistemini tehdit eden, ABD dış açıklarının sebebini ‘Amerikalıların az tasarruf etmelerine’ bağlamıyor. Faizleri arttırır, bu meseleyi çözeriz demiyor. IMF’ye kızmalarının sebebi ise, ‘yaklaşan bir global finansal krizi’ görmemesi ve tedbir almaması. Bunun için ‘IMF, direksiyonda uyuyor!’ gibi ağır bir ithamda bulunuyorlar.

Yaklaşık yarım asır önce, ilk defa ‘para banka’ dersi aldığımda, hocamız ‘IMF’nin görevi, devalüasyona engel olmaktır’ demişti. Sürekli devalüasyon erteleyen bir ülkenin evladı olarak, bu ifadeyi anlamakta zorlanmıştım. Şimdi anlıyoruz ki, gereksiz devalüasyonlar da revalüasyonlar da finansal krizlere sebep oluyor.

Son Söz: Krizi önlemek, çözmekten yeğdir.
Yazının Devamını Oku

Galiba yağmur başladı

1 Ekim 2005
<B>AVRUPA </B>Birliği yetkilileri ağızlarını açıp, bize karşı gür sesleriyle konuşmaya başlayınca, yüzümde ıslaklıklar oluşuyor. O zaman anlıyorum ki; çoktandır beklenen Allah’ın rahmeti yağmur, yağmaya başlamıştır. Hemen iki elimle yüzümü sıvazlıyor ve Rabbime şükrediyorum. Maalesef, yüzümüze gelen bu ıslak damlaları yanlış yorumlayan, hatta ‘bu yağmur değil, tükürüktür’ diyen Avrupa Birliği karşıtları var. Hamdolsun ki, bu bedhahların gücü, bizi yolumuzdan çevirmeye yetmeyecektir. Şu Avrupa Birliği’ne girmek için neler yapmadık? Kimimiz konferanslar düzenledik; kimimiz, atalarımıza tán ettik. Efendilere yaranamadıysak, yine de kusur bizdedir. Demek ki, yeteri kadar çaba göstermemişizdir. Yılmak, yorulmak yok. Kendimizi beğendirmeye mecburuz. Sonra bizi AB’ye almazlar. Bu da felakettir; değil mi monşer?

* * *

‘Ermeniler masumdur, Türkler suçlu ve zalimdir’ propagandasını yapmak ve Batı önünde Türkiye’ye diz çöküp, günah çıkartmak amacıyla ‘ecnebi Türkler’ tarafından bir konferans düzenlenmesi beni üzmüştü. Bu konferansın, tamamen siyasi mülahazalarla mahkemece ertelemesi, daha çok üzdü. Sonunda, mahkeme kararında adı geçmeyen bir üniversitede yapılması hukuken caizdir diye hülle yapılması ise, hukuka saygı duymak isteyenler adına beni kahretti. Neyse; olan oldu. Peş peşe gelen bu üç şerde de bir hayır vardır diyorum. Hayatta, bugün yanlış gibi duran bir eylemin, yarın çok faydalı gelişmelere vesile olduğunu gösteren örnekler vardır. Bu, genellikle doğru bir kural değildir. Yine de kafayı, kötü bir olaya takmamak ve gelecek günlere olumlu bakmak için iyi bir inançtır.

KAMU, HANGİ PARA VE FAİZLE BORÇLANMIŞSA, ALACAKLARINI DA AYNI PARA VE FAİZLE TAHSİL ETMELİDİR.

Türkiye’de geniş çapta yaşanan ilk batık şirketler krizi, 1980’li yılların ortasında patlak verdi. Sebep, bankacıların ve işadamlarının, 1980 öncesinin ‘narhlı faiz-sabit döviz’ rejiminden ‘serbest faiz-serbest döviz’ ortamına geçişe uyum gösterememesiydi. Çok şirket battı. Batıkları yüzdürmek için Turgut Özal’ın talimatıyla, 3333 sayılı ‘kurtarma kanunu’ çıkarıldı. Şirket borçları dolara döndürülüp, konsolide edildi ve uzun vadeye yayıldı. 1989’da Özal, iktisadi kalkınmayı dış parayla finanse etmek için, ‘yüksek faiz-düşük kur’ rejimine geçti. Ertesi yıl, şirketlerin ciroları ve kárları patladı, varlıklarının değeri, dolar cinsinden beşe katladı; dövizli borçlar aynı kaldı. Şirketler kurtuldu, ekonomi battı. Aynı matematik yine çalışıyor. Devlet kendisi, yüksek faizle TL borçlanıp, batık alacaklarını ucuz dövizle tahsil ediyor. Farkı halkın sırtına bindiriyor. Doğru olan, TMSF’nin alacaklarını TL ile takip edip, bakiyeye Hazine faizi uygulamasıdır. Bakalım, hesap ne gösteriyor?

Son Söz: Dönmede sınır yoktur; hüllede çare tükenmez.
Yazının Devamını Oku

Ekonomide ‘carrefour’a gelindi

28 Eylül 2005
<B>SON</B> beş yıl içinde Türk ekonomisinde neler oldu? Nereden kalkıp, nereye ve niçin geldik? ‘carrefour’da (yol çatında) nereye sapmalı? 1. Türk ekonomisinde 1975’ten beri yapışkan hale gelen yüksek enflasyona son vermek için, 2000 yılının başında IMF tarafından tasarlanan ‘kur çıpası’ modeli uygulamaya kondu.

2. Enflasyonu düşürmek için ‘kur çıpası’ yönteminin tercih edilmesinin gerekçesi, o sırada ekonomimizin ‘devalüasyon-enflasyon’ sarmalına girmiş olmasıydı. Devalüasyon, programlı bir şekilde yavaşlatılırsa, enflasyon da ona bağlı olarak düşecekti.

3. Çıpa yürürlüğe girdi ve gerçekten beklenilen oldu. Enflasyon 1999’da yüzde 69 iken, 2000’de yüzde 39’a düştü. Üstelik ekonomi 1999’da yüzde - 6.4 küçülmüşken, 2000’de % 6.1 büyüdü. Fiyat istikrarı sağlanırken, bunun bedeli olarak büyümeden fedakárlık etmek gerekir kuralı, ‘sıcak para girişleri sayesinde’ işlemedi. Hem enflasyon düştü, hem de milli gelir arttı.

4. Böylece, ülkenin üst kat salonlarında balo verilirken, makine dairesinde ‘dış açık’ ve ‘iç açık’ gibi iki önemli arıza zuhur etti. Birincisi, sıcak parayla; ikincisi, yalan banka bilançoları ve düzmece kamu borçlanma hesaplarıyla kamufle edildi.

5. Su yükselmeye başlayınca, hatanın dozu arttırıldı. Yüzde 7000’e varan bir gecelik faizle, döviz fiyatını savunmak gibi geleneksel ‘yüksek faiz-düşük kur’ felsefine uygun çözümler üretildi. Halk kesesinden verilen bu rüşvetin de faydası olmadı. Sonunda hem devalüasyon oldu, hem de fahiş faizler devlet borcuna eklendi.

6. Ekonomide istikrarı tekrar sağlamak için, IMF’nin tavsiyesiyle, kod adı ‘dalgalı kur’ olan ‘örtülü kur çıpası’ yöntemine geçildi.

7. Bu çıpa da başarılı oldu. 2001’de yüzde 68’e fırlamış olan enflasyon, 2002’de yüzde 30’a, 2003’de yüzde 18’e, 2004’de yüzde 9’a 2005’de yüzde 7’ye düştü. Üstelik, 2001’de yüzde - 9.4 küçülmüş olan ekonomi, peş peşe yüzde 7, yüzde 6, yüzde 9.9 ve yüzde 6 büyüdü. Bir kez daha, ‘hem enflasyonu düşürme, hem de büyüme’ gerçekleşti.

8. Örtülü veya aleni döviz çıpası modelinin itici gücü ‘yüksek faiz’ yüzünden ‘kur düştü’ ve dış açık yine hortladı. Ancak bu kez, çok yüksek ‘faiz dışı fazla’ vererek ve bankalar denetlenerek, kur çıpasının başarısı için gerekli ‘sıkı maliye politikası’ uygulanabildi. Bu sayede ekonomi, iyi ve uzun uçtu.

9. Gelinen noktada, dış açıkları şaka olmaktan çıkarken, faiz dışı fazlayı siyaseten taşımak zorlaştı. Üstelik, düşük kur yüzünden, ancak artan ihracatla sürdürülebilecek ‘büyüme’ yavaşladı.

Şimdi sıra, uçağın tekerleklerini piste koymaya, yani faizleri normal seviyeye düşürüp, kuru düzeltmeye geldi.

Son Söz: Faiz yanlışsa, kur da yanlıştır.
Yazının Devamını Oku

Koç’tan Karamehmet’e ‘rehinli hisse’ jesti

27 Eylül 2005
<B>ÇUKUROVA </B>Grubu’nun patronu <B>Mehmet Emin Karamehmet</B>’in Yapı Kredi Bankası’nın yüzde 57.4’ünü Koç Finansal Hizmetler’e (Koç-Unicredito ortaklığı) devredeceği yarınki genel kurul öncesi son engel de aşıldı... Koç Finansal Hizmetler, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF), ‘Tamam, sizdeki rehinli hisseleri aynen kabul ediyoruz’ dedi. Böylece, tüm taraflar rahatladı.

Konuyu yeniden özetlemekte yarar var...

Geçenlerde TMSF’nin ev sahipliğinde, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Koç Grubu, Unicredito ve Çukurova Holding temsilcilerinin katıldığı bir ‘Yapı Kredi zirvesi’ gerçekleşti.

Gündemdeki en önemli sorun, TMSF’de rehinli bulunan yüzde 39’luk Yapı Kredi Bankası hissesinin 28 Eylül’deki genel kurulla eş zamanlı olarak Çukurova Grubu lehine serbest bırakılması ve hisselerin Koç Finansal Hizmetler’e geçmesiydi.

TMSF, haklı olarak tavrını koydu: ‘Bize ya 1.2 milyar dolarlık nakit ödeme yaparsınız ya da Yapı Kredi hisselerinin yerine teminat olabilecek örneğin Turkcell İletişim hisseleri verirsiniz. Biliyorsunuz rehinli yüzde 39 hissenin yanısıra Yapı Kredi’de Pamukbank’tan doğan yüzde 12.89 hissemiz var.Bunun karşılığında da 280-290 milyon dolar bekliyoruz.’

Bu toplantıdan sonra taraflar, ‘Bu sorunu nasıl çözeriz?’ sorusuna yanıt aradı. Mehmet Emin Karamehmet’in sağ kolu Osman Berkmen, Rus Alfa’nın Türkiye’deki temsilcisini de yanına alarak TMSF’nin yolunu tuttu. Berkmen, TMSF’ye, ‘Elimizde yüzde 6 dolayında Turkcell Holding hissesi serbest kalacak. Yüzde 39’luk Yapı Kredi hissesini serbest bırakın, biz de Turkcell Holding’in söz konusu hisselerini size rehin verelim’ önerisi yaptı.

TMSF bu öneriyi kabul etmedi: ‘Bize Turkcell İletişim hissesi rehin olarak verirseniz, o zaman düşünürüz.’

Berkmen
, hemen ‘evet’ diyemedi. Çünkü, Yapı Kredi Bankası’nın devriyle birlikte kendileri lehine serbestleşecek yüzde 10 dolayındaki Turkcell İletişim hissesini Koç-Unicredito ortaklığına, ‘Bakiye borçlarımız için Yapı Kredi’de kalsın’ sözü vermişlerdi.

TMSF, bunun üzerine ısrar etti: ‘Görüyorsunuz, herkes rehinli de olsa verilen hisselerin mümkün olabildiğince likit özelliği taşımasını istiyor. Yani, gerektiğinde nakite çevrilebilmesini düşünüyor. Bizim için de aynı şey geçerli.’

TMSF’nin bu tavrı üzerine şu formül geliştirildi:

* Koç-Unicredito ortaklığı, 28 Eylül’deki devir genel kurulunda, TMSF’deki rehinli yüzde 39’luk Yapı Kredi hissesini aynen kabul edecek. Yani, o hisselerin rehinli olması, Yapı Kredi Bankası’nın devri için engel gibi görülmeyecek. Sadece Koçbank, söz konusu yüzde 39’luk Yapı Kredi hissesi için, ‘ikinci rehin koyduran’ konumuna gelecek.

* Bunun karşılığında Çukurova Grubu, Yapı Kredi’nin devriyle serbest kalacak yüzde 10’luk Turkcell İletişim hisselerinin bir bölümünü TMSF’ye
‘rehin’ olarak aktaracak. TMSF, söz konusu yüzde 10’luk Turkcell İletişim hisselerinden Yapı Kredi’de kalacak bölümü için, ‘ikinci rehin koyduran’ şeklinde adını yazdıracak.

Bulunan bu formül, TMSF, Koç-Unicredito ve Çukurova Grubu tarafından benimsendi...

Böylece, Yapı Kredi’nin Koç-Unicerito’ya devrinin önündeki son engel de kalkmış oldu...

İş artık yarınki genel kurula kaldı....
Yazının Devamını Oku

Zavallı havayolu şirketleri

24 Eylül 2005
<B>GÜN </B>geçmiyor ki dünyada bir havayolu şirketinin zor duruma düştüğünü duymayalım. Geçen hafta ABD’nin anlı şanlı havayollarından Delta ile United’ın ‘alacaklıların tasallutundan korunmak için’ mahkemeye müracaat ettiğini öğrendik. ABD İflas Kanunu’nun 11. Bölümü (kısaca Chapter 11 olarak bilinir), bizim İcra ve İflas hukukumuzda ‘konkordato’ diye bilinen bir yaklaşımı derpiş eder.

Kısaca mahkeme, kesin iflas kararı almadan önce, tabiri caizse bir ‘ateşkes’ ilan eder. Alacaklıların, zordaki şirketin çalışmasına engel teşkil edecek haciz ve tedbir teşebbüslerini askıya alan bir hukuki koruma inşa eder. Bu ara devrede bir kurtarma planı hazırlanır. Bu planın hazırlanmasına ve şirketin her tür girdi çıktısına, mahkemece atanmış ‘mütevelliler’ nezaret eder.

* * *

Hazırlanan plan (yüzdürme projesi) alacaklılar ve hissedarlar tarafından incelenir. Taraflar, hákim huzurunda bunu kabul veya reddeder. Kabul ederlerse, proje yürürlüğe girer. Ancak tarafların ret kararı, hákimi bağlamaz. Hákim, uygun görürse, tarafların mutabakatını aramaksızın kendisi bu ‘yüzdürme projesini’ onaylayabilir.

Amerikan hákimleri, firmaların iflasına kolay kolay hükmetmez. Amaç, firmaları yaşatmaktır. Bu gelenekten dolayı, zora düşen şirketlerin, ‘Chapter 11’ koruması için mahkemeye müracaat etmesi olağandır. Ayıp da addedilmez.

Bu olayı yazı konusu yapmamın iki sebebi var. Birincisi, söz konusu havayolu şirketleri, artan benzin fiyatları yüzünden zora düştüklerini ileri sürüyorlar. Bundan daha gayri iktisadi bir argüman olamaz. Acaba, zora düşmeyen havayolu şirketleri, benzini daha mı ucuza alıyor? Bir piyasada, şartlar sektör aleyhine değişmişse, bütün firmalar bundan etkilenir; ama hepsi bir anda acze düşmez.

Bu kabil durumlarda, firmaların ‘krize dayanıklılığı’ ön plana çıkar. Yani, önce bünyesi zayıf olanlar devrilir. Bu da serbest pazar ekonomisinin öngördüğü ‘seleksiyon’ sürecine uygundur. Kaldı ki, akaryakıt fiyatı, uçaklar için arttı da, otobüsler veya otomobiller için artmadı mı? Akaryakıt fiyatlarının artması, sonunda taşımayı pahalaştırır. Pahalı taşıma da ekonomiyi yavaşlatır.

Pahalı taşıma maliyetine göre, yaşam ve üretim biçimi yeniden şekillenir. Bu da yeni şartlara uyumdur; evrensel bir felaket değildir. Konuyu ele alışımın ikinci nedeni, uzun yıllar ‘regulated’ (piyasaya giriş çıkışların kamu otoritesinin iznine bağlı olduğu ve fiyatların kartel tarafından belirlendiği ve kamu tarafından denetlendiği) bir ortamda çalışan havayolu şirketleri, galiba 1980’lerden sonra yürürlüğe giren ‘deregulasyon’ (kamu müdahalesi olmayan rekabet) ortamına ayak uyduramadılar.

* * *

Bence esas sorun, havayolu şirketlerine, devletlerin ‘örtülü desteğinin’ devam etmesidir. Yoksa adil rekabet, taşları çoktan yerine oturtur; havayolları da ikide bir zora düşmezdi.

Son Söz: Uçmak pahalıysa, pahalıdır; zorla ucuzluk olmaz.
Yazının Devamını Oku

Sermaye ihtiyacı

21 Eylül 2005
<B>BU</B> sene, iktisat tarihimize <B>‘özelleştirme ve yabacılaştırma’</B> yılı olarak geçecek herhalde. Bir yandan kamuya ait iktisadi kuruluşlar özelleşirken, diğer yandan kamuya veya özel sektöre ait firmalar ve bankalar da yabancılaşıyor. Her özelleştirme veya yerli firmaların yabancılara satılması kategorik olarak ‘iyidir’ veya ‘kötüdür’ şeklinde sınıflandırılamaz. Ben, iktisadi mezhebim icabı, hem özelleştirmeden yanayım, hem de yabancı sermayeye sıcak bakarım. Ancak bu duruşum, her olayı kendi şartları içinde değerlememe engel teşkil etmez. Ayrıca, deniz veya hava limanları yapımı ve işletmesi, Galataport gibi 49 yıllığına arsa kiralanması veya araç muayenesini ‘tekelleştirip’ bu imtiyazı satma gibi işlemler, devlete para getirir, ama özelleştirme değildir. Buna mukabil, eğer yapılabilseydi, pay senetleri halen borsada işlem gören THY’nin hakim hissesinin blok satışını özelleştirme olarak sınıflandırırdım. Aynı şekilde, kuruluşundan beri halka açık olan Erdemir şirketini de ancak, yüzde 51’i veya üstü hissesi blok olarak satılısa, o şirketi özelleşmiş addedeceğim.

* * *

Özelleştirmenin amaçlarını bir defa daha hatırlayalım. Belli bir proje, bu amaçlardan birine veya birkaçına hizmet edebilir. Ama hiçbirine etmiyorsa, o operasyon, özelleştirme değildir.

1. Ferdin yapabileceği her şeyi, fertlere yaptırtmak. İktisadi özgürlükleri arttırarak, demokrasinin temelini güçlendirmak.

2. Rekabet ortamını geliştirerek, ekonominin verimini artırmak.

3. Kamunun görevi olarak kabul edilen, ancak kamu tarafından pahalı olarak üretilip parasız olarak kamuya sunulan veya halka parayla satılmasına rağmen devlet bütçesine külfet getiren, mal veya hizmet üretimini özel sektöre devretmek.

4. Kamu adına karar verme erkini, kişisel menfaate dönüştürmeye yarayan ticari ilişkiler ortamı daraltmak.

Dikkat ederseniz, benim sıraladığım amaçlar arasında ‘devlete gelir sağlamak’ diye bir madde yok. Halbuki tüm Türkiye, özelleştirmeyi, devlete para temin etmek görmektedir. Nitekim, neşeli Maliye Bakanımız Sayın Unakıtan, sürekli olarak özelleştirmeden ne kadar para geldiğini ve geleceğini sıralayarak hükümetin bu babtaki başarısını kanıtlamak istiyor. Pek tabii, özelleştirme yoluyla devletin kullanabileceği bir kaynak yaratmasının hiç bir sakıncası yoktur.

* * *

Ancak tam burada, yabancılara yapılan satışının faziletinden bahsedilirken, sıkça kullanılan ‘Türkiye’nin yabancı sermayeye ihtiyacı var. Yabancı sermaye gelmezse, gerektiği kadar hızlı büyüyemeyiz, halkımız fakir kalır’ gerekçesine şiddetle itiraz ediyorum. Tam tersine bu teslimiyetçi düşüncedir ülkeyi fakir bırakan. Hele hele, yabancı sermaye ister ‘doğrudan’ ister ‘eğriden’ gelsin demek, hatadan öte bir gaflettir. Türkiye, yıllardan beri yabancı sermaye çekiyorum diye, ödediği yüksek faizlerle ülke tasarruflarını yurt dışına akıttı. Güzel özelleştirmeleri, bu bátıl düşüncelerle çirkinleştirmeyelim.

Son Söz: El sermayesiyle, kalkınmaya girişilmez.
Yazının Devamını Oku

OYAK kapatılmalıdır

17 Eylül 2005
<B>YUKARIDAKİ</B> başlık, 1962 yılında yazdığım bir makale denemesine aittir. Cumhuriyet’e yollamıştım; yayımlanmadı. O günlerde (yani 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra) OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kurulmuştu. Bunun üzerine, öyleyse İYAK (İşçi Yardımlaşma Kurumu) ve MEYAK (Memur Yardımlaşma Kurumu) da kurulsun önerileri yapıldı. İYAK ve MEYAK’ın kurulmasına haklı olarak izin verilmedi. OYAK kaldı. Benim OYAK’ın kurulmasına itirazım üç gerekçeye dayanıyordu. Birincisi; OYAK, bilimsel sınıflandırmaya göre bir ‘emekli ve yardım sandığı’ idi. Halbuki ortada, tamamen aynı amaç ve işlevle kurulmuş ‘TC Emekli Sandığı’ vardı. Devletin aynı işi yapan iki kuruluşu olması, kaynak israfına ve haksızlıklara yol açacaktı. İkincisi, bu sandığın kuruluş kararnamesinde, OYAK’ın ‘sahip-girişimci’ (málik-müteşebbis) sıfatıyla ticari faaliyette bulunmasına izin veriliyordu. Halbuki kural olarak, ‘sandık’ların, üyelerden ve onları istihdam eden işverenden topladıkları primlerle bir ‘yatırım fonu’ kurmaları ve bu fonu ‘portföy’ teorisine uygun olarak nemálandırması gerekir. Bu kurama göre sandıklar, hiçbir şirketin sermayesine belli bir yüzdeden (mesela % 10) daha fazla iştirak edemez. Dolayısıyla girişimci ve yönetici ortak olamazlar. Esasen, emekli sandıklarının aktüeryal hesapları ‘makul’ bir getiri yüzdesine göre yapılır. Emekli fonu yönetiminde düstur, ‘en az pişmanlık’tır (minimum regret). Bu amaçla portföy oluşturulurken, kárı maksimize edebilecek ‘yüksek risk’ modeli uygulanmaz. Onun yerine, zarar ihtimalini minimize eden makul getirili model kullanılır. OYAK’ın özellikle işleyiş tarzına üçüncü itirazım, teknik olmaktan çok sosyaldi. Ben, silahlı kuvvetlerin kurumsal kimliğinin ve yönetimde rol alacak emekli veya muvazzaf subayların adının, haklı veya haksız, iş hayatının kaçınılmaz şaibelerine bulaşmasından endişeliydim.

* * *

Aradan kırk yıldan fazla geçti. OYAK, üyelerine iyi hizmet verdi. Bundan sonra da vermeye devam edecektir. Bugün bu kurumla ilgili hiç kimse, bir tür ‘munzam emeklilik sandığı’ olan OYAK kapatılmalı, yani TC Emekli Sandığı ile birleştirilmelidir önerisini kabul etmez. Ancak kendisi ‘özel kişi’ olmayan OYAK, geçmişte genellikle uyguladığı ‘pasif ortak’ rolünü terk ederek, ‘özelleştirme’ ihalelerine atılgan bir girişimci olarak katılmaya başladı. Bu son derece sakıncalı bir yoldur. OYAK’ı yönetenler, bu yeni stratejinin daha kárlı olacağını ve üyelerine daha fazla çıkar sağlayacağını iddia edebilirler. Hatta bu tezlerini kanıtlayabilirler. Ancak bu, ‘serbest pazar’ ekonomisinin hukuksal ilke ve kurallarına uymaz. Dolayısıyla, ekonominin ve ülkenin bütününe zarar verebilir. Benzeri sakıncalar, TOBB gibi yarı-kamu kuruluşların önderliğinde özelleştirme ihalelerine katılma teşebbüsleri için de geçerlidir.

Son Söz: Ekonomide yapısal değişim, zihniyetten başlar.
Yazının Devamını Oku