21 Ocak 2006
BU özdeyişi daha önce "Haber yok, propaganda var; olay yok, vesile var" şeklinde kullanmıştım. Reklam ile propaganda, bir bakıma eş anlamlıdır. İrdelenen duruma hangisi uyuyorsa o kullanılabilir. (Olay dedim aklıma geldi. Beni bağışlayın. Bir an için yazının ana temasından uzaklaşacağım. Olay kelimesinin Osmanlıca karşılığı "vaka"dır. Bu kelime iki hecelidir; ama "va-ka" değil, "vak-a" şeklinde bölünür. Bir de Osmanlıcadır diye, her kelimeyi sesli harfleri uzatarak telaffuz etmek yanlıştır.)
* * *
Bu yazının amacı, gazetelerden ve TV’lerden haber ve yorum izleyerek, gerçekleri anlamaya çalışanları uyarmaktır. Özellikle manşete çekilmiş haberleri okurken veya TV veya radyodan dinlerken, medyada geçerli olan yukarıdaki düsturu hiç akıllarından çıkarmasınlar. Dolduruşa gelmek istemeyenler, duydukları haber üzerine düştükleri şaşkınlıktan sonra, derhal kendilerini toplayıp şu soruyu sormalıdır: Acaba bu haberin içindeki "reklam" veya "propaganda" nedir? Hemen ilave edeyim. Propaganda veya reklam, mutlaka zararlı değildir. Hatta şunu da eklemek gerek. Propagandayı veya reklamı yapan, mutlaka bundan kendisine şahsi bir menfaat sağlamayı da hedeflememiş olabilir. Netice itibariyle, hepimiz, inandıklarımıza, başkalarının da inanmasını veya değerli bulduğumuz davranışlarımızın başkaları tarafından değerli addedilmesini isteriz. Mesela köpek sevenler, köpek sevmenin çok yüksek bir insani değer olduğuna inanır. Bu yüzden köpek sevenlerin, köpek sevmeyenlerden üstün olduğunu düşünür. Böyle bir kişi eğer gazeteciyse, mütemadiyen köpekleri öven haber ve yorumlar yazarak, aslında kendi propagandasını yapar.
* * *
Şimdi size bir ekonomi haberinden örnek vereceğim. Bundan kısa bir süre önce Türk Hazinesi, Amerikan Doları’na nátık, 30 yıllık, % 7.15 faizli tahvili yurtdışı piyasalara arz etti. Gazetelerimiz bu olayı "Türk tahvilleri kapış kapış satıldı" başlığı altında verdi. İrdeleyelim. Eğer arz sıkıntısı olmayan bir mal, müşteriler tarafından kapış kapış alınıyorsa sebep, fiyatının emsaline göre "ucuz" olmasıdır. Dünyada tahvil sıkıntısı yoktur. Tahviller kapışıldığına göre, Türkiye "pahalı" borçlanmıştır. Ortada bir fiyatlandırma hatası vardır. Keşke talep ancak beklenen kadar gelseydi, ama faiz de % 6,5 olsaydı. Şimdi Hazine yöneticilerini tebrik mi edeceğiz, tenkit mi? Haberin yazılış havasına göre tebrik, benim değerlememe göre tenkit etmek gerek. Halbuki haber yorumsuz verilse, böyle bir ikilem ortaya çıkmayacak. Ama amaç piyasalara itibar propagandası yapmaksa, pek tabii haberin böyle yazılması gerekir. Şimdi benim sorunum, gazeteciye bu "bu kapış kapış satıldı" ibaresini yazdırtan dürtüyü anlamak.
Son Söz: Yalandan kafası karışan, haberi süzerek okur.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2006
PAZAR günü, Vahap Munyar’ın köşesinde "Galatasaray’ın 800 milyon doları var" başlıklı bir bölüm vardı. Galarasaray’ın eski başkanlarından Selahattin Beyazıt, "Riva, Florya, Hasnun Galip, Ali Sami Yen..." gibi gayrimenkullerin değerinin 800 milyon dolar olduğunu söyleyerek, "Galatasaray’a varlık içinde yokluk çektirenler utansın" demiş. Anlaşılan şimdiki klüp yönetimin bel bağladığı "kamu kıyağıyla kat karşılığı klüp kurtarma" nam-ı diger Seyrantepe projesine Selahattin Beyazıt’ın aklı pek yatmamış ki, ondan hiç söz etmemiş. Hazır kat karşılığı klüp kurtarma projeleri birer birer hayata geçiriliyor, şu aralık para durumu pek parlak olmayan Türkiye Jokey Klübü’ne de Veliefendi Hipodrumunu versek iyi olur diyorum. Pek tabii, şehrin ortasında gereksiz yer işgal eden İnönü Stadı da, Fulya’dan sonra imara açmak üzere Beşiktaş’a hediye edilmelidir. Fenerbahçe’ye ne verilse az. Zaten Kızıltoprak’ta üstünde "Fenerbahçe Cumhuriyeti" yazan koca bir afiş uzun süre asılı durdu.
* * *
AKP, iktidara gelir gelmez kamuoyunda "2B arazilerinin satışı" diye bilinen bir projeyle 25 milyar dolar toplamayı düşünmüştü. O günün 25 milyar dolar karşılığı Türk Lirası, devlet tahviline yatırılmış olsaydı, şimdi o para herhalde 75 milyar dolar ederdi. Düşünün ne fırsat kaçmış. İsterseniz, Hazine’nin kaçırdığı o fırsatı kıyısından köşesinden yakalayanlar, ne para kazanmış diyelim. Batık şirketlerin banka borçlarının kat karşılığı silinmesi, zaten uzun zamandır uygulanan bir yöntemdir. Risk seven iş adamları, bu sebeple öncelikle "arsaya yatırım yapar". Rantı kapabilmek için, satın alınacak arazilerin yüzlerce, hatta binlerce dönüm büyüklükte, şehre yakın ve imarsız olması şarttır. Nasıl olsa, şehir büyür, imarsız araziye imar durumu çıkar. İş adamı dediğin kimsenin, arazi spekülasyonunda "vizyon" sahibi olması gerekir. Biraz coştum; kusuruma bakmayın. Aslında bugün ciddi bir yazı yazmak üzere, makine başına oturmuştum. Yine de yazacağım. Hatta bu "servet artışı" konusunu bir dizi haline getirmek istiyorum. Milliyet’in eski köşe yazarlarından Ref’i Cevat Ulunay, "kalem değil, küheylán; siz yazmak için onu elinize alıyorsunuz, o alıp sizi istediği yere götürüyor" derdi. Dostum Necati Doğru buna "yazmanın şehvetine kapılmak" diyor. Burada duruyorum.
* * *
Tekrar başa dönelim ve şu soruları soralım:
1. Sözü edilen 800 milyon dolar, yani 800 milyon dolarlık "servet" şimdi ne haldedir? Bu gayrimenkuller bugün de mevcuttur ve kullanılmaktadır. Bugünkü kullanım amacına göre, yani halihazır halleriyle bu gayrimenkullerin değeri nedir?
2. Cevap, bu değer şimdi çok küçüktür; ama büyütülecektir ise, bu iláve değeri/serveti kimler veya hangi olay yaratacaktır? Petrol gibi doğal zenginlikler dışında, servet yaratmak için "önce gelir yaratmak ve bir kısmını tasarruf etmek" gerekmez mi?
3. İlave değeri/serveti, inşaatı yapacak müteahhit, mühendis ve işçiler mi yaratacaktır? Yoksa bunun büyük bölümü "imar durumu"nun değiştirilmesinden mi çıkacaktır?
4. Gelir yaratmadan ve yaratılan geliri tasarruf etmeden servet oluşmayacağına göre, bu arazilerin imar izni değişikliğinin doğuracağı servet, kimlerin yarattığı gelirden transfer edilerek oluşmaktadır?
5. Bu servet kime aittir ? Galatasaray Klübüne mi, Hazineye mi, yoksa Belediye’ye mi?
6. İnşaat izinleri, imar planına uygun olarak belediyelerce verildiğine göre, bu gayrimenkullerin üzerinde niçin bugünkü yapılar mevcuttur? Ya da hiç yapı yoktur?
7. Eğer imar plánı değişecekse, bu değişiklik şehir planlamasının bir gereği midir? Başka hangi değişiklikler planlanmaktadır? Bunu, herkes bilse daha iyi değil mi? Bu arsa ve arazilere, yoğun yapılaşma izni vermek, şehrin hayrına mıdır?
8. İmar planı değişiklikleri, belediyeye (yol, su, kanalizasyon, elektrik, gaz, ulaşım gibi) ilave yatırım külfetleri getirecek midir? Bunların bedelini kim ödeyecektir?
Son Söz: Gelirden doğmayan servet, gelir transferidir.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2006
BU sonbahar, trafik sıkışıklığı, İstanbulluları canından bezdirdi. Her gün, her saatte ve her semtte trafik sıkışıyor. Şikayetler ayyuka çıkmış vaziyette. Bu sıkışıklığın, AKP’nin büyük şehirlerde oy kaybetmesine sebep olacağını söyleyenler bile var. Tam bu sıcak ortamda gazeteniz Hürriyet, sayfalarını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na tahsis etti. Mimar ve sanat tarihi doktoru Kadir Topbaş, yaklaşık bir hafta süreyle her gün yaptıklarını ve yapacaklarını anlattı. Bir siyasetçi için bu fırsat, parayla satın alınamayacak kadar değerlidir. Kolay kolay herkese sunulmaz. Tahmin ederim, İstanbullular ve tüm Türkiye halkı, Başkan Topbaş’ın projelerine hayran kalmıştır. Hürriyet üst yönetimi, bu konuda üstüne düşen görevi yaptığına göre, ben de aynı gazetenin bir yazarı olarak, bana düşen eleştiri görevini, haksızlık ediyorum duygusuna kapılmadan yerine getirebilirim.
* * *
Söze, her zaman yaptığımız gibi, bir tanımla başlayalım. Belediye başkanı kimdir? Belediye başkanı, yönettiği beldede yaşayan halktan toplanan vergileri, o beldenin halkı için harcama yetkisi olan seçilmiş kişidir. Belediyelerin harcayacakları para, ister merkezi hükümet, ister yerel yönetimler tarafından toplansın, neticede halkın parasıdır. Belediye yönetimiyle, onları seçenler arasındaki demokratik diyalog bu "bütçe mantığı" içinde cereyan etmelidir. Halk, belediyeye doğrudan ve dolaylı olarak kaç para vergi vereceğini bilmeli, bu vergiler karşılığında, hangi hizmetleri alacağını öğrenmelidir. Belediye, kaçak inşaat rantı dağıtıp, bu ranttan aldığı haraçla halka hizmet götürme mafyası değildir. Belediye başkanları da, torbası hediye dolu Noel Baba değildir. Tasarladıkları her projenin bir maliyeti vardır. Faturayı da kendileri değil, hediyeyi alan halk ödeyecektir. Belediyeyle ilgili konuları tartışmaya başlamadan, ortamın bu bilinç düzeyine gelmesi şarttır. Bu ülkede iş başına gelen kişilerde, köşedaşım Ercan Kumcu’nun tabiriyle "sorunları, üstüne para serperek çözme" alışkanlığı vardır. Halktan para almadan bu projeleri gerçekleştireceğiz demek aldatmacadır. Finansman yöntemi ne olursa olsun, günün sonunda faturayı halk öder. Eğer gerçekleştirilecek projelerin "getirisi, götürüsünden yüksekse" borçlanmakta bir sakınca yoktur. Ancak belediyelerce yapılacak işlerin çoğunun, bu anlamda bir fizibilitesi yoktur. Sosyal yatırımlar, kár değil "sosyal fayda" yaratır. İşte bu sebeple, böylesi projeler ancak "vergi" ile finanse edilir. Belediye başkanları, tasarladıkları projelere, maliyetine göre yaratacağı sosyal faydası en yüksek olandan başlamak üzere, birer öncelik sırası vermelidir. Çünkü daima "kaynak kıt, ihtiyaç sonsuzdur"; zamanlama ise yaşamsaldır. Yapılan açıklamalar da bu planda olmalıydı. Projelerle ilgili eleştiriler başka bir yazının konusu olacak.
Son Söz: Çözümün maliyeti, sorunun külfetinden yüksek olmaz.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2006
İKTİSAT ilminin kuramcılarından Hayek’in "İktisat, insan yapması değildir; ama içinde insan vardır" özdeyişine yazılarımda birçok kez yer vermişimdir. Hayek’in bu ifadesinde iki saptama yer alıyor. Birincisi, iktisadın "insan yapması" yani "yapay" bir şey olmadığıdır. Bu ibare, sözün İngilizce orjinalinde "man made" olarak geçiyor.
Hayek, iktisadı insanlar yapmamıştır derken, acaba iktisadı Tanrı yapmıştır demek mi istiyor? Pek tabii, Hayek gibi ulu bir aklın Tanrı’yı idrak yeteneği bizde olmadığına göre, isterseniz kısaca "İktisat, doğaldır" demek istemiştir diyelim. Daha pratik olsun diye bu ibareyi, "İktisadın esasları, doğanın yasalarında vardır" şeklinde anlayalım. Tam bu sırada aklıma, tüm káinatı ve de iktisadın esaslarını yaratan Tanrı’nın yeryüzüne "kadınlar için giyim kuşam yönetmeliği" yollayıp yollamadığı sorusu takılıyor. Neyse, mübarek bayram günü, aklımızın ermediği bu bahse hiç girmeyelim daha iyi.
Özdeyişteki ikinci saptama, iktisadın içinde insan olduğudur. Bunun anlamı, birinci saptamadan daha anlaşılır. Kısa bir açıklama yapmak gerekirse Hayek, "iktisat kapsamına giren hiçbir eylem ve işlem yoktur ki, bunun insani bir boyutu olmasın" demektedir.
* * *
Yukarıda yazdıklarım, bir bakıma benim iktisada ve iktisadi olaylara nasıl ve nereden yaklaştığımı anlatmaktadır. Zaten her yazar, son tahlilde kendini yazar. Bu yüzden de yazarların eserleri, farklı konularda olsa bile birbirine benzer.
Dikkatli bir okur, her yazarın "şifresini" bir süre sonra çözer. Yazar lafı çardaktan alıp asmaya bağlamaya çalışsa bile, nerede damaya çıkacağını ilk paragrafta belli eder. Şifreyi çözünce okurun karşısına iki seçenek çıkar.
Eğer yazarı sevmiş, yani yazarın mesajını benimsemişse, onu okumaya devam eder.
Sevmemişse, bir süre sonra o yazarı bırakır. Benim yazılarımı okumaya devam edenlerin şifremi çoktan çözdüklerinden şüphem yok. Ben de bir okur olarak yazarların şifrelerini çözmeye bayılırım. Tespitime göre, bazı yazarlar hayatlarının belli dönemlerinde bir veya iki kere şifre değiştiriyor.
* * *
Bizim gibi iktisat üzerine yazmaya çalışanların şifrelerini çözmek çok daha kolay. Mesela "yüksek faizci" yazarlar var. Bunlar söze nerden başlarlarsa başlasınlar sonunda "faizler artmalı" diye bitirirler. Bir zamanlar "Az ye, çok yaşa" diye bir tabir vardı. Galiba bir de "Ne kadar yüksek faiz, o kadar düşük enflasyon" diye bir altın kural var.
Halbuki; enflasyonu en düşük ülkelerde, mesela Avrupa’da ve Japonya’da reel faizler sıfırlarda dolaşıyor. Demek ki, istikrar tedbirlerinin varacağı son nokta "düşük faiz, düşük enflasyon" istasyonu. Acaba, biz bu istasyona hiç varamayacak mıyız? Atalarımız ne demiş: Faizin azı yarar, çoğu zarardır.
Son Söz: Hiçbir sebep sonuç ilişkisi, doğrusal değildir.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2006
HEM şimdilerde, hem de daha önce yapılan kavşak düzenlemelerinin hepsi, inşaat sırasında sıkıntı verir. Ama sonunda mutlaka bir rahatlama getirir. Yapılanların kaça çıktığı veya bunlardan kimlerin mamalandığı gibi netameli konulara hiç girmiyorum. Zaten ihalede kural, "araçlar kavşağı dönmeden, ihalecilerin köşeyi dönmesi"dir. Geçen hafta, kent içi trafiği düzenlemenin ve iyileştirmenin kavşak inşa etmekten ibaret olmadığı yazdım. Hatta şunu söyleyebilirim. Alt-üst geçit yapımı, trafiği düzeltme adına yapılacak en kolay iştir.
* * *
Kent içi trafiğini düzenlemek, herşeyden önce bir "medeniyet" projesidir. Medeniyet, şehir planlama, hukuk ve iktisat demektir. Bir şehri planlamak, imár etmek, orada kanunları hákim kılmak ve bütün bunları iktisadi bir mantık içinde başarmak, muhteşem bir senfonidir. Bestesinden, icrasına müthiş bir yorgunluk gerektirir. Kullanılacak aletlerin başında da "fiyatlandırma" gelir. Şehir trafiğini rahatlatmak için, yolları boşaltmak, yolları boşaltmak için de özel arabaların kent içine girişlerini "pahalılandırmak" gerekir. Ben trafik meselesini bu tarz işlemeye hazırlanırken bir de baktım, trafik sıkışıklığının suçlusu bulunmuş: Köprülerdeki gişeler. Gişeler, şehir dışına çıkartılmalıymış. Daha önce de yazdım. Eğer gişeler yüzünden köprü ve onu besleyen yollar tıkanıyorsa, niçin gişe olmayan yönde ve üstelik ek şeritlerin açıldığı sabah saatlerinde Anadolu yakasından Rumeli tarafına geçişlerde çevre yolları kilometrelerce tıkanıyor ve neredeyse öğleye kadar açılmıyor?
* * *
Köprü çıkışında veya girişinde gişelerde ödeme yapılması, pek tabii belli bir yavaşlamaya sebep olur. Bu yavaşlamayı ortadan kaldırmak üzere "OGS" (Otomatik Geçiş Sistemi) kuruldu. Kurulan bu elektronik ödeme yöntemi, dünyada uygulanan en mükemmel sistem. Üstelik paralı geçişe göre yüzde 20’de ucuz. Buna rağmen yeterince yaygın değil. Neden? Çünkü Rauf Tamer’in "O kafa" dediği anonim zihniyet, OGS’yi, devlet bankalarına faizsiz mevduat toplama sopası haline getirdi. Yapılan bu engelleme yetmiyormuş gibi, birilerinin hatırı kalmasın diye bir de KGS zırvalığı çıktı. Sadece bir "ödeme aleti" olan OGS’yi yaygınlaştırmak için yapılması gereken şudur: OGS cihazları, herhangi bir araçla ilişkilendirmeden, kişilerin "kredi kartlarına" bağlanarak isteyene satılmalıdır. Bunu da tüm bankalar yapabilmelidir. Böylece, aynı OGS cihazıyla, istenirse, hem çok araba geçiş ücreti ödeyebilecek hem de Karayollarına karşı bu ödemenin sorumluluğunu o kişiye "kredi kartı" veren banka yüklenmiş olacaktır. OGS’yi yaygınlaştırmak bu kadar basittir. Bir ilave teklif daha: Köprü geçiş ücretlerin yarısı belediyenin olsun. Bunu da kavşak inşaatına harcasın. Belki bedavacılık yayını durur.
Son Söz: Beleş köprü, daha çok tıkanır.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2006
TÜRK ekonomisi gidgide daha fazla dışa açılıyor. Geçmişte dışa açılma denince, daha ziyade ihracat ve ithalatın artışını anlardık. Artık, turizm, uluslararası taşımacılık ve yurt dışında üretim, ticaret ve inşaat yapmak da "dış ticaret" olarak sınıflandırılmalı diye düşünüyorum. Rakamlara böyle bakınca, ülke akonomisinin dışa açıklığı daha iyi kavranabilir. Geçen yıl, bu dışa açılmanın "servet sahipliği"nin el değiştirmesi cephesinde de önemli gelişmeler oldu.
Özelleştirme ihaleleri 25 milyar dolara ulaştı. Bunun 10 milyar doları, doğrudan yabancı sermaye yatırımı. TMSF’nin varlık satışları 6 milyar dolara vardı. Bu tutarın 4.3 milyar doları doğrudan yabancı sermaye yatırımı. Özel sektörde cereyan eden hisse ve şirket satışları da 8 milyar dolar oldu. Bu miktarın 5,3 milyar doları yabancı sermaye yatırımı. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları böylece 20 milyar doları buldu. Bu meblağın 9 milyar doları, 2005 içinde nakit olarak ülkeye geldi.
Kalanı önümüzdeki yıllarda gelecek. Yabancı gerçek kişilerin Türkiye’de ev alışları da giderek artıyor. Bu alımlar da bir milyar doları geçti. Türkiye’de ekonomik gelişme sürecek ve yabancıların bu faaliyet içindeki payları artacak. Pek tabii, Türk şirketlerinin ve bireysel girişimcilerin de yurt dışındaki ekonomik faaliyeti artacak. Küreselleşme dedikleri bu olsa gerek.
2005 yılına cari açık tartışması damgasını vurdu
GEÇEN yıl en çok cari açığı tartıştık. Şüphe yok ki, bu cari açığın böyle devam etmesi mümkün değil. Şimdi soru şu: Bu açık nasıl kapanacak? Kapanma denince "sıfırlanma" anlaşılması gerekmez. Ama milli gelirin yüzde 7’si kadar bir cari açığı, ulusal parası "döviz" olmayan bir ülke (yani Türkiye) sürdüremez. Aslında sorun, cari açık da değil. Esas sorun, cari açığı yaratan "değerli TL". Bundan daha da vahimi, değerli TL’yi yaratan "yüksek faiz". Türkiye’nin yapması gereken birinci şey, reel faizleri gelişmiş ülkeler seviyesine geriletmektir.
Bunun sayısal ifadesi Merkez Bankası’nın bir gecelik "ödünç alma" faizini sıfırlaması ve Hazine’nin ise yıllık reel yüzde 2 ile 10 yıllık tahvil ihraç edebilmesidir. Eğer faizler bu seviyede olsa, buna rağmen bugünkü kadar "cari açık" verilse, bu konuda yapacak bir şey yok denilebilir. Ama halktan toplanan vergilerden "faiz" adı altında, a) kamudan özele, b) fakirden zengine, c) yurt içinden yurt dışına milli gelir aktarmanın (tranfer etmenin) savunulacak hiç bir yanı yoktur. Buna, enflasyonu frenlemek için bir süre daha katlanmaya mecburuz diyenler, bu haksızlığa ne zaman son vereceklerini açıklamalıdır. Yoksa, elde edilen kazanımlar elden gider.
Ölçme bozuklukları yorumcuları yanıltıyor
2001 krizinden bu yana uygulanan "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"nın önemli ayağı, sıkı "maliye politikası"dır. Merkez Bankası tarafından uygulandığı söylenen "sıkı para politikası" hayalden veya hayaletten başka birşey değildir. Türkiye gibi ekonomisi biri "döviz" diğeri "ulusal para" para olmak üzere, çift para kullanılan bir ülkede, ulusal paranın faizini yüksek tutmak "faizleri yüksek tutmak" değildir. Yüksek faiz, esas olarak yatırımcı kararlarını etkiler.
Yatırımcılar "çok ucuza" hatta TL ile ölçülünce "eksi" faizle döviz kredisi buldukları sürece, yatırıma devam ederler. Türkiye’de faizler, iddia edildiği gibi yüksek olsaydı, milli gelir 20 çeyrektir kesintisiz büyüyemezdi. Uygulanan para politikasına, son tahlilde sıkı değil, "gevşek" demek daha doğrudur.
İkinci ölçme bozukluğu "bütçe açıkları" konusundadır.
Yüksek enflasyonla gelen yüksek nominal faiz, dövizli ve dövize endekli iç ve dış borçlanmalar yüzünden, bütçe hesaplarında gözüken "yıllık faiz ödemeleri"nin neye takabül ettiği belli değildir. Dolayısıyla, geçen yıllar boyunca yapılan faiz ödemeleri birbiriyle kıyaslanamaz.
Bütçe hesaplarındaki "faiz giderleri" yanlış olunca (kur farklarının muhasebeleştirilmesi karmaşısına hiç girmiyorum) bulunan bütçe açığı rakkamı da yanlış olur. Bütçe açığın, 2005’te uzun yıllardan beri ilk defa milli gelirin yüzde 3’ne indiği "hatalı" bir değerlemedir.
Bütün bu ölçme hatalarına rağmen, ekonomi yönetiminin kutlanacak icraatının başında, bütçe disiplinine riayet edilmesi gelir. İkincisi, özelleştirmeler; üçüncüsü ise Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun kamu alacaklarını takipte gösterdiği cesarettir.
Arjantin şaşırttı
ÇOK başarılı bir istikrar programından sonra çuvallamaya başlayan Arjantin, 2001 yılında devlet tahvillerinin faizi dolar cinsinden yıllık yüzde 40’a varınca, iflás bayrağını çekti. Ülke tam bir ekonomik kargaşaya düştü ve halk fakirleşti. Ancak Arjantin’nin, "fizik ekonomisi", "finansal ekonomisi" kadar kötü değildi. Ülke, bir süre sonra toparlanmaya başladı.
2005’in Haziran ayında Arjantin, uzun süren bir mücadeleden sonra, alacaklılarının yüzde 70’iyle anlaşarak, toplam borcunu 100 milyardan, 75 milyar dolara düşürdü. Bundan bir hafta önce de IMF’ye 2008’e kadar ödemesi gereken borçlarının tamamını, yani 9.8 milyar doları defaten ödeme kararı aldı. Arjantin gibi şantaj yapıp borçlarının önemli bir kısmını sildirmemiş olan komşusu Brezilya da aynı günlerde IMF’ye olan borçlarının tamamını, yani 15.5 milyar doları ödeme kararı aldı.
2005 yılının sonuna rastlayan bu iki eş uygulamanın sonu nasıl gelecek? İnşallah bu iki ülke başarılı olur. Yeni bir finansal krize sürüklenip, yaptıklarına pişman olmaz.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2005
BANA iktisadı sevdiren hocalarımın başında Sadun Aren gelir. Sadun hocanın özelliği ‘anlaşılır anlatma’dır. Onun uluslararası iktisatı anlatan meşhur bir ‘aşık oyunu’ hikayesi vardır. Önce bu hikayeyi nakledecek, sonra da ‘dünya ekonomisi nasıl değişiyor’ sorusuna bu hikayeden kalkarak cevap bulmaya çalışacağım. Aşık oyunu nedir diye merak edenlere küçük bir açıklama yapayım. Aşık, koyun ve danada bulunan, avuç içine sığacak büyüklükte prizmatik bir kemiktir. Altı yüzü vardır. Yere atılınca bu yüzlerden biri üzerinde durur. Genellikle geniş yüzeyi üzerine düşer. En zoru, aşığı dik durdurmaktır. Buna ‘cuk oturtmak’ denir. Aşığı yan yüzünde durduran, ortaya konan aşıkları (parayı) alır. Cuk oturtan, malı götürür. Aşık oynamak, Anadolu kasabalarında oğlan çocukların sevdiği ‘biraz beceri isteyen bir şans oyunu’dur. Eğer oyunculardan biri ustaysa, herkesi üter. O zaman da oyun biter. Halbuki oyun oynamanın zevki, oyuna devam edip, rakibini yenmektir. Aşıkların hepsini kazanan çocuk, kaybedenlere ‘borç’ aşık verir. Onları yine üter. Sonra, biraz daha ‘borç’ verir. Böylece, borçlunun borcu, alacaklının alacağı artmaya devam eder. Alacaklı, borçlular üzerinde bir hakimiyet kurar. Onları gerektikçe kullanır.
* * *
Uluslararası iktisat, yüksek teknoloji gerektiren sınai mallar üreten ‘gelişmiş’ ülkelerle, tarımsal ürün, ham madde veya düşük teknolojiyle üretilen sınai mallar satan ‘az gelişmiş’ ülkeler arasında cereyan eden bir aşık oyunudur. (Daha doğrusu böyleydi) Gelişmiş ülkeler, kendi ürettikleri sınai malların fiyatlarına sürekli zam yapıp, az gelişmiş ülkelerin ürettiklerini yer yıl daha ucuza aldılar. Bu yüzden, sanayileşmemiş ülkeler sürekli ‘cari açık’ verdi. Dış borçları, arttı da arttı. Az gelişmiş ülkeler ‘dövisiz’ (aşıksız) kaldıkça, gelişmişler ‘cari açığınız yüksek, siz riskli ülkesiniz’ deyip yüksek faizle ödünç ‘döviz’ (aşık) verdi. Oyun bu minval üzere sürdü gitti. Ta ki, Japonya bu oyunu bozana kadar. Japonya’nın arkasından diğer Pasifik ülkeleri de yüksek teknolojili sanayi malı ihracatçısı oldu. Daha da önemlisi ‘cari açık vermemeyi’ ekonomilerinin ilkesi yaptılar. Eski aşık oyunu bitti. Parası ‘döviz’ olmayan ülkeler cari işlem fazlası verirken, ‘Dünya Para Birimi’ doları tedavüle çıkaran ABD, açık vermeye başladı. Eskiden, cari açık veren garibanlar piyasadan dolar ‘talep’ ederken, şimdi cari açık veren kalantor ABD, dünyaya dolar ‘arz’ etmeye başladı. Böylece dolar bollandı. Yakında Euro’da bollanacak. Dolar bolluğu, doların değerini de düşürdü. Her tür dövizin de faizi düştü. Böylece bizim gibi dolar borçlusu ülker Çin min sayesinde köşeyi döndü. Onlar erdi muratlarına, biz çıktık kerevetine. Gökten üç elma düştü. Biri, bu yazıyı okuyana, ikincisi bana, üçüncüsü Maliye Bakanı’na
Son Söz: Elmayı ye, bahçesini de sor.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2005
KOCA bir yılı daha kapatmak üzereyiz. 2005, Türk ekonomi tarihine ‘iyi bir yıl’ olarak geçecek. İhracatçı yerli sanayicilerimiz ‘imdat’ sinyalleri verse de makro göstergelere göre durumuz fevkalade. Bu dünya için de böyle. Daha da önemlisi, uzun yıllardır Türkiye gibi ‘az gelişmiş’ olarak sınıflandırılan bir çok ülkenin de durumu iyi. Durumu iyileşenler arasında, Romanya ve Bulgaristan da var; Latin Amerika ülkeleri de. Pasifik ülkeleri zaten kefeni çoktan yırtmıştı. Hem artık ‘az gelişmiş’ gibi nitelendirme pek kullanılmıyor. Türkiye sınıfındaki ülkelere ‘emerging’ sıfatı uygun görülüyor. Emerging, ‘gelişen’ diye tercüme edildi. Daha önce de ‘developing’ kelimesi de gelişen diye tercüme edilmişti. Belki de emerging için, ‘serpilen’ demek daha doğru olurdu. Ben bir aralık ‘yeni yetme’ dedim, sonra beğenmedim, vazgeçtim. Her ne hal ise, bu gelişen ekonomilerin durumu son beş yıl içinde gerçekten düzeldi. O kadar ki, bizimle aynı devrede krize giren ve üstelik borçlarının üstüne yatan Arjantin ve yıllardır bir türlü ‘kalkışa geçemeyen’ Brezilya, IMF’ye olan borçlarını sıfırlama kararı aldı. Bazı iktisatçılarımız, borçlarını ödediği için bu iki ülkeyi fena halde fırçaladı. ‘Sen bir garip Latin’sin, IMF’ye borç ödemek neyine’ diye taa buralardan oralara seslendiler. Yoksa, yazılarının muhatabı bu ülkenin insanları mıydı anlamadım artık. Türkiye’de bu kadar güzel şeyler olurken, nedendir bilinmez ortalarda bir ‘kriz’ lafı dolaşmaya başladı. Tasadüf, tam bu laflar piyasaya çıkamadan ben ‘Kriz, mriz çıkmaz’ diye bir yazı yazmıştım. Atalarımız ne demiş? ‘Mahçup olmak kaderde varsa, ekonominin ipi üç yerden koparmış’. Bakalım göreceğiz.
* * *
Kriz, milli gelirin kısa bir süre içinde önemli bir oranda (mesela % 5) düşmesidir. Uzun süren krizlere ‘buhran’ (depresyon) denir. Sıfır büyüme, durgunluktur. Buna ‘stagnasyon’ denir. Eksi % 1 civarı büyüme ‘resesyon’ dur. Türkiye gibi, nüfus artışı yüksek, kişi başına milli geliri düşük ülkelerde, asgari büyüme % 5 olmalıdır. Yüzde 5’in altında büyüme, Türkiye için durgunluktur. Türkiye, ihracata dayalı bir büyüme stratejisi uygularsa, yılda rahatlıkla % 7 büyür.
Kriz neden çıkar? ‘Kriz, reel olamayan ekonomi ile reel ekonomi arasındaki açılmadan çıkar.’ İsterseniz bu tanımı ‘finansal ekonomi’ ile ‘fizik ekonomi’ arasındaki farkın açılması şeklinde de ifade edebiliriz. Reel ekonomi, mal ve hizmet üretimi, reel olmayan ekonomi, parasal hareketler ve göstergeler demektir. Krizler, máli piyasalardaki balonun patlamasından çıkar. Türkiye gibi, ekonomisi ‘dış sermaye girişlerine bağlı’ ülkelerde kriz, devalüasyonla başlar. Devalüasyon, para kaçışına sebep olur. Para kaçınca mali sektör çöker, máli sektörde çökünce, reel ekonomi işleyemez ve milli gelir düşer.
Şimdi şu soruları soralım: Türkiye’de ‘reel ekonomi’ ile ‘reel olmayan’ ekonomi arasında bir açılma var mı? Ya da başka bir şekilde ifade edelim. Türkiye’de reel sektörde elde edilemeyen bir servet artışı, máli sektörde mi elde edildi? Finansal servet artışının, fizik karşılığı yok mu? Yani ortada bir balon servet mi var? Balon varsa, bunun patlamadan yavaşça sönme ihtimali var mı? Cevap, evet.
Son Söz: Şişirilmeyen balon, patlamaz.
Yazının Devamını Oku