24 Aralık 2005
TRAFİK sıkışıklığı, dünyanın büyük küçük bütün şehirlerinde olduğu gibi İstanbul’da da çok önemli bir mesele. İstanbul Belediyesi, trafiği rahatlatmak için 116 çözüm geliştirmiş. Çözümlerin hepsi, "inşaat". Zaten bizde belediyecilik, inşaat yapmak demektir. İyi belediyecilik çok inşaat; kötü belediyecilik az inşaat yapmaktır. Hemen belirteyim, belediyenin trafiği rahatlatmak için tasarladığı inşaatların hepsi trafik akışını hızlandırmak bakımından faydalı projeler. Yolların aynı zeminde kesişmesi, araç trafiğinde tıkanmalara sebep olur. Hemzemin kesişmelerin, alt-üst geçitler ve sola dönüşleri ortadan kaldıran yonca yapraklarıyla ortadan kaldırılması doğrudur. Ancak trafik sıkışıklığı, sadece inşaat yaparak çözülecek bir mesele değildir.
* * *
Milli gelirin yaklaşık yüzde 58’i hizmet üretiminden oluşmaktadır. Hizmetler de genelde "şehir" denilen büyük yerleşim merkezlerinde üretilir. Bu açıdan bakıldığında şehirler, aslında birer devasa fabrikadır. Trafik de fabrikalardaki "malzeme hareketleri" meselesine benzer. Bu, tam bir "endüstri mühendisliği" problemidir. Bu tür problemlerin çözümünde kullanılacak bilimsel yöntemin adı da "harekát (yöneylem) araştırması"dır.
Yöneylem araştırmasının esası, sistem yaklaşımıdır. Yani karşılaşılan küçüklü büyüklü sorunları çözmeye girişmeden önce, bu sorunların hangi sistemin parçası olduğunu anlamak gerekir. Belki de sistem yeniden dizayn edilse, çözülmeye çalışılan sorun kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Böylece o çözüm için harcanacak para da tasarruf edilecektir.
Bundan daha da önemli olan, sistem bütünsel olarak ele alınıp amaca uygun olarak yeniden tasarlanmadan geliştirilecek çözümlerin, mevzi olarak çok kısa bir iyileşeme yarattıktan sonra, sorunların daha da büyümesine sebep olmasıdır. Sorunların çözümü, iki şekilde ele alınır. Birincisi, bilimsel yoldur. Yukarıda sözünü ettiğim yöneylem araştırması, böyle bir yöntemdir.
Bu yöntemi, ancak çok iyi yetişmiş deneyimli uzmanlar kullanabilir. İkinci yöntem, "başkalarının deneyimlerinden" yararlanmaktır. Belediye başkanlarının kullanabileceği yöntem budur. Bu yöntemle çözümün stratejisini oluşturabilirler. Teknik çözümler, yine bilimsel yöntemlerle uzmanlar tarafından geliştirecektir.
* * *
Şimdi gelelim, İstanbul trafiğinin Londra örnek alınarak nasıl daha akışkan hale getirilebileceğine. Cevap çok açıktır: "Yollar ve kaldırımlar, otopark değildir" kuralı hayata geçirilebilse, İstanbul’da ulaşım hızı iki katına çıkar. Hem de bedavaya. Bu satırları yazarken, tembel, bencil, egosu hormonlu, yaşam tarzından taviz vermemekte kararlı, şımarık ve şirret bir kitlenin "olmaz, olamaz" diye haykırdığını duyuyorum.
Pişkin pişkin, önce bol ve ucuz otoparklar inşa edilsin, toplu taşıma araçlarının kalitesi artırılsın, ondan sonra park yasağı uygulansın diye birbirlerini ezerek üstüme geldiklerini görüyorum.
Buyurun hanımlar, beyler; bu şehir sizin. Tek sıra, iki sıra, üç sıra veya verevine park ederek, dört şeritli yolları, tek şeride indirip trafiğin canına okuyun. Ama Allah aşkına, tıkanıklıktan, şikáyetten vazgeçin. Zaten 116 çözüm de geliyor.
Son Söz: Bireysel çözümlerin toplamı, toplumsal sorundur.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2005
UZUN süredir, ülkemizde ‘genel kabul görmüş’ iktisat doğrularının sakıncalarını anlatmaya çalışıyorum. Bunun sebebi, genel kabul görmüş doğruların aslında yanlış olması değildir. Yanlışlık, bu kuralların varsayımlarını teşkil eden çevre şartların, yaşanan somut olayda mevcut olmamasıdır. Eğer mesele, sadece benim genel kabul görmüş doğruları ‘yanlış’ olarak nitelendirmem olsaydı, bunun bir kıymeti harbiyesi olmazdı. Sakınca, bu ‘doğruların’ ülke ekonomisine zarar vermesi ihtimalinin giderek artmasıdır. Aşağıda bu ‘doğru / yanlış’ların bir özetini bulacaksınız.
1. ‘Merkez Bankası’nın döviz rezervi biriktirmesi ve hatta bu rezervleri artırması ekonomimizin selameti açısından son derece gereklidir.’ İşte tipik bir yanlış. Aylar önce yazdığım bir yazıda, döviz rezevlerinin ciddi bir ‘ahlaki zafiyete’ (moral hazard) yol açtığını söylemiştim. Yabancı yatırımcılar için zımni bir ‘kur garantisi’ teşkil eden yüksek rezerv, sıcak para akışını hızlandırmaktadır. Sıcak para, döviz kurunun yükselmesini engelleyerek, enflasyonun düşmesine yardımcı olmakta, ama cari açığı da büyütmektedir. Bu da ‘devalüasyon tehlikesi’ yaratmaktadır. Bu tehlikeyi gören IMF, yatırımcılar telaşlanmasın diye, rezervlerinizi daha da artırın diye öğüt vermektedir. Bir yandan ‘dalgalı kur’ sistemi uygulandığını söyleyip, diğer yandan kurun yükselmesini engellemek için sıcak paracılara teminat vermek kadar büyük bir çelişki olamaz.
2. ‘Finanse edildiği sürece, cari açık sorun teşkil etmez.’ Alın size koca bir gaflet cümlesi. Bir ülke, önce cari açık verip, sonra bunun finansmanını bulmaz. Finansman bulunduğu için cari açık verilir. ‘Finanse edilmeyen cari açık’ diye bir nebat yoktur. Dış borç stoku olan bir ülkenin, cari döviz geliriyle karşılayamadığı her ithalat, ek borç yaratır. ‘Borç yaratmayan sermaye girişi’ deyimi, sermaye hareketlerini sınıflandırmaya yarayan bir terimdir. Sonuç değişmez. Finanse edilemeyen cari açık yoktur. Cari açık, her zaman bir sorundur.
3. ‘Hazine, iç borçlarından öncelikle dövizli olanları geri ödemelidir.’ Tamamen yanlış bir kamu finansmanı modeli. Hazine’nin borç yönetiminde izlemesi gereken iki stratejik hedef vardır. A) Vadeleri mümkün olduğu kadar uzatmak, B) Faizleri mümkün olduğu kadar düşürmek. Bu iki stratejiye en uygun borçlanma aracı, dövizli tahvil çıkarmaktır. Dövizli borçları öncelikle ödemenin gerekçesi, Hazine’yi ‘devalüasyon’ riskinden korumak olabilir. Dövizli iç borçlar öncelikle ödenmeli diyenlere soruyorum: Allah aşkına söyleyin. Yoksa bir devalüasyon mu bekliyorsunuz? Ya da enflasyonun patlayıp, TL’li tahvillerin anaparasının deve olmasını mı öngörüyorsunuz?
4. ‘Ülkeye yabancı sermaye gelmezse, yeterince hızlı büyüyemeyiz.’ Yanlış. Statik düşüncenin, bir iktisatçıyı düşüreceği en vahim yanılgı. Ülkeler, ancak kendi öz kaynaklarıyla büyür. Yeryüzünde yabancı sermaye ile kalkınmış tek ülke yoktur. Yabancı sermaye, üretim ve dağıtım maliyeti bakımından kendisi için uygun ülkelere, daha yüksek ‘ROI’ (Sermaye Getirisi) elde etmek için gider. O ülkeyi kalkındırmak için değil. Sürdürebilir kalkınma modelini uygulayabilen, yani ihracatı, ithalatından daha hızlı artan ülkelere, sürekli olarak önemli tutarlarda yabancı sermaye girer. Yabancı sermaye, öz kaynakla kalkınmanın cabasıdır.
Son Söz: Varsayımlar irdelenmeden, kural test edilemez.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2005
BREZİLYA, bu ay sonundan önce IMF’ye olan 15.5 milyar dolarlık borcunun tamamını, vadesinden iki yıl önce ödeyeceğini ilan etti. Bu olay, IMF’nin Türkiye’ye, cari açığı kapamakta acele etmeyin yani ‘daha fazla borçlanın’ tavsiyesinde bulunduğu günlere denk geldi. Brezilya, Türkiye’den daha büyük bir ülkedir. Milli geliri, 900 milyar dolara yakındır. Kamu borçlarının toplamı, 430 milyar dolardır. Bizim milli gelirimiz 350, kamu borçlarımız (net) ise 210 milyar dolar civarındadır. Brezilya ve Türkiye’nin ekonomik gelişmişlik düzeyleri aynıdır. İkisi de iktisadi yönetim sicili bakımından cıvık ülkelerdir. Son yıllarda, her iki ekonomide de önemli iyileşmeler oldu. Zaten, uzun yıllardır bizim gibi ‘az gelişmiş’ ülkelerin bir türlü yenemediği yapışkan enflasyon da hemen hemen yeryüzünden silindi. Az gelişmiş ülkelerin makro ekonomik göstergeleri düzeldi. Bu küresel değişim, ayrıca işlenmesi gereken bir konudur.
Brezilya, IMF’ye tüm borçlarını vadesinden önce ödeme kararını niçin aldı? Acaba Türkiye de aynı yolu, izlemeli mi? Önce ikinci soruya cevap vereyim. Hayır; Türkiye’nin IMF’ye olan borçlarını, bırakın vadesinden önce ödemeyi, vadesinde bile ödemesi çok zordur ve yanlış olur. Çünkü, Türkiye ‘cari (döviz) açık’ veren bir ülkedir. Bunun cebirsel sonucu Türkiye’nin ‘dış borçları artıyor’ demektir. Halbuki Brezilya, ‘cari işlem fazlası’ veren bir ülkedir. Bu, Brezilya’nın dış borçları azalıyor demektir. Bir ülke cari işlem fazlası veriyorsa, o ülkede Merkez Bankası’nın rezervleri kendiliğinden artar. Ayrıca IMF’ye borcu olan da Brezilya Merkez Bankası’dır. Halbuki Türkiye’nin IMF’ye borcu Hazine’ye aittir. Brezilya Merkez Bankası’nın halen 67 milyar dolar rezervi vardır. 16 milyar dolar borç ödese bile rezervi tükenmez. Kaldı ki; cari işlem fazlası veren ülkenin Merkez Bankası’nın rezerv tutmaya ihtiyacı yoktur. Cari işlem fazlası veren ülkelerin sorunu, biriken rezervleri yönetmek ve değerlendirmektir. Brezilya bu ödemeyi yaparak, 900 milyon dolar faiz tasarruf edecektir. Erken ödemenin görünen sebebi budur. Ama aslında bu geri ödemenin anlamı ve önemi çok daha derindir. Birincisi, Brezilya IMF’ye borçlarını erken ödeyerek, dünya aleme bir özgüven sergilemektedir. Bu da çok önemli değildir. Önemli olan, Brezilya’nın bundan böyle ‘borçlanarak büyüme’ modelini terk etmeye karar verip vermediğidir. Son 35 yılın kalkınma şampiyonları, hep Pasifik’ten çıkmıştır. Bu şampiyonların ortak yanı ‘cari işlem fazlası’ vererek, yani yurtdışına tasarruf ihraç ederek büyümeleridir. İnşallah, Brezilya böylesi tarihi bir ‘ekonomik dönüşüm’ kararı almıştır. Yok bu işi sırf hava basmak için yaptıysa, değişen fazla bir şey olmaz. Yakında IMF, yuları yine o ülkenin boynuna takar.
Son Söz: Borç yiğidin kamçısıdır; kamçının sapı alacaklının elindedir.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2005
YİĞİDİ öldürmeden önce hakkını teslim edelim. Allah IMF’den razı olsun. Eğer arkasında IMF olmasaydı, Türkiye son dört yıl yılda yarattığı ekonomik ‘mucizeyi’ kesinlikle yaratamazdı. Hem yazıya ‘IMF kıvırtmaları’ diye başlık atıp, hem de metne IMF’ye teşekkürle başladığıma bakıp, dalga geçtiğimi sanmayın. Gerçekten Türk ekonomisi, IMF’ye bağımlı bir haldedir. Bunun anlamı, biz ‘kamu kesiminin gelir-giderini dengeleme’ babında ne kadar şımarıklık yaparsak yapalım, IMF gelir bizi kurtarır demek değildir. Ama bilelim ki, mucizenin sebebi olan ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikasını, IMF’nin desteği olmadan yürütemezdik. Bazı okurlarım soruyor: Yüzde kaç faiz, yüksek faizdir? diye. Yüzüncü kez tekrar edeyim: Avrupa Birliği bölgesinde, İsviçre’de, ABD’de, Japonya’da ve diğer ‘ekonomisi ciddiye alınan ülkelerde’ uygulanan faizlerin ortalamasını çok aşan faizler ‘yüksek’tir. Ciddiye alınan ülkelerde, kamunun reel borçlanma faizi yıllık % 2 dolayındadır. Banka mevduat faizleri, reel olarak yıllık % 3’ü geçmez. Kredi faizleri de reel % 5’i. Bunlar üst sınırdır. Bizdeki faizler hálá çok yüksektir. (Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Şu sıralarda çok konuşulan konut kredisi faizlerini, ‘aylık’ olarak ilan etmek gibi göz boyama hokkabazlıkları, Türk bankacılık sektörünün, ciddiyeti hálá kendine yakıştıramadığının en büyük kanıtıdır.)
* * *
Gelelim baş iktisatçısı Profesör Dr. Anne Krueger’in ağzından çıkan IMF kıvırtmalarına. Dünyanın ‘Düyun-u Umumiye’si IMF diyor ki:
1. Türk ekonomisinin karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, artan petrol fiyatları ve değerlenen Türk Lirası yüzünden, gitgide büyüyen cári (döviz) açıklarıdır. Sayın profesör, lütfen söyleyin. Bu Türk Lirası niçin değerleniyor? Bilim, ‘sebep-sonuç’ ilişkisini saptamak değil midir? Biz TL’nin aşırı değerlendiğini, bu yüzden cari işlem açıklarının arttığını, Türk sanayinin katma değer yaratan sektörlerinde ‘S.O.S.’ sinyalleri verildiğini biliyoruz. Biz sizden sebebini öğrenmek ve onu ortadan kaldıracak öğütleri duymak istiyoruz. Siz bize ‘durum tespiti’ yapıyorsunuz. Bizler burada zaten sabahtan akşama durum tespit ediyoruz.
2. Yazınızın ikinci paragrafında para politikasının ‘gevşetilmesi’ni yani faizlerin düşürülmesini uygun bulduğunuzu söylüyorsunuz. Dördüncü paragrafın başında da gelecek yıl enflasyon hedefini tutturmak zor olacak, onun için ‘Merkez Bankası’nın faizleri düşürmekte çok ihtiyatlı hareket etmesi’ uygundur diyorsunuz. Yani ne yapılmalı? Faizler indirilsin mi, bindirilsin mi? Sizin bu yaptığınıza, bizler burada arkadaş arasında ‘kıvırtma’ diyoruz.
3. Bizim buralarda Ali Rıza Bey ve Ayşe Hanım Teyze’ye akıl hocalığı yapan bir arkadaş var. Dediklerinizden ‘dolaylı vergiler artacak’ diye bir sonuç çıkarmış. Bu doğru değil, değil mi?
Son Söz: Okuyan, yazandan arif olmak gerek.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2005
ÖNCE çarşamba günkü yazımı özetleyeyim. Geçenlerde Londra’da ‘Imperial War Museum’da Thomas Edward Lawrence’in 70. ölüm yıldönümü dolayısıyla bir sergi açıldı. Ben de ‘Lawrence Of Arabia- Hayatı ve Efsanesi’ adlı bu sergiyi gezdim. Size de izlenimlerimi aktardım. Lawrence, çok ünlü bir ‘kışkırtıcı ajan’dır. I. Dünya Harbi’nin en zor günlerinde, Türkler, İngilizlere karşı Çanakkale’de ve diğer cephelerde yurdu savunurken, ‘dinin birleştirici üst kimlik sanıldığı’ o günlerde ‘Müslüman milletine mensup’ Arapları, ‘Müslüman milletine mensup’ Türklere karşı ayaklandıran kişi Lawrence’dır. Bir başka tanıma göre Lawrence, çok sevdiği Araplara, ‘bağımsızlık savaşlarında’ akıl hocalığı eden dáhi bir kahramandır. Bugün herkes, Lawrence’ın ‘gerilla savaşı’nın önemli bir teorisyeni olduğunu teslim ediyor. Kendisi, 90 yıl öncesinden, Ortaodoğu’da isyan edenlere ve isyan bastırmaya çalışanlara çok değerli tavsiyelerde bulunmaktadır. Pentagon (Amerikan Genel Kurmayı), Irak savaşının stratejisini, Lawrence’ın öğütlerine göre belirlemiş. Bu stratejiye göre, Irak’ta verilecek savaş, en kısa zamanda ‘Amerika-Irak’ savaşı olmaktan çıkartılacak ve ‘Kürtler+Şii Araplar’la, ‘Sünni Araplar’ arasında bir ‘İÇ SAVAŞ’ haline getirilecekti. Nitekim, olaylar bu yönde gelişmektedir.
* * *
Yukarıda anlattıklarım, geçen yazının özetiydi. Bugün de yine Lawrence’ın 90 yıl öncesinden yaptığı iki müthiş tespiti aktaracağım.
1. Şam, geçici bir süre öne çıksa bile, Arapların nihai yönetim merkezi Bağdat olmalıdır. Burası, Suriye’den beş kat daha kalabalık ve kat be kat daha zengindir. Mezopotamya, Ortadoğu’nun ‘efendisi’ (metinde ‘master’ kelimesi kullanılıyor) olacak ve bölgenin kaderini eline alan güç, komşularına da hükmedecektir.
2. Arapların bir kısmının Şii, bir kısmının Sünni olması, Batılıların zannettiği kadar önemli bir ayrılık değildir. Netice de Araplar, Arapça konuşan bir millettir. Araplar ‘Akdenizli’dir. Coğrafyaları icabı Araplar birlik kuramamıştır. Ulaşım imkánları geliştikçe, bu engel ortadan kalkacaktır. Araplar, milli refahları için birleşmelerinin şart olduğuna inandıkları gün, birleşeceklerdir.
* * *
Lawrence’ın yaklaşık bir asır önce yaptığı gözlemlerin, hálá büyük çapta geçerli olması ve çarpıcı teşhisler taşıması, gerçekten takdire şayan. Hele hele iktisadın, yani ülkelerin zenginliklerinin, iç ve dış siyasetin belirleyicisi olduğu, bundan daha açık bir şekilde anlatılamazdı. Irak (iç) savaşının gidişatı, Şii ve Sünni Arapların, aralarındaki dünya görüşü farklılıklarını hoşgörebildikleri gün değişecektir. Arapların dostu ve Arap bağımsızlığının yabancı kahramanı Lawrence, hayatta olsaydı herhalde bunu derdi.
Son Söz: Milli birlik, dil birliğidir.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2005
Geçen haftayı, Londra’da aylaklık ederek geçirdik. Tarihçi ve arkeolog yeğenim Dr. Gül Pulhan’ın tavsiyesi üzerine, Imperial War Museum’da ‘The Economist Group’ tarafından finanse edilen ‘Lawrence Of Arabia’ sergisini gezdim. İyi ki gitmişim. Anlatayım. Birinci Dünya Savaşı 1914-1918 yılları arasında cereyan etmiştir. Bu harpte Osmanlı Türkleri, aralarında İngilizlerin de bulunduğu düşman kuvvetlerine karşı yurdu savunuyordu. Türkleri arkadan vurmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. İngiliz’ler de bu fırsatı kullandılar. Lawrence 1888-1935 yılları arasında yaşamış bir İngiliz ‘kışkırtma ajanı’dır. Casusluğunu ‘arkeolog’ kisvesi altında sürdürmüştür. 70 yıl önce bir motosiklet kazasında hayatını kaybeden Lawrence, Osmanlı vatandaşı Müslüman Arap’ları, 1916 yılında Müslüman Osmanlı Türklerine karşı ayaklandırmıştır. Hatırlamakta fayda var. Ermeniler için yürek parçalayan bir faciaya, Türkler için dinmeyen bir vicdan azabına dönüşen 1915 Tehçir’ine sebeb olan Ermeni isyanı da aynı devreye rastlar. Sergide, Lawrence’in ‘Hayatı ve Efsanesi’ni iyice öğrendim.
* * *
Anlatacaklarımın bundan sonrası ilginç. Amerikan Genel Kurmay Başkanlığı, silahlı kuvvetlerin komuta kademesine, okumaları gereken 100 kitaplık bir liste yayınlamış. Bu listenin ikinci sırasında Lawrence’in ‘Aklın Yedi Sütunu’ (Seven Pillars of Wisdom) yer alıyormuş. Beni esas şaşırtan, serginin girişindeki panoda, bu kitapta yer alan öğütlerin, Irak harbini yürütme stratejisi olarak Amerikalılarca benimsendiğinin iftiharla ilán edilmesiydi. Lawrence, 90 yıl önce şöyle demiş: ‘Kendi ellerinizle çok fazla bir şey yapmaya kalkmayın. Sizin (İngiliz Ordusu’nun) mükemmel bir şekilde yapabileceğiniz bir işi, Arapların orta bir seviyede yapması, daha iyidir. Bu, onların savaşıdır. Sizin burada bulunuşunuzun sebebi, onlara yardımdır. Savaşı, onlar için kazanamazsınız’. Lawrence kitabında, Arap başkaldırısı karşısında bocalayan Türk kuvvetlerinin içine düştüğü bunalıma da işaret ediyor ve şöyle devam ediyor: ‘Zaman, isyancılardan yanadır. Orta Doğu’da ayaklanma bastırmak, insanın, yüzüne gözüne bulaşan berbat bir iştir. Üstelik çok yavaş ilerler. Bu, aynen bıçakla çorba içmeye benzer’
* * *
Amerika, Lawrence’in tavsiyesine uyarak, Irak harbini, bir ‘Irak-Amerika’ savaşı olmaktan çıkarma stratejisi uyguluyor. Bu sebeple, Şii Arapları ve bilhassa Kürt’leri, Sünni Araplara karşı kışkırtıp, örgütlemişler. Şimdi de onlara her türlü yardımı yapıyorlar. Bu anlattıklarımdan sonra, Irak’ta ve Türkiye’de olanları yeniden düşünün, bundan sonra olacakları kestirmeye çalışın. Vardığınız sonuçları, beyaz bir sayfa üzerine yazın. (Devam edeceğim.)
Son Söz: Amerikalı bile olsan, dış politikada, İngiliz’den al dersini.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2005
GEÇEN yazıda, faiz, enflasyon ve büyüme arasındaki ilişkiyi anlatmıştık. Toparlayalım: Batı ülkelerinin merkez bankaları, enflasyonu düşürmek için faizleri yükseltir. Faiz artışının enflasyonu düşürmesinin sebebi, ödünç alma maliyetini artırarak belli bir getiri düzeyinin altındaki yatırımları caydırmasıdır. Böylece toplam yatırımlar azalır. Ekonomik büyüme yavaşlar. Ekonomi büyümezse halkın geliri artmaz. Gelir artmaması, fiyat artışlarını frenler.
* * *
Türkiye’deki faiz-enflasyon ilişkisinin bununla hiç ilgisi yoktur. Türkiye’de uzun yıllardır, reel faizler Batı’dakinden çok yüksekti. Mesela, son 20 yılda Türk devletinin TL cinsinden borçlanmak için ödediği reel faiz yüzde 15 dolayındadır. Halbuki aynı sayı ABD ve AB’de yüzde 2-3 arasındadır. Türkiye’de uzun yıllar yüksek enflasyon yaşandığı için, Türk Lirası ‘fiyatlandırma’, ‘tasarruf’ ve ‘uzun vadeli borçlanma’ aracı olarak kullanılamadı. TL’nin yerini döviz aldı. Kısaca, fiyat artışları yani enflasyon, ‘devalüasyona endeks’lendi.
Anlaşıldı ki; döviz fiyatları durmadan, enflasyon da durmayacaktır. IMF’nin ‘kur çıpası’ diye bir şey icat etmesinin sebebi budur. Türkiye’de enflasyonu düşürmenin ‘olmazsa olmaz şartı’ döviz fiyatlarını frenlemektir. Bunun yolu da TL’ye yüksek reel faiz verip, ülkeye ‘sıcak döviz’ çekmektir. Döviz arzı artınca, döviz fiyatı düşer.
Döviz ucuzlayınca da enflasyon yavaşlar. Bu iş bu kadar basittir.
* * *
Bu politika son dört yıldır çok başarılı olmuştur. Mesele, bu işin sonunu getirmektir. Yani TL reel faizlerinin, Batı ülkelerinin düzeyine indirilmesi ve buna rağmen enflasyonun tekrar yükselmemesidir. Uygulanan, ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikası yüzünden Türkiye, kendi sınıfında dünya cari işlem açığı birincisidir. Bu bir risktir. Çünkü; Türkiye’nin cari işlem açıkları aynı zamanda ‘döviz borcu’dur.
Halbuki, devasa cari işlem açığı veren, ancak parası döviz olan ABD’nin veya bazı AB ülkelerinin ‘yabancı para’ borcu yoktur. Arada böyle çok yaşamsal bir fark vardır. Türkiye’de bir döviz krizi çıkar mı, çıkmaz mı tartışmaları işte bu farktan doğmaktadır. Söylendiği gibi duyulan kaygılar dayanaksız değildir.
* * *
Kriz, ani ve büyük kötü değişim demektir. Ben Türkiye’de normal olarak böyle bir şey beklemiyorum. Çünkü: a) Reel faizler anlamlı miktarda düşmüştür. b) Hükümet bütçe disiplinine uymaktadır. c) Türkiye’nin gerek ABD, gerek AB nezdinde soğuk savaş bitmesine rağmen önemi vardır. d) Sanayi, turizm ve inşaat sektörleri güçlenmiştir. e) Türkler, girişimci ve çalışkan olduğunu, yurtta ve yurtdışında ispatlamıştır. f) Yabancılar, Türkiye’ye güvenmektedir.
Tek zayıf yönümüz, ‘kriz çıkmaz; tedbire gerek yoktur’ tavrıdır.
Son Söz: Riski algılamayan, tedbiri gereksiz görür.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2005
MERKEZ bankalarının esas sorumluluğunun, enflasyonu yüksekse düşürmek; düşükse, o seviyelerde tutmak olduğu doğrudur. Bununla birlikte, merkez bankalarının ekonomik büyümeyi de ihmal etmemesi beklenir. Ekonomik büyümenin, istihdam artışı getireceği kabul edilir. Böylece, işsizliğin azaltılmasında da Merkez Bankası bir rol üstlenmiş olur. Merkez bankalarının, eğer varsa, bir ülkenin cari işlem açıklarını azaltması veya cari işlem açıkları çok yüksekse bunu düşürmesi diye bir görevi daha vardır dendiğine pek rastlanmaz. Cari işlem açıklarının, eğer kapanması gerekiyorsa, serbest piyasa mekanizması sayesinde, kendi kendine kapanacağı varsayılır. Nitekim, emekliliği yaklaşan FED (ABD Merkez Bankası) Başkanı Greenspan, Amerika’nın devasa cari işlem açıklarını bir sorun olarak görmediğini; bu bir sorun olsa bile, kapitalizmin bunun icabına bakacağını söylemiştir. Bu sebeple ABD’nin cari işlem açıklarından kaygılananlara ‘serbest pazar sisteme güvenin’ demiştir.
* * *
Merkez bankaları, ‘fiyat istikrarını’ neyle sağlar? Bunu üç aletle yapar. 1. Faizleri yükseltir, 2.Piyasada dolanan para miktarını kısar, 3. Ekonomi aktörlerinin beklentilerini (konuşarak) yönlendirir. Bu aletlerden en önemlisi, faizlerdir. Pek tabii, enflasyonu denetim altında tutmak, sadece merkez bankasının başaracağı bir iş değildir. Hükümetin bütçede açık veya fazla vermesi de, en az faizler kadar sonucu etkiler. Peki, faizler artınca enflasyon niçin düşer? Merkez Bankası, kısa vadeli faizleri yükselterek veya yüksek tutarak parayı pahalıştırır. Paranın maliyeti yükselince yatırımlar azalır. Zaten ekonomi, tüketim harcamalarından değişmesinden çok, yatırım harcamalarının artıp azalmasıyla büyür veya küçülür. Ekonomide büzülme başlayınca toplam talep düşer. Talep düşünce ‘fiyat zammı yapmak’ imkánsızlaşır. FED’in iki yıldır yaptığı faiz arttırımlarının amacı, doğrudan tüketimi kısmak değil, balon yapan varlık fiyatlarını frenlemektir. Daha açık bir ifadeyle, menkul ve gayrimenkul yatırımlarını kısmen caydırarak ekomiyi soğutmaktır.
* * *
Türk ekonomisiyle, Batı ekonomilerinin işleyişi çok farklıdır. Mesela, Türkiye’de Merkez Bankası’nın TL faizlerini yüksek tutarak enflasyonu frenleyebilmesinin sebebi, Batı’daki gibi yatırımları caydırması değil, ülkeye sıcak döviz girişini teşvik etmesidir. Sıcak döviz, döviz arzını arttırır, fiyatını düşürür. Yurtiçi TL’li fiyatlar daha önce dövize endekslenmiş olduğundan, dövizle birlikte enflasyon da düşer. Üstelik, dövizli kredilerinin faizleri düşük (hatta eksi) olduğundan, döviz borçlanarak yapılan yatırımlar artar. Böylece, enflasyon düşerken, ekonomi büyür. Yani Batı’dakinin tersi olur.
Şimdi soru şu: Saadet zincirinin uzunluğu ne? (Devamı var)
Son Söz: Ekonomi kanunları uzun vadede doğrudur.
Yazının Devamını Oku