Ege Cansen

İş planları hazırlıkları

29 Ekim 2005
YILIN bu aylarında şirketler, bir sonraki yılın bütçesini yapmaya başlar. Bütçenin bir planlama ve kontrol aleti olarak kullanılması, benim master tezimin konusuydu. Bütçe hazırlamak, gerek devletler gerekse şirketler için, yönetim sürecinin çok önemli bir aşamasıdır. Bütçe, sayısal bir dokümandır; ama bir sayılar dizisi değildir. Bütçe, belli varsayımlara dayanarak hazırlanan bir ‘eylem planı’dır. Özellikle Japonlarla çalışanlar, bütçeden daha ziyade, ‘İş Planı’ (Business Plan) deyimine aşınadır. Çünkü Japonlar, üzerinde konuşulan projeleri bir ‘business plan’a bağlamadan karar almazlar. İş planları, bir veya birkaç yıl için hazırlanır.

Eğer iş planı üç veya beş yıllıksa, planın birinci yılı için bütçe yapılır. Bütçeler, hem dış çevrede yani ‘makro ekonomide’ meydana gelecek değişimleri hesaba katmalı, hem de işletme yönetiminin öngördüğü matematik iç tutarlılığa sahip olmalıdır. İşletme yönetiminde, bütçenin ne kadar önemi olduğu muhabbeti, bir süredir demode olmuştu. Ancak, son bir yıl içinde okuduğum makalelerden, bütçe konusunun yeniden moda hale geldiğini görüyorum.

Bütçe, varsayımlara dayalı bir modellemedir. Varsayımlar değiştikçe istenilen sonuçlara ulaşmak için yapılması gerekenler değişir. Kısaca yılbaşından önce hazırlanan ‘eylem planı’nın, yani bütçenin, yıl sonuna kadar aynen uygulanması mümkün olmayabilir. Bu değişiklik ihtiyaçlarını karşılamak için ‘esnek bütçeleme’ teknikleri geliştirilmiştir. Şimdi esnek bütçelemeden de öte, değişen varsayımların sonuçlar üzerindeki yansımalarını bulmak için ‘parametrik bütçeleme’ kullanılmaktadır.

* * *

Bu yılki bütçe hazırlıklarının birinci aşaması, her zaman olduğu gibi, makro ekonomik gelişmelerin kestirilmesi olacaktır. Kurgusu Kemal Derviş tarafından yapılan ve dört yıldır kararlılıkla uygulanan ekonomik politika, çok başarılı olmuştur. Bu başarıda, uygulamada esas sorumluluğu taşıyan siyasi iktidarı ve onun lideri Başbakan Erdoğan’ı kutlamak gerekir.

30 yılı aşkın bir süre, yüksek enflasyon illeti yüzünden ciddi hasar gören bir ekonomiyi, sorunsuz bir şekilde iyileştirmek mümkün değildir. Türk ekonomisi de ‘sorunlu bir şekilde’ iyileşmiştir. Bu sorun, yüksek faizle bastırılan döviz fiyatları ve onun sonucunda ortaya çıkan cari işlem açıklarıdır. Meseleyi anlamamakta inat edenlere bir daha açıklayayım.

TL’nin değer kazanmış olması bizatihi bir ‘sorun’ değildir. Hatta iyi bir şeydir. Sorun, ödenen ve ödenmeye devam eden yüksek ‘REEL’ faizler ve yükselen ‘cari işlem açıkları’dır. Bu yüzden, Dünya Ekonomik Forum’unun hazırladığı rekabet cetvelinde, dünyanın 117 ülkesi arasında Türkiye makro ekonomik istikrarda 111. sıradadır.

Yani göz kamaştıran gelişmelere rağmen ‘en istikrarsız’, kısaca ‘krize manke’ ülkelerden biridir. Bu çok ciddi bir uyarıdır. Firmaların, 2006 bütçelerini hazırlarken bu durumu hesaba katmaları gerekir.

Son Söz: Tedbir, alındığı güne külfettir.
Yazının Devamını Oku

Efsane gidiyor ama bitmiyor

26 Ekim 2005
SADECE bir ülkenin değil, dünyanın parası olan ‘ABD Doları’nın (USD) patronu, yani Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) Başkanı Dr. Alan Geenspan, yılbaşında emekli olacak.  Greenspan, iktisatla yakından veya uzaktan ilgilenen herkesin bildiği, sevdiği hatta hayran olduğu bir insandır. Merkez bankası başkanlığı imajını yüceltmiş bir kişidr. Amerikan meclisinde yaptığı konuşmalar, televizyonlardan canlı olarak yayınlanmış ve dünyanın dört bir tarafında dikkatle izlenmiştir. Greenspan, Ağustos 1987’den beri beş dönemdir FED başkanıdır. Yaşı seksene gelmiştir. Genç olsaydı, birkaç dönem daha görevine devam ederdi diye düşünüyorum. Dr. Greenspan, Nobel ödülü almamıştır. Ama aldığı şeref doktoraları ve diğer beratlar, onun dünyanın en öneli iktisatçılarından biri olduğunu ispatlamaya yeter. Greenspan, Reagan, Birinci Bush, Clinton ve İkinci Bush dönemlerinde görev yapmıştır. Yani hem Demokratlara da hem de Cumhuriyetçilere, Amerikan ekonomisinin yönetiminde akıl hocalığı etmiş nadir bir şahsiyettir.

* * *

Alan Greenspan, arkasında nasıl bir Amerikan ve dünya ekonomisi bırakarak görevden ayrılmaktadır? Lafı uzatmadan ifade etmek gerekirse Alan Greenspan, ‘kötü bir miras’ bırakarak köşesine çekilmektedir. Amerikan ekonomisi, hastalık belirtisidir denilen ikiz açıkla, yani ‘bütçe’ ve ‘cari işlem’ açıklarıyla ‘kof bir dev’ görünümü sergilemektedir. Dünya parası olan ABD Doları, dünya ekonomilerine máli istikrar sağlayan bir unsur olmak yerine, mali istikrarsızlık kaynağı haline gelmiştir. Dünya ekonomisinde gözlemlenen canlılık ‘dehşet dengesi’ üzerinde oturmaktadır. Yılda 800 milyar dolara varan ABD cari işlem açıkları, dünyada inanılmaz bir likitide bolluğu yaratmıştır. Bu bolluk yüzünden, varlık fiyatları enflasyonu almış başını gitmektedir. Nitekim Türkiye’de de son yapılan özelleştirmelerde, ne satanın ne de alanın ummadığı, hatta iş bağlandıktan sonra inanmakta zorlandığı yüksek fiyatlar ortaya çıkmıştır. Tüm dünyada adeta ‘paradan kaçış’ başlamıştır. Doların, mesela yüzde 30 gibi ani bir değer kaybı karşısında trilyon dolarlar seviyesinde servet kaybına uğrayacak olan ‘likit dolar zenginleri’, geceleri kábus görmektedir. Bir an önce servetilerini sağlam bir zemine oturtmak isteyen kişiler, fizibilitesi düşük sabit varlıklara ölçüsüz fiyatlar ödemektedir. Varlık fiyatları enflasyonunun, giderek tüketim malları enflasyonuna dönüşmesi ihtimali vardır. Bu gidişi durdurmak için faizler arttırılınca da dünyada ekonomik büyüme yavaşlaycaktır. Pek tabii bu anlatılanlar, sadece bir ihtimaldir. Hadiseler böyle cereyan etmeyebilir. Ama ederse, efsane sadece gitmiş değil, aynı zamanda bitmiş olacaktır.

Son Söz:Kötü sonuçtan sorumlu olmayan, iyi sonuçtan aferin almaz.
Yazının Devamını Oku

Yabancı sermayeyi teşvik

22 Ekim 2005
BUNDAN yaklaşık yarım asır önce Hocam Fuat Çobanoğlu, ‘Türkiye’ye yabancı sermaye gelmemesinin sebebi, yabancı sermayeyi korumak için ayrı bir kanun çıkarılmış olmasıdır’ derdi. O yıllarda 6224 sayılı ‘Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’ henüz yürürlüğe girmişti.  Ülkeyi kalkındıracak,işsizlere iş imkánı yaratacak yabancı sermayeyi, millet dört gözle bekledi. Pek gelen giden olmadı.

Zaten, yabancı sermayenin bizi sömürmesinden de ürküyorduk. Yetmiyormuş gibi, derin iktisatçılarımız ‘düşük kur’ politikasını son 50 yıldır aslanlar gibi savunmuştur. Uzun zaman TL’nin değeri de şimdiki gibi ‘yüksek faizle’ değil; ama kanunla hep korunmaya çalışılmıştır. Düşük kur yüzünden Türkiye ‘ihracatçı cehennemi-ithalatçı cenneti’ olmuştur.

İthal ikamesi zorlaması ve iç piyasaya nüfuz etme niyeti olmasa, tek bir kuruş yabancı yatırım yapılmazdı. 6224 sayılı kanun, 2003 yılında ‘Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu’ ile değiştirildi. Yeni kanunun amaç maddesinde de ‘yabancı yatırımcıların haklarının korunması’ ibaresi yer almaktadır.

Demek ki yabancı sermaye, hálá yerli sermayeden farklı tehlikelere maruz. Bu yüzden özel bir kanunla korunmaya muhtaç. Bilinsin ki; Türkiye hálá ‘ihracatçı’ yabancı yatırımcılar için yeterince cazip bir ülke değildir.

* * *

AKP iktidarı, yabancı sermaye konusunda, daha cesur konuşuyor ve davranıyor. Eğer bu konuda, emlak simsarlığı yapmak yerine sanayiye ‘yeni yatırımları’ teşvik edebilirse, sonuç ülkemiz için daha hayırlı olur. Bu vesileyle, yabancı sermaye çekmekle ilgili iki temel konuya dikkatleri çekmek istiyorum.

1. Uluslararası şirketlerin, yeni yatırımları için ülke seçimlerini etkileyen birinci faktör ‘emek maliyeti’ düşüklüğüdür. Bu faktörün elverişli hale gelmesi, sadece istihdam üzerinden alınan vergilerin indirilmesiyle sınırlı değildir. Yabancı sermayeyi, iş imkánı yaratma konusunda teşvik edecek önemli hususlardan biri de istihdam esnekliğidir. Gerek emek maliyetini düşürme, gerek istihdam esnekliği, yani ‘kolay işe alma, kolay işten çıkarma’ konusunda görev, işçi sendikalarına düşmektedir. İşçi sendikalarının, küreselleşen bir dünya ekonomisindeki ‘yeni misyonları’, istihdam yaratacak sanayileri Türkiye’ye çekecek bir toplusözleşme düzeni yaratmaktır.

2. Sanayide rekabet üstünlüğü sağlayan ikinci husus, nakliye maliyeti avantajıdır. Türkiye, icabında denizi doldurarak; ama mutlaka denize sıfır ‘özel limanı olan organize sanayi bölgeleri’ inşa etmelidir. Karayoluyla ulaşılabilen sanayi bölgeleri, yatırımcılara yeterince nakliye avantajı sağlamaz. Bu öneri ‘serbest bölge’ hokkabazlıklarıyla karıştırılmamalıdır.

Son Söz: Süt veren ineğin, yemi bol tutulur.
Yazının Devamını Oku

El sermayesiyle kalkınmaya girişmek

19 Ekim 2005
HOCALARIMIZ, iktisadi kalkınma derslerine ‘fukaralığın kısır döngüsü’nü anlatmakla başlardı. Önce tahtaya bir çember çizerlerdi.  Tepeye fakirlik, yani kişi başına ‘düşük milli gelir’, saat istikametinde giderek 5 civarına ‘düşük tasarruf’, 8 civarına ‘düşük yatırım’ yazar ve böylece ‘sebep sonuç ilişkisi’ tamamlamış olurdu. Anlatılmak istenen şuydu: Bir millet fakirse, tasarruf düşük olur, tasarruf düşükse, az yatırım yapar. Yatırımları azsa, milli gelir büyümesi düşük olur. Böylece fakirlik, sürer gider. Zaten az gelişmişliğin bir tanımı da kişi başına ‘sermaye terakümünün’ (capital accumulation) düşük olmasıdır. Bu açıklamadan sonra, şu soru sorulurdu: Fakirlik ‘fásit dairesi’ (kısır döngüsü) nasıl kırılır? Sorunun iki cevabı vardır. Birincisi, başka milletlerin tasarruflarını ülkemize çekmek; ikincisi, ulusal tasarruf oranını arttırmak. Hemen şöyle düşünülür, ‘zaten millet fakir; geliri, cari harcamalarına yetmiyor; daha fazla nasıl tasarruf etsin?’ Böylece geriye ‘yabancı sermayeyi’ ülkeye çekme şıkkı kalır. Zaten kalkınmış ülkeler de başka milletleri ‘sömürerek’ kalkınmıştır denir. Zaten atalarımız, maalesef iktisattan anlamadıkları için, hakim oldukları ülkeleri yeterince sömürememiş, anavatan da bu yüzden zenginleşememiştir. (Yoksa değil mi?)

* * *

Yukarıda anlattığım ‘yabancı sermayeyle kalkınma’ tezi, en az 150 yıldır bu ülkede ‘fikr-i-müdór’dir. Yani ülkeyi yönetenlerin, düşünce ve kararlarına yön veren ‘müdür fikir’ budur. 1923-1950 arasında, zaman zaman raslanan ‘ulusal kaynaklarla yetinme’ cereyanları, bir tercih olmaktan ziyade, gerek Büyük Dünya Buhranı’nın (1929-1939), gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-1944) nın zorunlu kıldığı politikalardır. O devirde bile, yabancı sermayeye, mesela Rus sermayesine, hüsnü kabul gösterilmiştir.

* * *

Sermayenin, iktisadi kalkınmanın itici gücü olduğu doğrudur. Artan sermaye, ister yurt içi tasarrufla biriksin, ister yurt dışından gelsin, üretim faktörlerinden biri olarak milli gelir artışı sağlar. Ancak iktisadi kalkınma, ‘yabancı sermaye gelsin, ülkemiz kalkınsın’ şeklinde özetlenemeyecek kadar karmaşık bir fenomendir. Hele hele ‘yabancı sermaye gelince, işsizler iş bulacak’ gibi sevindirik çocuksu bir ifade, hatalı bir genellemedir. Yabancı sermaye, ister sıcak para biçiminde yüksek TL faizlerinden istifade etmek, ister borsadan hisse senedi almak, ister doğrudan yatırım yapmak için gelsin, faizlerin düşmesine (bilhassa döviz kredilerinin) ve TL’nin değer kazanmasına sebep olur. Hem dövizin kendisi ucuz, hem de faizi düşük olunca sanayiciler, işçi tasarruf etmek için ‘sermaye yoğun’ yatırımlara yönelir. Üstüne, değerli TL de, hem nihai üründe, hem de ara mallarında talebi, yerli maldan, yabancı mala kaydırır. Bu yüzden, yeni yatırımlarla sınai üretim artarken istihdam daralabilir.

Son Söz: İktisatta bir şey değişirse, çok şey değişir.
Yazının Devamını Oku

El sermayesiyle kalkınmaya girişmek

19 Ekim 2005
HOCALARIMIZ, iktisadi kalkınma derslerine ‘fukaralığın kısır döngüsü’nü anlatmakla başlardı. Önce tahtaya bir çember çizerlerdi. Tepeye fakirlik, yani kişi başına ‘düşük milli gelir’, saat istikametinde giderek 5 civarına ‘düşük tasarruf’, 8 civarına ‘düşük yatırım’ yazar ve böylece ‘sebep sonuç ilişkisi’ tamamlamış olurdu. Anlatılmak istenen şuydu: Bir millet fakirse, tasarruf düşük olur, tasarruf düşükse, az yatırım yapar. Yatırımları azsa, milli gelir büyümesi düşük olur. Böylece fakirlik, sürer gider. Zaten az gelişmişliğin bir tanımı da kişi başına ‘sermaye terakümünün’ (capital accumulation) düşük olmasıdır. Bu açıklamadan sonra, şu soru sorulurdu: Fakirlik ‘fásit dairesi’ (kısır döngüsü) nasıl kırılır? Sorunun iki cevabı vardır. Birincisi, başka milletlerin tasarruflarını ülkemize çekmek; ikincisi, ulusal tasarruf oranını arttırmak. Hemen şöyle düşünülür, ‘zaten millet fakir; geliri, cari harcamalarına yetmiyor; daha fazla nasıl tasarruf etsin?’ Böylece geriye ‘yabancı sermayeyi’ ülkeye çekme şıkkı kalır. Zaten kalkınmış ülkeler de başka milletleri ‘sömürerek’ kalkınmıştır denir. Zaten atalarımız, maalesef iktisattan anlamadıkları için, hakim oldukları ülkeleri yeterince sömürememiş, anavatan da bu yüzden zenginleşememiştir. (Yoksa değil mi?)

* * *

Yukarıda anlattığım ‘yabancı sermayeyle kalkınma’ tezi, en az 150 yıldır bu ülkede ‘fikr-i-müdîr’dir. Yani ülkeyi yönetenlerin, düşünce ve kararlarına yön veren ‘müdür fikir’ budur. 1923-1950 arasında, zaman zaman raslanan ‘ulusal kaynaklarla yetinme’ cereyanları, bir tercih olmaktan ziyade, gerek Büyük Dünya Buhranı’nın (1929-1939), gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-1944) nın zorunlu kıldığı politikalardır. O devirde bile, yabancı sermayeye, mesela Rus sermayesine, hüsnü kabul gösterilmiştir.

* * *

Sermayenin, iktisadi kalkınmanın itici gücü olduğu doğrudur. Artan sermaye, ister yurt içi tasarrufla biriksin, ister yurt dışından gelsin, üretim faktörlerinden biri olarak milli gelir artışı sağlar. Ancak iktisadi kalkınma, ‘yabancı sermaye gelsin, ülkemiz kalkınsın’ şeklinde özetlenemeyecek kadar karmaşık bir fenomendir. Hele hele ‘yabancı sermaye gelince, işsizler iş bulacak’ gibi sevindirik çocuksu bir ifade, hatalı bir genellemedir. Yabancı sermaye, ister sıcak para biçiminde yüksek TL faizlerinden istifade etmek, ister borsadan hisse senedi almak, ister doğrudan yatırım yapmak için gelsin, faizlerin düşmesine (bilhassa döviz kredilerinin) ve TL’nin değer kazanmasına sebep olur. Hem dövizin kendisi ucuz, hem de faizi düşük olunca sanayiciler, işçi tasarruf etmek için ‘sermaye yoğun’ yatırımlara yönelir. Üstüne, değerli TL de, hem nihai üründe, hem de ara mallarında talebi, yerli maldan, yabancı mala kaydırır. Bu yüzden, yeni yatırımlarla sınai üretim artarken istihdam daralabilir.

Son Söz: İktisatta bir şey değişirse, çok şey değişir.
Yazının Devamını Oku

Herkes mürtecidir

15 Ekim 2005
BENİM neslim ve öncesi, yani yaşı 60’ı geçmiş olanlar, ‘mürteci’ kelimesini çok kullanırdı. Bunu ‘gerici’nin Osmanlıcası olarak bellemiştik. Yani çember sakallı, şalvar pantolonlu, karısı ve kızı çarşaflı, çağdaşlığa karşı, Atatürk düşmanı ‘kötü’ bir adam. Cumhuriyet’in kurucularından ve teorisyenlerinden Hasan Áli Yücel, kendisini ziyaret ettiğimizde bize, ‘mürteci’nin Türkçe karşılığının, gerici değil, ‘tepkici’ olması gerektiğini söylemişti. Her ne kadar kelimenin kökü ricat (geri çekilme) ise de, mürtecinin çağrıştırmak istediği anlam ‘eyleme veya devrime karşı çıkan’ idi. Nitekim, bu kelimenin Fransızcası ‘reaksiyoner’ yani, ‘aksiyona karşı çıkan’dır. Başa fes giymek, sarık sarmayı aşalıyan bir ‘aksiyon’du. Fesi giyen ilerici, giymeyen reaksiyoner yani gerici/mürteciydi. Şapka giymek, Cumhuriyet’in yeni bir ‘etki’si olarak ortaya çıkınca, fes giymeye devam etmek isteyenler buna ‘tepki’ gösterenlerdi. Dolayısıyla ‘mürteci’ oldular. Şimdi şu soruyu sormanın tam zamanıdır. Acaba her ‘etki’, aslında daha önceki ‘etki’ye, ‘tepki’ değil midir? İlk etkinin, (aksiyonun, eylemin) tarihi nedir? İlk devrimci ve ilk karşı-devrimci ne zaman ortaya çıkmıştır? Dünün devrimcileri, devrimde ısrar ettikleri için mi, bugünün karşı devrimcileri olmuştur? Yoksa herkes önce devrimci, sonra karşı devrimci yani ‘mürteci’ midir?

* * *

Bu yılın iktisat Nobel’i yine ‘Game Theory’ (Oyun Kuramı) üzerine çalışan iki bilim adamına verildi. ‘Game’ sözcüğünün karşılığı maalesef Türkçe’de yok. Bunun yerine ‘play’ sözcüğünü de karşılayan ‘oyun’ kelimesini kullanıyoruz. Game, esas olarak iki ‘taraf’ arasında cereyan eden ve sonunda kazanmak ve kaybetmek olan bir oyundur. Hayatın kendisi, sonsuz sayıda ‘game’lerden yani oyunlardan kuruludur. Hepimiz, hergün bir veya birkaç oyunun içinde oluruz. Zihnimiz, sürekli bu oyunlardan kazançlı çıkan taraf olmak için nasıl davranmamız gerektiğini bulmakla meşguldür. Bunun için sürekli rakibin ne yapacağını kestirmeye çalışırız. İnsan davranışlarını inceleyen bilim adamları, insanların çoğu zaman, kazanmak için hareket ederken kaybettiklerini gözlemlemiştir. Yani insanlar, geçecekleri köprüleri kendileri yakmış, bindikleri dalları kendi elleriyle kesmiştir. Hani insanlar ‘iktisadi yaratıktı’? Hani hep kendi çıkarını kollar ve ‘rasyonel’ (iktisadi) davranırdı? Peki, hergün cereyen eden bunca irrasyonel (gayri-iktisadi) davranışın sebebi ne? Yoksa, bu gayri-iktisadiliğin bir ‘iktisadi’ izahı mı var? Oyun teorisyenleri anlamışlardır ki; insanlar aslında ‘etkici’ değil, ‘tepkici’dir. Yani söylemleri kendi has fikirleri değil, rakiblerinin dediklerinin tersidir. Zannetmişlerdir ki; rakipleri için en kötü olan, onlar için en iyi olandır. O zaman kendileri için en iyi olanı değil, rakipleri için en kötü olanı istemiş ve oyunu kaybetmiştir.

Bu tuzaktan kurtulmanın yolu, mürtecilikten vazgeçmektir.

Son Söz: Teori, pratiğin damıtık halidir.
Yazının Devamını Oku

Yapıcı yıkıcılık

12 Ekim 2005
EMLAK-inşaat piyasası, her ekonomide önemlidir. Ekonomideki gidişi değerlendirenler, inşaat istatistiklerini yakından izler. Faizler düşünce, uzun vadeli konut edinme kredilerine talep artar. Faizler yükselince de tersi olur. Emlak fiyatları 10 yılda bir dalgalanır. Emlak fiyatlarının hızla artması, makro ekonomik açıdan, bazı problemlere sebep olur. Emlak fiyatları balon yapınca, genellikle hisse senedi fiyatları da balon yapar. Buna varlık fiyatları enflasyonu denir. Böyle zamanlarda iktisatçılar, balonu patlatmadan yavaşça indirmek için alınması gerekli tedbirleri tartışmaya başlar.

* * *

Son aylarda gazetelerde yer alan reklamların kapladığı alanı, konularına göre kümelendirince, gayrimenkul satışıyla ilgili olanların açık ara birinci sırada olduğu görülecektir. Hakeza, gazetelerin birinci sayfalarında yer alan haberlere bakılınca da, inşaat havadislerinin önemli bir yer tuttuğu anlaşılır. Galata-port, Haydarpaşa-port, Dubai şeyhinin inşa edeceği söylenen dünyanın en yüksek binası ve diğerleri. Anlaşılan, geçen sene başlayan inşaat furyası, bu ve önümüzdeki yıllarda ‘ekonominin çekici gücü’ olacaktır. Turgut Özal da, ekonomiyi harekete geçirmek için inşaat sektörünün canlandırılması gerektiğine inanmıştı. O gerekçeyle ‘Toplu Konut Fonu’nu kurdu. Adnan Menderes (1950-1960 arasında başbakan) Türkiye’yi bir şantiye haline getirmekle övünürdü. Hatta kendisi, İstanbul’a gelip, yol açmak için askeri iş makineriyle yapılan yıkımlara bizzat nezaret etmişti. Rivayet odur ki; Menderes, birgün yıkım yapılan bir yoldan geçerken, yanındakilere dönüp, ‘burayı niçin yıkıyorsunuz?’ diye sormuş. Onlar da, ‘beyfendi, önceki gün buradan geçerken siz, yık yık demediniz mi?’ diye cevap vermişler. O da ‘hayır ben, yık yık demedim; hıçkırığım tutmuştu, hık, hık ettim, siz yanlış anlamışsınız’ demiş. Bütün bunlara rağmen, başta İstanbul olmak üzere, tüm ülke çok kötü ve çirkin imar edilmiştir.

* * *

Zengin olmanın en basit, en emin, en bilinen ve en çok uygulanan yöntemi ‘arsa rantı’ avlamaktır. Bu sebeple, başını sokacak derme çatma bir konut yapmak şeklinde başlayan ‘gecekonduculuk’ kısa zamanda, rant avcıları tarafından devralınarak, ‘gündüzkonduculuk’ haline dönüştürülmüştür. Böylece İstanbul’un bütün gelişme bölgelerini iğrenç binalarla işgal etmiştir. Bu yüzden ciddi iş yapmak isteyen inşaat firmalarının önündeki en büyük engel, hep arsa kıtlığı olmuştur. Şimdi inşaatçılar, bu sorunu şehirden uzaklaşarak çözmeye çalışmaktadır. Şehre yakın bu kadar kıymetli arsa, vahşi binalar tarafından işgal edilmişken, şehrin dışında gökdelenler yapmak gayri iktisadidir. Önümüzde tarihi bir fırsat duruyor. Ortada bol para ve imar edilmeyi bekleyen işgal altındaki kıymetli araziler var. Sorun, hukukun ‘makro iktisadi misyonunun’ anlaşılmamasıdır.

Son Söz: Kötüyü yıkmak, iyiyi yapmanın ön koşuludur.
Yazının Devamını Oku

Gerinme ve yerinme

8 Ekim 2005
<B>TÜRKİYE</B>’nin Avrupa Birliği’ne <B>‘tam üye’</B> olarak katılması maksadıyla ortaklık görüşmelerine resmen başlanmış bulunuyor. Görüşmelerin sonucunda ne çıkacaksa çıksın, başlamış olması bizatihi önemlidir. Türkiye’nin AB’ye üyeliği hayal bile olsa, ki değildir, yolunda yürümesi, Türkiye için iyidir. İnşallah Avrupa için de iyi olacağını tüm Avrupalılar zamanla anlayacaktır. Durumu böylece tesbit ve beyan ettikten sonra, şimdi değerlemelere geçebilirim.

1. Önce <B>‘Oyun Teorisi’</B>nden gündelik dile geçmiş <B>‘win-win’</B> (kazan-kazan) deyimini açıklamak istiyorum. Win-win, oyundaki iki taraftan, her ikisinin de, varılan mutabakatın kendi aleyhine olduğunu sandığı (ama çaresizlikten kabul ettiği) bir anlaşmanın, aslında uzun vadede iki tarafa da kazanç sağlayacak olan tek geçerli çözüm olduğu bir hali anlatır. Bir anlaşmanın <B>‘win-win’</B> olarak nitelendirilmesi için, bir tarafın zil takıp oynarken, diğer tarafın karalar bağlamaması gerekir. Eğer taraflar, varılan anlaşma konusunda aynı derecede <B>‘kötümser’</B> iseler, ancak o zaman bir <B>‘win-win’</B> halinin varolma ihtimali vardır.

2. Hafta başında elde edilen sonuç, AB yanlılarının olduğu kadar, genelde <B>‘AB karşıtları’</B> denilen kesimlerin seslerini yükseltmiş olmaları sayesinde elde edilmiştir. Eğer iktidarın takındığı, ne pahasına olursa olsun, yeterki bize hayır demesinler şeklinde tezahür eden <B>‘teslimiyetçi duruş’</B>, muhalafetin takındığı <B>‘onurlu duruşla’</B> dengelenmemiş olsaydı, bu noktaya gelinemezdi.

3. Hocam <B>Fuat Çobanoğlu</B>, sık sık <B>‘being or becoming’</B> aradaki farkı söyleyebilirmisiniz, diye bizi derin düşünmeye zorlardı. İngilizce’de<B> ‘to be’</B>, olmak demektir. <B>‘To become’</B> da olmak diye Türkçe’ye çevrilebilir. Ancak <B>‘to be’</B> bir yerde tanımsal bir oluştur. <B>‘Become’</B> ise bir oluşumdur. Bünyesel bir dönüşümü,  yapısal bir değişimi, bir içselleştirmeyi, bir olgunlaşmayı çağrıştırır. Mesela, köyden gelip, şehre yerleşen her kişi, artık şehirde oturduğu için şehirli sayılır. Şehirde oturmakla <B>‘şehirli’</B> olmak acaba aynı şey midir? Bir insan, ünvan veren bir okulu bitirince, mesela mühendis, öğretmen veya doktor diye çağrılabilir. Mezun olduğuna göre <B>‘to be’</B> anlamında, mühendis, doktor veya öğretmen olmuştur. Ama, acaba <B>‘to become’</B> anlamında bir mühendis, bir öğretmen veya bir doktor olmuş mudur? Ünvanın, zihinlerde çağrıştırdığı birikimi, ruhsal gelişimi ve davranış değişimini tamamlamış mıdır? Bırakın meslek sahibi olmayı, baba veya anne olmak da böyledir. Doğuran her kadına anne denir. Acaba doğuran her kadın, anne olabilmiş midir?

4. Türkiye, AB üyesi olmak istemektedir. Hangi anlamda? <B>‘To be’</B> mi, yoksa <B>‘to become’</B> mı?  Meselemiz, sadece resmen AB üyesi olmak mı? Bizi bırakın, acaba bugün her Avrupalı, kelimenin çağrıştırdığı anlamda bir <B>‘Avrupalı’</B> olabilmiş midir?

<B>Son Söz: Olmak bir dakika, oluşmak bir ömür sürer.</B>

Yazının Devamını Oku