18 Şubat 2006
GEÇEN yazıda, bütçeden ödenen faizin milli gelire oranının, kamu borçlarının milli gelire oranından daha önemli bir gösterge olduğunu yazmıştım. Kamu borçlarının, milli gelire oranı bakımından Türkiye’nin 2005 itibariyle AB standardı olan % 60’ı yakaladığını, ancak faizin milli gelire oranı bakımından AB kriterlerinden hálá çok uzakta olduğunu belirtmiştim. Hemen hemen tüm istikrarlı ülkelerde, bütçeden ödenen faizin milli gelire oranı % 1’ler dolayındadır. Hatta kamu borcu düşük ülkelerde bu oran çok daha küçüktür. Bizde ise, yıllarca % 9 dolayında seyreden "faizin, milli gelire oranı" ancak son yılda % 4 seviyesine inmiştir. Temennim, bu oranın Batı standardı olan % 1’e kadar gerilemesidir. Resmi rakamlara bakıldığında bu oran çok daha yüksektir. Çünkü, bütçeden "faiz" adı altında yapılan ödemelerin önemli bir kısmı "anapara geri ödemesi" olduğu halde, enflasyon düzeltmesi yapılmadığı için, hepsi kayıtlara faiz olarak geçmekte ve hesaplar yanlış olmaktadır. Reel faizin milli gelire oranı ve bütçe dengesinin reel faize göre hesaplanması meselesini uzun zamandır irdeleyip duruyorum. Şimdiki Hazine Müsteşarı Sayın İbrahim Çanakçı, bütçeden yapılan faizin enflasyon düzeltmesini de içeren "Konsolide Bütçe Dengesinde Yapısal ve Devresel Gelişmeler 1975-1996" adlı çalışması kitaplığımda durmaktadır. Yani, kimsenin bilmediği şeylerden değil, nedense pek önem verilmeyen "faizin milli gelire oranı" ile "operasyonel bütçe dengesi"nden bahsediyorum.
* * *
1. Yaklaşık 20 yıl Türkiye’de reel faizler ortalama % 15 dolayında teşekkül etmiştir. Bu devre içinde milli gelir yılda yaklaşık % 4 hızında büyümüştür.
2. Bir devlet, milli gelir büyümesinden daha yüksek bir faiz haddi ile borçlanıyorsa, kamu borcunun milli gelire oranı "siyasi iktidar, tek bir popülist icraat yapmamış olsa bile" sürekli artar. Türkiye’de de aynen böyle olmuş; devlet, faiz ödeyecek kadar bile yeni borç almadığı yıllarda dahi, kamu borcunun milli gelire oranının artmasına engel olamamıştır.
3. Zaten "faiz dışı fazla"nın ne olması gerektiği de "kamu borcunun milli gelire oranını sabit tutmak için" yapılan basit bir hesaptan çıkmaktadır. Burada belirleyici faktör, kamu borcunun milli gelire oranı değil, ödenmesi öngörülen reel faiz hadleridir.
4. Son dört yılda verilen "faiz dışı fazla" istikrarı temin etmek için halkın ödediği bedeldir. Her yıl üst üste milli gelirin % 6,5’u kadar faiz dışı fazla vermek, siyaseten taşınması zor bir yüktür.
5. Üstelik bu faiz dışı fazla "dolaylı vergiler" artırılarak verilmiştir. Yani gerçekten halkın ümüğü sıkılmıştır. Önümüzdeki yılların maliye politikası "faiz dışı fazlayı" düşürmek olmalıdır. Bunun da yolu TL faizlerini indirip, Hazine’nin dövizle uzun vadeli borçlanmasından geçmektedir. Halbuki, enflasyonla mücade ediyoruz diye bugün bunun tam tersi uygulanmaktadır.
Son Söz: Alternatifi yok denen her politika, mutlaka kötüdür.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2006
TÜRK ekonomisinde "fikr-i müdir" olan yüksek faiz-düşük kur paradigmasını kırmak için yıllardır çabalıyorum. Çok şükür bir hayli mesafe alındı. Kamuoyu, "faiz haddi-döviz kuru", "döviz kuru-enflasyon hızı" ve "döviz kuru-cari açık" arasındaki ilişkileri kavradı. Sanki yüksek faiz politikasıyla ülkeye sıcak döviz çekilmiyormuş gibi, hınzır bir edayla tekrarlanan "dalgalı kurda, döviz fiyatını arz-talep belirler" masalını artık kimse yutmuyor. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, faiz konusunda daha fazla bilinçlenmeye ihtiyaç var. Kapitalist sistemin bu en önemli aletinin, ne gibi hayır ve şerlere sebep olabileceğini herkesin iyice anlaması gerek. Ortaya çıkan "sonuçların", bir çember üzerinde hareket ederek nasıl kendini yaratan "sebebe" dönüştüğünü idrak etmek, ileride başa gelecekleri kestirmek açısından son derece önemlidir.
* * *
Bugün sizi "faizin milli gelire oranı" ile tanıştırmak istiyorum. Bu göstergede sözü edilen faiz, bütçeden ödenen faizdir. Ekonominin tümünde ödenen faizlerin, içe ve dışa ödenen diye ayrıştırılarak, milli gelire oranlanması de çok önemlidir. Şimdilik o konulara girmeyeceğim. Makro dengelerden bahsedilirken, bugüne kadar "kamu borcunun milli gelire oranı" üzerine çok duruldu. Nitekim, Türkiye’nin AB’ye uyumu için tutturması gereken % 60 oranına 2005 yılında erişmesi büyük sevinç yarattı. En az bunun kadar önemli olan "bütçeden ödenen faizin, milli gelire oranı"nın düşmesi yeteri kadar ilgi toplamadı. Bana göre bu daha önemliydi.
* * *
Bir ülkede "net kamu borcunun", milli gelirin yüzde kaçına tekabül ettiği sorusunun cevabı zannedildiği kadar net ve açık değildir. Mesela eldeki istatistiklere göre Japonya, bu konuda dünya rekortmenidir. 2004 yılı rakamlarına göre Japon merkezi hükümetinin toplam borcu 6 trilyon dolar; borcun milli gelire oranı % 125 tir. Rakamların içyüzünü bilenler, gerçeğin bunun yarısı olduğunu söylüyor. Bizde de kamu borçlarının önemli bir kısmı, 2001 krizine kadar gizlenmişti. Krizle birlikte gelen konsolidasyon ve devalüasyonla, bir anda % 58’den, % 90’a fırladı. Bu hesap da yanlıştır. Faiz yükü analizini basitleştirmek için, her ülkede net kamu borcunun, milli gelire oranının % 60 olduğunu varsayalım. Türkiye’de reel faiz, son 20 yılda ortalama % 15 dolayında gerçekleşti (geçen yıl % 7). Eğer reel faizi % 15 ise kamunun ödediği faizin milli gelire oranı % 9 eder. Avrupa’da 10 yıllık devlet tahvilinin nominal faizi % 3,5; enflasyon % 2,5’tur. Yani reel faiz % 1’dir. Dolayısıyla, bütçeden ödenen faizin, milli gelire oranı % 0,6 dır. ABD’de de reel faiz % 1’dir. Borcun milli gelire oranı % 50’dir. ABD için söz konusu oran % 0,5 tir. Türkiye’de halen reel faiz % 7’dir. Bütçeden ödenen faizin milli gelire oranı yaklaşık % 4’tür. (Devamı var)
Son Söz: Fazla faiz, borç artırır.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2006
BU, kentlerin verimliliği hakkında yazdığım üçüncü yazı. Bundan önceki iki yazıda, önce milli gelir artışının verimlilikle ilişkini vurguladım. Aynı tasarruf oranıyla, daha yüksek bir kalkınma hızını elde edebilmek için, üretimde verimliliğin artması gerektiğini ifade ettim. Sonraki yazıda, milli gelirin yüzde 60’dan fazlasının hizmetler sektöründe yaratıldığını ve hizmet üretiminin de büyük çapta kentsel alanlarda gerçekleştirildiğini söyledim. Bu kavramı zihinlere yerleştirmek için de "her şehir, hizmet üreten dev bir fabrikadır" dedim. Böylece, refah artışıyla, şehirlerin verimliliği arasında doğru orantılı bir sebep-sonuç ilişkisi olduğu ortaya koydum. Bundan sonra, şehirleri ekonomik biçimde imar edilmemesindeki en büyük engelin, yapı izinlerinin parsel esasına göre verilmesi olduğunu söyledim. Bu sorunu aşmak için de iktisadının, hukuktan yardım istediğini ilave ettim. Bu projeye "Kentsel Toprak Reformu" adını verdim. Bu reformun esası da "arsaların birleştirilmesidir" dedim.
* * *
Bizim geleneğimizde şehir planlaması yoktur. Bizanstan devralınan şehirlerin merkezlerinde, az çok bir plan vardır. Kentlerimiz büyümesi, kanser oluşumu gibidir. Osmanlıdan günümüze şehirlerin imarına el atmayan belediye başkanı, vali, başbakan hatta devlet başkanı neredeyse yoktur. Ama netice, kocaman bir fiyaskodur. Şehirlerimiz akılsız ve çirkindir. Çünkü imar planlarının amacı toplumsal faydayı optimize etmek değil, kişilere veya kurumlara "rant" yaratmaktır. Kentlerin bütünsel bir vizyonu yoktur. Herşey yangından mal kaçırır gibi yapılmaktadır. İmar edebiyatında da en sık kullanılan kelime "yasal", hiç olmayan şey de "hukuk"tur.
* * *
Kentlerin ve kırların iktisadi açıdan en iyi imar edildiği ülke Almanya’dır. Oradaki imar hukukunu rehber kabul edebiliriz. Ben kendi pratik önerilerimi bilginize sunuyorum. Bu önerilerim, strateji olarak benimsenirse, 20 yılda kentlerimiz tamamen değişir.
1. İmar izni adaya verilir. Parselin imar izni olmaz. Ada, dört tarafı yolla çevrilmiş kentsel toprak parçasıdır. Parsel, ada içindeki bağımsız bölümdür. Ara sokaklar iptal edilerek adalar birleştirilebilir. Bu kuraldan amaç, büyük inşaat yaparak imalatta "ölçek ekonomisi" sağlamak, yeşil alan ve otopark yaratmaktır.
2. İnşaat katsayısı adanın yüzölçümüne göredir. Mesela, 10 dönüme kadar olan adalarda katsayı 2; 10-30 dönüm arasında 2.5; 30-50 dönüm arasında 3; 50 dönümden sonra 4 tür. İrtifa ve bodrum derinliği serbesttir. Komşu çekme mesafesi, 5 kata kadar 5 metredir. 5 kattan sonra her ilave kat için, 1 metre fazla çekilir.
3. Ana arterterlerde inşa edilen binaların altına dükkan yapılmaz. Sadece araç trafiğine kapalı yollara cepheli binaların giriş katları dükkan olur. Mevcut yapılar ve yollar, 10 yıl içinde yukarıdaki kurala uygun hale getirilir.
Son Söz: Aynası imardır ekonominin, görünür başarısı kentlerinde.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2006
ÖNCE geçen yazının bir özetini vereyim. Günümüz Türkiyesi’nde milli gelirin % 62’si hizmetler, % 26’sı sanayi ve % 12’si tarım sektörlerinde üretilmektedir. Hizmetlerin içine ticaret, ulaştırma, inşaat, bankacılık, sağlık, eğitim, ithalat, ihracat, medya, reklam ve aklınıza gelebilecek her tür hizmet girmektedir. Mesela benim bu yazıyı yazmam, bir hizmet üretimidir. Tarım, katma değerini kırsal alanlarda yaratır. Sanayi, üretimini fabrikalarda, maden ocaklarında ve elektrik santrallarında yapar. Hizmet sektörünün değer yaratma mekanı ise büyük çapta şehirlerdir. Şehirler, hizmet üreten dev fabrikalardır. İşsizlerin iş bulma şansı en fazla hizmetler sektöründedir. Sanayici gözüyle baktığımızda, şehirlerimizin, çok verimsiz tasarlanmış hatta hiç tasarlanmamış berbat fabrikalar olduğunu görürüz. Malzeme ve insan hareketleri maksada hizmet etmeyen bir getir-götür, bir gel-git hayhuyu halindedir. Nakliyeler çok yavaş ve pahalıdır. Hizmetler sektörünün piyasaya sunduğu ürünlerin maliyeti ve dolayısıyla fiyatı yüksektir. Hizmet ürünlerini kullanan kısal kesim yaşayanları bu pahalılığın altında ezilmektedir. Kır-kent gelir dağılımı bozulmakta ve insanlar kentlere göçmektedir. Bu tahaccüm kentleri daha da verimsizleştirmektedir.
* * *
Hizmet sektöründe verimi yükseltip, halkın refahını artırmak için şehirlerimiz, sanayi mühendisliği ilkelerine göre yeniden düzenlenmelidir. İsterseniz buna şehircilik ilkeleri de diyebilirsiniz. Kentsel dönüşümün önündeki en büyük engel, küçük parsel mülkiyeti ve bu parselasyonu esas alan alan imar izinleridir. Tekrar edeyim: İktisadi kalkınmayı hızlandırmak için şehirlerin düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Hukukun, bu sürece katkı yapması şarttır. Aksi takdirde az gelişmişlik kısırdöngüsü kırılamayacaktır. Bugünkü hukuk anlayışı "birey haklarını korumak" adına toplum çıkarlarını perişan etmeyi haklı bulmaktadır. İktisat, hukuktan "iktisadi kalkınmayı hızlandıracak" yasal çerçeveyi inşa etmesini beklemektedir. Buna mülkiyet hakları da dahildir.
* * *
Yukarıda yazdıklarım ne yeni icattır, ne de Türkiye’ye mahsus bir meseleyi dile getirmektir. Gelişmiş ülkelerin üzerinden geçerken, uçağın penceresinden aşağıya bir bakın. Gerek kırsal, gerek kentsel alanlarda bir nizam-intizam göreceksiniz. Gördüğünüz düzen, o ülkelerin yüksek milli gelire ulaşmasının bir sebebidir. Bu intizamın altyapısı toprak mülkiyeti ve ona ilişkin hakların kullanılmasını düzenleyen kurallardır. Kırsal toprak reformu "toprağı bölüştürmek" ise kentsel toprak reformu "toprağı birleştirmektir". Hukuk, şehrin imarına yardımcı olmalıdır. Bireyin en büyük sosyal güvencesi olan gayrimenkul sahipliği korunmalıdır. Ama bu koruma, maksadını aşmamalıdır. (Devamı var.)
Son Söz: Hukuk, iktisada yaramazsa; iktisat, hukuka zarar verir.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2006
EKONOMİNİN tanrıçası, verimliliktir. Belki de bu yüzden, "ekonomik" kelimesi, "verimli" ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Verim, matematik olarak "çıktının, girdiye oranıdır". Diğer bir değişle, aynı kaynakla daha fazla fayda yaratmaktır. Bu kaynak, zaman, emek, kullanılan makine veya arazi ile sermaye olabilir. Bir iş, ne kadar kısa zamanda, ne kadar az emekle, ne kadar az makine, arazi ve sermaye kullanarak yapılırsa, verim o kadar yüksek olur.
İyi yönetimin ölçüsü budur. Yönetsel karar alan her kişi, verimi nasıl artıracağım diye düşünür. Bunun için hareket serbestliği talep eder. Elimi kolumu bağlamayın, hızımı kesmeyin, tutmayın beni der. Diğer yandan kanunlar, yani yasalar ve uyulması zorunlu her tür mevzuat, iktisadi karar alan kişinin hareket alanını daraltır. Şimdi can alıcı soruyu soralım. Yoksa hukuk, ekonominin önünde bir engel midir?
* * *
Şüphe yok ki; hukukun böyle bir amacı yoktur. Hatta tam aksidir. Ama amacın bu olmaması, hukukun bazen iktisadi gelişmeyi engellediği gerçeğini değiştirmez. Söze önce, hukuktan her şikáyet edenin haklı olmadığını ifade ederek başlayayım. Hatta şikáyet edenlerin çoğunluğunun haksız olduğunu söyleyebilirim. Netice itibarıyla kişiler, kendi menfaatini kollar. Birey, çıkarını maksimize etmeye çalışırken, başkalarının ve bilhassa kamunun çıkarlarına zarar verebilir.
Hukuk bu noktada devreye girer. Bir kişinin, diğer kişinin hakkını yemesine izin vermez. Bunu anlamak kolaydır. Zaten aksini söyleyen de yoktur. Ancak hukuk, sadece kişiler arasındaki çıkar çekişmesinde racon kesmez. Bundan çok daha önemli olarak, hukuk, bireyin kamu çıkarlarını haleldar etmesine izin vermez. Bunu da anlamak kolaydır. Ancak bugün benim üzerinde duracağım husus bunun tam tersidir. Hukuk, bireyin haklarını koruma uğruna toplumun çıkarlarının çiğnenmesine yol açmaktadır. Bu yönde kural tesis eden hukuk, toplumun refahının artmasını engellemektedir.
* * *
Milli gelirin yüzde 60’ı hizmetler sektöründe yaratılmaktadır. İşsizlik sorununun çözümü de hizmetler sektörünün gelişmesine bağlıdır. Hizmet, büyük çapta şehirlerde üretilir. Şehirler, bir bakıma milli gelirin üretildiği dev fabrikalardır. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerimiz inanılmaz derecede düzensiz, dolayısıyla verimsizdir. Bu verimsizlik gün geçtikçe artmaktadır.
Bunun sebebi, yapı izinlerinin parsel mülkiyetine göre verilmesidir. Hukuk, parsel mülkiyetini savunarak gayri iktisadi yapılaşmayı teşvik etmektedir. Tarım ekonomisinden, hizmet ekonomisine doğru büyük bir dönüşüm geçiren ekonomimizin gelişmesindeki en büyük darboğaz, kentsel alanlardaki toprak mülkiyeti yapısıdır. Kırsalda "toprak reformu" artık gerilerde kaldı. Hizmet sektöründe verimi artıracak "kentsel toprak reformu" ise gündemde. Bu reform, ekonomi yani halkın refahı için çok daha yaşamsaldır. (Devamı var.)
Son Söz: Bireysel mülkiyet, toplumu istismar vasıtası olamaz.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2006
GAZETELERDEN öğrendiğimize göre 3 Nisan 2006’dan itibaren Boğaziçi köprüsünden nakit para ödeyerek geçilemeyecek. FSM köprüsünde ise sadece üç gişede para ödemesi yapılabilecek. Tüm geçişler OGS (ve maalesef KGS) ile yapılacak. Haberden çıkan sonuca göre, köprüden beleş geçme kampanyası şimdilik başarıya ulaşamamış. Şimdilik diyorum, çünkü OGS’nin yaygınlaşmasını engelleyen zihniyet hálá iş başında. Eğer değişmezse, korkarım beleşçiler daha büyük bir kampanya başlatıp sonunda gişeleri kaldırtacaklar. Dünyanın en gelişmiş "geçiş bedeli ödeme sistemi"nin yaygınlaşması sadece köprülerin değil, paralı yolların da verimini arttıracaktır.
1. OGS satışları Ziraat Bankası tekelinden derhal çıkartılmalıdır. KGS sistemi iptal edilmeli, bu abonelere OGS cihazı verilmelidir.
2. OGS aboneliği tesisi ve OGS cihaz satışını isteyen her banka yapmalıdır. Hatta bu işlemler "yetkili bayi"lerle de yapılabilir.
3. OGS yetkili bayiliği için benzin istasyonları ve otomobil servisleri düşünülebilir.
4. OGS bir "ödeme sistemidir". Daha bilimsel bir tanımla "uzaktan okumalı bir kredi kartıdır". Dolayısıyla OGS nin pazarlanması ve tahsilat sisteminin kurulması "kredi kartı" şirketlerinin uzmanlık alanına girer. İlgililer gerçekten OGS’yi yaygınlaştırmak istiyorsa bu şirketlerle temasa geçmelidir. OGS’yle her geçişte uygulanan yüzde 20 tenzilat, yüzde 10’a indirip, tasarruf edilen yüzde 10’nun yarısı OGS satan bankalara bırakılsa, satışlar bir anda patlar.
5. OGS, sadece ve sadece bir "ödeme aleti"dir. Bu aletin herhangi bir araçla irtibatlandırılmasına gereksizidr. Kredi kartı olan her vatandaş, bir OGS cihazı alır ve bununla istediği aracın geçiş bedelini öder. Hatta arkadaşlarına verir; onlar da araçlarıyla köprüden veya paralı yoldan geçerken ödeme yapabilirler.
6. OGS aboneliğini bir araçla irtibatlandırmak, ödemeleri "teminat altına almak" fikrinden kaynaklanmaktadır. Sözde kredisi biten OGS cihazıyla gişelerinden geçen araç yakalanıp haciz edilecek ödenmeyen bedel de tahsil edilecektir. Bugün hiç OGS cihazı olmayan araçlar, OGS kapılarından geçmiyor mu ? Onlara ne işlem yapılıyorsa (plakasının fotoğrafını çekmek, ceza yazmak ve durumu trafik polisine bildirmek gibi) aynısı kredisi bitmiş ve hiç bir plakayla irtibatı olmayan OGS cihazlı geçişlerde de uygulanır.
7. OGS ödemelerinin pratik teminatı, cihazın ilintilendirildiği "kredi kartı numarası"dır; geçen aracın "plaka numarası" değildir.
Son Söz: Bir taşla iki kuş vurulmaz.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2006
GEÇENLERDE hayli kalabalık ve gürültülü bir kutlama töreninde Rüşdü Saracoğlu’na rastladım. Rüşdü Saracoğlu, merkez bankası dahil finans sektöründe önemli mevkilerde bulunan bir çok iktisatçının, yaşça olmasa da başça ağabeyidir. Türkiye’de modern merkez bankacılığı, bir bakıma onunla başlamıştır. Kendisini severim ve sayarım. Gözgöze geldik ve muhabbetle kucaklaştık. Mutádı hiláfına, kinayeli bir havada "devalüasyon lobisinin bir üyesi olarak yazdığın yazıları okuyorum" dedi. Ben de havayı yumuşatmak için alttan alıp "hepimiz bir lobiye dahiliz" dedim. O da "Ben, fiyat istikrarı lobisine dahilim" diye cevap verdi. Sendeledim; çünkü fena gol yemiştim. Ben, hepimiz bir lobiye dahiliz diyerek, kendimi "fiyat istikrarı istemeyen adam" durumuna düşürmüştüm. İyi oğlana karşı, kötü adam olmuştum. İktisattan zerre kadar nasibini almış bir kişinin ilk imán edeceği doğru "fiyat istikrarı"dır. Yere düşerken, can havliyle cevap vermeye çalıştım. "Hepimiz fiyat istikrarından yanayız; ama herşeyin bir bedeli var" dedim. Bekletmeden "Fiyat istikrarı için ödenmeyecek bedel yoktur" dedi. Bir yumruk daha yemiş ve sersemlemiştim. Gülüşerek vedalaştık. Ama kendime çok kızdım. Bu sana bir ders olsun, bundan sonra şirinlik olsun diye, kabul etmeyeceğin yakıştırmaları kabul ediyormuş gibi konuşma dedim.
* * *
Gerçekte Türkiye’nin en etkin lobisi "yüksek faiz-düşük kur" lobisidir. Yaklaşık 150 yıldır, Türk ekonomisine yön verenlerin káhir ekseriyeti, borçlanma uzmanıdır. Dış borç almak için, ulusal paraya yüksek faiz verip, dövize de düşük tutmak gerekir. Bu, bazen "sabit kur", bazen "kur garantisi", bazen "kur çıpası" veya şimdi olduğu gibi, "dalgalanamayan kur" rejimi, yani "örtülü kur çıpası" yöntemiyle yapılır. Vizyona bu yıl giren "enflasyon hedeflemesi" filminin ana teması da yine "yüksek faiz-düşük kur"dur. Sadece adı değişmiştir. Allah ömür verirse, yaşayıp göreceğiz. Yüksek faiz-düşük kur yüzünden Türkiye, bir buçuk asırdır Batı’nın "finansal sömürgesi"dir. Kaba bir hesap yapılsa görülecektir ki; ödenen yüksek reel faizler yüzünden yurtdışına transfer edilen ulusal tasarruflar, ulusal borçları çoktan geçmiştir. Osmanlı döneminin Galata Bankerleri’nin yerini, şimdi "Londra Bankerleri ve onların yerli işbirlikçileri" almıştır.
* * *
Ben sanayiden yetişmiş ve onun içinde yaşayan bir kişiyim. Düşük kur yüzünden zor duruma düşen ihracatçı sanayicileri, "kur şehitleri" olarak yakında gömeceğiz. N’apalım; zafer, hasar ister. Türk ekonomisi yeniden yapılanıyor. Ölen ölür, kalan firmalar bizimdir denilebilir. Ya da sanayide reel ücretler acımasızca indirilerek, firmaların bir kısmı kurtarılabilir. Ancak işler o kerteye geldiğinde, büyük fedakarlıklarla sağlanan düşük enflasyon, oluşacak siyasi veya iktisadi tepkiler yüzünden hasar görebilir.
Son Söz: Fiyat istikrarı sağlamanın bedeli, istikrarı riske sokmak olamaz.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2006
ASLINDA bu hafta böyle bir yazı yazmak aklımda yoktu. Pazartesi sabahı gazeteleri açıp gündeme bomba gibi düşen bir haber aradım; bulamadım. Meğer bomba, ekonomi sayfalarındaymış. Merkez Bankası Başkanı Sayın Serdengeçti müthiş başarılarını anlatıyordu. Ben de "durumdan vazife çıkarıp" bir değerleme yaptım.
1. Türkiye’nin 2001 krizinden beri uyguladığı "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" başarılı olmuştur. Bu başarıda emeği geçenlerden biri de Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti’dir. Kendisine teşekkür ederim. Hatta hükümete tavsiyem, Serdengeçti’nin bir dönem daha başkan olarak kalmasıdır.
2. Söylendiği gibi Serdengeçti, enflasyonu tek haneli düzeye indiren "kişi" değildir. Kendisi, enflasyonun tek haneli düzeye indiği dönemde Merkez Bankası başkanıdır. Başarı kişileştirilirse, bundan öncekilire ve emeğe geçen diğer kişilere haksızlık olur.
3. Türkiye’de enflasyonun tek haneli düzeye gerilemesi, hemen hemen tüm dünyada enflasyonun aynı şekilde gerilediği bir döneme rastlamaktadır. Türkiye gibi en az 10 başarılı örnek vardır. Mesela Polonya’da da son yıllarda enflasyon % 1000 hızından % 5’e gerilemiştir. Enflasyonun radikal olarak düştüğü bütün ülkelerde, marifet merkez bankası başkanlarına maledilemez.
4. Gelişmekte olan ülkelerde enflasyon düşüşü "küresel ve çok karmaşık bir olgudur". Buna rağmen Türkiye’de düşmeyebilirdi denilebilir. Ama tüm ovaya yağmur yağarken, birisinin yağmuru "kendi tarlama kendim yağdırdım" demesi hoş karşılanmaz.
5. Dünyada Türkiye emsali ülkelerde daha yüksek (% 11) reel faiz uygulayan tek merkez bankası Brezilya’dadır. En kötü örneği, sanki bu evrensel bir doğruymuş gibi sunmak, bilmeyenleri yanıltılabilir.
6. Faizler konusunda Türkiye’nin uyum göstermesi gereken standart Avrupa Birliği kriterleridir. Merkez Bankası faizleri, reel olarak % 1 dolayına inmelidir.
7. Ben Serdengeçti olsaydım, döviz ucuz değildir, faizler olması gereken düzeydedir gibi yanlış argümanlar kullanmazdım. Çünkü geç ve güç düşmesine rağmen, reel faizler hálá yüksektir ve bu yüzden TL değerlidir. Buna karşılık, "IMF tavsiyelerine göre uygulanan para ve maliye politikaları bir bütündür; mutlaka içinde yanlışlıklar vardır, ama netice itibariyle istenilen sonuçlar sağlanmıştır" der başarıyı hükümetle ve IMF ile paylaşırdım. Kaldı ki; Greenspan gibi efsane başkanların bile ağır şekilde eleştirildiği günümüzde, merkez bankalarının kurum olarak ekonomik sistemdeki yeri ve önemi dahi tartışmalıdır.
Son Söz: Kılavuzu Brezilya olanın, başı dertten kurtulmaz.
Yazının Devamını Oku