18 Mart 2006
ARALIK ayında Londra’da "Lawrence of Arabia" lákabıyla tarihe geçmiş bir İngiliz casusunun hayatını ve efsanesini anlatan bir sergi açılmıştı. Bu sergiyi ben de ziyaret etmiş ve intibalarımı anlatan iki yazı yazmıştım. Birinci yazının bir bölümünü aşağıda bulacaksınız. * * *
Amerikan Genel Kurmay Başkanlığı, silahlı kuvvetlerin komuta kademesine, okumaları gereken 100 kitaplık bir liste yayınlamış. Bu listenin ikinci sırasında Lawrence’in "Aklın Yedi Sütunu" (Seven Pillars of Wisdom) adlı eseri yer alıyormuş. Beni esas şaşırtan, serginin girişindeki panoda, bu kitapta yer alan öğütlerin, Irak harbinin stratejisi olarak Amerikan başkomutanlığınca benimsendiğinin ilán edilmesiydi. Lawrence, 90 yıl önce şöyle demiş: "Kendi ellerinizle çok fazla birşey yapmaya kalkmayın. Sizin (İngiliz Ordusu’na sesleniyor) mükemmel bir şekilde yapabileceğiniz bir işi, Araplar’ın orta sevide yapması evládır. Bu, onların savaşıdır. Sizin burada bulunuşunuzun sebebi, onlara yardımdır. Savaşı, onlar için kazanamazsınız." Lawrence kitabında, Arap başkaldırısı karşısında bocalayan Türk silahlı kuvvetlerinin içine düştüğü bunalıma da işaret ediyor. "Zaman, isyancılardan yanadır. Ortadoğu’da ayaklanma bastırmak, insanın yüzüne gözüne bulaşan berbat bir iştir. Üstelik çok yavaş ilerler. Bu aynen, bıçakla çorba içmeye benzer". Amerika, Lawrence’in tavsiyesine uyarak Irak harbini, bir "Irak-Amerika" savaşı olmaktan çıkarma staratejisi uyguluyor. Bu sebeple Şiileri ve Kürtleri, Sünni Araplara karşı kışkırtıp, örgütlüyor. Onlara her türlü yardımı yapıyor.
* * *
Geçen hafta The Economist dergisinin kapağında ağlayan bir Iraklı adamın resmi ve sayfanın üstünde kocaman "Irak’ın Kendinle Savaşı" ibaresi vardı. Dikkat ederseniz artık haberlerde Irak-Amerika çatışması çok az yer alıyor. Daha çok Iraklı, Iraklı’yla çarpışıyor. Savaşların en kötüsü olan iç savaş yaşanıyor. Demek ki; Amerika, Lawrence’in tavsiyesine harfiyen uymuş. Bu maksatla eskiden çoğunluğu Sünni olan ordunun % 90’nını Şiileştirmiş. Kendi başlattığı savaşta, aradan sıyrılıp harbi "onların savaşı" haline dönüştürmeyi başarmış. Denecek ki; Irak’ta zaten milli birlik yoktu. Kürtler ve Şiiler, Sünni Araplar tarafından eziliyordu. Şimdi de onlar Sünnileri eziyor. Soru: Acaba bundan önceki başkaldırılar kendiliğinden mi oluyordu? Sakın Irak’ın yıkımına yol açan bu feci iç savaşı başlatan ile bu iç savaşa gerekçe teşkil eden Saddam zulmünün yaratıcısı aynı "kışkırtıcı" unsurlar olmasın?
Son Söz: Haksızlığın en büyüğü olan iç savaşın, haklı gerekçesi olmaz.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2006
SAYIN Süreyya Serdengeçti’nin Merkez Bankası başkanlığı, dün akşam itibariyle sona erdi. Serdengeçti, popüler ekonomi tarihimize "enflasyonu yenen kişi" olarak geçecek. Bu, her iktisatçıya nasip olmayacak kadar büyük bir şereftir. Kendisini başarılarından dolayı kutluyor ve ülkeye sunduğu hizmetleri için teşekkür ediyorum. * * *
Bundan otuz yıl kadar önce, hazır çorba üretmek için faaliyete geçen bir şirketin yönetiminde görev almıştım. Üretilecek çorbaların reçetelerini hazırlayan İsviçreli ahçıbaşı, eğer pişirdiğiniz yemek lezzetsiz olmuşsa, onu müşteriye beğendirmek için ya tuzluya, ya tatlıya, ya ekşiye, ya acıya çaldırın; yağ ilave etmeyi de unutmayın derdi. Her yazı, bir yemektir. Bunu, okurun zevk alarak yiyip yutması için, içine birşeyler katmak gerek. Türkiye’nin en beğenilen yazarı Urfalı Bekir Coşkun usta olsam, içine bol acı koyardım. Ben bu yazının içine sadece biber değil, tuz, şeker, summak, nar ekşisi ne varsa koyacağım. Yağ miktarı değişmeyecek. Umarım okuldaşım Süreyya Bey de zevk alarak okur.
1. Süreyya Bey’i, İstanbul’a bekliyoruz. Kendisine Boğaz’a názır bir villada oturmasını tavsiye ederim. Ömür biter, İstanbul bitmez. İstanbul, şairin dediği gibi gözleri kapalı dinlenir; ama gözü açık yaşanır. Beş yıl önce, bankaları fona alınmanın kapısından dönen "sıfırı tüketmiş" bankacılar, bugün milyar dolarlarla beş taş oynuyor. Onları "sıfırdan, milyarder yapan" bir politikanın mimarına herhalde biraz "danışmanımız olun lütfen" jesti yapmaları gerekir.
2. Eskiden "az yaşa, çok yaşa; her bankaya lázım en az iki paşa" kuralı geçerliydi. Sonraları eski hazine müsteşarları ve merkez bankası başkanlarının yıldızı parladı. Süreyya Bey’in önüne pek çok göz kamaştırıcı teklif konacaktır. Herhalde bu yaşında emekli olup, hatıralarını yazmayacak. Tekliflerden birini veya ikisini seçecek.
3. Süreyya Bey’in alacağı tekliflerden biri de "köşe yazarlığı" olacaktır. Ayrıca konferans teklifleri yağacaktır. Vakıf üniversitelerinden birinde hocalık yapmaktan kaçamaz. Biraz başımı dinlerim diye düşünüyorsa, aldanıyor. Vallahi başını kaşıyacak zaman bulamayacaktır. Paraya ihtiyacı olmasa da, lütfen piyasayı düşürmesin. Bizim ekmeğimize engel olmasın.
Süreyya Bey, Merkez Bankası başkanı olup enflasyon canavarını yenmeden önce, merkez bankasında herhalde başkandan sonra gelen şahsiyetti. Aklıma şu soru takılıyor: Anlaşılan Süreyya Bey’de enflasyonu yenecek bilgi, beceri ve irade vardı. Peki niçin bunları Sayın Gazi Erçel’in hizmetine sunmadı. Niçin Gazi Erçel, popüler iktisat tarihimize, "2001 krizini çıkartan merkez bankası başkanı" olarak geçti. Üstelik kendisi, krizden iki ay önce Avrupalı uzmanlar tarafından "yılın merkez bankacısı" ünvanına láyık görülmüştü. Gazi Bey, "bırak, kader utansın."
Son Söz: Az yağlı yemeğe yavan denir.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
ASLINDA bugün, hareketli geçen bir haftanın değerlemesini yapacaktım. Ancak uygulanan "ekonomi politikası"nın ilk halinin müellif mimarı Kemal Derviş tarafından çok acı bir şekilde eleştirilen "yüksek faiz-düşük kur" mücahidi iktisatçılara böyle bir günde yüklenmenin bana yakışmayacağı kanaatına vardım. Bu konuları daha çoook konuşacağız. Galiba görev süresi uzamayacak olan Merkez Bankası başkanı için bu hafta kötü bir final oldu. Keşke Kemal Derviş, bir iki hafta sonra konuşsaydı da başkan, "bi gittim, bak ortalık yangın yerine döndü" diyebilseydi. Neyse...
* * *
Geçen yazıda, sıkça kullanılan hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü deyimlerini irdelemiştim. Bu deyimlerin lálettayin kullanılmasının, kafa karışıklığına sebep olduğu kanaatındayım. Özellikle "hukukun üstünlüğü" deyimini sakıncalı buluyorum. Bu deyim, yargının, yasama ve yürütmeden üstün olduğu gibi bir anlam çağrıştırmaktadır. Daha kötüsü "hukukçuların üstünlüğü" şeklinde yorumlanmaktadır. Hukukun üstünlüğü deyimi, "derin devlet" gibi, bir "hükümet dışı iktidar" yaratma aracı olarak da kullanılmaktadır. Bu yüzden hukuk, siyasete alet olmakta ve yıpranmaktadır. Hukuka dışarıdan bakan bir kişi olarak, zihnimde netleşen temel kavramları bir kez daha özetlemek istiyorum.
1. Kanun(ların) hakimiyeti (Rule of Law) kuralı, bireyler, kurumlar ve hükümet edenler kanunlara tábidir demektir. Bu kuralın amacı, özellikle yürütme/yönetme erkini elinde bulunduranların, keyfi davranmalarına ve "icabında kendi kanunumu kendim yaparım" havasında girmelerine izin vermemektir.
2. Kanunlar, kolayca değişmemelidir. İstikrarlı kanunlar, özgürlükleri korumanın ve insanlara güven içinde yaşama ortamı sağlamanın ön şartıdır.
3. Kanunlar moral (ahláki) değerler üzerine inşa edilmelidir. Eğer çok ayrıntıya girecek olursa kanunlar, ahláki değerlerin yerleşmesine hizmet edemez. Böylesi kanunlar, bireylerin özgürlüklerinin teminatı olmaktan çıkıp, halka tahakküm etmek isteyenlerin elinde geçirebileceği bir sopaya dönüşür.
4. Kanunların kapsama alanıyla, yürütme/yönetme erkini elinde bulunduranların "takdir hakkı alanı" arasındaki sınır, doğru çizilmelidir. Bu sınırın belli olmaması, yargı ile yürütmenin çatışmasına sebep olur.
5. Bir ülkede kanun hakimiyeti tesis edilmemişse, o ülkede bireylerin özgürce yaşaması mümkün değildir. Bireysel özgürlükler, sadece hükümet tarafından kısıtlanmaz. Bireyin özgürlüklerin korunması, diğer bireylerin kanun ve kurallara uyması ve ödevlerini yapmasıyla mümkün olur. Kanun hakimiyeti için, kanunların güç kullanarak tatbik edilmesi şarttır.
Son Söz: Uygulanmayan kanun, kanunsuzluktan kötüdür.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2006
MERKEZ Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin görev süresi doluyor. Şu ana kadar görevine devam edip etmeyeceği, etmeyecekse yerine kimin geleceği resmen açıklanmadı. Bu bir hatadır. Çünkü Merkez Bankası’nın uygulamakta olduğu "sıkı para" veya benim söyleyiş tarzımla "yüksek faiz-düşük kur" politikası, sanayiciler tarafından artan dozda sorgulanmaktadır. Kulaklarında kár fışkıran bankacılık kesimiyse, cansiperane şekilde bu uygulamayı savunmaktadır. Merkez Bankası başkanlığına gelecek kişinin adı, bu ortamda, ibrenin yönünü tahmin açısından çok önemlidir. Ekonomiyi yönetmek bir yerde "beklentileri yönetmektir". Bakan Babacan, sık sık medyada yer alıp "yön değişmez" diyerek, oluşan beklenti boşluğunu doldurmaya çalışıyor. Ama, spekülasyonlara engel olamıyor.
İşte bu çok kritik günlerde, uygulanmakta olan "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"nın ilk şeklinin müellifi Kemal Deviş Türkiye’ye geldi ve CNN Türk televizyonuna çıkıp bir durum değerlemesi yaptı. Ben Kemal Derviş’in konuşmasını izledim. Mimiklerine dikkat ettim. Dediklerinden, demediklerini çıkarmaya çalıştım. Derviş’le konuşan Tayfun Ertan’ı, bilgiçlik taslamadan soru sormadaki ustalığı dolayısıyla kutluyorum. Derviş’in söyledikleri mealen şöyle:
1. Cari açık, tehlikeli bir düzeye gelmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşananlar, bu kadar yüksek bir cari açığın, bir süre sonra ekonomide arıza çıkardığını göstermektedir.
2. Cari açığın bu kerteye kadar yükselmesinin sebebi, döviz fiyatının düşük olmasıdır. Bu yapıyla Türkiye yılda yüzde 7 büyüyemez. Halbuki, bugünün en önemli meselesi olan işsizliği azaltmak için, yüzde 7’lik bir bir büyüme şarttır. Sanayinin ihracatla büyümesinde döviz kurunun yardımcı olması gerekir.
3. Programın başında yani 2001 yılında sorun, yurt dışına para kaçışıydı. Bu yüzden döviz fiyatları istenmeyen düzeye fırlamıştı. Tedbirler, bu kaçışa engel olmak için tasarlandı. Bugünkü sorun, bunun tam tersidir. Yurtdışından istenmeyen miktarda döviz, yurda gelmekte ve döviz fiyatlarını bastırmaktadır. Önlemler buna engel olacak yönde alınmalıdır.
4. Maliye politikasında, yapılması gereken yapılmıştır. Düzeltme para politikasında olmalıdır.
5. Ne yapılmalı sorusuna gelince; enflasyonu tekrar yükseltecek tedbirlerden kaçınılmalıdır. Bunun başında, hükümetin sorunlu sektörlere "rant" transfer etmesi gelir. Bu yapılmamalıdır.
6. Dövize talep yaratmak maksadıyla, Hazine’nin tüm dövizli borçlarını tasfiye etmesi ve Merkez Bankası’nın daha fazla rezerv biriktirmesi uygun olur. (Ben burada tam zıttını düşünüyorum)
7. Sıcak para girişlerine karşı vergi önlemleri alınmalıdır.
Son Söz: Sorunda mutabakat, çözümde anlaşmak değildir.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2006
TÜRKİYE’ye gelişi hadise olan Filistinli siyasi lider Meşal’in basın toplantısında bir tercüme hatası olmuş. Meşal "hukukel vatani" diye bir deyim kullanmış. Tercüman bunu "hukukun üstünlüğü" diye çevirmiş. Halbuki bu deyimin anlamı "milli haklar" veya "halkın vazgeçemeyeceği hakları" demekmiş. Bu yanlışlığı, Cengiz Çandar anında tespit edip Ertuğrul Özkök’e söylemiş.
Ertuğrul Özkök de geçen cumartesi günü, bunu köşesinde anlattı. Şiddet yanlısı Meşal’in "hukukun üstünlüğü"nden bahsetmesi Emre Kongar, Mehmet Barlas ve Taha Akyol’u çok memnun etmiş. Onlar da bunu halka nakletmişler. Ama gerçekte Meşal "hukukun üstünlüğü" dememiş. Neyse sırası gelince onu da der. Sorun değil.
* * *
Peki, acaba "hukukun üstünlüğü" Türkçe’de ne anlama geliyor? Ben bir süredir hukuk kavramlarına takmış vaziyetteyim. Taktıklarımın başında "hukukun üstünlüğü" ve "hukuk devleti" deyimleri var. Anayasa hukuku profesörü Ergun Özbudun’un İngilizce yazılmış "Constitutional Law" adlı kitabının 2. bölümünde, bu deyimlerin doğal olarak İngilizceleri var. Kitaba göre, bizim "hukuk devleti" dediğimiz kavrama İngilizce’de "Rule of Law" deniyor. "Hukukun üstünlüğü" deyiminin karşılığı da "Supremacy of Law".
Bu deyimler bazen birbirinin yerine de kullanılıyor. Ben bu kavramların kapsamını internette araştırdım. Şu sonuçlara ulaştım: Bu deyimlerin İngilizcelerinin maksat ve kapsamı Türkçe’sinden farklı. Karışıklığın bir sebebi, İngilizce’de "law" sözcüğünün, Türkçe’de hem "kanun" hem de "hukuk" kelimelerine tekabül etmesi. Ama kavram karışıklığının kökü çok daha derinde.
Anladım ki, "Rule of Law" Batı demokrasilerinin temel kavramı. Zaten Batılı devlet adamları tarafından en sık zikredilen ilke de bu. Türkçe’deki "kanun hákimiyeti" bunu tam karşılıyor. Yerine kullanılan "hukuk devleti" tabiri ise anlamı biraz saptırıyor, neyse. Esas kafa karıştıran "hukukun üstünlüğü" deyimi. "Supremacy of law" soyut hukukun veya hukukçuların değil, somut kanunların üstünlüğü demek.
Bu kısaca, "bireyler" ve "yönetenler" bilinen ve yürürlükte olan yasalara göre hareket etmek mecburiyetindedir anlamına geliyor. Karşıma çıkan en çarpıcı ifade şu oldu: "Kanunların üstünlüğü ilkesi, önce ’kanun’ kavramının tanımlanmasını gerektiriyor. Bu tanım; kanunla idarenin takdir hakkı arasındaki farkı da içermelidir. Kanunların kökleri, moral (ahlaki) ilkelere dayanmalıdır. Eğer kanunlar çok ayrıntılı çerçeveler çizerse, bu sağlanamaz."
Benim yorumum şu: Ülkemizde hukukla hükümet arasında yaşanan kavgalar, kanunların "kapsama alanıyla" hükümetin görevini yerine getirmek için sahip olması gereken "takdir hakkı alanı" arasındaki sınırın tespitinden çıkmaktadır. Hukukun üstünlüğü deyimi, belki de taraflarca "parlamento dışı iktidar" olarak algılanıyor.
Son Söz: Usule takılan, esası ıskalar.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2006
TÜRK ekonomisine yön verenlerin, körün değneğini bellediği gibi belledikleri "yüksek faiz-düşük kur" politikasına bir süre ilişmeyeyim dedim. Ne mümkün ? Pazartesi günü gazeteleri açtım. Karşımda Dünya Bankası’nın Türkiye Direktörü Andrew Vorkink’in "dalgalı kurdan vazgeçmeyin" tavsiyesi, hemen altında Bakan Babacan’ın "dalgalı kurdan vazgeçmeyeceğiz" beyanı. Muhterem beyler, ortada dalgalı kurdan vazgeçin diyen mi var? IMF’nin dayatmasıyla 2000 yıllında uygulanan "Programlı Kur Çıpası"nın ömrü 14 ay sürmüştü. Bu dönem hariç, 1980’den beri Türkiye’de zaten kurlar piyasada oluşuyor. Hadi sizin deyiminizi kullanalım "dalgalı kur rejimi" geçerli. Sıkıntı, kurun dalgalanmasında değil, "DALGALANMAMASINDA".
* * *
Yaklaşık üç yıldır, bu konuyu kesif bir şekilde işliyorum. 100’den fazla TV programına çıktım, bir o kadar konferans verdim, belki kırk defa bu köşede ulusal paraya yüksek faiz vermek, döviz kurunda düşüklüğe sebep olur dedim. Bir gün dahi dalgalı kurdan vazgeçilsin demedim, diyene de rastlamadım. Önceleri tek başımaydım, şimdi hamdolsun benim gibi düşünen ve yazan çok sayıda iktisat hocası ve yorumcusu var. Niçin konuyu saptırıyorsunuz? Acaba birileri Andrew Vorvink’e "bu ülkede sabit kura geçilsin diyenler var; buna ne diyorsunuz" diye yönlendirmeli bir soru mu sordu?
* * *
Gelişmeleri bir defa daha ortaya koyalım. Türkiye gibi çift paralı ekonomilerde (biri ulusal parası, diğeri döviz) 30 yıldır bir "enflasyon-devalüasyon-faiz" sarmalı oluştu. İş adamlarının, devlet adamlarının ve halkın zihni "dövize endekslendi". Fiyat verirken, maliyet hesaplarken, fizibilite raporu yazarken, makro ekonomik büyüklükler anlatırken, ölçü birimi olarak hep döviz (çoğu kez Amerikan Doları, bazen Alman Markı şimdi de Euro) kullanıldı. Döviz fiyatlarını sabitlemeden veya artışını frenlemeden, enflasyonun düşmeyeceği ve faizlerin inmeyeceği kanaatine gelindi. Bunun için "kur çıpası" diye bir yönteme geçildi. Bugün uygulanan yöntem bunun "örtülü"südür. Bunları hepimiz anlıyoruz. İtirazım tatbikatın dozuna ve katılığına. Soruyorum: Kur çıpasının başarısı için gerekli; a) maliye politikası, hükümetçe bu kadar ciddiyetle uygulanırken, b) tüm dünya gırtlağına kadar dolara garkolmuşken;
Hálá niçin,
1. T.L.’ye bu kadar yüksek faiz uygulanmaya devam ediliyor?
2. Sıcak paracılara garanti vermek için, bu kadar çok rezerv biriktiriliyor ve yüksek taşıma maliyetine katlanılıyor?
3. Hazine, dövizle "düşük faizli-uzun vadeli" borçlanmaya gitmiyor?
4. Değerli TL’yle Türk ekonomisinin rekabet gücü zayıflatılıyor?
5. Büyüme yavaşlatılıyor?
6. Ekonomi riske sokuluyor?
Son Söz: Para politikasından atlasın, nerede patlarsa patlasın.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2006
HOCAM Fuat Çobanoğlu, az gelişmiş ülkelerin kamu yöneticileriyle, gelişmiş ülkelerin kamu yöneticileri arasındaki davranış farkını şöyle anlatırdı. Gösteriş tüketimi, hem gelişmiş, hem de az gelişmiş ülkelerde vardır. Her ülkede insanlar, "Başkaları desin diye" maddi imkánlarını zorlama pahasına, gösterişli tüketim malları alır. İş, yatırıma gelince, insan davranışları daha iktisadi olmaya başlar. Hele hele yatırım, halkın parasıyla yapılacaksa, gelişmiş ülkelerin kamu yöneticileri, "gösteriş yatırımı" yapmaktan kesinlikle kaçar. Az gelişmiş ülkelerde ise, halkın parasını harcayan kamu yöneticileri "gösteriş yatırımı" yapmaya çok meraklıdır. Bu yöneticilerde halkın parasını harcıyorum bilinci yoktur. Tam aksine bu kişiler, harcamayı kendi cebinden yapıyormuş gibi, sürekli "Ben, şunu yaptım, ben bunu yaptım" diye konuşur. Edálarına ve bastıkları havaya bakarsanız bu kişiler, halktan almadan, halkı borca sokmadan, halka hizmet götüren, eserlere eser katan mucize insanlardır.
* * *
Yaşama yön veren şey, ölümdür. İnsan, doğduğu günden itibaren hem ölmemeye çalışır, hem de ölüme koşar. En büyük arzusu, ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Bundan 5000 yıl önce yaşayan Mısır Firavunları da böyleydi. Onlar da ölümsüzlüğü aradılar. Kendilerini mumyalatıp, içine gömülecekleri "ölümsüz mezarlar" inşa ettiler. Bir bakıma başarıya ulaştılar. Bugün dünyanın dört bir tarafından insanlar onların mumyalarını görmeye gidiyor ve pramit şeklindeki dev mezarlarını ziyaret ediyor. Firavunlar, pramit mezar inşa edeceklerine, su kanalları ve sosyal meskenler inşa edip, Mısır halkının refahını arttırsalardı daha iyi iktisadi olmaz mıydı? Halk için olurdu ama, firavunlarun námları bu kadar sürmezdi.
* * *
İstanbul Belediyesi, şehir içi yolların bir kısmını yer altına almaya karar vermiş. Gazetelerde okumuş ve "uçuk bir proje, nasıl olsa uygulamaz" diye üzerinde durmamıştım. Metin Münir’in geçen günkü yazısından öğrendiğime göre, maalesef iş ciddiye binmiş. Devlet bir yandan halkın ümüğünü sıkarak, bütçeyi denkleştirmeye çalışıyor, diğer yandan İstanbul Belediyesi halkın parasıyla pramit inşa etmeyi planlıyor. Geçen gün İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ulaşım şirketini ziyaret ettim. Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezinde çalışan aklı başında genç insanlarla tanıştım. Yaklaşık üç saat İstanbul’un şehir ve ulaşım planlaması üzerine kafa patlattık. Bugün İstanbul’da yaşayanların üçte ikisi, toplu taşıma araçlarıyla işe gidip geliyor. Bu oranı hem daha yükseltmek hem de bu hizmetin kalitesini arttırmak gerekir. Önce şunu ortaya koyalım: Özel otomobil, büyük şehrin, kent içi ulaşım aracı değilidir.
Son Söz: Ahlák, daha çok insana, daha uzun vadede hizmettir.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2006
OKURLARIM bugün, geçen haftaki döviz alım fiyaskosunu (skandalı mı, yoksa saftorikliği mi demek lázım artık bilmiyorum) eleştirmemi bekliyorlarsa, yanılıyor. Enflasyonu düşürmek için uygulanan "örtülü kur çıpası"nın gerektirdiği "yüksek faiz-düşük kur" politikasına isyan eden ekonomistlerin sayısı arttı. Aynı olayı "helal olsun Merkez Bankası’na, nasıl da 5 milyar doları kaptı" diye yorumlayan arkadaşlar da var. Bunların çoğu, Türkiye üzerinden tatlı para kazanan Londra Bankerlerinin yerli işbirlikçileri. Bir kısmı da samimi olarak, yapılanın doğru olduğuna inanıyor. Ne demeli? Belki de onlar haklıdır. Ne demişler, doğru varsayım, doğru hesaptan evladır.
***
Bazıları şöyle diyor: Sen, faiz yüksek olunca, döviz fiyatı düşer diyorsun. Halbuki, 2001’den bu yana faizler sürekli olarak düştü. Aynı sürede döviz fiyatları da düştü. Demek ki; yüksek faiz -düşük kur diye bir ilişi yoktur. Aynı yazarlar ertesi gün, ABD faizleri artınca Dolar, Euro’ya karşı eğer kazanacaktır diye de yorum yazabiliyor. Geçelim. Önce faizle, döviz fiyatları arasında çapraz esneklik olduğunu bir köşeye yazalım. Sonra ben size, fiyat mekanizmasının nasıl çalıştığını, çocuksu bir mantıktan kurtarıp, "iktisadi muhakeme" kullanarak açıklamaya çalışayım.
İktisadın doğal temeli olan "arz ve talep kanunu", şunları söyler:
1. Fiyat, arzla, talebin buluştuğu yerde oluşur. Dolayısıyla, meşru veya değil (karaborsa dahil) her ortamda talep, arza denktir.
2. Bu denklik, sabit bir denge noktasına tekabül etmez. Fiyatlar, denkliği tesis etmeğe yönelik olarak sürekli hareket eder.
3. Piyasada fiyat düşerse, talep artar; arz azalır. Fiyat yükselirse, talep düşer; arz artar. Ama bu bir gecikmeyle olur. Talep, "operatif" ise, tepki zamanı uzun, "spekülatif" ise kısadır.
4. En önemlisi şudur: Piyasa oyuncularının verdiği her al veya sat kararı, mutlaka geleceğe aittir. Piyaslarda, düne ait karar alınmaz. Karara temel teşkil eden, "fiyat düşük" veya "fiyat yüksek" değerlemesi, "dünü, bugünle" değil "bugünü, yarınla" kıyaslayarak yapılır. Belirleyici unsur, beklentilerdir. Piyasa oyuncuları, arabalarını dikiz aynasına bakarak sürmez.
5. Bugünkü faiz haddinin veya döviz fiyatının, dünden düşük olması, al veya sat kararını almak açısından "ucuz" anlamına gelmez. Yatırımcı için uygun olan faiz veya fiyat, yarın oluşması beklenen değerle, bugünkü kıyaslanarak bulunur. Artan fiyat, düşük; düşen fiyat, yüksek kalabilir.
Hayatta (buna iktisadi hayat da dahildir) her zaman, sonucu etkiyen birden fazla sebep vardır. Üstelik sebep sonuç ilişkisi aynı yönde sürgit devam etmez. Zafiyet geçirene beslenme , şişmana zayıflama rejimi uygulanır. Ne demişler: Can boğazdan gelir; boğazdan gider.
Son Söz: Her çözüm, kendi sorununu yaratır.
Yazının Devamını Oku