15 Nisan 2006
BUNDAN bir süre önce İstanbul Sanayi Odası, iktisatçılar arasında "Türk ekonomisinin öncelikli üç sorunu ve çözüm önerileri" başlıklı bir anket yapmıştı. Ben bu ankete verdiğim cevapta, Türk ekonomisinin öncelikli üç sorununu, 1) İzlenen "yüksek faiz-düşük kur" politikası, 2) Kayıtdışılık ve 3) Vahşi şehirleşme olarak gördüğümü söylemiş ve çözüm önerilerimi ortaya koymuştum. Yıllar önce Milliyet Gazetesi’nde Ali Gevgilili’nin yönettiği "düşünenlerin düşünceleri" diye bir köşe vardı. Ben de bu köşeye yazı yollayanlardan biriydim. 1967 yılında peş peşe yazdığım iki makaleden birincisinin başlığı "İmar Vahşeti", ikincisininki ise "Trafik Vahşeti" idi. Anlayacağınız benim, imar ve trafik vahşeti takıntım uzun süredir devam ediyor.
* * *
Başbakan Erdoğan geçen hafta "Gecekonducular şehirleri ur gibi sarmış. Bunlar nereden zavallı oluyor. Orada bir işgal var" diye bir çıkış yaptı. Kısaca benim "garibanizm" adını taktığım "Gariptir, ne yapsa yeridir" inancını topa tuttu. Ertuğrul Özkök salı günü Başbakan’ı bu yürekli çıkışından dolayı kutladı. Ben ikisini de kutluyorum. Başbakan Erdoğan ve başgazeteci Özkök, Türkiye’ye yön veren önemli kişilerdir. Onların takınacakları tavır, Türkiye’nin en büyük ekonomik sorunu olan "gayri iktisadi şehirleşme" meselesinin çözümüne mutlaka katkı yapacaktır. Ertuğrul Özkök’ü, geçmişte "şehir yağmasına destek veren solcu zihniyeti" takbih etmesinden dolayı da ayrıca tebrik ediyorum. Solculuğun borusunun güçlü öttüğü 70’li yıllarda, gecekondu bölgeleri "devrimci fidanlığı" kabul edilmişti. O zamanlar kolluk kuvvetleriyle çatışan işgalciler, solcu basın tarafından kahraman ilan edilir; üniversiteli solcu gençler, kanun hakimiyetini tesis etmeye çalışan belediye ve polis ekiplerine karşı bizzat savaşırdı. Bugün bile kaçak yapıları yıkan belediye memurları ile işgalci güçler arasında çıkan çatışmada "işgalci ve yağmacılardan yana haber yapmak" reyting getiren gazetecilik kabul edilmektedir. Eğer basın bu konuda tutum değişikliği yapabilirse (ki; benim fazla bir ümidim yok) Türkiye medeniyete yürüyüşünde önemli bir engeli aşmış olacaktır. Kaderin cilvesine bakın ki; solcular tarafından "devrimci fidanlığı" kabul edilip propaganda koruması altına alınan "gündüz kondu" bölgeleri, kısa bir zaman sonra dinci militanların yetiştiği bağlara dönüştü. Bu kurtarılmış bölgelerin bir kısmı şimdi, ayrılıkçı güçlerin "polis giremez" ilan ettiği mahalleler haline geldi.
* * *
Medeniyet yolunda demokratik bir şekilde ilerlemek isteyen bir ülkede, "kanun hakimiyeti" her şeyden önce "mülkte" tesis edilmelidir. Kanun hakimiyeti, Tüpraş ihalesinde (yeni sahiplerin ileride gerekli yatırımları yapması güvence altına alınmamıştır gibi hukukçuların üstüne vazife olmayan bir gerekçeyle) yürütmeyi durdurma kararı vererek sağlanamaz. Kanun hakimiyeti, Başbakan’ın işgalcilere karşı çıkmasını, yargının, Meclis’in ve basının desteklemesiyle sağlanır.
Son Söz: Siyasallaşan hukuk, hukuk devletine zarar verir.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2006
FİNANSBANK’ı yoktan var eden Hüsnü Özyeğin, muhteşem bir finalle bu yürüyüşü sonlandırdı. Anlayabildiğim kadarıyla Hüsnü Bey’in eline, 2.5 milyar dolardan fazla bir para geçecek. Bu kabil çok büyük anlaşmalardaki ayrıntıları, basına akseden bilgilerden çıkarmak mümkün değildir. Dolayısıyla Hüsnü Bey’in eline, sonunda gerçekten kaç para kalacağını belki de kendisi bile bugünden bilemez. Ama yukarıdaki rakam civarında bir şey olması muhtemel.
* * *
Her son, bir başlangıçtır. Rahmetli annem, "mutlu son" ile biten filim için "mutlu başlangıç" ile bitti derdi. Allah uzun ömür versin, Hüsnü Bey şimdi hayatının geri kalan kısmına, mutlu bir başlangıç yapmış bulunuyor. Benim zihin tasnifimde Hüsnü Özyeğin ile Erol Aksoy aynı kümede yer alır. İkisi de mühendislik eğitimi üzerine Harvard Üniversitesinde iş idaresi dalında, yüksek lisans derecesi almış iki parlak zekadır. Hatta diyebilirim ki; Erol Aksoy’un pırıltısı bir çıt fazladır. Belki de ben, Erol Aksoy’u daha yakından tanıdığım için bana öyle gelmektedir. Mehmet Karamehmet, fiilen sıfırı tüketmiş durumda olan Yapı Kredi Bankası’nın hakimiyetini eline geçirdikten sonra, İdare Meclisi’nde etkin makama Erol Aksoy’u, Genel Müdürlüğe Hüsnü Özyeğin’i getirmişti. Özetle Mehmet Bey, elindeki iki as oyuncuyla, Yapı Kredi Bankası’nı hayata döndürme ameliyatına girişmişti. Erol Aksoy, ortak arkadaşımız Arçelik’in eski Genel Müdürü Ünsal Anıl’a "Ben stratejistim, Hüsnü ise iş bitiricidir" demiş. Bu ifadesiyle, biz bu işi kıvıramazsak, kimse yapamaz demek istemiş. Bu, aşağı yukarı 20 yıl önceydi. Hey gidi günler hey. Bu üç atlının yolları zamanla ayrıldı. Üçü de çok ses getiren girişimler de bulundu. Üçü de çok zor günler geçirdi. Ama içlerinde en başarılısı şüphe yok ki Hüsnü Özyeğin oldu.
* * *
Şimdi beni bir merak aldı. Acaba Hüsnü Bey, eline geçen bu 2.5 milyar lirayla ne yapacak. Dar ve orta gelirli insanlar, para ile tüketim arasında bir ilişki kurar. Eline yüklü bir para geçse, hemen yaşam standartını yükseltecek projeler üzerine kafa yormaya başlar. Hüsnü Bey’in bu konuya kafa yorması mümkün değil. Bunlar onun için çok gerilerde kalmış uğraşlar. Böyle bir hayal kurma, hidro elektrik santralının baraj gölünü seyreden öküzlerin "burada ne kadar çok içilecek su var" diye düşünmesine benzer. Büyük barajlar içilecek su değil, "güç kaynağı"dır. Öyleyse soru şudur: Hüsnü Bey, eline geçen bu akışkan güçle, hangi çarkları çevirecektir? Çevireceği çarklar, ulusal mı, küresel mi olacaktır?
* * *
Milyar dolar nakit, çok ama çok büyük bir servettir. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde çok büyük servettir. Çoğumuzun bu servetin büyüklüğünü beynine sığdırması mümkün değildir. Hüsnü Bey, sıfırdan milyarder olduğu için ruhu, bu dev servetin yaratacağı bunalımları çözmeye hazırdır. İşin bu yönünden tasam yok. Ama ne yapacağını öğrenmek için meraktan kıvranıyorum.
Son Söz: Ulaşılan her yükseklik, bulunulan yere göre sıfır irtifadadır.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2006
KONUŞMA üslubu, geçmişi değerlendirişi, kullandığı kelime ve kavramlarıyla, dünyaya baktığı pencereleri yani paradigmalarıyla bugünlerde dikkatimi çeken bir isim var. Diyarbakır Valisi Sayın Efkan Ala. Efkan Ala 41 yaşında. Genç yaşlarda devletin üst mevkilerine yükselmiş parlak bir kamu yöneticisi. 2004’ün Eylül’ünden beri Diyarbakır’da görevli. Ondan önce de 20 ay süreyle Batman’da valilik yapmış. Türkiye’nin en sorunlu bölgesinde devleti temsil ediyor. Bundan daha önemlisi, bugünkü hükümetin Güneydoğu’daki Kürt meselesine bakış açısını yansıtıyor. Valinin görüşleriyle, içişleri bakanının; içişleri bakanıyla, başbakanın görüşleri farklı olamaz. Olsaydı, Efkan Ala Diyarbakır valisi olmazdı zaten.
* * *
Türkiye’yi AB’ye (Avrupa Birliği) sokmaya çalışan AKP hükümetinin karşısında "çözmezsen, olmaz" türünden önemli iki koca sorun var. Kıbrıs ve Güneydoğu Kürt meseleleri. Her ikisinde de, AB’nin ve hatta Amerika’nın gösterdiği yol aynı. Diyorlar ki: "Ey Türkiye, bu her iki meselede de bugüne kadar izlediğin yolda yürümekte ısrar etme. Yoksa, külahları değişiriz. Miloseviç’in Yugoslavya’sının ve Saddam’ın Irak’ının başına gelenler sana ders olsun. Rumların ve Kürtlerin istediklerini mümkün mertebe ver. Ver ki, başın beladan kurtulsun. Aksi takdirde, hem kadere engel olamayacaksın hem de bir araba sopa yiyeceksin. Üstelik bugün vermediğinden fazlasını vereceksin."
* * *
Türkiye acaba, Kıbrıs ve Güneydoğu’da izlediği politikalarda haklı mı, değil mi? Kendine göre değil, evrensel hukuki ve insani değerlere göre eğer haksızsa, haksızlığı sürdürmesi mümkün mü? Mümkün olsa bile, bu tutum ádil mi? Bu politikanın getirisi ve götürüsü ne? Bugün cevabını aradığımız sorular işte bunlar. Bu sorunların en yararlı çözümü yok; en az zararlı olanı var. Anlayan anlar, anlamayan da aval aval bakar misali, rumuzlu konuşmanın anlamı yok. Demokratik açılım gibi omurgasız deyimler kullanmanın zamanı çoktan geçti. Bir zamanlar Ecevit’in "solculuğumuzun sınırı halk belirler" dediği gibi "bu hareketin varacağı son noktayı, demokrasi içinde halk, kendisi belirleyecektir" demek, peşinen her sonuca razı olmaktır. Demokrasi iyidir; istenmeyen bir sonuç ortaya çıkarsa, çaresini o zaman bakarız diye yola çıkılmaz. Halkın ne yapacağı belli olmaz. Liderlik şarttır.
* * *
Gelelim işin bir başka vechesine. Vali "cama gelsin, cana gelmesin" diye cam çerçeve kıran göstericiler karşısında, vermiş olduğu emir gereği, polisin pasif davranışını savundu. Halbuki, güvenlik güçlerinin görevi, hem mal hem de can güvenliği sağlamaktır. Bu, demokrasinin "olmazsa, olmaz" şartıdır. Vali bey "OHAL çözüm olsaydı, bu sorunları bügün yaşıyor olmazdık" buyurmuş. Doğrudur; bugün bu sorunlar belki de yaşanmazdı. Ama belki de başka sorunlar yaşanırdı. Mesela, yurt çapında "etnik temizlik" gibi çok daha feci olanları. Bir ihtimal daha: Sayın Ala, o yörede valilik de yapamayabilirdi.
Son Söz: Camı koruyamayan, canı hiç koruyamaz.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2006
BİR ekonominin gidişatı izlenirken, bakılması gereken ilk ve en önemli gösterge "büyüme" yüzdesidir. Geçen hafta Türk ekonomisinin 2005 yılında yüzde 7.6 oranında büyüdü açıklandı. Bu son derece sevindirici bir sonuçtur. Demek ekonomimiz öyle bir momentum kazanmış ki, önüne çıkan "düşük kur" engeline rağmen hızlı büyümesini sürdürebiliyor. Burada hemen bir hatırlatma yapayım. Bilindiği gibi milli gelir hesaplanırken önce "tüketim" ile "yatırım" harcamaları toplanır, sonra bu toplama "ihracat" rakamı eklenir, "ithalat" rakamı ise düşülür. Düşük kur, ihracatı köstekleyen, ithalatı özendiren bir oluşumdur. Yani milli geliri yükselten ihracat yeterince artamazken, milli geliri düşüren ithalat hızla artar. Nitekim bizim ülkemizde de olay böyle cereyan etmekte ve esas olarak ihracat, ithalat farkından doğan "cari açık" hızla büyümektedir. Türkiye, işte bu olumsuz gelişmeye rağmen 2005 yılında yüzde 7.6 büyümüştür.
Ben böylesi bir milli gelir artışını beklemiyordum. Hadi diyelim ben, "ihracata dayalı sürdürebilir büyüme" ekolünün bir mensubu olarak, böyle bir hatalı tahminde bulunma riskine açıktım. Ama tam tersi görüşte olanlar dahi böyle bir büyümeyi, rakamlar geçen hafta açıklanıncaya kadar öngörememişti. İster istemez insanın aklına, acaba burada bir ölçme hatası mı var sorusu takılıyor. Ölçme hatası, istatistiğin doğasında olan bir şeydir. Bu yüzden istatistikte "nokta" tahminleri veya ölçümlerinden çok, zaman serilerine bakmak doğrudur. Çünkü hatalar hep aynı yönde oluşmaz. Zaman içinde "hata, hatayı düzeltir".
Buna rağmen, yapılan ölçümlerde beklenmeyen büyüklükte bir fark ortaya çıkarsa, "hata, hatayı düzeltir" demeyip, olayın mutlaka üstüne gitmek gerekir. Benim bu son sürpriz büyüme yüzdesiyle ilgili kuşkum "deflatör" denilen ve cari fiyatlarla hesaplanan milli geliri, sabit fiyata indirgeyen fiyat endeksi üzerinde toplanıyor. Kısaca deflatör yüzdesinin olması gerekenden "küçük" hesaplandığı kanaatındayım. Bunun çok da geçerli bir sebebi var. 2005 yılbaşında "deflatörü" oluşturan temel verilerin toplandığı TEFE "Toptan Eşya Fiyat Endeksi" kalktı ve yerine ÜFE "Üretici Fiyat Endeksi" kondu. Ve ne oldu biliyor musunuz? 2004 yılında yüzde 13, 8 olan TEFE, ÜFE’ye dönüşünce, 2005 yılında yüzde 2.7’ye düştü. Bu arada yapısı değişmeyen TÜFE ise, 2004 yılında yüzde 9.3 iken, 2005’te yüzde 7.7’ye geriledi. Yani TÜFE sadece yüzde 1.6 düşerken. TEFE (ÜFE) bir yıl içinde yüzde 11.1 düştü. Dikkatinizi çekerim, ÜFE’deki düşüş, TÜFE’deki düşüşün 7 katı olmuş ve ÜFE’de Avrupa seviyesine gelinmiş.
2004 yılında kullanılan deflatör yüzde 9.5. 2005 yılı deflatörü ise yüzde 5.3. TÜFE’ye paralel olarak düşmüş olsaydı, 2005 yılında deflatör yüzde 7.8 olacaktı. O zaman da sabit fiyatlarla (reel) büyüme 2005 yılında, (resmi makamların da öngördüğü gibi) yüzde 5.2 olarak ölçülmüş olurdu.
Son Söz: Rakamların, seni yanıltmasına izin verme.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2006
BÜYÜK usta Hayek’in, benim sıkça tekrarladığım bir deyişiyle sohbete başlayalım: "İktisat, insan yapması değildir; ama içinde insan vardır." İçinde insan olduğu için, insanı anlamadan iktisat da anlaşılamaz. İnsan davranışlarını belirleyen, insanın korkularıdır. Bu korkuların bir kısmı kalıtımsaldır; yani doğuştan gelir. Kalıtımsal olmayan korkuların çoğu da çocuklukta öğrenilir.
Yetişkinlerin davranış bozukluklarını çözümlemek için, onların çocukluklarına inip o çağlarda geliştirdikleri korku yumaklarını saptamak gerekir. İnsan, korkularından utanır, daha da doğrusu korkar. Bu nedenle korkularını bastırıp onları bilinç altına iter. İleri yaşlarda ortaya çıkan davranış bozukluklarından kurtulabilmesi için, kişinin korku yumaklarını gömdüğü yerden çıkarıp onları tel tel çözmesi gerekir.
Korku, insanı yanlış çözüme iter. Herhalde bu yüzden ABD’de başlayıp dünyayı saran tarihin en büyük iktisadi krizini yenen Başkan Franklin Roosevelt, "Korkulacak tek şey, korkunun kendisidir" diyerek insanlara, iktisadi korkularından kurtulmanın en kestirme yolunu göstermiştir.
* * *
Türk ekonomisine yön veren insan davranışlarının gerisinde de Türk toplumunun "iktisadi korkuları" vardır. Toplumumuzun çocukluğuna inilirse bulunacak temel korku yumağı "dövizsiz kalmaktır". Dövizsiz kalmak, aslında "parasız kalmaktır". Osmanlı atalarımız, yüzyıllarca haraca bağladıkları bölgelerden gelen paralarla devlet bütçesini denkleştirmiştir.
Osmanlı Devleti zayıflayıp girdiği savaşları kaybetmeye başlayınca, hem ganimet hem de haraç kapıları kapanmıştır. Osmanlı Devleti ilk defa 1840’ta dış açık, yani ulusal anlamda tasarruf açığı vermiştir. Açık veren Osmanlı Devleti, çareyi "haraç alamıyorsan, borç al" şeklinde formüle etmiştir.
Burada çok önemli bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Altın para devrinde, bugünkü káğıt para düzenindeki "döviz açığı" olmaz. Çünkü açık veren ülkenin de parası altındır; dolayısıyla "döviz"dir. Açık, devletin gelir-gider açığıdır.
Esasen káğıt para devrinde de kurlar olması gereken yerdeyse, döviz açığı (cari açık) diye bir şey teşekkül edemez. Osmanlı’nın kaderi, bütçesini dış borçla denkleştirmeye başladığı andan itibaren "yabancılara bağımlı" hale gelmiştir.
* * *
Günümüzde, başrole çıkan ekonomi aktörlerinin mesela başbakanların, bakanların, Merkez Bankası başkanlarının, hazine müsteşarlarının, büyük sanayicilerin ve özellikle bankacıların en büyük korkusu "dövizsiz kalmaktır". Bu nedenle ülke borç alarak rezerv biriktirdikçe, herkes kendini daha bir güvende hissetmektedir.
Cari işlem açığı veren bir ülkede döviz rezervi birikmesi kadar, o ülke ekonomisine zararlı bir şey olamaz. Bu saçmalık kendi doğrularını yaratmış ve "Kaç aylık ithalatı karşılayacak kadar döviz rezervi gereklidir?" gibi aşağılık sorulara cevap aramak ciddi bir iş olmuştur.
Son Söz: Dövizsiz kalmaktan korkan ülke, dövizsiz kalır.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2006
MERKEZ Bankası’na başkan atanması, tereyağından kıl çeker gibi halledilebilirdi. Eğer bu iş bir mesele haline gelmişse burada bir "mesele" var demektir. Ben şimdi bunu çözmeye çalışıyorum. Olayın birinci boyutu "kadrolaşma" olabilir. AKP, boşalan her posta kendi adamını getirmek istemektedir. Hatta boşalan post, merkez bankası başkanlığı gibi bir hayli teknik bir pozisyon bile olsa. Bu, işin kolay anlaşılır yanı. Ancak her iktidarın belli bir mevkiye getirebileceği birden fazla yandaşı vardır. Mesela şimdiki başkan vekili iktisat doktoru doçent Erdem Başçı da, başkanlığı Cumhurbaşkanı tarafından uygun görülmeyen iktisat doktoru Adnan Büyükdeniz de AKP yandaşı olabilir. Muhtemelen benzer nitelikte yüz kişi daha bulmak mümkündür. Bunlardan hangisi seçilecektir? Akla gelen bir kriter, Başbakan’ın ve/veya ilgili bakanların en yakından tanıdıkları kişi olmaktır. Ama bana göre Dr. Adnan Büyükdeniz’in seçiminde çok daha önemli ve anlamlı bir "kriter" dolayısyla "mesaj" var. O da bu hükümetin, enflasyonu düşürmek için IMF’nin zoruyla uygulanan "yüksek faiz-düşük kur" politikasından memnun olmadığıdır. Aksi varit olsaydı Adnan Büyükdeniz gibi "faizsiz bankacılık" dünyasından gelen ve IMF programlarını eleştiren bir isim, Çankaya’nın onayına sunulmazdı. Bilindiği gibi bu politikadan ben de memnun değilim. Bu politikanın, "uğruna beş sanayi sektörü feda olsun" denilen enflasyonu düşürme sürecini de tehlikeye attığı görüşündeyim. Şimdi soru şu: Büyükdeniz’in vetosundan sonra hükümet rota mı değiştirecek? Yoksa sadece yeni bir isim mi arayacak? Cevap herhalde ikincisidir.
* * *
Yeni bir rota izlenecekse, işim zorlaştı. Çünkü ben, hem "yüksek faiz- düşük kur" politikasının, hem de "faizsiz ekonomi ideolojisi"nin karşısındayım. Ne yazsam, ne söylesem kimselere yaranamayacağım. Ya da benim yazacaklarımın önemi daha da arttı. Mademki yeni bir yol arayışı var, öyleyse geçmişte aykırı görüş ileri sürenler daha bir dikkatli izlenecek. Bir süredir, güncel ekonomi tartışmalarını bırakıp, karşı karşıya olunan iktisadi meselelerin köküne inme hazırlıkları yapıyordum. Para politikasının geldiği bu kritik dönemeçte, polemikçi üsluba hiç başvurmamak gerek. Mesele, klasik görüşte olanların tutarsızlıklarını ispatlamak değil. Mesele, işe yarar bütünsel bir model geliştirmekte. Üstelik bu o kadar da kolay değil.
* * *
Doğru model kurmanın dört aşaması vardır: 1) Doğru değerlere sahip olmak, 2) Doğru varsayımlar yapmak, 3) Doğru muhakeme etmek, 4) Matematik ve mantığı doğru kullanmak. Bir modelin görünen yüzü, kullanılan matematiksel ve mantıksal kurgudur. Genellikle burada hata yapılmaz. Dolayısıyla, ortaya konan modellerin doğru olup olmadığı, sunulan tablo ve grafiklerin incelemesinden anlaşılmaz. İrdelemeyi daha alt katmanlara kadar indirmek gerekir. Bu uğraşı birlikte verdik ve vermeye devam edeceğiz. Hepimize kolay gelsin.
Son Söz: Faizsiz ekonomi olmaz.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2006
...Çok da iyi oldu. Yakışıksız olanı, toplantının yapıldığı ve Başbakan’ın "KDV indirimi için bir teşekkür bile etmediniz" serzenişini yaptığının ertesi günü, gazetelerde çarşaf çarşaf KDV indirimi yaptığı için hükümete teşekkür ilanları çıkmasıydı. Sadece ilan metninde, açık bir şekilde KDV indiriminin, kayıt içi çalışan firmaların, kayıtdışı çalışanlarla rekabet etmesinde yararlı olduğu vurgulanmaktaydı.
Halbuki ben, bir süredir devam eden "sanayi-hükümet" görüşmelerinde tartışılan esas konunun, uygulanan ekonomik politika olduğunu sanıyordum. Zannettim ki, başta tekstilciler olmak üzere sanayiciler, tüm sektörün rekabet gücünün tükenmekte olduğunu anlatıyor ve hükümetten buna çare istiyordu.
* * *
İstanbul Sanayi Odası, zaman zaman ekonomi yazarları ve yorumcularıyla sohbet toplantıları yapar. Ben de bunlara birkaç yıldır katılıyorum. Toplantılarda söz sırası bana geldiğinde, oda yöneticilerine ısrarla "Sorunlarınızı ve aklınıza gelen çözümleri halka anlatın; ama Allah aşkına başbakanın veya bakanların karşısına dilenci gibi avuç açmayın" diye tavsiyede bulunurum. Boşuna.
Kırk beş yıldır kesintisiz sanayi sektörünün içindeyim. Sanayicilerin ruh halinde değişen bir şey yok. Devlet büyükleri karşısında diz çöküp, müşkülünü başbakana arz edenlerini gözlerimle gördüm. Bel kırmayanına rastlamadım. Anlaşılan bu işler benim düşündüğüm gibi yürümüyor. İşadamı olmadığım için herhalde, sadece eli değil, kafası taşın altında olan bir insanın, niçin başının dik durmadığını bir türlü anlamıyorum.
Daha da önemlisi, siyasilerin de başı dik işadamından hiç hazzetmediği kesin. Bu ülkenin ekonomik düzeni "devlet ve/veya mafya eliyle rant dağıtma" olduğu için, başka tür bir iş álemi-hükümet ilişkisi oluşması zaten imkánsız. Adamı bir gün bile yaşatmazlar. Bir TV sohbetinde Gökkafesçi Mustafa Süzer, "Can Allah’ın, mal devletin" diyerek durumu özetlemişti. Canı veren Allah, malı veren devlet; isterse geri de alır. Boşuna Allah baba ile devlet baba arasında koşup durmuyoruz.
* * *
Başbakanımız, uygulanan ekonomik politikadan ve özellikle "dalgalı kur"dan vazgeçmeyeceklerini söylemiş. Eğer dedikleri doğruysa, niçin Süreyya Serdengeçti’nin görev süresini uzatmadı? Niçin Merkez Bankası’na başkan tayinini, bankayı kurum olarak tahrip edecek hale getirdi? Ben Serdengeçti’nin temsil ettiği "yüksek faiz-düşük kur" para politikasının, bizatihi kendisinin, fiyat istikrarının önündeki en büyük risk olduğu kanaatindeyim.
Bunu da ısrarla yazıp, söyleyip duruyorum. Ama hükümet bu görüşte değil. Belki de onlar haklı. Bakan Babacan, Serdengeçti ile çok keyifli çalıştığını ifade etti. Başbakan para politikasının değişmeyeceğini söylüyor, tekrar soruyorum: Serdengeçti’nin karizmasının en yüksek olduğu bir anda emekli edilmesinin anlamı ne? Hükümet, sadece Serdengeçti’yi görevinde tutsaydı, para politikasının değişmeyeceğini iç ve dış piyasalara en kuvvetli şekilde anlatmış olurdu.
Son Söz: Eylemin sesi, kuru sözden gür çıkar.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2006
KEMAL Derviş’in televizyon konuşmasından sonra, piyasalar dalgalandı. Borsa düştü, döviz fiyatları yükseldi. Kimilerine göre bu dalgalanma, Derviş’in konuşmasından değil, yurtdışı piyasalardaki gelişmelerden kaynaklandı. ABD ve Japon merkez bankaları faiz artırımında bulunacaklarını söyledi. Bunun, gelişmekte olan ülkere akan sermayenin 2006’da azalacağı anlamına geldiği ifade edildi. Üstelik, uygulanan "yüksek faiz-düşük kur" politikası yüzünden Türkiye’nin de döviz açığı gitgide artıyor. Bu iki vektörün birleşkesi, bizim gibi "cari açık müptelası" bir ülkede pek tabii piyasaların asabını bozar.
* * *
Yaklaşık elli yıllık iktisat öğrencisiyim. Şunu iyice belledim ki, piyasa hareketleri hakkında kısa vadeli öngörülerde bulunmak kadar insanı mahcup eden bir tuzak olamaz. İktisatçının görevi, dostum Asaf Savaş’ın yaptığı gibi "konjönktür analizi" yapmaktır. Nefesi kuvvetliyse, orta ve uzun vadeli değişimleri öngörebilir. Umumi arzu üzerine yapılan kısa vadeli tahminlerde yanılma riskini en aza indirmenin yolu "önemli bir değişiklik olmayacaktır" şeklinde konuşmaktır. Önemli değişiklikler geç ve güç ortaya çıkar. Bunun sebebi, fizikte "atalet momenti" denilen olgudur. Her hareketin ve hareketsizliğin üstünde bir "inertia" (değişime direnme enerjisi) vardır. Bir volan, saat istikametinde yönünde dönerken, aniden ters istikamette dönmeye başlayamaz. Dışarıdan bir müdahale olmadıkça hareketsiz kitle, hareketsizliğini; hareketli kitle hareketini sürdürür. Bu yüzden "indi çıktı iktisatçıları", borsa yükselişe geçmişse daha da yükselir; düşüyorsa daha da düşer diye öter. Sisteme dışarıdan bir müdahale beklenmiyorsa, 100 kere tahminde bulunulsa, bilin ki 99 keresinde "Olaylar aynı yönde devam edecektir" diyenler haklı çıkar. Borsa oyunculuğunda "trend is your friend" (su dökerken rüzgarı arkana al) yararlı bir kuraldır. Trendin kısa zamanda terse döneceğini öngörerek pozisyon alanların haklı çıkması kırk yılda bir olur. Ancak işler bir defa terse döndü mü, bu sefer de "Yeter artık bu kadar düzeltme" demekle sular durulmaz. İster dövizde, ister borsada, ister faizde olsun "abartılı dalgalar" (over shooting) kendiliğinden oluşur.
* * *
Böyle günlerde, merkez bankası ve hazine nasıl hareket etmelidir? Ahlaki kural şudur: Kamunun para politikası aktörleri, özel mali kurumların dolduruşuna gelmemelidir. Finans sektörünün fon yöneticileri, kárlarını, merkez bankasının ve hazinenin elini görerek, daha da iyisi hangi hamleyi yapacağını sufle ederek maksimize eder. Para politikası uygulayıcılarının kulakları tıkalı, gözleri açık olmalıdır. Adımlarını, piyasalara yaranmak için değil, ekonomide nasıl bir yapısal dönüşüme sebebiyet verir diye düşünerek atmalıdır.
Son Söz: Faydalı bilgi, verene değil, alana yarayandır.
Yazının Devamını Oku