30 Ağustos 2007
DÜN görevine yeni başlayan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü iki alanda yakın takibe alacağımı ilan ettim. Bu alanları da; 1) Milli Görüş’ün mahalle baskısını artırarak muhafazakár değerleri toplumun tümüne empoze etmeye kalkması,
2) Atamalara yine "bizden olsun da isterse çamurdan olsun!" şiarının hákim olması, olarak tarif ettim.
Yine dünkü yazımda, AKP’nin ekonomik veya politik alanlarda rejimi değiştireceğine dair bir korkum olmadığını ama AKP’nin tabanını 2004’ten sonra tamamen ele geçiren Milli Görüş’ün sosyal alanda mahalle politikası güdüp kendi muhafazakár yaşam tarzını bu dönemde tüm topluma daha da fazla dayatarak "ayrışan Türkiye" yaratmasından ürktüğümü belirttim. Doğal olarak, bu mesele karşısında yeni Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir tavır alacağını merak ettiğimi de dile getirdim.
* * *
Bugün kanımca geçen dönemin en büyük yarası olan "kamu atamalarını" dile getireceğim. Bu alan eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile hükümet arasında en önemli çekişme alanı olmuştu.
Sanırım; ülke başka hiçbir dönemde bu kadar çok sayıda "vekil yönetici" ile yönetilmemişti. Nerede ise kamuda "asil yönetici" bulmak imkánsız hale gelmişti. Eski Cumhurbaşkanı bir açıdan yürütmeye aşırı karışmakla eleştirilirken, diğer yönden önüne getirilen atama önerilerinin neredeyse hemen hepsinin liyakata değil biata dayanması da dikkatleri çekmişti.
Belirli bir bıyık ve saç kesimi, çorap rengi ve tokalaşma yöntemiyle sembolleştirilen yeni bürokrat imajı, bilimle donatılmış meslek erbabından çok yeteri kadar çile çekerek şeyhin yeterlilik sınavını başarıyla vermiş mürit görüntüsü veriyordu.
Haliyle bu görüntü bazı kesimlerde "devletin gizliden gizliye ele geçirildiğine" dair kaygı yaratıyordu.
Her hükümet kendi adamlarını kayırır ama kayırmanın bu kadar abartıldığı başka bir dönem bulmak zordur.
Bakın bugün devlet dairelerine; sorumlu mevkilerde yukarıda tarif ettiğim tipoloji dışında yönetici bulmak hemen hemen imkánsızdır.
* * *
Bazı kesimler, Abdullah Gül ile başlayan yeni dönemde kamudaki atamaları yönlendiren üçlü kararnamenin üçünü de ele geçiren Milli Görüş kökenli siyasi gücün YÖK’ten tutun Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay’dan tutun Danıştay’a kadar devlet erkinin tüm kilit görevlerine kendi adamlarını atayarak rejim değişikliğini sessiz ve derinden gerçekleştireceğinden büyük kaygı duymaktadırlar.
Ben de bu kaygıları paylaşan kişiler arasındayım!
Dileğim ve beklentim, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün beni bu konuda yanıltmasıdır.
Bu "yersiz vehmim" nedeniyle kendisinden özür dilemeyi çok isterim!
* * *
Cumhurbaşkanı şu anda bir yol ayrımında:
1) Ya onu o göreve getiren Milli Görüş, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan üçlüsüne duyduğu minnet ve aidiyet duygularıyla önüne gelen her atamayı imzalayarak siyasetçi kimliğini devam ettirecek,
2) Ya da atmalarda liyakat esasını ön plana çıkararak her kesimden uzman kişilerin hak ettikleri görevlere getirilmesi için mücadele vererek devlet adamı mertebesine yükselecek.
* * *
Birinci yöntemi seçerse ülkenin başına neler gelir, hayal etmek dahi istemiyorum!
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2007
BUGÜN itibarıyla yeni bir Cumhurbaşkanımız var. Demokrasi kendi rayında işliyor. Ben demokrasi adına, sancılı seçim döneminde Abdullah Gül’ü hararetle destekledim. Kendisini candan kutlarım. Ancak, şimdi benim asli görevim başlıyor. Bugünden itibaren Cumhurbaşkanı’nın icraatını yakinen takip edeceğim ve aklımın erdiği kadarıyla hem eleştireceğim, hem de öneriler üretmeye çalışacağım.
İnşallah, Abdullah Gül eski dostum Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığını yapmaz, zor günlerinde desteğini aldığı kişinin kendisini ikbal günlerinde eleştirmesine sinirlenip kastını aşan sözlerle kalbini kırmaz!
* * *
Bugün ve yarın yeni Cumhurbaşkanı’nı yeni dönemde iki konuda uyarmak istiyorum:
1) Milli Görüş’ün mahalle baskısını artırarak muhafazakár değerleri toplumun tümüne empoze etmeye kalkması.
2) Atamalara yine "bizden olsun da isterse çamurdan olsun!" şiarının hákim olması.
Bugün birinci konuda uyarımı yapacağım, yarın ise ikinci uyarıma değineceğim.
* * *
Dün yazdığım "Değişmeyen Türkiye" başlıklı yazımı şu sözlerle bitirmiştim:
"Değişmeyen ülkemde değişmemenin neleri beter değiştirebileceğini bu haftaki diğer iki yazımda irdelemeye çalışacağım."
Korkum odur ki "değişmeyen Türkiye", süratle "ayrışan Türkiye" yaratacaktır.
Ben, AKP iktidarının ekonomik ve siyasal politikalarını zaman zaman eleştirdim ama bu politikaların rejimi değiştirmeye yönelik atılımları hedeflediğini hiç düşünmedim.
Ama AKP’nin sosyal alanı şekillendiren "muhafazakár değerleri" koruma ve kollama adına bu değerleri toplumun tüm katmanlarına dayatma ihtimalinden hep kaygı duydum.
Bu dayatmanın 4.5 yıllık icraat sırasında giderek arttığını gözlemledim ve 22 Temmuz dönemi ardından daha da güçlenmesinden korkuyorum.
Böyle bir dayatma, toplumu birbirinden koparır ve vatandaşlarının ayrı mekán ve hatta zamanlarda yaşadığı bir "ayrışmış Türkiye" yaratabilir!
* * *
Benim gözlemlerime göre; AKP kadrolarının görünür bölümleri ne kadar merkeze yaklaşsa da, yerel siyasetin 2004’ten beri hızla Milli Görüş’e teslim edilmiş olduğudur. Türkiye’de sosyal politikaları (eğitim, sağlık, gıda vb.) en doğru kullanan örgüt olarak Milli Görüş, AKP tabanında mahalle politikasını en güçlü yönlendiren yapıdır.
Zaman zaman partinin siyasal politikalarına dahi katkıda bulunan Milli Görüş’ün Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına ne gibi katkılarda bulunduğu ileride daha net anlaşılacaktır ama Milli Görüş esasen sosyal politikaları yönlendirir.
Sosyal politikalar, yazılı kanunlar/kurallarla şekillenmez ama bir toplumu yönlendiren ve bazen de maalesef ayrıştıran bu tür politikalardır.
Sosyal politikalar bireylerin nasıl davranacağını, nasıl giyineceğini, ne yiyip ne içeceğini belirlediği gibi, farkında olmasak da nasıl düşüneceğimizi de belirler.
Mahalleye egemen olan yaşam tarzı giderek "başka olanı" da etkiler. Örneğin, başını sade bir başörtüsü ile örten muhafazakár bir hanımefendi bile, sadece kendisine yöneltilen bakışlar nedeniyle başını türban şeklinde kapamaya başlayabilir.
* * *
Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtirerek devleti de ele geçirmeye başladığını düşünen/zanneden Milli Görüş, bu dönemde sosyal alanda dayatmalarını daha da artırabilir.
Ben yeni dönemde Abdullah Gül’ün sosyal alanda toplumun tümüne ne kadar sahip çıkacağını yakinen takip edeceğim!
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2007
22 Temmuz seçimleri ardından herkesin kendi dersini aldığını düşünüp ülkede yeni bir dönemin başlayacağını ummuştum. Milletin yarısı oylarını AKP’de toplayarak tepeden gelen tüm dayatmalara direnmiş ve artık vesayet altında yaşamaktan bıktığını bütün çıplaklığı ile milletin diğer yarısına ifade etmişti. Başbakan da seçim gecesi kendisinden olmayanları kucaklayacağını ilan etmişti.
Ben de "Ne güzel, bundan böyle herkes toplumun diğer yarısına dikkat edecek!" diyerek sevinmiştim. Zira, demokrasinin ancak ve ancak "diğerinin" haklarına sahip çıkılan ülkelerde yeşerdiği, demokrasi olmadan da ne refah, ne bağımsızlık, ne özgürlük, ne de huzurun yakalanacağı bana çok genç yaşlarımda öğretilmişti.
Türkiye’de büyük çoğunluk, demokrasi denince sadece kendi haklarını anlıyor.
Hemen herkes sadece kendine demokrat!
Ben nihayet "diğerinin haklarına" da sahip çıkılacak bir döneme girdiğimizi ummak istemiştim.
* * *
Ancak, şahsi bir korkum da vardı. Hemen herkes mesleğinde deformasyona uğrar. Gazeteci de çeşitli mesleki deformasyonlara maruz kalır. Bunlardan biri de kendisinin yazmadığı dönemlerde büyük değişiklikler olabileceği ve kendisinin bu konuya katkıda bulunamayacağı korkusudur.
İki haftalık tatilimde, her yıl olduğu gibi, ben de böyle bir değişimi yorumlamaktan eksik kalma korkusu yaşadım, ama Allah’tan Ahmet Cevdet Paşa kısa sürede bir kez daha haklı çıktı:
"Eski köye yeni ádet her ne kadar hayırlıysa da, bu álemin ondan nefreti eski ádettir."
* * *
Seçimlerin hemen ardından bir kesim; parlamenter demokrasinin en doğal sonucu olan parlamentoda çoğunluğa sahip partinin cumhurbaşkanı adayını belirlemesine karşı çıktı. Hatta, parlamentoda temsil edilen diğer partilerden ikisinin (MHP ve DTP), çoğunluk partisinin cumhurbaşkanı adayını belirlemesine itirazı olmadığı ve hatta olası bir ikinci "367 kazası" için yardımcı olacaklarına dair açıklamalarına rağmen "uzlaşma" formülü arayışı adı altında birilerinin Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına rıza göstermeyeceği ve ülkenin yeniden karışacağı tezi ortaya atıldı.
* * *
Diğer kesimi temsilen de Başbakan; 22 Temmuz gecesi "diğerlerini" de kucaklayacağına dair sözünü hemen bir kenara attı ve Abdullah Gül’ü hazmedemeyen Bekir Coşkun’u kendisine yeni bir ülke bulmaya davet etti. Ardından, sözcüsü Akif Beki, Başbakan’ın sözlerini, dünyada sadece kendi tarafından kullanılan bir düşünme tekniği ile bilmem kaçıncı kez tevil etmeye kalktı ve Erdoğan’ın Bekir Coşkun’u kastetmediğini, bir "prensip meselesi" yarattığını söyleyerek sadece Bekir Coşkun’un değil, cumhurbaşkanı adayını benimsemeyen herkesin ülkeyi terk etmesi gerektiğini ilan etti.
Bana ise Bekir Coşkun’un cumhurbaşkanı adayını benimsememesi değil, "göbeğini kaşıyan adamın oyu" kavramıyla demokrasilerde kullanılan oyların eşit olmadığını ima etmesi batmıştı.
Bu kapışmanın ardından haliyle medya da kendi arasında kapıştı ve ben yeni bir dönemin başında yeni adına hiçbir şey olmadığını, ülkede sadece arada bir başbakanın ve yalakalarının değiştiğini bir kez daha gördüm. Her dönemde ülkede bir başbakan ve ona yağ çekmeyi görev addeden en az on medya mensubu muhakkak bulunuyordu.
* * *
Değişmeyen ülkemde değişmemenin neleri beter değiştirebileceğini bu haftaki diğer iki yazımda irdelemeye çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2007
GEÇEN hafta "Kedi ve İnsan" başlıklı bir yazı yazdım ve kedinin bazı karakter özelliklerini sıraladıktan sonra çevremdeki bazı insanlara ne kadar benzediklerine parmak bastım. Bu yazıma okurlardan çok tepki geldi. Onların "hayvanlar" üzerine yazılanlara ne kadar çok ilgi gösterdiklerine bizzat şahit oldum. Bu arada da sık sık hayvanlar hakkında sevimli yazılar yazan Sevgili Bekir Coşkun’un da gazetecilikte nasıl bir çığır açmış olduğunu bizzat görmüş oldum.
* * *
Bana mektup yazanların çoğu, kediler hakkında yaptığım tahlillere katılıyordu. Bazıları ise kedilerin basit çıkarcılığı ve hırsızlığı konusunda söylediklerimden alınmıştı. Okurlardan biri; önüne konan mamayı izin verilmeden yemeyecek kadar centilmen bir kedisi olduğunu, kedilerin genellikle sahiplerinin karakter özelliklerini aldığını yazıyordu!
Bazıları ise köpekler hakkında fikirler ileri sürüp benden onlar hakkında da yazmamı istedi. Son 15 yılda 7 köpek bakmış bir ailenin ferdi olarak köpekler hakkında da bazı söyleyeceklerim olduğunu düşünüp bu yazıyı kaleme alıyorum.
* * *
Köpekler hakkında ilk söyleyeceğim şudur:
Ne zaman bir insan diğer bir insana kızıp "köpek!" diye bağırsa ben köpek denen canlıya haksızlık yapıldığına, daha da ötesi bağırılan kişi gerçekten aşağılık bir iş yapmışsa köpeğe hakaret edildiğine inanırım. Zira, hayatım boyunca bazı insanların sahip olduğu kalleşlik, arkadan vurma, pusuya yatma gibi kötü hasletlere sahip bir tek köpeğe dahi rast gelmedim.
Köpekler de kızarlar, saldırırlar, bağırır çağırırlar ama tepkilerini hep mertçe ve açık şekilde verirler. Köpek kavgacıdır ama gereksiz ve sadece zevk için saldıran manyak köpek türü çok azdır. Zaten onlar da gazetelerde boy bos gösterip hak ettikleri cezayı alırlar.
Normal bir köpek; sadece kendine açık bir saldırı olduğu veya ekmeği elinden alınacağını hissettiği zaman karşısındakine zarar verebilir.
Bu durumlarda nefisini korumaya kalkmayacak canlı türü ise bu dünyada yoktur.
* * *
Köpek bir sahibe bağlanır ve onun uğruna gereğinde canını verir. Sahibi ile onun mal ve mülkünü korumak köpeğin en önemli karakter özelliğidir.
İşte bazı insanlar köpeğin bu karakter özelliğini onun bir zaafı addederler, ona "yalaka" sıfatını layık görürler. Birileri başka birilerine yaranmak için kendilerini küçülttüklerinde, diğer birileri akılları sıra, ona "köpekleşme!" diyerek hakaret ederler.
Sorarım size; tanıdığınız hangi yalaka, yağ çektiği adama kendi canını ortaya koyacak kadar sahip çıkar? Onun uğruna kavgaya girer? Yine sorarım; çıkarı sadece bir dilim ekmek ve daha ötesi okşanacak bir baş olan kim diğerine bütün varlığıyla yağ çeker?
* * *
Bir köpek hangi tür yemeğe alıştırıldı ise acıktığında ona ulaşmak için can atar. Bu yemek, kepek ile suyun karışımı dahi olabilir. Ona güç verecek, küçükken alıştırıldığı her türlü yiyecek onun baş tacıdır.
Sahibinden bir diğer isteği ise sadece ve sadece sevgidir.
Adam boyu kangallar, sert dobermanlar, heyula Danish’ler başları okşandığında kelimenin tam anlamıyla kuzuya dönerler. Sizi yalayarak öperken dünyanın en mutlu yaratıklarıdırlar. Çocuklarımızın uzun yoldan geldiğinde köpeklerimizle kucaklaşması, birçok kez gözlerimi yaşartmıştır.
Şimdi sorarım size: Kaçınızın bu hasletlere sahip (insan) dostları var?
Not: Her ağustos ayında yaptığım gibi izne ayrılıyorum. 28 Ağustos Salı günü görüşmek üzere.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2007
GAZETELERE yansıdığına göre AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu (MYK) 5.5 saat toplantı yapmış ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığı konusunda tereddütler doğmuş. Bazıları 22 Temmuz’da yeni koşulların oluştuğunu düşünüyorlarmış. Bazı MYK üyeleri de Gül’ün icracı bir görevde kalmasını istiyorlarmış. Ancak, diğer bazılarına göre de Başbakan’ın ünlü "Dolmabahçe Toplantısı"nda Genelkurmay Başkanı’na verdiği bazı sözler de bu "teredütte" etkili oluyormuş. Başbakan’ın yakınları Gül’ün aday olmaması için kulis yapıyorlarmış!
* * *
Eğer bu haber doğru ise; ben çok üzülürüm.
Millet 1954’te DP’ye gösterdiği teveccühün ardından ilk kez 53 yıl sonra, AKP’ye iktidarda iken oylarını artırma sevinci yaşattı. %47 oranında oy alan AKP muazzam bir zafer kazandı. Ülkede oy kullanan her iki kişiden birisi bunca parti arasında AKP’yi tercih etti.
Bu tercihte AKP’nin önemle ekonomi alanında başarıları rol oynadı. Ama, AKP’ye yaşatılan "cumhurbaşkanı seçimi krizi" de çok büyük rol oynadı. Millet tercihini AKP lehine kullanırken TSK’nın 27 Nisan’da verdiği muhtıraya da tepkisini gösterdi. Hatta, bazı vatandaşlar sırf bu muhtıra nedeni ile AKP’yi tercih ettiler. AKP de meydanlarda cumhurbaşkanı mağduriyetini alabildiğine kullandı. Gül’ü bu uğurda ortaya sürdü. Gül de içine düştüğü mağduriyet durumunu partisi lehine kullanarak AKP’ye şahsen oy kazandırdı. Şimdi ise partinin en yüksek organlarından MYK "tereddüt" yaşıyormuş!
İşte bu olmadı!
* * *
Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın gündemi gizli toplantı yapmalarının hangi koşullarda makul karşılanabileceğini başından beri sorguluyorum. Bence gizli toplantı sadece güvenlik konusunda yapılabilir. Diğer konuların gündemi açık olmak zorundadır.
Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın Dolmabahçe’de ne konuştukları, karşılıklı ne sözler verdikleri, Başbakan’ın ifadesi ile; Abdullah Gül’den bile gizli tutulduğuna göre bu toplantı hakkında spekülasyon yapmak serbesttir ve hatta etik kurallara uygundur.
Bazılarına göre; Başbakan 22 Temmuz öncesi 200’e yakın AKP milletvekilini Dolmabahçe’de Büyükanıt’a verdiği söz çerçevesinde elemişti.
Şimdi de aynı toplantıda Gül’ü cumhurbaşkanı adayı yapmayacağına dair Başbakan’ın Büyükanıt’a başka bir söz verdiği bizzat AKP kulislerinde konuşuluyor.
* * *
Bu spekülasyon bana bazı tatsız sorular sordurdu:
1) Bir insan, Başbakan dahi olsa, milli iradeyi hiçe sayan bir söz verebilir mi?
2) Hele hele, milli iradenin tersine, onu hiçe sayan söz verebilir mi?
3) Eğer, Gül aday yapılmayacaktı ise, neden meydanlarda Gül’ün mağduriyeti defalarca dile getirildi? Millet ile alay mı edildi?
4) Milli iradeye saygısızlığı nedeni ile CHP’ye kızıyoruz, hadi o kaybettiği için ne söylediğini bilmiyor. Seçimi açık ara kazanan AKP de mi milli iradeye karşı duyarsız?
5) Bu andan itibaren; eğer başka bir kişi aday yapılırsa; Recep Tayyip Erdoğan amiri olduğu Genelkurmay Başkanı önünde boynunu bükmüş bir lider durumuna düşmeyecek mi?
* * *
Başbakan’ın bazı sözler verdiğine dair yapılan spekülasyonların yanlış çıkmasını canı gönülden diliyorum. Zira, ben her koşulda "millet kazansın!" istiyorum. Milletin görüşleri kişisel görüşlerden farklı olsa dahi mutlaka milletin dediğine karşı saygılı olunmalıdır.
Başbakan bir an önce "Dolmabahçe zirvesi"nde neler konuşulduğunu ve dahi konuşulmadığını açıklamak zorundadır.
Aksi halde, muazzam bir başarının hemen ardından bir girdaba yakalanmak üzeredir!
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2007
ELİME geçen her fırsatta tekrar tekrar söylüyorum. Eğer, ülkemizde parlamenter demokratik rejim gereği gibi uygulanacaksa, son seçimde büyük başarı elde eden partinin (AKP) lideri (Recep Tayyip Erdoğan) cumhurbaşkanı olur. Partinin ikinci adamı olarak Abdullah Gül hem AKP’nin başına geçer, hem de Başbakan olur. Seçim öncesi Erdoğan’dan karizmatik cazibesi nedeniyle partisini bırakmaması istendi, ama artık inşallah 5 sene seçim yok. 5 sene sonra ise 10 yıllık bir Başbakan, eşyanın tabiatı gereği, oldukça yıpranmış bir Başbakan olacaktır. Bir sonraki genel seçimde partisine kazandıracağı katma değer, artık çok yüksek olmayabilir. Ama eğer, beklendiği gibi, Erdoğan bu hakkını kullanmayacaksa, Abdullah Gül cumhurbaşkanlığının en doğal adayıdır.
Aksi, rejimi daha fazla yaralar!
* * *
Ancak, Recep Tayyip Erdoğan yine de düşük profilli bir cumhurbaşkanını Abdullah Gül’e tercih edebilir, zira cumhurbaşkanının Anayasal yetkilerini kırpmayı, düşük profilli bir cumhurbaşkanı ile daha kolay gerçekleştirebilir.
Erdoğan, "eşinin başı açık cumhurbaşkanı" seçmek için ünlü "Dolmabahçe toplantısı"nda Genelkurmay Başkanı’na söz de vermiş olabilir.
Ama, kendisine destek veren kitleleri yanıltabilir mi, bunu hiç ummam. AKP, 22 Temmuz seçimi öncesi meydanlarda "sizin istediğiniz cumhurbaşkanını onlar istemedi" diyerek açık CHP, zımni TSK eleştirisi yapıp, "27 Nisan muhtırası" sayesinde oylarını artırmadı mı?
Milletten yedikleri tokadı hálá hazmedememiş olanların "eşinin başı açık cumhurbaşkanı" taleplerinde ısrarı ve kriz tehdidi AKP yönetiminde etkili olursa, bu kez AKP’ye oy veren kitle aldatıldığını ve oy uğruna kullanıldığını hissetmez mi?
Şimdi dönüp, "Kusura bakmayın, ben uzlaşacağım" derse ve CHP’nin alkış tutacağı bir adayı, hem de MHP’nin 367’yi garanti ettiği bir dönemde benimserse, tabanını, hatta 27 Nisan inadı için bu kez AKP’ye oy veren DYP, MHP, ANAVATAN’lıları aldatmış olmaz mı? Onları kızdırmaz mı?
* * *
Millete, "Şimdilik böyle idare edelim, siz cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlayacak referandumda hırsınızı bir kez daha alırsınız" denirse referandumda halk hırsını kimden alır, orası meçhuldür.
Zaten, 2. turda ortak aday üzerine kilitlenebilecek olan anti-AKP kitlenin AKP adayını matematiksel olarak alt edebileceği bir ortamı AKP baştan beri istemiyordu. Sadece cumhurbaşkanlığı seçimi TBMM’de tıkanınca çok akıllı olarak taktiksel açıdan cumhurbaşkanını halkın seçmesi fikri ortaya atıldı.
Düşük profilli bir cumhurbaşkanı seçip, ardından da referanduma bel bağlamak bu kez daha beter ters tepebilir.
Millet, verdiği desteği taşıyamayan bir AKP’ye çok ama çok kızabilir!
* * *
Şimdi gözler Sezer’in verdiği görev çerçevesinde Erdoğan’ın açıklayacağı Bakanlar Kurulu listesinde. Listede Gül olacak mı? Bu sorunun cevabı aynı zamanda cumhurbaşkanı adayının Gül olup olmayacağına cevap teşkil edecek. Ayrıca, Erdoğan yeni kabineyi kurmak için 45 gün bekleyecek mi?
Bence Irak meselesi bu kadar yüksek gerilim içindeyken, ABD’deki ekonomik krizin boyutlarının henüz anlaşılmadığı bir dönemde ülkeyi "topal ördek" bir hükümetle yönetmeye kalkmak büyük yanlış olur.
* * *
Başbakan; Bakanlar Kurulu’nu, cumhurbaşkanı ve TBMM Başkanı adaylarını aynı anda ve kısa sürede ilan etmek zorundadır!
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2007
BİLMEM kedileri ne kadar tanırsınız? Ben epey sayıda kedi ve köpekle hayatı paylaşan bir insan olarak kedileri gözlemlemeye bayılırım. Zira, gözlemlediğim her kediyi muhakkak tanıdığım bir insana benzetirim. Yeni bir Darwin çıksa ve "İnsanlarla maymunlar değil, insanlarla kediler aynı soydan gelmektedirler" dese ben hiç şaşırmam.
* * *
Dünyanın en bencil evcil hayvanı muhakkak ki kedidir. Sanki, tüm yaşamını çıkarları şekillendirir. Diyeceksiniz ki; varlık mücadelesini sürdürebilmek için her canlı çıkarcı olmak zorundadır. Ama, örneğin köpek karnını doyurduğunuz zaman tatmin olur ve hatta size minnet duyar. Kedi ise önüne ne koyarsanız koyun, "Acaba evde daha iyi bir şeyler var mı?" diyerek mutfağı kolaçan etmekten kendini alamaz. Daima ve daima daha iyinin peşindedir. Hele hele karnını doyurana minnet duygusu duymak, kedinin hiç tanımadığı bir duygudur. Siz onu doyurmak için varsınızdır ve kendisini doyurmak üzere o sizi seçtiğine göre esas siz ona minnettar kalmak zorundasınızdır.
Yemeğini biraz geciktirin, kızar ve sizi azarlar.
* * *
Siz kendiniz isterseniz bir kediyi sevemezsiniz, o ister ve müsaade ederse onu sevebilir, okşayabilirsiniz. Gıdısının okşanmasını istiyorsa sadece gıdısını, sırtının sıvazlanmasını istiyorsa sadece sırtını sevebilirsiniz.
O kadar! İşinize gelirse! Nasıl olsa bir kediyi okşamak için yüzlerce insan sıradadır!
Eğer, ayaklarınıza sürtünüyorsa, bu eylemi size olan muhabbetinin bir göstergesi değil, bir çıkarı nedeniyle sizi ikna etme yöntemidir.
* * *
Öte yanda bulunduğu ortama en kolay uyum gösteren hayvan yine kedidir. Evden uzaklaşmak, başka bir eve, hatta yeni bir sahibe alışmak onun için dünyanın en kolay işidir. Yeni evde işine gelen türde yemek ve ona bu yemeği verecek bir sahip varsa, dünya umurunda olmaz. "Gelen ağam, giden paşam" sözünü ilk önce gerçekçi bir kedi söylemiş olmalıdır.
Uyum işini o kadar abartırlar ki; pencerenin dış pervazında bütün bir kış gecesi unuttuğumuz bir kedimizi sabah fark edip içeri aldığımızda, sanki bütün derdi bütün gece serin hava almakmış gibi, sakin sakin gerindikten sonra ateşin karşısında saatlerce uyuduğunu hatırlarım. Kedi ne yüksekten korkar, ne çukura düşmekten ürker. Çaresiz kaldığına karar verene kadar da hiç sesi çıkmaz, ama kendini çaresiz hissettiği anda da basar yaygarayı.
* * *
Dünyada kaç milyon yıldır arz-ı endam ederler bilmem ama bildiğim bir şey, bugüne dek dünyaya bir adet dahi olsa hırsız olmayan kedinin gelmediğidir.
Bu konuda sizlerle büyük iddialara girerim ve eminim paranızı da üterim.
Bir kedi dört ayağından vazgeçebilir, tüylerini feda edebilir ama kedi olmaktan vazgeçmediği sürece hırsızlıktan vazgeçemez. Beleşe konmak onun hayatta sahip olduğu tek düşünce sistematiğidir. Her şey herkese ait olabilir ama aynı zamanda onundur. Yakalanmadığı sürece hırsızlık bir haktır. Boyundan büyük bir lüferi, eşimin bir gaflet anında yüklenip gitmeye kalkan kedimiz de oldu. Hem de eşimin en sevgili kedisiydi.
Kedinin iyi yönü, hırsızlık yaparken yakalandığında durumdan anında vazife çıkararak çaldığı malı o an bırakıp arazi olmasıdır. Suçunu unutturana dek de ortaya çıkmaz.
* * *
Bütün bu özelliklerine rağmen bir kediyi sevmemek hiç mümkün değildir. Bunun nedenini halen bulabilmiş de değilim. Çok düşündüm, ama çözemedim.
Bugüne dek hiç kızmadığım kedim olmadığı gibi sevmediğim kedim de hiç olmadı.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Kedi, hangi tanıdıklarınıza benziyor?
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2007
BAZILARI bu soruya "evet!" cevabı veriyor. İki gerekçeleri var: 1) AKP’nin oy patlaması onu artık ister istemez merkeze çekmiştir. 2) Merkez sağın partileri neredeyse yok olmuşlardır. Bu boşluğu AKP dolduracaktır. İstatistik bilimine göre çoğunluk, ortalamanın etrafında (merkezde) toplanır. Bu kurama göre de çoğunluk daima makul (ortada) olanı tercih eder.
Oylardaki patlamanın AKP üzerinde bir baskı oluşturacağını ve merkezin (ortalamanın) çerçevesinde siyaset yapmaya zorlayacağını söylemek abesle iştigal olmaz.
Ama Hitler’in de iktidara çoğunluğun oyların alarak geldiği, çoğunluk kendisinden aşırılık beklemediği halde, sonradan faşizmin en kanlı batağına saplandığı da bir gerçektir.
AKP üzerinde merkeze kayması için muhakkak ki bir baskı olacaktır, ama son tahlilde AKP’nin merkeze kayıp kaymadığını üreteceği politikalar belirleyecektir.
Ben bir yıl süreyle AKP’nin icraatını takip edeceğim ve merkez sağa kayıp kaymadığına, takip edeceği politikalarını izleyerek karar vereceğim.
Merkez sağın politikalarını liberal demokrat umdeler belirler, ben de bir liberal demokrat olarak AKP politikalarına hep bu gözle bakacağım.
* * *
AKP’ye destek veren bazı liberal dostlar, ekonomideki uygulamalarına parmak basıyorlar. Geçtiğimiz dönemde AKP ekonomide gerçekten oldukça başarılı oldu, liberal demokrasinin temel umdelerinden birisi olan serbest piyasa ekonomisi kurallarını elinden geldiğince uyguladı.
Ama bu yeterli mi? Şili’nin faşist lideri Pinochet de katı bir serbest piyasa ekonomisi taraftarıydı ve liberal ekonominin fikri önderi Milton Friedman baş danışmanıydı.
* * *
Bence liberal demokrasi sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve sosyal alanda da özgürlüklerin tümüne sahip çıkma, sonsuz yaratıcılığa sahip olduğu varsayılan bireyin önündeki tüm engelleri kaldırmaya soyunma çabasıdır.
Bence bir partiyi merkez sağ yapan en önemli öğe, onun kendi dışındakilerin hak ve özgürlüklerine sahip çıkma katsayısıdır.
Bu açıdan bakıldığında:
1) AKP’nin cumhurbaşkanını kendi içinden seçtirme ve üçlü kararnamelere tamaman hákim olma durumunda yapacağı bürokratik atamalarda ne kadar biata, ne kadar ihtisasa önem vereceği...
2) Tamamen desteklediğim "ideolojisi olmayan sivil Anayasa" yazma konusunda misafir milletvekili Zafer Üskül’e ne kadar sahip çıkacağı...
3) Diyanet’te Alevilere ne kadar hak tanıyacağı, vergi alırken ayırt edilmeyen Alevilere Diyanet bütçesinden ne kadar pay ayıracağı...
4) Gözümde modernitenin en temel göstergesi olan kadın-erkek birlikteliğine partisinde ne kadar yer vereceği...
5) Yaklaşan yerel seçimlerde, önemle taşra belediyelerinde Milli Görüş dışındaki insanlara ne kadar şans tanıyacağı...
6) Şu anda Anadolu’da AKP örgütlerine de neredeyse tamamen sahip olan Milli Görüşçüleri ne kadar diğer insanlarla mecz edeceği...
7) Benim AKP’de gördüğüm en önemli tehlike olan; Milli Görüşçülerin mahalle siyaseti üzerinden sosyal baskı kurma gayretlerine ne kadar engel olacağı...
8) 4.5 yıldır üzerine yattığı türbanlı genç kızlara verdiği üniversiteye devam ve imam hatiplilere verdiği katsayıyı kaldırma sözlerini bu kez tutup tutmayacağı...
AKP’nin benim indimde merkez sağa yerleşip yerleşmeyeceğinin en önemli göstergeleri olacaktır.
Yazının Devamını Oku