22 Temmuz seçimleri ardından herkesin kendi dersini aldığını düşünüp ülkede yeni bir dönemin başlayacağını ummuştum. Milletin yarısı oylarını AKP’de toplayarak tepeden gelen tüm dayatmalara direnmiş ve artık vesayet altında yaşamaktan bıktığını bütün çıplaklığı ile milletin diğer yarısına ifade etmişti.
Başbakan da seçim gecesi kendisinden olmayanları kucaklayacağını ilan etmişti.
Ben de "Ne güzel, bundan böyle herkes toplumun diğer yarısına dikkat edecek!" diyerek sevinmiştim. Zira, demokrasinin ancak ve ancak "diğerinin" haklarına sahip çıkılan ülkelerde yeşerdiği, demokrasi olmadan da ne refah, ne bağımsızlık, ne özgürlük, ne de huzurun yakalanacağı bana çok genç yaşlarımda öğretilmişti.
Türkiye’de büyük çoğunluk, demokrasi denince sadece kendi haklarını anlıyor.
Hemen herkes sadece kendine demokrat!
Ben nihayet "diğerinin haklarına" da sahip çıkılacak bir döneme girdiğimizi ummak istemiştim.
* * *
Ancak, şahsi bir korkum da vardı. Hemen herkes mesleğinde deformasyona uğrar. Gazeteci de çeşitli mesleki deformasyonlara maruz kalır. Bunlardan biri de kendisinin yazmadığı dönemlerde büyük değişiklikler olabileceği ve kendisinin bu konuya katkıda bulunamayacağı korkusudur.
İki haftalık tatilimde, her yıl olduğu gibi, ben de böyle bir değişimi yorumlamaktan eksik kalma korkusu yaşadım, ama Allah’tan Ahmet Cevdet Paşa kısa sürede bir kez daha haklı çıktı:
"Eski köye yeni ádet her ne kadar hayırlıysa da, bu álemin ondan nefreti eski ádettir."
* * *
Seçimlerin hemen ardından bir kesim; parlamenter demokrasinin en doğal sonucu olan parlamentoda çoğunluğa sahip partinin cumhurbaşkanı adayını belirlemesine karşı çıktı. Hatta, parlamentoda temsil edilen diğer partilerden ikisinin (MHP ve DTP), çoğunluk partisinin cumhurbaşkanı adayını belirlemesine itirazı olmadığı ve hatta olası bir ikinci "367 kazası" için yardımcı olacaklarına dair açıklamalarına rağmen "uzlaşma" formülü arayışı adı altında birilerinin Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına rıza göstermeyeceği ve ülkenin yeniden karışacağı tezi ortaya atıldı.
* * *
Diğer kesimi temsilen de Başbakan; 22 Temmuz gecesi "diğerlerini" de kucaklayacağına dair sözünü hemen bir kenara attı ve Abdullah Gül’ü hazmedemeyen Bekir Coşkun’u kendisine yeni bir ülke bulmaya davet etti. Ardından, sözcüsü Akif Beki, Başbakan’ın sözlerini, dünyada sadece kendi tarafından kullanılan bir düşünme tekniği ile bilmem kaçıncı kez tevil etmeye kalktı ve Erdoğan’ın Bekir Coşkun’u kastetmediğini, bir "prensip meselesi" yarattığını söyleyerek sadece Bekir Coşkun’un değil, cumhurbaşkanı adayını benimsemeyen herkesin ülkeyi terk etmesigerektiğini ilan etti.
Bana ise Bekir Coşkun’un cumhurbaşkanı adayını benimsememesi değil, "göbeğini kaşıyan adamın oyu" kavramıyla demokrasilerde kullanılan oyların eşit olmadığını ima etmesi batmıştı.
Bu kapışmanın ardından haliyle medya da kendi arasında kapıştı ve ben yeni bir dönemin başında yeni adına hiçbir şey olmadığını, ülkede sadece arada bir başbakanın ve yalakalarının değiştiğini bir kez daha gördüm. Her dönemde ülkede bir başbakan ve ona yağ çekmeyi görev addeden en az on medya mensubu muhakkak bulunuyordu.
* * *
Değişmeyen ülkemde değişmemenin neleri beter değiştirebileceğini bu haftaki diğer iki yazımda irdelemeye çalışacağım.