Cüneyt Ülsever

Cumhurbaşkanı’nın Güneydoğu gezisi

13 Eylül 2007
CUMHURBAŞKANI’nın yurtiçinde ilk gezisini Güneydoğu’ya yapmasını çok önemsiyorum. Diyeceksiniz ki, zamanında Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Erdal İnönü de benzer geziler yapıp bölge insanına mavi boncuk dağıtmışlardı. Sonradan orada verilen sözler hep unutulmuştu.

* * *

Ben bu kez umutluyum. Zira, Ortadoğu’da her geçen gün büyüyen kaos, ABD’nin peyderpey de olsa Irak’tan çok yakında çekilmeye başlaması ve olası İran saldırısıyla yeni ve maalesef Türkiye açısından daha da beter bir döneme girebilir.

Böyle bir dönemde Güneydoğu’nun içten kucaklanması elzemdir. Geçen gün (11.09.07) yazdım. Dilerim; Türkiye, ABD’nin Irak’tan çekilme ve olası İran’a saldırı politikaları karşısında nasıl tepki vereceğini, hangi rolü alacağını iyi hesap ediyordur.

Ancak, aşikár olan bir şey varsa, Ortadoğu’da barışı arayan Irak’ın komşu ülkelerini bir araya getirecek konferans İstanbul’da yapılsa dahi, ki gerçekleşirse bu konferans Türkiye’nin Ortadoğu’da artan rolüne işaret edecektir, kendi evini temizleyememiş bir Türkiye ne Ortadoğu’da, ne de dünyada gerçek anlamda ciddiye alınmaz.

Eğer, Türkiye Ortadoğu’da çığ gibi büyüyen meselelere karşı kendisini korumak, hatta bu gelişmelerden kendi lehine neticeler çıkarmak istiyorsa, önce kendi "Kürt meselesi"ni çözmek zorundadır.

Güneydoğu’daki Kürt asıllı vatandaşlarımızı kendi yanımıza alamazsak, Ortadoğu’da büyüyen kaosta bu bölgeyi karıştırmak için gayretler daha da fazla artar.

Tersine, Güneydoğu’da gönülleri fethedecek bir yönetim, Kuzey Irak’ta "hami/abi" rolüne soyunma konusunda çok büyük avantaj elde edecektir.

Kuzey Irak’ı kendine tehdit değil, fırsat olarak görebilecek bir Türkiye, bu konuda samimiyetini ancak Güneydoğu’yu kazanarak gösterebilir.

Irak’ın, siyaseten üçe bölünme ihtimali artık dönülmez ufkun akşamı seviyesinde önümüzde durmaktadır. Eğer, böyle karışık bir ortamda Türkiye hem kendi barışını korumak, hem de Ortadoğu’da iddia sahibi olmak istiyorsa İran’ın Şiileri; Suudi Arabistan ve Mısır’ın Sünnileri yönlendireceği bir ortamda Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürtlere sahip çıkma mecburiyeti vardır.

ABD’nin çekilmeye başlamasıyla Irak’taki hem Şii, hem de Sünni unsurların Kuzey Irak’ı ortak saldırı hedefine getirme ihtimalini her an göz önünde tutan Kürtler, Türkiye’nin koruması altına girmeye dünden razıdırlar.

PKK’yı halletmenin en gerçekçi yöntemi de karşılıklı güven paylaşımıdır.

* * *

Eğer;

1) Cumhurbaşkanı, Güneydoğu’yu samimi ve gerçekçi politikalarla himayesi altına alabilirse,

2) DTP, TBMM’de demokratik ve barışa yönelik bir çalışma ve işbirliği sergilerse,

3) Türkiye, Irak Cumhurbaşkanı’nı ülkeye davet edip şartları ile birlikte himaye garantisi verebilirse,

Türkiye çok ama çok daha zor bir dönem yaşayacak Irak’ta hem tedbirlerini doğru almış, hem de Ortadoğu’da aktif rol almaya soyunmuş bir ülke haline gelir.

Böyle bir ülkeyi de tüm dünya ciddiye almak zorundadır. Bu kararlılık ABD’yi de oldukça rahatlatır; ortak çıkarları, çelişen çıkarlardan hálá kat be kat üstün olan iki müttefiki sessiz ama derinden birbirine tekrar yanaştırır.

* * *

Dilerim, Cumhurbaşkanı’nın Güneydoğu gezisi büyük bir stratejinin parçasıdır!
Yazının Devamını Oku

Yargısız infaz kültürü

12 Eylül 2007
TÜRK toplumu taraf olmaya bayılıyor. Bir tarafı seçiyorsun, o ne yaparsa yapsın yaptığını doğru buluyorsun, diğer taraf ise ne yaparsa yapsın, onu hiç beğenmiyorsun. Racon böyle! Çok boyutlu düşünme kültürüne zerre kadar aşina olmayan Türk insanı, istisnalardan özür dilerim, böyle davranınca çok rahat ediyor. Hayat oldukça kolaylaşıyor.

"Efkár (fikirler) basınca efkár dağıtmaya giden" Türk insanı çok boyutlu düşünmek zorunda kalınca fikirlerin bir kısmını dağıtıp rahatlamak istiyor.

Ortalama eğitimi 3.5 yıl olan "normal yurdum insanı" ak ve kara arasında tercih yaparak sadece tavır almıyor, toplum içinde kimlik de kazanıyor. Hadi onları hoş görelim.

Peki, her daim benzer kıvamda ahkám kesen "normal yurdum entel"ine ne demeli?

* * *

İster eski İslamcı olsun, ister eski liberal; hükümetçi medyaya yerleşmiş entellerimize göre AKP hiç yanlış yapmıyor, demokrasiden zerre kadar şaşmıyor, toplumda baş göstermeye başlayan dayatmacı tavırlardan ise bahsetmeye değmez.

Karşı tarafın ne istediği, neden ürktüğü de zerre kadar önemli değil!

* * *

Ulusalcı/laikçi kesim farklı mı? Haşa! Onlara göre de, AKP’li herkes dinci, AKP ne yapsa şüphe ile karşılamak gerekiyor. Hükümetçi medyada görev alıp AKP’yi beğenen tüm liberaller beğenilerini düşünceleriyle değil, medyadan kazandıkları akçeler karşılığı şekillendiriyorlar.

* * *

Şeriata karşı verilen mücadelede AKP tarafından yönlendirilen her şeyi şüpheyle karşılamanın en güçlü yöntem olduğuna iman eden bu kesimde, son günlerde yeni Anayasa taslağını hazırlayan akademisyenlere karşı cihat açılmış vaziyette.

Ortada bir taslak yok, ama maddeleri hakkında rivayet muhtelif!

Birileri bir yerden bir şey duyuyor ve duyduğuna hemen inanıyor. Bununla da yetinmeyip sadece dedikodusunu duyduğu maddenin ülkeye şeriat yerleştirmek için hınzırca hazırlanmış bir metin olduğuna da anında hükmediyor.

Dedikodu yöntemiyle duyduğu maddeler hakkında ahkám kesenler yine de bir gayret içine girip madde bazında tartışıyorlar.

Daha da beleşçi olanlar ise başta Prof. Dr. Ergun Özbudun olmak üzere, taslağı hazırlayan akademisyenlerin şahsiyetleri hakkında daha önce söyledikleri sözler, yazdıkları gazeteler ve belki de günlük fallarını esas alarak tahlilde bulunuyorlar.

Vardıkları sonuç ise kabaca şu:

"Bu kişilerin yazdıkları Anayasa metni, muhakkak bize kazık atmayı hedefliyordur.

Bunlardan aksi beklenemez!"

* * *

Bozuk saatin bile günde iki defa doğruyu gösterdiği bir dünyada yaşasak dahi kimsenin Anayasa taslağının tartışmaya açılacak resmi metnini beklemek için sabrı yok.

Kimse somut maddeler üzerinden eleştiri yapmaya niyetli değil.

Taraflar karşı tarafın çok kurnaz olduğuna ve bunun için de her an her türlü kazığı atabileceğine inanıyorlar. Ancak, esasında kendilerinin ne kadar akıllı olduklarını ise karşı tarafı önden teşhir ederek ilan etmeye bayılıyorlar.

Beleşe çok meraklı insanlarımız da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyorlar:

"Madem Anayasa taslağını diğerleri hazırladı, hazırlanan taslak muhakkak yanlış, eksik ve art niyetlidir!"
Yazının Devamını Oku

AKP, Ortadoğu’da yol ayrımında

11 Eylül 2007
BEN, dış politikaya öncülük edeceğine inandığım Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün içeride nasıl bir tutum alacağını izlemek kadar dış politikadaki duruşunu da takip edeceğim. Bakalım yeni Dışişleri Bakanı Ali Babacan’la, önümüzdeki 6 ayda beter karışacağına inandığım Ortadoğu’da hangi yol ayrımını seçecekler.

* * *

Artık hemen herkes mutabık ki:

1) ABD önümüzdeki 6 ayda Irak’tan asker çekmeye başlayacak.

2) Ayrıca bazı analistler, ABD’nin İran’a havadan saldıracağına da inanıyorlar.

Ben de, ABD ve dünyadaki genel muhalefetin kısa süre içinde Bush’u Irak’tan asker çekmeye zorlayacağına inanıyorum. Bush, bu yıl başında uygulamaya soktuğu "asker sayısını artırarak Irak’a düzen getirme politikası"nı da yüzüne gözüne bulaştırdıktan sonra artık asker çekme konusunda direnemeyecektir.

George W. Bush da hem böyle ağır bir yenilgiyi örtbas etmek, hem de misyonunun son aşamasını uygulamaya sokmak için büyük ihtimalle İran’ı havadan tarumar etmeye yeltenecektir. Bu kez bir işgal yaşanmayacak ama ABD, nükleer merkezleri vurmak bahanesiyle İran’ın stratejik tüm noktalarına havadan saldıracaktır. ABD’nin teknik üstünlüğü, bu saldırıları kolaylıkla başarabilir.

Ben, ABD’nin bu konuda Batı’dan da destek alacağına inanıyorum. Zira, uranyum üretme kapasitesi yakında nükleer silah üretmeye yetecek duruma gelecek İran’ın bir sonraki aşamada Ortadoğu’da açık süper güç olmaya soyunacağı aşikárdır. Sadece ABD değil, Batılı ülkeler de Ortadoğu’da güçlü bir "hasım" istemezler.

* * *

Öte yanda dünyada çok önemli bir tartışma konusu da ABD’nin global hegemonyasının son durağa gelip gelmediğidir.

Kimilerine göre ABD, Irak ile bir sonun başlangıcına ulaşmıştır, artık dünyada yeni dengeler söz konusu olacaktır.

Kimilerine göre de, Bush döneminin 2008 sonunda bitmesiyle ABD’de "global saldırı dönemi" sona erecek, yeni, büyük bir ihtimalle de Demokrat bir başkan ile ABD tekrar "gönül alma dönemi"ne girecektir. Dünya da zaten teknolojik üstünlüğü hálá sorgulanmayan ABD’nin global hegemonyasının devamına rıza gösterecektir.

* * *

ABD’nin hem Irak’tan çekilme, hem de İran’a olası bir saldırı planları içinde Türkiye’ye yer verdiği aşikárdır.

Her iki konuda da ABD, Türkiye’den yardım isteyecektir!

İşte ana ve hayati soru, bu yol ayrımında ortaya çıkmaktadır.

Türkiye, ABD’ye her iki konuda da yardım eli mi uzatmalıdır, yoksa sırtını mı dönmelidir?

Sorunun etik bir cevabı olduğu kadar reel politika açısından değerlendirme ihtiyacı da büyüktür.

Zira Türkiye, ABD ile işbirliği yapar ama ABD global gücünü kaybeder, ortaya yeni güçler çıkarsa ne olur veya tersine Türkiye, ABD’yi yalnız bırakır ama ABD tekrar eski global gücünü kazanırsa bu sefer ne olur, sorularının basit ve kesin cevapları yoktur.

Ayrıca, ABD’nin dünyada ve özellikle Türkiye’de bu kadar prestij kaybettiği ve AKP’nin "ılımlı İslam"ın kalesi haline geldiğine dair yorumların yapıldığı bir ortamda AKP, ABD ile bu kadar hassas bir konuda, ne seviyede işbirliği yapabilir, bu da zorlu bir sorudur.

* * *

ABD, Ortadoğu’da bir yol ayrımında; bu durum ister istemez Türkiye’yi yönetenleri de büyük bir hızla bu yol ayrımında zorlu bir tercih yapma aşamasına doğru götürüyor!
Yazının Devamını Oku

Mahalle politikası ve hayat tarzı

9 Eylül 2007
BU köşede, AKP’nin taban örgütünü tamamen ele geçirmiş olan ve sosyal politikalar üzerinden başarılı bir şekilde mahalle politikası yürüten Milli Görüş’ün, belirli bir hayat tarzını herkese dayatarak ayrışan toplum yaratmasından korktuğumu devamlı vurguluyorum. Mahalle politikası deyimiyle ne kastettiğimi AKP Milletvekili Nursuna Memecan benden iyi anlatmış.

Meral Tamer’in Milliyet’teki köşesinde yayınladığı "AKP’nin Mahalleli Kadınları" (08.09.07) yazısında Nursuna Memecan şunları söylüyor:

"Bence AK Parti’nin yaptığı en şahane şey, toplumun en alt kesimindeki yoksul ev kadınlarını, yetiştirilmiş kıymetli eleman haline getirmiş olması. Canla-başla, ayakkabılarının altları yırtıla yırtıla çalışıyorlar. Kim bu kadınlar dersen? Bakkalın karısı var, çiçekçinin karısı var, işçinin karısı var, dul kadınlar var. O kadar merak ettim ki, nasıl olmuş da bu kadınlar böyle bir örgütlenmenin içine girmişler, nedir bunların derdi diye... Çeşitli mahallelerde aldım kadınları karşıma ve konuştum. Hepsinin de tek amacı var: Daha iyi şartlarda yaşamak, çoluğunu çocuğunu okutmak..."

Komünist Lenin’in bir örgütlenme modeli olarak inşa ettiği "kılcal damarlar teorisi"ni hayata en başarılı şekilde geçiren AKP’yi kutlarım!

* * *

Hafta içinde Milliyet’te yer alan "şehirlerarası otobüslerde namaz molası" haberine tepki veren Namaz Gönüllüleri Platformu yetkilileri ise şöyle konuşuyorlar:

"Platform Sözcüsü Abdullah Yıldız, ’Namaz bir hayat tarzıdır, buna saygı duyulması gerekir’ dedi. Platformun kurucusu yazar Ahmet Bulut ise namazın bir Müslüman için hayatın olmazsa olmazı olduğunu ifade ederek şu açıklamayı yaptı: ’İmanı olan bir insanın namaz kılınmasından ya da namaz için bir yerde durulmasından rahatsız olması düşünülemez. Bu bir dayatma değil, hak aramadır.’..." (Milliyet-08.09.07)

Gazetede yer aldığı şekliyle Abdullah Yıldız ve Ahmet Bulut’un sözleri açık seçik bir dayatma örneğidir!

* * *

Namaz, bir ibadet olmanın ötesinde saygı duyulması gereken bir hayat tarzı ise otobüsle seyahat eden yolcu ile uçakla seyahat eden yolcuyu ayırt etmemek gerekir. Bundan böyle uçakların da namaz vakitlerinde en yakın şehirlere geçici iniş yapmaları gerekir. Okyanus üzeri uçuşlarda, İzlanda’da Reykjavik Camii, hayat tarzına saygı duymak adına geçici iniş yapmak için en uygun mekándır.

Daha ötesi, bütün işyerlerinin ve dahi fabrikaların, garnizonların, mahkemelerin, okulların, lokantaların tüm üretimi/çalışmaları/tatbikatları/davaları/dersleri/yemek servisini günde 5 kez durdurup çalışanların namaz kılmaları için mola vermeleri gerekir.

İmanı olan bir insanın namaz kılınmasından ya da namaz için bir yerde veya zamanda durulmasından rahatsız olması düşünülemeyeceği için de gereğini yapmayan iş sahibi, patron, komutan, hákim, savcı, okul müdürü ve lokanta işletmecisinin imanından şüphe duymak gerekecektir.

Ayrıca kabul edilmesi gerekir ki; bundan böyle kimlerin, ne miktarda takva sahibi olduklarına Namaz Gönüllüleri Platformu yetkilileri karar verecektir.

* * *

Bu köşede ısrarla söylüyorum. Yönetmek, sosyal hayata da yön vermeyi kapsar.

İmam ne yaparsa cemaat mislini yapar.

"İktidar bize geçti" diye düşünüp doğmamış bebeğe don biçer gibi herkese din-iman biçmeye kalkanlara dur demek, AKP yöneticilerinin asli görevidir!
Yazının Devamını Oku

Türk aydının çıkmazı: İlla ki taraf tutacaksın!

6 Eylül 2007
RECEP Tayyip Erdoğan’ın bilgi ve üslup seviyesini özel toplantıda ağır sözlerle eleştiren aydının hükümetin noterliğini yapan bir gazetede yazdıklarını okuyup ve dahi hükümetçi bir televizyonda söylediklerini dinledikten sonra "Çıkar uğruna bu ülkede her şey olabilir!" demekten kendimi alamıyorum. Başka bir demokrat ve dahi akademik kökenli yazarın "Liberal ve demokrat oylar AKP’de toplandı" ibaresini okuyunca demek ki bilimsel düşüncenin de bir anlamı kalmadı diyorum. Gözü kapalı genelleme yapma hakkını yazar kendinde nasıl bulmuş, anlamıyorum.

* * *

Türkiye’de beni ifrit eden bir durum var. İlla ki taraf olacaksın. Ya laikçilerin peşine takılıp gideceksin, ya da AKP’yi özgürlüklerin putu haline getireceksin.

Uyduruk
ve hiçbir anlamı olmayan terimlerle düşünmek de herhalde eski slogancılık anlayışının mirası.

Ertuğrul Özkök Abdullah Gül için "Kendisine 2. Cumhuriyetin 1. Cumhurbaşkanı" diyelim mi diye ortaya bir söz attı, değme enteller mal bulmuş mağribi gibi tartışmaya daldılar.

Fransa’nın kendi tarihi üslubu içinde cumhuriyetleri numaralandırmasını sadece kopya ederek Türkiye için analiz yaptığını zannetmek maalesef Türkiye’de entellik kabul ediliyor.

Hadi, bir an için kopyacılığı doğru metodoloji kabul edelim!

Cumhuriyetin nitelik değiştirmesi için rejimin nitelik değiştirmesi gerekir.

Bu da ancak Anayasa’yı değiştirerek mümkün olabilir.

Henüz resmen tartışmaya açılmış yeni bir anayasa metni yokken, AKP’nin görüşleri dahi ortada değilken, bu acelecilik nedir anlamak mümkün değil.

Özgürlükçü entellere bir soru:

Vergi alırken ayırt etmediği Alevilere Diyanet bütçesinden pay vermeyen bir rejim yeni bir cumhuriyet yaratabilir mi?

Bu soruya yeni anayasanın nasıl cevap vereceği henüz ortada değilken "Müjde müjde, rejim değişti!" diye bağırmanın ne anlamı var?

Sloganlarla düşünen, daha doğrusu düşündüğünü zanneden bazı Türkiye aydınları "ılımlı İslam", "Müslüman demokrasi", "muhafazakár demokrat", "Türkiyelilik", "2. Cumhuriyet" gibi sadece "copy and paste" (kopyala ve yapıştır) metodu ile uydurulan anlamsız ve içi boş kavramlara sarılarak atışmaya bayılıyor. Çoğunluk ise bu terimleri kaale dahi almıyor.

O kalede veya bu kalede, fark etmez, ne kadar sığ sularda tepiştiklerini zerrece anlamıyorlar.

* * *

Aydın, yapısı itibarıyla muhaliftir. Beyni ister istemez, hep eksik ve açık arar.

İktidar yalakası aydın/gazeteci/akademisyen topluluğu ekonomisinden öte beyni de az gelişmiş insanların ağırlık taşıdığı ülkelerde var.

Bir insanın aynı anda hem TSK’nın siyasete karışmasına karşı çıkıp, Anayasa Mahkemesi’nin "367 yorumunu" demokrasiye indirilmiş bir darbe olarak görmesine, hem de Başbakan’ın Bekir Coşkun’u ülkeden kovmasını, türban hakkında AİHM’nin değil, ulemanın karar vermesini istemesini, zina hakkındaki akıl dışı sözlerini eleştirmesi çok mu zordur?

Hem Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olma hakkını savunmak, hem de icraatlarını yakın takibe almak mümkün değil midir?

* * *

Her durumda tutarlı davranmaya çalışmak abesle iştigal midir?

Başbakan’ın zor günlerinde yanında olup, ikbal günlerinde uzağına düşmek insana çok şey mi kaybettirir?

Bu ülkede tarafsız aydın olmak çok mu zordur?
Yazının Devamını Oku

Türban ve başörtüsü

5 Eylül 2007
HER dönemde olduğu gibi bu dönemin de Hükümet’i ve Cumhurbaşkanı’nı her şartta doğrulamayı kendisine şiar edinen yalaka gazetecileri var. Bu durum eşyanın tabiatı gereği ki, her dönem kendi yalakalarını üretiyor.

Baş örtmenin çeşitli yöntemlerinden sadece birisi olan türban toplumun belirli kesimlerince tehdit algılaması yaratan bir sembol olarak kabul edildiğini kabul edip üniversitede yasaklanmasının özgürlüklere engel teşkil etmediğine dair AİHM kararından sonra (Leyla Şahin davası) hükümetin noteri olarak görev yapan gazeteciler hemen AİHM’ye saldırdılar. Bir dil oyununa başvurarak "AİHM’nin başörtüsü takmayı yasaklamaya kalktığını" söylemeye başlayarak neredeyse AİHM’yi İslam düşmanı ilan etmeye kalktılar. Halbuki, AİHM kararında bir Hıristiyan ve bir Yahudi hakkında daha önce verilen benzer kararlara da atıfta bulunuluyordu. Bu çevreler giderek türban kelimesi ile başörtüsünü eşanlamlı kelimeler olarak kullanmaya başladırlar.

* * *

Baş örtmenin türlü şekilleri olduğu gibi türban sadece bu şekillerden birisidir.

Türban takanın niyeti ne olursa olsun Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni kendi Anayasa’sından dahi üstün gördüğünü beyan eden imzası geri çekilmediği sürece AİHM’nin verdiği karar Türkiye’yi bağlar. Mahkeme’nin kararı her ne kadar sadece üniversitelerle ilgili olsa da AİHM genelde türbanı bir siyasal sembol olarak ilan etmiştir. Artık kimsenin "Ben bu kararı saymıyorum" demesi mümkün değildir. Mahkemeyi taraf tutmakla itham etmek de beyhude bir çabadır.

Hele hele AİHM’nin (türbanlı) Merve Kavakçı ve Nazlı Ilıcak’ın "seçme hakkının ihlal edildiğine" dair aldığı kararını beğenip, Leyla Şahin’in aleyhine verdiği kararı yok saymak sadece basitliktir.

* * *


Buradan hareketle; Cumhurbaşkanı’nın eşinin türban stili başörtüsünden vaz geçip başka türlü başını örtmesini teklif edenlerin "Vay sen Hayrünnisa Hanım’ın başörtüsünü çıkarmasını mı teklif ediyorsun!" diyerek üzerine yürümek laf ebeliğinden öte gerçeği tahrif etmek, cehaletin arkasına sığınmak ve de yalakalığın dik alasıdır.

Hayrünnisa Hanım’ın dini inancının dışına çıkıp başını açmasını isteyenler öbür köyün bağnazlarıdır ama Cumhurbaşkanı’ın eşinin AİHM kararına saygılı ve olumlu tepki vermesini, dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın hukuk devletine yakışır bir şekilde davranmasını talep etmekte hiçbir garabet yoktur.

AİHM
’nin bir davayı reddetmesinin bir müeyidesi yoktur ama nasıl ki devlet Merve Kavakçı’ya 4, Nazlı Ilıcak’a 5 bin Euro tazminat ödeyerek Mahkeme kararına saygısını göstermek zorunda ise Cumhurbaşkanı da sembolik hareketlerle hukuka saygısını göstermelidir.

* * *

Öte yanda Cumhurbaşkanı devlet adamı olarak görev yapacaksa her iki kişiden birisinin oyu ile seçimi kazanan partinin kendisini cumhurbaşkanı yaptığını unutmadan o partiye oy vermeyenlerin de cumhurbaşkanı olmak üzere yemin ettiğini her daim hatırlamalıdır.

AKP’ye oy vermeyen %53’ün hepsinin türbanı siyasi bir sembol olarak gördüğünü söylemek abesle iştigal olur ama bu kitlenin önemli bir bölümünün tehdit algılaması içinde olduğunu kabul etmek gerekir.

* * *

Eğer Cumhurbaşkanı ve eşi bu konuda duyarsız davranırlarsa, herhangi bir kasabada başörtüsü ile örtünen bir hanıma, sadece aksi bakışlarla da olsa, dayatma yöntemi ile türban taktırırlarsa Cumhurbaşkanı bundan sorumlu olacaktır!
Yazının Devamını Oku

Ilımlı İslam!

4 Eylül 2007
BU terim beni hem çileden çıkarıyor, hem de Batı’da Türkiye için kullanıldığında ürkütüyor. Terimi duyunca çileden çıkıyorum, zira terimin hiçbir anlamı yok; ürküyorum zira terim Türkiye’ye hedeflerini değiştirmesini teklif ediyor. Son dönemde Türkiye hakkında Batı’da yapılan gözlemlere en doğru cevabı Milliyet Gazetesi’nde Kadri Gürsel verdi (02.09.07- "İslam ve Demokrasi: Gereksiz Bir Tartışma").

Ilımlı İslam veya Müslüman demokrasi terimleri anlamsız terimlerdir, zira her şeyden önce tebliğ yöntemiyle öğretisini yayan dinlerin demokrat olmasına ne imkán ne de gerek vardır. Bu durum sadece yüce dinimiz için değil Hıristiyanlık ve Musevilik için de geçerlidir. Bir dinin önüne "ılımlı" sıfatını eklemek ise en hafif tabirle o dine hakarettir. Tüm dinler kendi içinde bir bütündür ve öğretisine ne kadar uyulacağı sadece kul ile Allah arasında bir meseledir. Teröre başvuran bazı Müslümanların İslam’ı siyasileştirme gayretlerinin peşine takılıp onun panzehiri olarak ılımlı İslam’ı önermek, İslam’a en az köktendinciler kadar kötülük etmektir.

* * *

Batı’da gelişen Hıristiyan demokrat terimi, Batı’nın kendi tarihi gelişimi içinde ortaya çıkmış bir terimdir ve bugün itibarıyla bu ismi taşıyan partilerin programlarında demokrasi ile Hıristiyanlığı mecz etmek uğruna sarf edilmiş tek satıra rast gelemezsiniz. Batı’da Hıristiyanlığı içine bir miktar demokrasi katarak ılımlılaştırma gayreti içine giren aklı başında bir tek politikacı da bulamazsınız. Muhafazakár demokrasi terimi de aynı seviyede boş bir uydurmacadır. Bir parti hem demokrat hem muhafazakár olabilir ama her ikisinin ortak alanını kendi tekeline alamaz. Bugün CHP’nin bir sürü yönüyle muhafazakár olmadığını veya hiç demokrat öneriler taşımadığını kim söyleyebilir?

* * *

Esas soru, İslam’ın ne kadar demokrasiye uyacağı değil, Müslümanların demokrasiyi ne kadar benimseyeceğidir.

Bu açıdan bakılınca haklı merak konusu; büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin bireyi ön plana alan liberal değerleriyle yoğrulmuş, sosyal çözümleri de dışlamayan demokrasiyi ne seviyede benimseyebileceğidir.

Soru ilginçtir; zira Müslümanların çoğunluk olduğu ülkelerin hemen hepsinde ne liberal, ne sosyal, ne de demokrat değerler önemsenmektedir.

* * *

Bu açıdan bakınca hem Cumhurbaşkanı’nın hem de hükümetin ana görevi, Türkiye’de liberal/sosyal demokrasiyi güçlendirmektir. Yöneticilerin ne kadar dindar oldukları kimseyi ilgilendirmez, bu mesele sadece Allah ile kendi aralarında bir meseledir.

* * *

Seçim öncesi CHP, TSK ve Anayasa Mahkemesi’nin demokrasiyi sarsan önerilerinden ürküp demokrasi adına AKP’ye sahip çıkan yerli ve yabancı kişilere bir uyarım var:

Ötekilerin demokrasiyi sarsan tavırları, AKP’yi kendiliğinden demokrat yapmaz!

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla, kendilerini devlet tarafından dışlanmış veya kendilerine belirli bir hayat, hatta ibadet tarzı dayatılmış bir kitlenin artık devletle mecz olmaları için kapılar şimdi iyice açılmıştır ama bu gücü bu kitlenin nasıl kullanacağı şu anda soru işaretidir.

Ben Milli Görüş kökenli yerel siyasilerin, kendi hayat tarzlarını artan hızla dayattıklarını gözlemliyorum.

Benim açımdan yeni dönemde AKP yönetimi ve cumhurbaşkanının, daha önce ezildiğine inanan kitlelerin bireysel haklarına sahip çıkmakla yetinip yetinmeyecekleri çok ama çok önemlidir.

Bakalım Ankara’ya dahi ulaşan dayatmalara kim engel olacak?
Yazının Devamını Oku

Bir Trakya bilgini: Lokantacı Mehmet

2 Eylül 2007
ONU Saros’a yerleştiğim ilk yaz tanıdım. Bir öğle vakti köyümün ilçesi olan Keşan’da tanıştık. Mimar dostum, "Keşan’da yemek Trakya Lokantası’nda yenir" demişti. Trakya Lokantası ve hemen karşısındaki Trakya Köftecisi, değil Keşan’da, Türkiye’de en iyi lokantalardan birisi. Esnafa hizmet veren Trakya Lokantası’nın en büyük özelliği hafif yemeklerin de lezzetli olabileceğini ispat etmesidir. Bizde yemeğe ne kadar çok yağ, salça, baharat konursa yemeğin o kadar lezzetli olacağına inanılır. Lokantacı Mehmet bu varsayımın yanlış olduğunu ispat eden nadir insanlardan birisidir. Ne zaman Keşan’a gitsem, öğle yemeğini muhakkak Mehmet’te yerim. Yemeği de ona seçtiririm. Ancak, bugün benim meramım lokantayı değil Lokantacı Mehmet’i; Mehmet Şansı’yı anlatmak!

* * *

Mehmet Şansı, nesli tükenen mükemmeliyetçi insanlardan birisi. Bir mükemmeliyetçiye artık İstanbul’un en entel çevrelerinde bile rastlamanın zorlaştığı bir dönemde; bir Trakya şehrinde her şeyin ama her şeyin en doğrusunu yapmaya çalışan titiz, gereğinde bir o kadar da aksi bir insana rast gelmek şaşırtıcı. Yemekleri mükemmeli arayışının bir simgesi.

Çevresindeki insanlara çabuk kızması da esasında onların aymazlığına gösterdiği tepkiden!

O sorgulamayan insanlara çok şaşıyor.

* * *

Bence Mehmet’in en önemli hasleti ise onun bir yandan yemeklerini daha da güzelleştirme çabasıyla hayatın içinde yaşarken aynı zamanda hayatın dışına çıkıp hayatı seyretmesi.

Mehmet Şansı, keskin zekásı ve gözlem yeteneğiyle, hayatı ve onun içinde dolanıp duran insanları seyrediyor, onların beyhude çabalarını komik buluyor. Bana bunu o söylemedi. Ben gözlerinden okudum, kelamından anladım.

Keşan’da tüm lokantalar satır köftesi ile övünürken, o satır köftesi satan bir müşteriye lokantasında hayvan yağı değil et köftesi satıldığını söylüyor. Zira satır köftesi çok yağlı bir etten yapılıyor, şehirde çok ünlü iken o satmayı reddediyor.

Mehmet Şansı, lokantasında müşterisine Klasik Türk Musikisi dinletiyor. Bunun için de lokantasında TRT’nin Klasik Türk Musikisi çalan kanalı açık. Bir gün lokantasına koyu dindar bir adam geliyor ve radyoyu kapatmasını istiyor. O da "Devlete başvurun!" diyor. Adam "Bu işin devletle ne alakası var" diyerek şaşırıyor.

Mehmet’in cevabı hazır: "Devlet bu radyoyu açtığına göre kapatacak olan da o!"

"Benim kim olduğumu biliyor musun, ben savcıyım" diyen müşterisine ise "Siz yanlış yere gelmişsiniz, burası lokanta, Adliye karşı sokakta" deyiveriyor.

Mehmet Şansı insanların aymazlığına, gösteriş merakına, sorgusuz sualsiz yaşamasına çok bozuluyor.

* * *

1953’te Yunanistan sınırındaki Enez’in Onurbey Köyü’nde doğmuş, doğumundan sadece 12 yıl sonra 13.10.1965 tarihinde Keşan’a gelmiş. Ekmek kavgası için! Hayatı hep lokantalarda çalışarak geçmiş. Bir lokantada var olan tüm işleri yapmış.

1977’de de "ilk dükkánını" açmış.

Lokantacı Mehmet, en aşağıdan geldiği için kaybetmekten korktuğu hiçbir şey yok. Ailesi hariç! Hanımefendisi Emine Hanım hastalandığında bu aksi adamın karısına hálá áşık olduğunu gözlerinde okudum. En büyük serveti ise bir oğlu ve bir kızı.

* * *

Ben, Keşan’a her gidişimde lokantasına muhakkak uğruyorum. Zira aklıma takılan meselelere bir de o nasıl bakıyor diye merak etmeden duramıyorum.

Ben, Mehmet Şansı’dan öğreniyorum.

Memleketimin kaybolan felsefecilerine Trakya’da rast geldiğim için de mutlu oluyorum!
Yazının Devamını Oku