27 Eylül 2007
BİLİYORSUNUZ, 21 Ekim’de aralarında "11. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin" de oylanacağı bir referandum yapılacak. Ancak, 11. Cumhurbaşkanı halihazırda görevi başında. Alın size bir senaryo: Referandumda 11. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi onaylanıyor ve hemen akabinde Sabih Kanadoğlu "Bundan böyle Anayasa’ya göre 11. cumhurbaşkanının halk oylaması sonucu seçilmesi emredildiğine göre, şu anda görevde olan 11. cumhurbaşkanı yetkisizleşmiştir, dolayısı ile görevinden istifa etmesi gerekir" diyor.
Memleket bilmem kaçıncı defa karpuz gibi ortadan bölünüyor ve zaten işin içinden çıkılmaz bir durumla karşılaşacağımız için her kafadan değişik bir ses çıkmaya başlıyor.
Sonunda dava Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor ve Mahkeme Sabih Kanadoğlu’nu haklı buluyor!
Abdullah Gül istifa etmek zorunda kalıyor ve Cumhurbaşkanlığı seçimine katılıyor.
Ancak, AKP dışında partiler herkesin sevdiği bir tek aday (örnek: Hikmet Abi!) üzerinde fikir birliği yapıyorlar ve tek aday ikinci turda %47’ye karşı %53 oy alarak seçiliyor.
Tarihe de 2 adet 11. cumhurbaşkanı sahibi olmuş ülke olarak geçiyoruz!
Bir sonrakine de "12." mi yoksa "13. cumhurbaşkanı" deneceği de derin bir entel tartışmasına yol açıyor.
* * *
Böyle bir durumla karşılaşmayı AKP hiç istemez, CHP ise çok ister.
Bunun için de; AKP kendi teklif ettiği anayasa değişikliğinin referandumda reddedilmesi için, CHP de karşı çıktığı anayasa değişikliğinin halk oylamasında kabul edilmesi için canla başla çalışmaya şimdiden başlayabilirler!
Referandumda "Size cumhurbaşkanı seçtirmiyorlar" sloganından etkilenerek AKP’ye oy veren muhafazakar kitleler "Zaten biz cumhurbaşkanı seçmek istemiyorduk ki!" diyerek bu sefer CHP’ye hak verirler.
AKP’nin anayasa değişikliği yaparak şeriatı getirmesinden korkan laiklik hassasiyeti yüksek kitleler de AKP’nin anayasa değişikliği teklifini 21 Ekim’de sandıkta büyük bir heyecanla desteklerler!
* * *
Parlamenter demokrasilerde iktidar partisi, teklif ettiği bir anayasa değişikliği halk indinde kabul görmezse, hemen istifa eder ve erken seçim ilan eder.
Ancak, eğer kendi teklifi halk tarafından 21 Ekim’de reddedilirse AKP zil çalıp oynamaya başlayacak ve halkın güvenini bir kez daha aldığı için 22 Temmuz zaferini katmerleyecektir.
Yine parlamenter demokrasilerde muhalefet partisi karşı çıktığı bir anayasa değişikliği halk tarafından onaylanırsa çok ağır bir yenilgi almış olur ve partinin genel başkanı istifa eder.
Eğer, CHP’nin özünde karşı çıktığı teklif referandumda halk tarafından benimsenirse, bu sefer de CHP iktidara karşı büyük bir zafer kazandığını ilan edecek, Deniz Baykal, Allah gecinden versin, ölümüne dek çok sevdiği bir makam olan "anamuhalefet lideri" olarak kalmayı garantilemiş olacaktır. (Not: Bir gün CHP iktidar olursa zaten Deniz Baykal o gün parti liderliğinden çekilecektir!)
* * *
Sakın "Bugün yazar amma da uçmuş!" demeyin. Siz yazarın uçanını seviyorsunuz. Ayrıca, bu ülkede uçmayan adama azınlıkta kaldığı için "uçuk", bol bol uçana da çoğunluk tarafından benimsendiği için "harbi adam!" demiyorlar mı?
* * *
22 Temmuz’un "Yeter söz milletin!" sloganı, 21 Ekim’de "Yeter millet haddini bilsin!" sloganı haline dönüşecek mi? İşte soru bu!
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2007
BUGÜN aklıma takılan bazı soruları sizlerle paylaşacağım: AKP yandaşı olarak sıfatlanan Hilmi Özkök zamanında AKP’nin oyları %26-28 civarındaydı. Laiklik hassasiyeti yüksek Yaşar Büyükanıt döneminde AKP’nin oyları %47’ye çıktı. Neden?
Erdoğan ile Büyükanıt ünlü Dolmabahçe buluşmasında ne konuştular?
* * *
"Dini hassasiyeti yüksek kızlarımızın da üniversitelere devam edebilmesi için bir formül bulmamız lazım!" diyecek bir adet Rektör yakın zaman içinde çıkacak mı?
"Madem türbana sembolik anlamlar yüklüyorlar, ben de artık başımı başka bir tarzda bağlayacağım" diyecek bir İslamcı hanımefendiye bir gün rast gelecek miyim?
* * *
Zaman, Yeni Şafak, Star gazetelerinde hükümeti eleştiren makaleleri ne zaman göreceğiz?
Laikçileri eleştirdiğim gibi AKP’yi de eleştirdiğime göre ben şimdi liberallikten vaz mı geçmiş oldum?
İki tarafı da tutmadığıma göre "her Türk tarafını seçer" şiarı çerçevesinde Türklükten de mi vazgeçtim?
AKP’li liberallerin ilk 11’inde Hadi Uluengin, Emre Aköz, Nazlı Ilıcak yok. Onlar yedek kulübesinde mi, yoksa liberalden sayılmıyorlar mı?
* * *
"Üniversitede türban serbest kalırsa tüm kızları türban takmaya zorlarlar" diyen zihniyet ile zamanında "Kürtlerin kimliği tanınırsa yarın da toprak isterler" diyen zihniyet benzemiyor mu? Her türlü hak ve özgürlüğü istismar edecek babayiğit bulunacağına göre en iyisi tüm özgürlükleri ortadan kaldırmak değil mi?
27 Nisan muhtırası kime karşı verildi? Muhtıranın geçerlilik süresi ne kadardır?
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olmadan hemen önce Yaşar Büyükanıt istifa etseydi Abdullah Gül cumhurbaşkanı olabilir miydi?
* * *
Seçim öncesi cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu ile DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar TBMM’deki oylamaya neden girmediler? Kim telkinde bulundu?
DP milletvekili adaylarını tespit ederken ortada para döndü mü? Partiden bir babayiğit çıkıp DP’yi aklamayacak mı?
Mehmet Ağar sözlü istifasını sonradan neden yedi? İnsan sözünden bu kadar kolay döner mi?
* * *
Deniz Baykal ne iş yapar?
Mustafa Sarıgül CHP Genel Başkanlığı’na aday mı, değil mi?
CHP yönetimine göre şu sorunun cevabı nedir: Devlet mi millet için var, millet mi devlet için var?
* * *
Yeni Anayasa Diyanet Bütçesi’nden Alevilere pay ayıracak mı?
AKP yeni dönemde Çingeneler için ne yapacak?
Eski liberal-yeni AKP’li aydınlar eşcinsellerin haklarını korumak için AKP’yi zorlayacaklar mı?
Yine eski liberal-yeni AKP’liler 301’in kaldırılması için AKP’nin üzerine gidiyorlar mı?
* * *
Uzlaşma kelimesi ne zaman zihin haritamıza yerleşecek?
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2007
SABAH Gazetesi’nde geçen pazar günü yayınlanan "İmam Hatip Olmasaydı Afganistan’a Dönerdik" başlıklı haberde Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu’nun bazı sözleri, hükümetten beklediklerimi benden daha iyi anlattığı için beni çok mutlu etti. Şerif Mardin’in ortaya attığı "mahalle baskısı" kavramı, ülkenin 22 Temmuz sonrası içine sürüklenebileceği sosyal/politik girdabı herkesin kafasında sembolleştirerek bir anlam kümesi yarattığı için çok ilgi çekti. Kavramı benimseyenler de, kavrama sinirlenenler de "mahalle baskısı" hakkında bir şeyler söylemeye çalıştılar.
* * *
Hükümet sözcülüğüne soyunan bazı köşe yazarları arasında iki tür akıl yürütme, benim gülümsememe vesile oldu.
Nazlı Ilıcak (Sabah) laiklik hassasiyeti yüksek olduğu anlaşılan mahallesinde yaşadığı baskılardan dem vurarak "ama sizin mahallede de baskı var!" mealli bir yazı yazıp "iki yanlış bir doğruyu götürür" türü bir akıl yürüttü.
Çok sevdiği hocası Şerif Mardin’den her fırsatta dem vuran Emre Aköz (Sabah) ise hocası ile iktidar arasında kalınca kendini iki arada bir derede hissetti ve sonunda Türkiye üzerine yapılan sosyoloji çalışmalarında bir ilk yaratarak Türkiye’de mahalle kalmadığını ilan etti! Merkezde mahalle kültürü kalmadığına göre; artık taşrayı da, varoşları da, hatta Anadolu’yu büyük şehre taşıyan kenar semtleri de yok saymak zorunda idik.
Türkiye mahallesizleşmişti, artık olmayan bir şeyin etkisi de olamayacağına göre "mahalle baskısı" da söz konusu olamazdı!
* * *
Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Dengir Mir Mehmet Fırat gibi siyasiler ise siyasetçilerin her zaman yaptığını yaptılar ve "işimize gelmeyeni yok sayarız" mantığıyla hareket ederek "mahalle baskısı yoktur; stop" dediler ve işin içinden sıyrıldılar.
Beğenmeyenlerin yokluğunu ispat etmeye uğraştığı, beğenenlerin de abartarak var etmeye çalıştığı "mahalle baskısı" ile ilgili tartışmalara en anlamlı yaklaşım ise bilim adamlığı sıfatını hálá siyasi sıfatı önünde tutabilen Said Yazıcıoğlu’ndan geldi.
Sabah Gazetesi’ne göre:
"Bakan Yazıcıoğlu, son dönemin moda deyimiyle, türban serbest bırakılırsa, başı açık öğrencilere ’mahalle baskısı’ olacağı iddiaları için çuvaldızı biraz da kendilerine batırıyor:
’Sokaklara bakın. Başı açıkla kapalı kol kola gezebiliyor. Bunu soruna dönüştürmenin anlamı yok. Ama böyle bir endişe varsa ki var, toplumun bir kesiminde var, o endişeyi ortadan kaldırmak bizim görevimiz. Ben şahsen böyle olumsuz bir durumun yaşanacağı kanaatinde değilim.’
Türkiye ile Malezya’nın karşılaştırılmasını yanlış bulan Yazıcıoğlu, ’Ilımlı İslam’ tanımlamasına da, ’Ilımlı İslam diye bir şey yok. İslam İslam’dır. Böyle bir proje ben tanımıyorum’ diyerek karşı çıkıyor." (23.09.07)
* * *
Benim indimde işine gelmeyeni yok saymak adamı siyasetçi, katılmasa dahi "diğerlerinin" duygularını dikkate almak da adamı devlet adamı yapıyor.
Yazıcıoğlu’nun şu sözleri çok ama çok önemli:
"...Ama böyle bir endişe varsa ki var, toplumun bir kesiminde var, o endişeyi ortadan kaldırmak bizim görevimiz..."
Keşke bu sözleri daha önce Cumhurbaşkanı veya Başbakan söyleyebilseydi!
Teşekkürler Said Yazıcıoğlu!
Yüreğime bir nebze olsun serin sular serptiniz!
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2007
ŞERİF Mardin Hoca’nın Ruşen Çakır ile yaptığı söyleşide kullandığı "mahalle baskısı" terimini köşesine taşıyan ilk gazeteci olarak onun "mahalle baskısı" terimi ile benim kullandığım "mahalle politikası" terimleri arasında bir ilinti kurmaya çalışmıştım (23.05.07). Ancak, sonradan şimdi çok ünlü olan "mahalle baskısı" terimi ile benim kullandığım "mahalle politikası" terimleri arasında anlamlı bir fark olduğunu düşünmeye başladım.
"Mahalle baskısı" sosyolojik bir terim ve yakın çevrenin değerler sistematiğinin bireyler üzerinde yaratabileceği sosyal baskıyı vurguluyor. Bu açıdan kendiliğinden/örgütsüz bir gelişme veya baştan beri var olma özellikleri taşıyabilir.
Bu açıdan bakıldığında; kendi mahallesinde dışlandığını iddia eden Nazlı Ilıcak da pekálá laiklik hassasiyeti yüksek komşuların mahallede kendiliğinden oluşturduğu, sadece aralarında konuşarak var ettikleri bir mahalle baskısı ile karşı karşıya kalmış olabilir.
Öte yanda; muhafazakár mahallelerde 22 Temmuz sonrası artan mahalle baskısından söz edenler de yeni bir gelişmeye parmak basıyor olabilirler.
Örgütsüz/kendiliğinden gelişme özelliği nedeniyle mahalle baskısının artmadığını düşünenler de verilen somut örneklere "münferit" diyebiliyorlar.
* * *
Ben ise "mahalle politikası" terimini kullanırken örgütlü/planlı bir sosyal baskıdan bahsediyorum.
Bu açıdan da daha derin bir gelişmeye parmak bastığımı düşünüyorum.
Mahalle politikası, belirli bir örgütün (Milli Görüş) yerel seviyede önce sosyal alanda (gıda-erzak yardımı yaparak, eğitim-sağlık-cenaze hizmetleri sunarak vb.) faaliyet göstermesiyle başlıyor ve o örgütün sonuçta o mahallede hayat tarzını ve siyasi tercihleri belirlemesiyle açık belirginlik kazanıyor.
Her şey plan ve programlı!
* * *
Mahalle baskısı ile mahalle politikası arasındaki farkı bir örnekle anlatmaya çalışayım. Şehirlerarası otobüsün namaz vakitlerinde durmasını isteyenler, mahalle baskısı kurmaya çalışan münferit hareketler olabilir.
Ama bu konuda kendi adını Namaz Gönüllüleri Platformu olarak tarif eden örgüt, "İmanı olan bir insanın namaz kılınmasından ya da namaz için bir yerde durulmasından rahatsız olması düşünülemez. Bu bir dayatma değil, hak aramadır" (Milliyet-08.09.07) şeklinde açıklama yaptığında bu planlı/programlı bir dayatmadır ve benim daha derin bulduğum işte bu "mahalle politikası"dır.
Yazılarımda vurgulamak istediğim, hem Başbakan’ın hem de maalesef Cumhurbaşkanı’nın alttan gelen bu mahalle politikasına karşı çıkamamalarıdır. Zira, her ikisini de iktidara taşıyan örgüt, AKP içinde alttan alta mahalle politikası yapan Milli Görüş’tür.
* * *
Bu anlamda Milli Görüş’ün AKP’nin taşra/yerel örgütlerini ele geçirdiğini 2004 yılından beri yazıyorum. Sadece etkileri 22 Temmuz sonrası artmıştır.
Daha önce de yazdığım gibi, baştan beri ne demek istediğimi en iyi anlatan bizzat AKP milletvekili Nursuna Memecan’ın Meral Tamer’e söyledikleridir:
"Bence AK Parti’nin yaptığı en şahane şey, toplumun en alt kesimindeki yoksul ev kadınlarını, yetiştirilmiş kıymetli eleman haline getirmiş olması. Canla-başla, ayakkabılarının altları yırtıla yırtıla çalışıyorlar. Kim bu kadınlar dersen? Bakkalın karısı var, çiçekçinin karısı var, işçinin karısı var, dul kadınlar var." (09.09.07)
* * *
"Mahalle baskısı" münferit dahi olabilir ama "mahalle politikası" planlı/organize eylemlerdir ve bence "mahalle baskısı"ndan çok daha tehlikelidir.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2007
BAZI arkadaşlarımın nazikçe "Sen iyi niyetlisin" diyerek hakkımda ima ettikleri "Sen saftoriksin!" hükmü galiba doğru çıktı. Ben, Cumhurbaşkanı’nın eşinin ilk resmi törende türbanını başka bir tür başörtüsü ile değiştirerek topluma, sembolik seviyede de olsa bir kucaklaşma mesajı vereceğini bekliyordum. Bunu da açıkça yazıyordum.
KKTC’deki törende ilk adımın atılacağını umuyordum. Yanılmışım! Okurdan özür dilerim.
* * *
Aynı Cumhurbaşkanı’nın KKTC’de Fikret Bila’ya:
"Türkiye’de mahalle baskısı olmaz. Neden olsun? Yıllardır bir arada yaşayan, kardeşçe yaşayan insanlar. Düşünün ki aynı mahallede ya da aynı yerde, başı örtülü bir kızımızla başı açık bir kızımız kol kola yürüyorlar... Bu bakımdan mahallede veya başka bir yerde böyle bir baskı oluşmaz" derken sadece yuvarlak cümleler ile işi geçiştirdiğini düşünmeden edemedim. (Milliyet- 19.09.07)
Güneydoğu’ya yaptığı ilk yurtiçi gezisini büyük bir heyecanla izlerken, aynı Cumhurbaşkanı’nın bölgede derdini anlatan herkese, konudan uzak, prototip birlik-beraberlik mesajlarıyla cevap vermesini de "Acaba bu anlamlı gezi ev ödevi yapılmadan mı hazırlandı?" şüphesiyle karşılamıştım.
* * *
Ben Cumhurbaşkanı’nın hanımefendisinden bir jest bekliyordum. Efendim, "öbür köyün" bağnazları anlamazmış. İsterlerse anlamasınlar!
Uzlaşmak için bir el uzatıldığını dünyada aklıselim sahibi olan herkes anlayacaktı.
Eğer Cumhurbaşkanı, söz verdiği gibi hepimizin ama hepimizin Cumhurbaşkanı olacaksa, seçimlerden önce büyük şehirlerde mitingler yapan milyonların da Cumhurbaşkanı olmak zorundadır. Eğer milyonları Başbakan gibi "bindirilmiş kıtalar" olarak görmüyorsa, kendisi fikren katılmasa dahi, onların da korkularını dikkate almak zorundadır.
Hatta, Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya noteri olmayacaksa, ondan çok daha dikkatli olmak zorundadır.
Ben samimi olarak, Cumhurbaşkanı’nın hanımefendisi üzerinden toplumu yumuşatıcı bir mesaj vereceğini zannetmişim, içim burkularak yanıldığımı anladım.
* * *
Aynı Cumhurbaşkanı "mahalle baskısı yok!" diyor.
Ben de kendisine soruyorum:
Göz göre göre yaşananı inkár etmenize mahalle baskısı mı neden oluyor?
Fikret Bila’nın mahalle baskısıyla ilgili sorusu karşısında Cumhurbaşkanı yine böyle bir baskının söz konusu olmayacağını söyleyebilir ama baskı yapmaya kalkanlar olursa ilk önce karşılarında kendisini bulacaklarını söyleme cesaretini de gösterebilirdi!
Namaz kılmak için otobüs durdurmanın caiz olduğunu söyleyen aymazların da Müslümanlar arasında muazzam bir azınlık olduklarını ve gerçek İslam’ı katiyen anlamadıklarını beyan edebilirdi!
* * *
Olmadı, Cumhurbaşkanı, en azından şimdilik, yapamadı. Onu o makama taşıyan Milli Görüş’ün yörüngesi dışına çıkamadı.
Dilerim, siyasi aidiyetinden çabuk sıyrılır ve herkesi kucaklayan "devlet adamı" payesine çabuk uzanır.
* * *
İçimde bir ses; aksi halde, ekimde yapılacak referandumda bizzat savunduğu değişiklikler için "hayır!" çıkması uğruna AKP’nin büyük gayret göstermek zorunda kalacağını söylüyor!
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2007
MAALESEF, cevabım "hayır!" Bence toplumun, haşa hepsi değil ama yön verenleri katiyen uzlaşmak istemiyorlar. Ortada bir iktidar mücadelesi var ve bu mücadeleye baş koymuş iki taraf da hálá demokrasinin iktidarı paylaşmak olduğunu kabul etmiş değiller.
Bir taraf "Esas olan merkezin şekillendirdiği haklardır, taşra (mahalle) ancak ve ancak bu haklardan istifade eder" diyor.
Diğer taraf ise "Artık merkezi ben devraldım, şimdi de ben dayatabilirim!" diyor.
Bu ülke de hálá seçilmiş ile atanmışın bilek güreşinden kurtulamıyor.
İki taraf da iktidar olma erkini dayatma hakkı olarak görüyor.
* * *
Uzlaşmama kültürü anlamını en yüksek seviyede türban/başörtüsü ikileminde buluyor.
Dün de iddia ettim. Hükümet, akıllı yönetemezse ve cumhurbaşkanı yerinde ve zamanında müdahale edemezse; "Türban üniversiteye girsin mi?" sorusu ülkeyi bir kez daha beter gerecek, bu süreci yönetemeyecek hükümet ve/veya Cumhurbaşkanı’nın da başı epey derde girecek.
* * *
Benim indimde türban/başörtüsü tartışması bir sürü sembolün yanında uzlaşmama kültürünün de sembolü oldu.
Türbanın karşı tarafça bir dayatma simgesi olarak algılandığını görmek istemeyen kesim basit kelime oyunları ile "Türban ve başörtüsü aynı şeydir!" diyor.
Seçim öncesi mitinglerde "korkularını" haykıran muazzam kitleyi ise tamamen görmezlikten gelmeye çalışıyor.
Ben ise "Yanılıyor olsalar, hatta muazzam bir azınlık dahi olsalar (ki değiller) dahi AKP hükümeti üzerinden kendilerine dayatma yapılacağından korkan kitlenin korkularını yenmek iktidarın görevidir" diye haykırdığımda aynı zamanda başı örtülü öğrencilerin de üniversiteye girme hakkını savunduğum için çok yadırganıyorum.
Bana ya "Taraf olmadan aydın olunmaz" ya da "Madem AKP oyların çoğunluğunu aldı, demek ki merkeze geldiler" diyerek tepki veriliyor.
Ben de "Türban ile başörtüsü aynıdır" diyen türbanlı hanımefendilerden sadece ama sadece birisinin "Aynı oldukları şuradan bellidir ki, bakın ben başımı artık annelerimizin başörtüsü gibi bağlıyorum" dediği günü bekleyerek yaşıyorum.
* * *
Öte yanda "Türbanı üniversitede serbest bıraktığınız gün tüm kızları türban takmaya zorlarlar" diye konuşan veya "Üniversitede kılık kıyafet serbest bırakıldığı gün üniversiteye sarıklılar dolar" diye hüküm koyanları da hiç anlayamıyorum.
Onlar da diğerleri ile özgürlükleri paylaşmaya zerre kadar niyetli gözükmüyorlar.
Dünyada her türlü özgürlük istismar edilmeye açıktır ve devletin bir görevi de bu istismarları önlemek için tedbir almaktır.
İstismara engel olmak için hiçbir zaman özgürlüklerin önünü tıkayamazsınız!
* * *
Anayasalar uzlaşma metinleridirler!
Şu anda manzara-ı umumiyeye baktığımda, kendi köşelerinde gözükmediği için diğerini yok sayan iki taraf görüyorum. İkisi de karşı tarafa doğru bir adım dahi atmak istemiyor. İki taraf da ilk adımı karşı taraftan bekliyor.
* * *
Böyle zorlu ve tarafların keçi inadı ile hareket ettikleri bir dönemde Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın Anayasa tartışmaları çerçevesinde taraf mı, yoksa hakem mi olacakları ülkenin liberal demokrasiye mi, yoksa dine dayanan bir rejime mi doğru gittiğini tayin edecek en önemli unsur olacaktır!
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2007
BUGÜNDEN belli ki yeni anayasa tartışmalarında kıyamet "türbanlı öğrencilerin üniversiteye girebilmesinin anayasal güvence altına alınıp alınamayacağı" tartışması etrafında kopacak. Anayasalar "uzlaşma metinleri", hatta daha ötesi "uzlaşma antlaşmaları"dırlar.
Diğer maddeler üzerinde ne kadar uzlaşma olur bilemem ama ben "baş örtme" konusunda kolay kolay bir uzlaşma yakalanamayacağı görüşündeyim.
* * *
Hangi perspektifle bakarsanız bakın; "türban" bir siyasi sembol olarak merkez ile taşra (mahalle) arasındaki iktidar mücadelesinin merkezine oturmuştur.
Bu konuda uzlaşma olmayacağı ise en açık şeklini bir tarafın baş örtme yöntemlerinden sadece birisi olan türbanı ısrarla başörtüsü olarak adlandırması ile almaktadır.
Başörtüsü kelimesini türbanla eşdeğer tutan tavır; türbanı tehdit algılamasının sembolü olarak kabul eden kesimde "Uzlaşma yok, şimdi iktidar bizde!" sloganı olarak kabul edilmektedir. Böylelikle bu kesimde tehdit algılaması sadece büyümektedir.
Türbanı başörtüsü adı altında savunanların, ayrıca türbanı tehdit algılaması içinde görenlerin hepsinin "askeri vesayeti" benimseyenler olduğu varsayımı, türban takanların tümünün "şeriatçı" olduğu varsayımı kadar kaba genelleme yapan ve kanımca uzlaşmayı neredeyse imkánsız hale getiren son noktadır.
* * *
Ayşe Arman hafta sonu dünyanın ne önemli din sosyolojisi uzmanlarından ve kanımca İslam’ın Türkiye’de siyasi ve sosyal alanda oynadığı rolü en iyi etüt eden kişi olan Şerif Mardin ile "Türkiye ne Malezya olur diyebilirim, ne de olmaz" başlığı altında yayınladığı bir söyleşi yaptı.
Söyleşinin özünü; Şerif Mardin’in AKP dönemini liberal demokrasiye de, din ağırlıklı bir rejime de gitmesi mümkün bir geçiş dönemi olarak görmesi oluşturmaktadır.
Mardin, söyleşide "mahalli" olanın aynı zamanda "milli" olup olamayacağı konusunda mütereddit bir intiba vermektedir, zira bu sorunun cevabının iki yöne de gidebileceği kanaatindedir.
Ben de aynı ikilemi taşıyan bir kişi olarak "türban-başörtüsü" ikilemi etrafında koparılan gürültüyü işte bu yol ayrımının kavşak noktası olarak görmekteyim.
* * *
Söyleşide Şerif Mardin muhafazakár partilerin başarısını şu cümlelerle ifade ediyor:
"...Olayın aslı şudur: Mahalli bir teşkilatın, mahalli çıkarlar doğrultusunda görüşler öne sürmesi, dolayısıyla mahalli menfaatlerin halka çok daha kolay anlatılabilmesi..."
AKP’nin de başarısını bu doğrultuda yorumluyor:
"...Bir siyasi parti, yani AK Parti, cumhuriyetin kuruluşunda ve sonrasında yapılamayan neyi yapmıştır da, başarılı olmuştur? AK Parti’nin başarısının en büyük nedeni, mahalli menfaatleri ortaya çıkarması..."
Mardin "türban" konusunda açık tavır alıyor:
"Bir tek bu türban meselesinin anti-demokratik bir uygulama olduğu konusunda yüzde 100 eminim. Bu mesele, artık olguların toplanmasına ihtiyaç olmayan bir ahlaki meseleye dönmüştür. Orada kararım net, türbanlı öğrenciler üniversiteye girebilmeliler. Türban, benim kararımı verebildiğim nadir alanlardan bir tanesi..."
Ama "kadın" konusunda da bir o kadar ikilem içinde:
"...Ama kadınlar konusundaki problemin çok ciddi olduğuna inanıyorum. Kadınların Türkiye’de kendi durumlarının tehlikede olduğunu düşünmelerini haklı buluyorum. Çünkü orada henüz halledilmemiş bir sorun var. Nasıl türbanlıların üniversiteye girmesini destekliyorsam, bu ülkede kadınlarla ilgili çok ciddi bir problemin olduğuna da inanıyorum." (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2007
DÜNKÜ Hürriyet’te Özdemir İnce Ağabey, bana bir eleştiri yöneltmiş. ("Cüneyt Ülsever’e İtirazım Var"-15.09.07). Yazısının omuriliğini oluşturan cümlesinde diyor ki: "...Bu girişi yazmama neden olan Cüneyt Ülsever kardeşimiz ise taraf tutmanın Türk aydınının çıkmazı olduğunu yazıyor (Hürriyet, 06.09.07). Bu noktada çok kararlı. Ama taraf tutmadan nasıl aydın olunacak?"
Galiba adı geçen yazıda ben meramımı tam anlatamamışım. Tabii ki fikirlere veya ideolojilere sahip olunur, sahip çıkılır. Örneğin, Özdemir Ağabey’in "laik Cumhuriyet" fikriyatına sahip çıkması, onun aydın sıfatını sadece destekler.
Ama aynı İnce, bu fikriyatı savunan veya savunduğu iddiasında olan bir kuruma/kişiye/örgüte toptan sahip çıkamaz veya tersine aksi fikriyatı savunan kuruma/kişiye/örgüte külliyen karşı çıkamaz/çıkmamalıdır.
Çıkarsa işte o zaman taraf olur.
Aydın da taraf olmaz/olamaz!
Aydın, kendisiyle ortak fikriyata sahip olanları savunmak kadar eksiğini de aramak, ters fikriyata sahip olanların ise eksiğini bulmak kadar haklı oldukları noktaları da teslim etmek zorundadır.
Fikriyat ile ilgili değil ama yaşayan hayat ile ilgili genelleme yapmak, totalojiyi düşünce sistematiği haline getirmek, bir aydına asla yakışmaz.
Hatta aydın, edindiği kanaati fikriyat seviyesine taşıyabilmek için, o kanaati doğrulayan birkaç örnekle yetinmeyecek, aksine kanaatini önce yanlışlamaya çalışacak, eğer bunu beceremezse o zaman edindiği kanaati fikriyat seviyesine taşıyacaktır.
* * *
Güncelden dem vurursak:
Görevi Başbakan verdi diye (zaten başka kim verecekti?) yeni Anayasa taslağını hazırlayan Bilim Heyeti’nin muhakkak şeriata açık bir Anayasa hazırlayacağına/hazırladığına önden hükmetmek o kişiyi taraf yapar, aydın yapmaz.
Aynı taslağı daha AKP kendi içinde tartışmadan "AKP taslağı" olarak ilan etmek de önyargıdan öte kör taraftarlıktır.
Öte yanda, AKP oyların çoğunluğunu (mode) aldığı, en fazla oy AKP’ye çıktığı için bu oyların aritmetik ortalamayı (mean), dolayısıyla merkezi temsil ettiği sonucuna varmak ve dahi "demokrat ve liberal oylar AKP’ye gitti" diye hükme varmak istatistik biliminden zerre kadar nasiplenmemiş, görüşleri yazdığı gazeteye göre şekillenen tarafgir aydın marifetidir.
Çoğunluğun bir görüşe/partiye cevaz vermesi, o görüşün/partinin merkeze kayması kadar çoğunluğun o görüşe (örneğin muhafazakárlık) kayması ile de mümkündür.
Bu akla göre oyçokluğu ile iktidara gelen Hitler de zamanında Almanya’da merkezi temsil etmekteydi!
* * *
Özdemir İnce’nin yazısında bence en hassas cümle ise kanımca şöyle: "...Kim ki Cumhuriyetçilere ’laikçi’ der, ya İslamcıdır ya da 2. Cumhuriyetçi! Karar Cüneyt Ülsever’in!"
Özdemir İnce yazımdaki bir ayrıntıyı atlamış: "Ben öbür köyün bağnazlarından..." bahsediyorum. Demek ki, öbür köyün (laiklik hassasiyeti yüksek olanların) hepsinin değil, bazılarının "laikçi" olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde "dinci" paftasını kullanırken de "dini hassasiyeti yüksek" olan herkesi değil aralarındaki bağnazları kastediyorum.
* * *
Adı geçen yazımda açıkça yazmıştım. Ben ne "İslamcı" ne de "2. Cumhuriyetçi"yim!
Aydın olmayı taraf olmakla eşit tutan iki tarafın da aydınlarından rica ediyorum; beni aydın saymasınlar!
Yazının Devamını Oku