Cüneyt Ülsever

Mehmet Ağar’a soruyorum

18 Temmuz 2007
DYP ile ANAVATAN birleşme kararı aldıklarında bu duruma en fazla sevinen insanlar arasındaydım. Birleştikleri gün Ankara’ya koşmuş ve birleşme ardından Mehmet Ağar ile ilk röportajı ben yapmıştım. Ancak, sonradan yaşananlar beni çok ama çok üzdü. Zira, etrafa saçılan dedikodular çok kötüydü. Ben sürekli Mehmet Ağar’dan somut sorulara somut cevaplar bekledim. Maalesef, DP seçimlere bu sorulara cevap veremeden giriyor.

Ben yine de DP Genel Başkanı’na cevapsız kalan soruları hatırlatmak istiyorum:

* * *

İki parti arasındaki birleşme protokolü 5 Mayıs 2007’de imzalı olarak deklare edildi. Birleşmeyi onaylayacak genel kurullar için 15 gün önceden ilan mecburiyeti olduğuna göre DYP Genel Kurulu’nu 20 Mayıs’ta yapabilirdi. Aday listelerinin YSK’ya verilme tarihi ise 4 Haziran 2007 idi ve 1 ay süre vardı. Her nedense DYP kongresini ancak 2 Haziran 2007’de yaptı. Böylece, protokolde yer alan birleşmeye ilişkin eşit temsil-eşit ağırlık vs. gibi hususların yerine getirilmesi için vakit kalmadı!

Böylece; listeleri DYP içinden 5 kişinin kendi kendilerine yapması gibi garabet bir durum ortaya çıktı (Mehmet Ağar, Celal Adan, Mümtaz Yavuz, M. Nedim Bilgiç, Nevzat Ercan). Herhalde, birleşme gerçekleşse idi, Erkan Mumcu ve birkaç kurmayı da işin içinde olurdu. Bu andan itibaren de, zaten DYP’de aylardır konuşulan, listelerin oluşması ile ilgili akçeli dedikodular ayyuka çıktı.

* * *

Ayyuka çıkan dedikodulara rağmen şu sorular hálá cevap bulamıyor:

1) Bahattin Şeker Mehmet Ağar döneminin tümünde Mali İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olmasına rağmen ve dahi listeleri yapan 5 kişilik ekiple birlikte çalışırken neden listelerin teslim edileceği gün aniden istifa edip görevlerinden ve partiden ayrıldı? Bu ayrılmada liste belirleme ile ilgili akçeli ithamların rolü var mı? Fiziksel darp dahi oldu mu?

2) Rıza Akçalı uzun yıllardır siyaset yaptığı, bakan olduğu memleketi Manisa’da liste başı iken, liste ilk ilan edildiğinde Genel İdare Kurulu’nda adaylığını neden çekti? Bu konuda önceden Genel Başkan Mehmet Ağar’a ilettiği tereddütleri nelerdi?

3) Mehmet Ağar’ın ısrarla arkasında durduğu Teşkilattan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mümtaz Yavuz önce Ankara 2. bölge 1. sıra adayı olarak yazıldı. Sonra neden liste geri çekildi? Ankara 2. bölge ile ilgili YSK’ya verilen listede 2. sırada Muzaffer Atılgan varken sonra neden aday yapılmadı?

4) Partinin 3. adamı konumundaki Mümtaz Yavuz sonuçta aday yapılmadı ama aday olamayacak bir durumu var idiyse neden hálá Genel Başkan Yardımcısı, Genel Başkan Yardımcısı ise neden aday değil? Siyasette bu bir tezat değil mi?

5) Parti binasının bodrum katında dövülen kimse oldu mu?

6) En önemli adaylıklardan olan Ankara 1. bölge 1. sıra adaylığı listelerin son teslim günü olan 8 Haziran 2007 günü saat 23.00’te mi Aydın Aydıncı’ya bildirildi?

7) Partide istifalar sebebi ile boşalan Genel Başkan Yardımcılıklarına yapılan atamalar yasal prosedüre ne kadar uygun?

8) İlhan Kesici neden CHP’ye gitti? Mehmet Ali Bayar neden aday olmadı? Deniz Ülke Arıboğan neden adaylıktan vazgeçti? Birkan Erdal neden cazip adaylık tekliflerinin hepsini geri çevirdi? "Birleşmenin mimarı" Sinan Aygün neden artık yok?

* * *

İki partinin birleşememesinin nedenleri bir türlü açıkça söylenmiyor!

Erkan Mumcu
nedenleri Mehmet Ağar ile açık-açık tartışmak istediğini defalarca belirtti. Bundan neden kaçınılıyor? Birleşme art niyet olmadan yapılamadı ise bunun açığa çıkması DP’ye sadece fayda getirmez mi?

DP gibi bir partiyi töhmet altında tutmak ne kadar doğru?
Yazının Devamını Oku

Bağımsızlar

17 Temmuz 2007
BAŞTAN bir noktayı vurgulamak isterim. Hayatımda bu kadar kalitesiz seçim propagandası dönemi görmemiştim. Ülkenin, iki ufak dünyalı lider ile İslamcı kapitalizm ve otokrat devletçilik arasında tercih yapmaya zorlanması beni çok rahatsız ediyor. Seçimin iki ana partisinin demokrasiden nasiplerini almamış olması, hiç ufuklarının olmaması beni seçime karşı kayıtsız bırakıyor. Sığ liderlerin kayıkçı kavgasından çok sıkıldım. Açık söyleyeyim: Turgut Özal’ı çok özlüyorum!

Seçimlerden önceki son üç yazımda bağımsızlar, DP ve MHP’yi yazacağım. AKP ve CHP üzerine çok yazdığım için onlardan bahsetmeyeceğim.

* * *

Seçimlerde bana bir nebze olsun heves veren unsur bağımsızlar!

Ufuk Uras ve Baskın Oran, görüşlerinin önemli bir bölümüne katılmadığım ama demokratik duruşlarına, birikimlerine ve maalesef ülkemiz şartlarında en önemli unsur olan namuslarına saygı duyduğum insanlar.

Gönlüm onları mutlaka TBMM’de görmek istiyor. Bağımsızların fazla bir şey yapamayacağını biliyorum ama zamanında rahmetli Osman Bölükbaşı’nın ve Allah uzun ömürler versin Çetin Altan’ın tek başlarına iktidarlara neler çektirdiklerini de bilen bir kişi olarak; onların çok kolay zıvanadan çıkan siyasal sistemin sigortası olabileceklerini hissediyorum.

Kendilerinden tek korkum; TBMM’ye seçilmelerine büyük katkı yapacak DTP’nin, kayıtsız şartsız dümen suyuna girmeleridir.

* * *

DTP’nin artık kaç başlı olduğunu takip edemediğim PKK’nın izdüşümü olduğunu biliyorum. Yöneticilerinin bilgi dağarcıklarının 1970’lerde dondurulmuş devletçi anlayışın dışına çıkamadığının, ne (başkaları için) demokrasiden ne de değişimden haberdar olmadıklarının da farkındayım.

Ancak, DTP’nin TBMM’ye girmesini destekliyorum!


Bunun için DTP’nin bağımsız adaylarının da yanındayım.

Türkiye’nin "Kürt meselesi" var ve bunun alabildiğine tartışılacağı tek zemin TBMM!

Eğer, Türkiye bu en temel meselesini kendi seçtiği Meclis’e bu kez taşıyabilirse, bundan Türk’üyle, Kürt’üyle sadece Türkiye kazançlı çıkar.

* * *

DTP’lilerin TBMM’de nasıl davranacaklarını ben de çok merak ediyorum. Eğer işe, "Apo’ya af!" sloganıyla başlarlarsa ben baştan desteğimi çekeceğim.

Hele hele, sık sık yaptıkları gibi, içi boş sloganlarla ülke yönetmeye kalkışırlarsa onları ilk kınayan ben olacağım.

* * *

Ben onların Güneydoğu’ya daha fazla yatırım yapılması, bölgede eğitim ve istihdam seviyesinin, sağlık hizmetlerinin artırılması için nasıl gayret göstereceklerinin yakın takipçisi olacağım.

Ülkenin tümünün gelir dağılımı sorunlarına getirecekleri çözüm önerilerine köşemden destek vereceğim.

Kürtlerin kültür ve tarihlerinin araştırılması için verecekleri mücadelede yanlarında olacağım.

TBMM’ye gündelik dertlerine çare bulunması için her gün ortalama 12 bin kişi gelir. En az 1200’ü onlardan pratik sorunları için pratik çareler bekleyecek. Bakalım vatandaşların gündelik dertlerine ne gibi çareler bulacaklar?

* * *

Renksiz TBMM’yi bağımsızların renklendirmesini umut ediyor ve diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Assos’ta bir gece (*)

15 Temmuz 2007
ÜNÜNÜ yaz başından beri duyuyordum. Assos’ta iki lise arkadaşı hanımefendinin bu yaz işletmeye başladığı Lila Motel (www.lilamotel.com) çok farklı bir ortamda, çok farklı bir hizmet sunuyordu. Saros’taki evimde tek başıma yaşar ve ağustos ayında eşimin bana katılmasını iple çekerken "çevremizi tanıyalım" gezileri hayatıma bir nebze olsun renk katıyor. İşte bu amaçla, arkadaşların "illa ki görmelisin" tavsiyelerine uydum ve Lila Motel’de bir gece geçirdim. Çok da iyi ettim. Motel; Edremit Körfezi’nde, Kaz Dağları’nın dibinde, Assos’a yaklaşık 8 km. uzaklıkta, zeytin ağaçları, rengarenk bitki örtüsü içinde. Daha kapıdan girdiğinizde insana herhalde cennette huzur arayanlar böyle bir yeri arzu ediyorlar dedirten bir yer. Önünüzde şahsınıza ayrılmış şenzlongları ve şemsiyeleri ile özel bir plaj, karşınızda Ayvalık ve Midilli Adaları!

* * *

Sadece 7 odası olan bu cennette zaten aynı anda en fazla 18 müşteri konaklayabiliyor. Talep yüksek olunca işletmeciler, haliyle, çok seçici davranıyorlar. Müşterilerin zevk ve beğenilerinin uyuşması ve farklılığa açık olmaları, onlar için çok önemli. Zira, motelde çok özel müzikler çalınıyor, çok özel mönüler takdim ediliyor. Bu motelde alışagelen her şey reddediliyor, her konuda özgünlük aranıyor.

Çılgınca eğlence arıyorsanız, burada yok. Benim gibi sükûnet ve huzur arıyorsanız, işte bunlar burada çok. Plajın üzerinde geniş bir alana, muhteşem bir bitki örtüsü etrafına serpiştirilmiş divanlara uzandığınızda gözlerinizi kapıyor ve tabiatın sesini dinliyorsunuz.

* * *

Bu yazıyı gönül rahatlığıyla yazıyorum, zira motelde ücreti cebimden ödeyerek kaldım.

Motele öğleden sonra varır varmaz ilk işim denize dalmak oldu. Ege’nin sadece kendine ait özel mavisi, içine gömüldüğünüzde, sizi tüm gailelerden kurtarıyor ve "an" ile baş başa bırakıyor. İşte o an tatil başlıyor. Çevrenizde gülen gözlerle size bakan ve sanki size hizmet etmek için can atan çalışanlar arasında "bugün ne davam, ne işim, sadece ben varım" duygusu sizi yavaş yavaş teslim alıyor. Özel iskeleden atladığınız denizde gönlünüzce yüzdükten sonra mis kokan odanızda duşunuzu alıyor ve akşam barının etrafına diziliyorsunuz. İşte o saatler tabiatın uykuya yattığı saatlerdir. Deniz önce sakinleşir, sonra lacivertleşir, en sonunda da gözünüzün önünde mışıl mışıl uyur. Güneş de ona uyar; önce kızarır, sonra sönmeye ve karşıda Midilli’nin ardında sizi terk etmeye başlar. O sırada tatlı bir meltem yüzünüzü okşamaya başlayacaktır.

* * *

Çok samimi söylüyorum. Uzun süredir yemediğim lezzet ve çeşitte mezeleri bu motelde yedim. Otel ve motel yemeklerine karşı önyargılı ben, kendimi gerçek gurmelerin arasında buldum. Sanki çok özel bir lokantadaydım. Çeşitli mezeler arasında tavuk ciğeri (pate), tuzda sardalye, balık salatası, mücver ya hayatımda hiç yemediğim, ya da bu kadar lezzetlisini az yediğim mezelerdi.

Ardından gelen balık buğulamayı ise hiç tanımıyordum. Zira, benim daha önce yediğim buğulamalara hiç benzemiyordu. Bu başka bir yemekti. Ama nefis, çok nefis.

Rakı da yemeğe eşlik edince, kısa sürede, hep gergin yaşamaya alışık kaslarımın yumuşadığını, tatlı meltemin artık gönlümde esmeye başladığını hissettim.

* * *

Gece yatağımda deli dalgaların sesini dinlerken ninnilerle uyutulan bir çocuğun ruhu benim ruhum oldu, oyun arkadaşlarımla birlikte tatlı bir uyku beni içine aldı.

Sabah uyandığımda içime huzur depoladığımı biliyordum.

(*) Pazar günleri yaz yazılarına devam ediyorum.
Yazının Devamını Oku

AKP’de uzlaşma neden ön plana çıktı?

12 Temmuz 2007
DÜN yazdım. AKP, bir yandan "mazlum"u oynayarak, son günlerde de "uzlaşma"yı tekrar ön plana çıkararak ikili bir seçim taktiği uyguluyor. Uzlaşma mesajı toplumun genel katmanlarına, mazlum mesajı ise potansiyel seçmene veriliyor.

Ancak, mazlum imajı son günlerde önemli bir yara aldı.

Uzlaşmanın ön plana çıkmasının bir nedeni de bu yara!

Yarayı da Anayasa Mahkemesi açtı.

Hem de görünürde AKP’yi haklı bularak!

Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı ile CHP’nin son Anayasal düzenlemelerle ilgili itirazını reddetti ve AKP’nin cumhurbaşkanını halkın seçmesi için yaptığı Anayasal düzenlemenin referanduma sunulmasına karar verdi.

Böylece AKP büyük bir zafer kazanmadı mı? AKP’nin istediği zaten bu değil miydi?

AKP büyük bir hukuki zafer kazandı ama istediği bu değildi!

* * *

AKP, Anayasa’nın garabet "367" kararının ardından erken seçim kararı aldı ve cumhurbaşkanı seçiminin halk tarafından yapılması için Anayasa değişikliğini araya sıkıştırdı.

Hesabı, kendisine siyasal muhalefet olarak gördüğü Anayasa Mahkemesi’nin, tıpkı "367"de olduğu gibi, bir kez daha Cumhurbaşkanı ve CHP ile ortak hareket edip Anayasa’daki değişiklikleri iptal etmesiydi.

Böylelikle AKP’nin "ana seçim teması"nın bütün altyapısı kurulmuş olacaktı.

"Cumhurun başını ne yetki verdiğiniz bize, ne de size seçtiriyorlar!"

Böylelikle, mazlum cumhur (millet) ile mazlum parti (AKP) el ele tutuşmuş olacaklardı!

Anayasa Mahkemesi bu kader birliği imajına önemli bir sekte vurdu. Hatta, "367" kararının yara izlerini de silmeye kalktı.

Mazlumların kardeşliği taktiği tıkandı.

Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı AKP’ye ikinci bir şok da yaşattı. AKP, zaten cumhurbaşkanını milletin seçmesini istemiyordu. Bu konuda 4.5 yıldır kılını kıpırdatmamıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimi TBMM’de tıkanınca mecburen alınan bu karar AKP’nin esasında istemediği bir şeydi. Beklenti ise bu kararın da cumhurbaşkanı-CHP-Anayasa Mahkemesi üçgenine takılmasıydı.

AKP, özde neden cumhurbaşkanını milletin seçmesini istemiyor?

Kendisi 1. parti olmasına rağmen; anti-AKP partiler bir aday üzerinde anlaşabilir ve aralarından birisi bu adayı öne sürebilir (Örnek, CHP’nin Hikmet Çetin’i aday göstermesi). Diğerleri zayıf adaylarla cumhurbaşkanı seçimi ilk turuna katılırlar. AKP’nin adayı ve Hikmet Çetin 2. tura kaldığında bu sefer bütün diğer partiler Çetin’e oy vererek AKP’nin adayının önünü kapayabilirler.

AKP bunun hesabını çoktan yapmıştı!

* * *

Şimdi AKP ne yapıp edip cumhurbaşkanı seçimini yeni dönemde TBMM’de yapmak zorunda. Aksi halde referandumdan "evet" çıkacak ve halkın oylarıyla yapılacak bir seçimde AKP’nin mağlup olma ihtimali matematiksel açıdan yüksek!

AKP, Anayasa Mahkemesi kararına ne kadar seviniyor gözükse de içten içe çok bozuk. Zira, bütün oyun bozuldu.

* * *

Bunun için Erdoğan "uzlaşma"dan, "liste"den dem vuruyor, AKP’nin açmazını gören Deniz Baykal da "3 seçenekli dayatma uzlaşma değildir" veya "Cumhurbaşkanı Meclis dışından seçilsin" sözleriyle Erdoğan’ı daha beter sıkıştırmaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan-Gül ikilisi

11 Temmuz 2007
RECEP Tayyip Erdoğan seçim sonrası hemen gündeme gelecek cumhurbaşkanı seçiminde "uzlaşma"dan bahsediyor, Abdullah Gül ısrarla "adaylığının" devam ettiğini söylüyor. Birisi iki ay önce, aynı konu çerçevesinde, anamuhalefet liderini dahi ziyaret etmediğini unutmuşa benziyor, diğeri yeni bir parlamentonun kurulacağının farkında değilmiş gibi davranıyor. Askerin tepkisini de umursamazmış gibi yapıyor.

İkisi arasındaki bu fark da insanlara, "Acaba AKP’nin 1. adamı ile 2. adamı arasında bir çelişki mi var?" sorusunu sorduruyor.

Ben sorunun psikolojik boyutta cevabını bilemem ama bence "yansıtılan çelişki", AKP’nin lehine taktik sonuçlar yaratıyor.

Biri "uzlaştırıcı"yı oynayarak toplumu yumuşatıcı, devlet aygıtlarına göz kırpan bir görüntü sergiliyor. Diğeri "inatçı"yı oynayarak halkın "367" nedeniyle rencide olan duygularını körüklüyor, "Bize 367 üzerinde oy verin ki dediğiniz olsun!" demeye getiriyor.

* * *

Ben nedense Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı ile Dolmabahçe’de yaptığı "sır toplantı"yı bir milat olarak görüyorum, aday yapılmayan AKP milletvekillerini, ithal adaylarla süslenen vitrini ve en son cumhurbaşkanı seçiminde "uzlaşma arama" teklifini hep bu görüşmenin izdüşümü olarak yorumluyorum.

AKP bir yanda mağduru, öbür yanda uzlaşmacıyı oynayarak akıllı bir taktik sürdürüyor. Başarılı taktiğini bir tek Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanını halkın seçmesine dair Anayasa değişikliğini referanduma götürme kararı bozdu.

AKP, mahkemeden ters bir karar bekliyordu, böylece millet indinde "mağduriyet psikozunu" en tepe noktaya taşıyacaktı ama bu kez beklentisi gerçekleşmedi!

* * *

AKP "sınırötesi harekát" için tezkere çıkarma konusunda da "ikili oynama" peşinde. Geçen hafta topluma "tezkere" pompalandı. Defalarca AKP’nin TBMM’den tezkere çıkaramayacağını yazdım ama yükselen milliyetçi dalga karşısında AKP hem "tezkereyi çıkartacakmış" gibi yapmaya, hem de neredeyse ABD’yi azarlamaya başladı. Ancak ne oldu? Sadece seçime giden yolda bir hafta kazanılmış oldu.

* * *

Bu taktikler AKP’ye hem zaman kazandırıyor, hem de muhalefetin "esas mesele"yi gereği gibi tartışmasına engel oluyor.

Nüfusun takriben % 30’u köylü. AKP, IMF reçetelerini doğru uyguladı ve ekonomik performans açısından başarılı oldu.

Ama, IMF reçeteleri çerçevesinde Türkiye köklü bir "değişim dönemi" yaşarken AKP’nin "ürün desteklemesi"nden (taban fiyatları) "üretici desteklemesi"ne (doğrudan gelir ödemesi) geçme konusunda çok başarısız olması, köylüleri geçen 4.5 yıl bir hayli bunalttı.

Ben beklerdim ki, Demirel türü muhalefet liderleri çıkacak ve kürsülerden yarı bellerine kadar sarkarak bir kilo buğday ile eskiden ne kadar basma alınıyordu, şimdi ne kadar alınıyor, bunu anlatacak. Anadolu’da meydanlar köylülerin yükselen sesleriyle inleyecek.

* * *

Geçen hafta "tezkere" çerçevesinde "çıkar mı, çıkmaz mı!" tartışmalarıyla atlatıldı. Bu hafta da galiba "uzlaşma" tartışılacak. Bakalım şapkadan son hafta ne çıkacak? Böyle böyle seçim sathına ulaşılacak.

* * *

Ben AKP’nin genel propaganda stratejisini başarılı buluyorum.

Unutmayın, iktidarın muhalefetten daha fazla miting yaptığı bir ülkede yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Seçim dönemi sönük geçiyor

10 Temmuz 2007
LİDERLER meydanlarda esip gürlüyorlar, televizyonlar ve gazeteler de seçim mitinglerini ellerinden geldiğince yansıtıyorlar ama seçim halk arasında beklediğim seviyede tartışılmıyor. Sohbetlerde seçimin fazla yeri yok.

İnsanlar birbirlerine seçimle ilgili bir iki soru soruyorlar, sonra konu değişiveriyor. İlgi alanları başka alanlara kayıyor.

* * *

Halbuki, daha iki-üç ay evvel "cumhurbaşkanı seçimi" nedeniyle ülke davul gibi gerilmiş, e-muhtıra, garabet Anayasa Mahkemesi kararı, ağız dalaşları, darbe beklentileri sinirleri alabildiğine germişti.

"Cumhuriyet mitingleri" Türkiye’ye yepyeni bir görüntü kazandırmış, milyonları meydanlara toplayan bu mitingler bir "ilk" olarak yabancı basının da ilgisini çekmişti.

Görüntü itibarıyla neredeyse memleket ikiye bölünmüştü.

Erken seçim kararı alınınca sanki büyük kıyamet kopacak, birbirine hırslanan millet seçim meydanlarında karşılıklı hesap soracaktı.

Ama olmadı. Kayseri mitinginde AKP de, MHP de 30 bin kişi topluyor. İnsanlar meydanlarda liderleri dinliyor, alkışlıyor, slogan atıyorlar ama "seçim" ev sohbetlerinde, kahvelerde, cami cemaatinde fazla konuşulmuyor, tartışılmıyor. Neden?

* * *

Denilebilir ki; daha seçimlere zaman var, millet havaya girmedi. Havaların sıcak olmasından dem vurulabilir, yaz rehavetinden bahsedilebilir. Milletin artık parti bayraklarından hiç etkilenmediği, propaganda döneminin sadece bayrak üreticilerine yaradığı iddia edilebilir.

Ola ki; Türk milleti artık demokrasiyi iyice benimsemiş bir millet olarak seçimleri fazla iplememekte, vaatleri ciddiye almamaktadır. Herkes seçim günü sandığa gidecek, vakar içinde oyunu kullanacak, sonra evine çekilecek, seçim sonuçlarını doğru dürüst merak bile etmeyecek. Hatta, belki de millet henüz karar dahi vermedi, son günü bekleyecek, seçim sabahı havayı koklayacak, kararını öyle verecek.

* * *

Türk milleti
hakkında en ilginç benzetmelerden birisini seçim gezileri sırasında tanıştığım emekli tarih öğretmeni MHP Eskişehir İl Başkanı Hayri Önder’den duydum. Önder, Türklerin düello geleneğinden değil, pusu geleneğinden geldiğine vurgu yaparak, seçmenin pusuya yattığını söyledi. Doğal olarak, o pusunun AKP aleyhine kurulduğu inancında.

Evet, biz hasmımızı düelloya davet etmez, bir kayanın arkasına saklanır, kendimizi riske atmadan ona pusudan atış yaparız.

İçimdeki duygu, bilge siyasetçi Hayri Önder’i doğruluyor.

Muhtıra, darbe, mitingler derken milletin bir kısmı hem yıldı, hem ürktü.

İktidardan çekinenler de fazla ses çıkarmamaya çalışıyorlar.

Sadece aralarında bir-iki "kahraman" gazetelere, dergilere konuşuyor.

O bundan, bu şundan ürktü ama herkes pusuya yattı. 22 Temmuz’u bekliyor.

Sandıkta kapalı odaya girecek ve gizli oyu ile pusudan oyunu fırlatacak.

Soruyorlar; "Seçim hakkında tahminin ne?". AKP’nin 1., CHP’nin 2. geleceğini söylüyorum. Suratıma "Sen ne biçim gazetecisin, bunu çoluk çocuk bile bilir!" ifadesiyle bakıyorlar. AKP’nin alacağı yüzdeyi tahmin etmemi istiyorlar.

"Yüzde 25 ile yüzde 40 arasında bir yer!" diyorum. Tabii, yine tatmin olmuyorlar.

* * *

Ben de onlara pusuya yatan adamın kime vuracağını bilmenin zorluğunu anlatmaya çalışıyorum.
Yazının Devamını Oku

Düşmanınızla göz göze gelmeyin(*)

8 Temmuz 2007
DÜŞMANIM bir fare. Ufacık tefecik ama yine de bir fare. O sadece bir fındık faresi ama fare faredir. İnsan evinde bir fareyle yaşamak istemez. Fare insanı kendi evinden bile soğutur. Kadınlar fare görünce hemen en yakındaki sandalyenin üzerine çıkarlar. Bunu anlarım. Neden eteklerini de yukarı çekerler, bunu anlayamam. Zahir, farenin de sandalyeye fırlayıp eteklerinden yukarı tırmanabileceğini hesaba katarlar.

* * *

Onunla ilk kez 10 gün önce karşılaştık. Önce ikimiz de şaşkınlıkla durakladık, olduğumuz yerde donakaldık. O an, onun benim düşmanım olduğu hükmünü verdim. Benden izinsiz evime giren benim düşmanımdır. Düşmanın hacmi önemli değildir. Düşman düşmandır. Madem o benim düşmanımdı, onu öldürmem lazımdı. Zafer benim olmalı, evimi düşman işgalinden kurtarmalıydım. Öldürmek amacıyla üzerine atak yaptım. O da canını kurtarmak için anında kaçmaya başladı. Şöminenin altındaki delikten içeri girdi. İlk muharebeyi kaybetmiştim. Çok ama çok sinirlendim. Ancak, hemen tedbiri aldım, içine kaçtığı deliği tıkadım. Artık, evimde beni rahatsız edemeyecekti.

* * *

İki gün sonra onu yine salonda dolaşırken görünce altüst oldum. Delik tıkalıydı ama o evdeydi. Yine kovaladım. Çok daha hırslıydım. Bu sefer de üçlü koltuğun altına kaçtı. Koltuğun minderlerini anında aşağı indirdim. Tek başıma kocaman koltuğu ters yatırdım. Yoktu. Herhalde koltuğun ulaşamadığım iç bölümlerine sığınmıştı. Fındık faresi bu, her yere sığar. Koltuk, sağ köşesi bana ait olan koltuktu. Hep orada oturur, oradan TV seyrederdim. Bir başkası yanlışlıkla yerime otursa kızar, kaldırırdım. Fare beni kendi evimde, üstelik kendi köşemde tedirgin etmişti. Artık can düşmanımdı. Önce koltuğa oturamadım, sonra bu duygum bana ağır bir mağlubiyetin kabulü gibi geldi. İnatla köşeme geçtim, oturdum. Ama, her an ortaya çıkabileceği duygusu da içime beter yerleşti. Oturduğum yerde bacaklarım kaşınmaya başladı. Pis farenin eve taşıdığı pireler, böcekler bana saldırıyordu. Kaşıntılarımın sanal olduğunu kabul etmem mümkün değildi.

Artık, ne köşemde rahatça oturabiliyordum, ne de yiğitliğe yoğurt sürdürmemek için köşemden kalkabiliyordum. Kaşına kaşına oturuyordum. Kendi evimde, kendi yuvamda huzurum kalmamıştı. Psikolojik savaşı minik fare kazanıyordu.

* * *

Beş, altı gün sonra onu bu sefer tuvalette gördüm. Beni görünce hemen klozetin altına kaçtı. Üzerine hamle bile yapamamıştım. Artık, ağız tadıyla tuvaletteki makamıma da oturamayacaktım. Çok ama çok sinirlendim. Fare yavaş yavaş evi teslim alıyordu. Onu iki gün üst üste tuvalette gördüm. Ancak bu kez, tuvaletin kapısını devamlı kapalı tutarak onu orada hapsetme fikri dudaklarıma "zafer yakın!" sırıtışını yerleştirdi.

Onuncu günün gecesi eve geç geldim. Doğrudan tuvalete girdim. İşte oradaydı. Duşun içine girmişti. Ama birden fark ettim. Çok açtı, değil koşacak, kıpırdayacak mecali kalmamıştı. İlk kez göz göze geldik. Çok ama çok korkmuştu. Gözleri faltaşı gibi yerinden fırlamıştı. Kıpırdayamıyor, yalvarır gibi gözlerime bakıyordu. Bir an durakladım. Ne yapacağımı bilemedim. Ancak, içimde bir ses "düşmanını öldür!" demeye başladı. Elime geçen sert bir cisimle saldırdım. Düşmanımı yok ettim.

* * *

Üç gündür ufacık farenin yalvaran tatlı gözleri peşimi bırakmıyor.

Kendi gözlerim, evin her yerinde onu arıyor!

(*) Yaz boyunca pazar günleri siyasetle uğraşmayacağım.
Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak: Hükümet milleti oyalıyor

5 Temmuz 2007
ÇOK değil, 21 gün evvel, 14 Haziran 2007 günü yazdığım "Başbakan’ı Kutluyorum" başlıklı yazıda aynen şunları söylemiştim: "Hükümetin bir türlü ’Kuzey Irak politikası’ üretemediği ve bu politikasızlığın iç mesele haline getirilip seçime giden Türkiye’de belden aşağı vurmak için malzeme yapıldığı bir ortamda; Recep Tayyip Erdoğan’ın sınırötesi harekáta açık ve net sözlerle set çekmesi, siyaseten çok riskli ama ülke açısından hayırlı bir karardır.

Her geçen gün şehit kanlarıyla yıkanan ülkemizde böyle bir kararı vermek cesaret işi olduğu kadar akıl işidir."

* * *

Ancak, bir sürü konuda olduğu gibi analiz derinliği yerine pragmatik çıkar yöntemiyle hareket eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sınırötesi harekáta set çeken tavrından da çark etti ve tezkereye "bir gece ansızın gelebilirim!" dedirtmeye başladı.

Sakın Kuzey Iraklı Kürtler telaşlanmasın! Başbakan kendi partisinden böyle bir karar çıkartamaz.

En fazla tezkereyi çıkartacakmış gibi yapar!

* * *

Başbakan neden çark etti?

AKP; şehit kanlarının oluk oluk aktığı bir ortamda, önemle Anadolu’da, Kuzey Irak meselesinde kararsızlığı nedeniyle giderek yıpranıyor da ondan!

Son olarak Deniz Baykal’ın 22 Eylül 2003’te Dubai’de ABD ile bir anlaşma imzalandığını söylemesi ve "AKP 1 milyar dolar hibe karşılığında ABD’ye Kuzey Irak’a girmeme taahhüdünde bulundu" iddiasında bulunması, hükümeti çok zor durumda bıraktı.

Anlaşmayı Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ali Babacan birlikte yalanladılar ama yalanlama yalan çıktı.

Bu sefer "Kuzey Irak’a girmeme şartı yoktu" dediler.

Ama, galiba bu yalanlama da yalanlanıyor.

Tufan Türenç, "Minare ve Kılıf" başlıklı yazısında (Hürriyet-04.07.2007) ABD’yle çetin 1 Mart tezkeresi pazarlığını yapan Büyükelçi Deniz Bölükbaşı ile konuştuğunu yazıyor.

Deniz Bölükbaşı, "12 Nisan 2003 tarihinde Amerikan Kongresi, Ek Ödenek Yasası’nı kabul etti. 16 Nisan’da yasa Bush tarafından imzalandı ve yürürlüğe girdi. (Söz konusu anlaşma) Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından 22 Eylül 2003 tarihinde imzalandı" diyor.

Anlaşma Bölükbaşı’nın önüne de gelmiş. Bölükbaşı anlaşmada "Kuzey Irak’a girmeme koşulu"nun da olduğunu vurguluyor. Zaten bu yüzden zamanında kıyamet kopmuş.

Hükümet o zaman da baskılar karşısında çark etmiş. Anlaşma yürürlüğe girmemiş.

Tufan Türenç’in bildirdiğine göre Bölükbaşı çok ağır bir söz sarf etmiş:

"Başbakan ve bakan, yalan diye ısrar ediyorlarsa kendilerine imzalı anlaşmayı takdim edebilirim. Dini ahlak, yalan söylememeyi gerektirir."

* * *

Hükümet başının daha da sıkışacağını hissedince "tezkere havası" yaratmaya çalışıyor. Zira, CHP ve MHP’nin peşini bırakmayacağının da farkında.

Hükümet, AKP bünyesindeki Kürt asıllı milletvekillerinin olumsuz oyları nedeniyle zamanında 1 Mart tezkeresini de çıkaramamıştı.

154 milletvekilinin aday listelerinden silindiği bir ortamda hükümet böyle bir tezkereyi Meclis’ten bütünlük içinde hiç çıkaramaz.

CHP oylarıyla tezkere çıksa dahi 150-160 milletvekili fire verecek AKP rezil olur.

Başbakan sadece "mış gibi" yapıyor!
Yazının Devamını Oku