1 Ağustos 2007
"SÖZDE değil, özde laik olmak!"<br><br>Tabii ki geçerliliğini daima koruyacak bir söz. Ama bence, 21. yüzyılda herkes ve her kurum laik olmak kadar; sözde değil özde demokrat da olmak zorundadır. Kararını beğensek de beğenmesek de; milli iradenin bir sonraki cumhurbaşkanını seçme yetkisini AKP’ye verdiğini hepimiz hazmetmek zorundayız.
Öte yanda, Büyükanıt "27 Nisan muhtırasının" seçimlere etki yapmadığına gerçekten inanıyorsa, ziyadesi ile yanılıyor. "27 Nisan muhtırası" AKP’nin ekmeğine sadece yağ değil bal da sürmüştür ve Süleyman Demirel’in Fırat’taki sağır çobanı bile bu gerçeğin farkındadır.
Bundan dolayı Genelkurmay’ın bir özeleştiri yapma yükümlülüğü de vardır.
* * *
Geçen yazın başında AKP’nin iman tazeler gibi cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi erken seçim yapması gerektiğini, aksi halde memlekette epey kıyamet kopacağını iddia eden yazılar yazmıştım. (Örnekler: 23, 25, 30 Mayıs 2006 tarihli yazılarım.) Benim tezim taze seçim sonuçlarının herkesin ağzını tıkayacağı idi. O tarihlerde erken seçim isteyenlere Erdoğan "vatan haini" diyordu ama cumhurbaşkanlığı seçimini yüzüne gözüne bulaştırdıktan sonra sonunda erken seçimi kendisi yaptı. İyi de yaptı.
Gökkubbede söylenecek ne varsa söylendi, artık yeni şeyler söylemek lazım!
* * *
Eğer, Recep Tayyip Erdoğan kendisi olmak istemiyorsa, bu ülkede cumhurbaşkanı olmak en fazla Abdullah Gül’ün hakkıdır. Parlamenter demokrasinin gereği budur.
Bu tercihe kimse itiraz edemez.
Ancak, Gül kendi partisine oy vermeyen her iki kişiden birisinin de cumhurbaşkanı olacaktır. Onların hassasiyetlerine dikkat etmek uğruna adaylıktan çekilmesi söz konusu olamaz ama önemle eşinin yapacağı bazı jestler vardır.
AİHM’nin türban (başörtüsü değil) hakkında verdiği karar ertesinde asker oğlumun yemin törenine katılmak üzere kışlasına gittiğimde; komutanların türbanlı ebeyvenlerden başlarını başörtüsü şeklinde bağlayarak kışlaya girmelerini istediklerine, başı türbanlı tüm hanımların isteği kabul ettiklerine ama içeri girdikten sonra başlarını tekrar türban şeklinde bağlayarak akılları sıra intikam aldıklarına şahit olmuştum.
Yaşadığım bu olayı 8 Ocak 2006 tarihli köşemde "Türban çerçevesinde uzlaşma(ma) kültürü" adı altında nakletmiştim.
Türban konusunda orta yol arayan zihnim bana "başörtüsü"nde uzlaşmak üzere bir sürü yazı yazdırmıştı ve o gün askerin bu konuda "el uzatması"nı takdirle karşılamıştım. Ama, kapıda itiraz edecek kadar medeni cesarete sahip olmayan bazı hanımlar içeride tekrar türbana dönerek bana göre kalleşlik yapma ötesinde türban konusunu ne kadar siyasi sembol haline getirdiklerini gözlerimin önüne sermişlerdi.
* * *
Sayın Gül eğer seçilirseniz; Köşk’e çıkacağınız gün Hayrünisa Gül Hanımefendi başını türban şeklinde değil de, belki de saygın bir modacının da yardımı ile, modernize edilmiş klasik başörtü şeklinde bağlamaya başlarsa; değil Türkiye’yi, dünyayı durdurursunuz.
Hayrünisa Hanım’ın bu tavrı dinimize katiyen ters düşmeyeceği gibi benim gibi insanlardan hayır duası almasına da vesile olur.
Ama her şeyin üzerinde bu jest sizi herkesin cumhurbaşkanı yapar.
O gün Türkiye’yi başka bir ülke yaparsınız. Kronik bir yara nihayet kapanır. Başörtülü kızlarımız üniversitelerine kavuşurlar.
* * *
Sayın Abdullah Gül; lütfen bu samimi önerim üzerinde düşünün!
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2007
24 Temmuz’da yazdığım ve AKP’nin seçim zaferini kutladığım yazımda DP’nin merkez sağı boş bırakmasının AKP’nin işine yaradığına değinmiş ve bu partide seçim öncesi çıkan ağır kokulu dedikodular için Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’yu açıklama yapmaya davet etmiştim. Cevap geldi, hem de çok ağır ifadelerle geldi. Bugüne dek ortaya atılan ağır ithamlara karşı sessiz kalan Mehmet Ağar bu mektuptan sonra da ağzını açmazsa, ben artık DP ve kendisi hakkındaki tüm ithamları kabullendiği sonucuna varacağım.
İşte çok ama çok ağır mektup!
* * *
"Sayın Ülsever,
24 Temmuz tarihli yazınızda; ’Birleşememenin faturasını Erkan Mumcu’ya çıkarma gayreti yüksektir. Bazı eller töhmeti onun üzerine yıkarak işin içinden sıyrılma gayreti içindedir. Erkan Mumcu’yu bu noktada açıklama yapmaya davet ediyorum’ diyorsunuz.
Neredeyse hiç kimsenin gerçeğin peşinde olmadığı bir dönemde, mesleğinizin yüz akı bir tutum sergiliyorsunuz.
Hatırlayacağınız gibi ben milletvekili aday listelerinin YSK’ya verilmesinden sonra bir basın açıklaması ile Sayın Ağar’ı sürecin nasıl ve niçin kesildiğine dair birlikte açıklama yapmaya çağırdım.
Bu çağrım yanıtsız bırakıldı. Ama mürai bir üslup ile ’sürecin işlediği, listelerde Anavatanlı adayların yer aldığı’ yalanı söylenmeye devam edildi.
Ben sustum. Maruz bırakıldığımız sahteciliğe rağmen sustum. Uydurulan tüm yalan, iftira ve dedikodulara rağmen sustum. Sustum. Çünkü bu sahtecilikte hiç vebali olmayan ve sahada DP’nin başarısı için emek veren yüz binlerin hukukuna saygımdan sustum.
Ortalıkta konuşup yazanların, anlattıklarına inanmaktan, inandırmaktan bekleyebilecekleri çok menfaatleri vardı. Onlar uydurmaya devam ettiler, ben sustum. Savunma hakkımı kullanmadım.
Şimdi haklarına halel gelmesin diye sustuğum yüz binlerce insan bile neden kaybettiklerine dair insaflı ve akılcı bir izah getirmek yerine, uydurulmuş yalanlarla avunmayı tercih ediyorlar.
Bir tek şeyi bekliyorum: Mehmet Ağar, şürekası ve basmakalıp uydurmalarla yazıp konuşan herkesle milletin gözü önünde açıkça hesaplaşmak.
Sözü olanı dinlemek, sorusu olanı cevaplamak, hesap soracak olana hesap vermek istiyorum. Tek başıma yapacağım bütün açıklamalar ’tek yanlı polemik’ yargısına mahkûm edilecektir.
Ben, yüzüme bakmaya yüzü olanlarla konuşmak istiyorum.
* * *
Uydurduğu yalanların arkasında durabilecek kadar insan olanlarla, ’bunu ben söylüyorum’ diyecek cesareti olanlarla konuşmak istiyorum.
Evet, DP çatısı altında bütünleşme Türkiye için gerçek bir umut olabilirdi. Bu umudu alışkın oldukları ’sahtecilik’ yöntemleriyle öldürenlerin tarih karşısında hesap verecekleri kesindir.
Ama ben millet önünde hesap verelim diyorum.
Uydurulmuş yiğitlik, kahramanlık efsanelerine inanan kim varsa... Ne söylüyor, ne soruyor, ne biliyorsa... Hodri meydan!
Millet önünde hesap sormaya, hesap vermeye...
Kimse gelmiyorsa ben yine de hazırım.
Dikkat ve duyarlılığınıza teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Erkan MUMCU-Anavatan Partisi Genel Başkanı"
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2007
SON dört yıldır yazları Kuzey Ege’de, Saros Körfezi’nde geçiriyorum. Saros dünyanın en güzel, en temiz, balık açısından en verimli, sörf yapmaya ve derin sulara dalmaya en müsait denizlerinden birisi. Hayatımdan çok memnunum. İlk duyduklarında bazı insanlar şaşırıyorlar ama Saros Trakya’da.
Güney tarafı Gelibolu ve Çanakkale’ye yaslanmış, kuzey tarafı Edirne’ye.
Benim oturduğum Yayla Köyü, Edirne’nin Keşan İlçesi’nin köyü. Dolayısıyla ben yazları Ege Denizi’nde ama Ege insanlarıyla değil, Trakya insanlarıyla yaşıyorum.
Ege insanı ile Trakya insanının karakter özellikleri çok farklı değil. Ancak, Trakya Ege’ye göre dışarı daha az açılmış olduğu için Trakya insanı özelliklerini daha duru tutmuş. Ege insanı ne de olsa ticaret, turizm gibi faaliyetlerle dışarıya daha açık, dışarıdan daha çok etki alıyor.
* * *
Her şeyden evvel; çoğunluğu Yunanistan, Bulgaristan’dan mübadil olan Trakyalılar fiziken güzel insanlar. Açık buğday tenleri ve renkli gözleriyle daha uzaktan insanın dikkatini çekiyorlar. Köy sokakları, koşuşan sarı kafalı oğlanlarla dolu.
Dışa çok açılmamışlar ama yabancıya çok açıklar. Zahir, geldikleri yerlerde kendileri de "yabancı" oldukları için meramlarını anlamak, yabancılara yardımcı olmak için çok gayret gösteriyorlar.
Ancak, görgü kurallarına çok bağlı iseniz sizi rahatsız edebilirler. Zira karşılarındaki insanlara ilk tanıştıklarında dahi "sen" diyorlar, "siz" kelimesi sözlüklerinde yok.
Kaç-göç nedir bilmiyorlar. Erkek ve kadınlar bir arada yaşıyorlar, türban takan kadınlara rastlamak çok zor. Ama köy kadınları, tıpkı anneannem gibi, başlarını muhakkak en azından bir tülbentle örtüyorlar. Sahillerde ise köy kızları en cüretkár bikinilerle arz-ı endam ediyorlar. Oğlanlar ile haşır neşirler ama herhangi bir "vukuat"a hiç rast gelmiyorsunuz.
Galiba, dünyayla en barışık insanlar Trakya’da yaşıyorlar. Değil kavga, bağırış çağırışı dahi doğru dürüst bilmiyorlar. Trakya’da insan gürültüsü duymuyorsunuz.
Ne yalan söyleyeyim, barışsever ruhlarında alkolün ne kadar etkisi var, bilemiyorum. Köyler bile bira şirketinin mavi bayrak ve flamalarıyla donatılmış. Beni ziyarete gelen oğlum, bölgenin bira şirketi tarafından yönetildiğini düşündü: "Bira Cumhuriyeti!"
Ama içki onları agresif değil, tersine yumuşacık insanlar yapıyor. Bir Trakyalının günü "piizlenmeden" bitirmesi imkánsız. İçki içmeye "piizlenmek" tabirini kullanıyorlar.
* * *
Çok verimli topraklarda yaşıyorlar. Trakya gerçekten yeşil, yemyeşil. Hele hele ağustos ayında büyüyen ayçiçekleri, yeşilin arasına sarıyı da serpiştirince dağların, ovaların renk cümbüşüne doyum olmuyor.
Zaten, ayçiçekleri toplanıp tarlalar renk armonisini yitirmeye başladıklarında hazanın gelmeye başladığını, tabiata yavaş yavaş hüznün çökmekte olduğunu fark ediyorsunuz.
Sonbaharda köyün sahil bölümü de boşaldığında yatak odanızda denizin haşin dalgalarının sesini dinleyerek uyumaya başlıyorsunuz.
Her türlü meyve ve sebzenin bol bol yetiştiği Trakya’da hayat da çok ucuz. Bir yaz köylülerden kendi ürünlerini satın alarak yaşadıktan sonra İstanbul manavlarına bir süre düşman kesiliyorum.
* * *
Trakya’da hayat sakin ve dingin. Hemen kimse meseleleri mesele yapmadan yaşamayı beceriyor. Hayat ile barışık olmak, onu yenmeye kalkmaktan daha keyifli olsa gerek!
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2007
YAZ sıcakları bugünlerde bezdiriyor. Sıcaktan buharlaşmaya başlayan beyinlerimiz doğru dürüst düşünemiyor. Hepimiz halsiziz. Ayrıca; yaş ilerledikçe, tıpkı eskiyen bir otomobil gibi, insanın tüm vücut mekanizması, bu arada beyni de daha beter teklemeye başlıyor. Bunun bilincinde olan olgun yaşlılar tedbirlerini alıyorlar ama bazıları içine düştükleri durumu bir türlü kabul etmek istemiyorlar.
Yaz bazı ihtiyarları daha da fazla bozuyor!
Bu bozulmanın siyasette ilk izdüşümünü seçim sonrası CHP’nin İhtiyarlar Heyeti’nde yaşadık. Deniz Baykal ve Politbüro üyeleri "Biz memlekete lazımız!" dediler. Millet onlara "Gidin!" dememiş ki.
Demek ki; yaş ilerledikçe pişkinliğin üst limiti de yükseliyor!
* * *
Yazdan etkilenen ihtiyarlar sadece merkez-solda değil, merkez-sağda da varlar. Dün Hürriyet’te okuduğum bir haber ("DP için çağrı: Kurtar Bizi Baba") beni önce güldürdü, sonra da acı acı düşündürdü. Gönlü merkez sağda olan bir liberal-demokrat olarak haber, gerçekleşme ihtimali çok küçük olsa da, beni ürküttü.
Haberde deniyor ki:
"...Ankara’da bugün toplanacak (DP) Genel İdare Kurulu, partiyi kongreye götürecek Başkanvekili’ni seçmek için tarih belirleyecek. Toplantıda Genel Başkanvekili olması beklenen, Genel Başkan yardımcılarından Orhan Keçeli, ’duayenleri’, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i DP’nin başına davet edecek. Keçeli, ’Benim gönlümdeki Demirel’in bir kez daha sağ seçmen için fedakárlık yapması ve DP’nin başına geçmesi... Bu, sadece DP’nin değil Türk demokrasisi için, merkez sağ için şart’, dedi... Keçeli, uzun süredir siyasetin içinde bulunan, Demirel döneminin ağır topları Hüsamettin Cindoruk, Ali Naili Erdem, İsmet Sezgin, Necmettin Cevheri gibi isimlerin fikrini de alacaklarını söyledi..."
Devamlı başarısız olma istikrarı içinde siyaset yapan Orhan Keçeli bir diğer İhtiyarlar Heyeti kuruyor ve memlekete hizmete soyunuyor!
Düşünün: 2012 yılında bir sonraki yapılacak genel seçimlerde nüfusun %50’sinin 35 yaşın altında bir seçmen kitlesi oy kullanacak ve onlara o tarihlerde yaşı 75 olacak Deniz Baykal ile yaşı 88 olacak Süleyman Demirel umut dağıtacak!
Belki de Süleyman Demirel: "Ben sadece partiyi toplarım, partinin başına genç ve dinamik bir lider lazım. Orhan, merkez-sağı seçime sen götürmelisin!" de diyebilir.
* * *
Bu habere beyni değme gençten daha hızlı çalışan Süleyman Demirel muhakkak benden çok gülmüştür.
Haberin alıntı yaptığım bölümünde yer alan diğer isimler de, eminim ki Orhan Keçeli’ye kendilerinin köşede duracağı öneriler getireceklerdir.
Ama, yenilgiye doymayan bazı pehlivanların hayattan hiç ders almadıkları da ortadadır.
* * *
İki kesimdeki İhtiyarlar Heyeti AKP’nin genç liderler ve genç kadrolar üzerinde yükseldiklerinin farkında değiller mi? AKP’nin propaganda döneminde tüm muhalif partilerden fazla miting yaptığını bilmiyorlar mı?
Seçim döneminde Anadolu’yu dolaşan bazı meslektaşlarla konuştum. Hepsi, AKP’nin genç ve dinamik adaylarına vurgu yapıyorlardı.
* * *
"Kullanılmış malzemeden yeni bina olmaz!"
Merkez-sağın pırıl pırıl gençlerini göreve davet ediyorum:
Artık ortaya çıkın!
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2007
Aydının yolu asla çoğunluğun peşinden giden patika değildir. Değil %50’nin, %95’in aynı doğrultuda düşündüğü bir konuda gerçek bir aydın farklı düşünebilir ve farklı görüşünü cesurca ifade etmek o aydının onurunu oluşturur. Ancak, aydın bilimsel düşünce sistematiğinden zerre kadar nasibini almışsa, zaman zaman kendi kanaatlerini sorgular.
Aydın bilir ki; bilimsel gerçek doğrunun tek olması değil, sadece gerçeği aramanın yönteminin tek oluşudur.
Aydın "doğruları" onları doğrulayan bazı örnekler olduğu için kabullenmez, "doğruların" yanlış olduğunu ispatlamak için tüm çabasını gösterdikten sonra beceremezse kabul eder.
Ayrıca, aydın başkalarının kanaatlerini paylaşmasa da, onların neden öyle düşündüklerini anlamaya çalışır.
* * *
Maalesef, ağızlarından "bilimsel düşünceyi" düşürmeyen bazı Türk aydınları kanaatlerini iman seviyesinde savunmayı hüner sayıyorlar.
Mahallenin laiklik namusunu kurtarmaya kendilerini adamış bu "aydınlar" tek ve değişmez doğrunun sadece kendi beyinlerinde olduğunu düşünmekten, kendi beyin kıvrımları arasına gizlenmiş şaşmaz ve değişmez doğruları bulamayan ahalinin mantıksız, hatta nerede ise akılsız olduğunu söylemekten sıkılmıyorlar.
Bakıyorum, değil kanaatlerini sorgulamak, bazı aydınlar medeni insanın hayatında çeşitli defalar yaşadığı ve hayatın değiştirilemez gerçeklerinden olan mağlubiyeti dahi hazmedemiyorlar.
Her galibin başka bir ortamda mağlup, her mağlubun da galip olduğunu göz ardı ediyorlar.
Açıkçası, bazı laikçi aydınlar 22 Temmuz’da kendi gerçekleri ile hayal dünyaları arasında büyük fark çıkınca mızıtıyorlar.
Örneğin, ülkenin seçkin elitlerinden olduğundan zerre kadar şüphe duymadığım CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, "Sonuçları mantıkla izah etmek mümkün değil" diyor. Gerekçesi ise CHP’nin miting meydanlarının AKP’ye hırslı vatandaşlar ile dolu olması.
Şimdi "aydın" Onur Öymen’in sözlerini mercek altına yatıralım:
CHP bu seçimde 7.300.234 oy almıştır. Demek ki, bu ülkede Onur Öymen ile aynı fikirde olan 7 küsur milyon insan var. Bu açıdan bakıldığında CHP’nin miting meydanlarına her bir şehirde 10 binlerce, hatta büyük şehirlerde 100 binlerce insanın dolması, hepsinin CHP’ye oy verme mecburiyeti olmasa da, doğaldır.
* * *
Ancak, rakamlarla ilgili başka bir gerçek de AKP’nin bu seçimlerde 16.340.534 oy almış olduğudur. Onur Abi’nin aritmetik bilgisinin seviyesini bilmem ama 16 küsur milyon rakamının 7 küsur milyon rakamından büyük olduğunu bildiğini zannediyorum.
AKP’nin oyları CHP’nin oylarından %224 -nerede ise 2.5 misli- fazla ve bu sonuç CHP açısından ağır bir mağlubiyet!
16 küsur milyon insanın CHP mitinglerine hiç uğramamış olmaları veya katılmış olsalar, hatta arada bir CHP liderine hak verip alkış tutsalar dahi, AKP’ye oy vermiş olmalarında ise hiçbir garabet yok.
* * *
Şimdi bu durumda Onur Abi istemeden de olsa; 16 küsur milyonu insandan mı saymıyor, 7 küsur milyonun mantıklı, diğerlerinin aptal mı olduğunu ima ediyor, yoksa "imanını" sarsamamak için bahaneler mi uyduruyor?
Esas soru şu: Türk aydını, aydın mı?
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2007
AKP’nin seçim zaferi çok büyük bir zaferdir. Ülkemizde çok az parti iki kez üst üste tek başına iktidara gelmeyi başarmıştır. Ayrıca, AKP demokrasi tarihimizde, ikinci döneminde oylarını artırarak iktidara bir kez daha gelen ikinci partidir. Bundan önce sadece DP, bundan 53 yıl önce, 1954’te bu zor işi başarmıştı. Başarılarını tüm kalbimle kutluyorum.
* * *
AKP’nin seçim zaferinde çok çeşitli faktörler rol aldı. Ama, bence AKP’nin başarısının en önemli kaynağı Türkiye sosyolojisini en iyi okuyan parti olmasıdır.
Tersten söyleyelim; demokrasisini bir türlü kendi ayakları üzerine oturtamayan Türkiye’de, Türkiye’ye tepeden bakan sivil-askeri elit bir kez daha Türk halkının sosyolojisini okuyamamış, ona giydirmeye çalıştığı donun artık vücuda küçük geldiğini bir kez daha keşfedememiştir.
Devlet-millet ikilemi kavramını bir türlü kavrayamayanlar, Türk milleti için en iyinin ne olduğunu milletten daha iyi bilenler, Cumhuriyet üzerinde "ahali"den daha fazla hak sahibi olduğunu düşünenler, AKP’nin zaferine büyük çapta katkıda bulunan unsurlardır.
Siyasetin siyasi partiler dışında devlet organları tarafından da yapıldığı ülkemizde, Türkiye’yi okuyamayan CHP kadar sorumlu başka örgütlerin de olduğunu bugün de kavrayamazsak, korkarım demokrasi topal kalmaya gelecek dönemde de devam edecektir.
* * *
AKP, 2006 yılının yaz aylarında oylarını % 25-30 bandına düşürmüştü. Bu durumu bizzat Başbakan da kabul etmişti. Dönem, siyasetin kendi mecrasında aktığı bir dönemdi.
Ancak, bir yıl sonra ülkede her oy sahibi iki kişiden birisi AKP’ye oy verdi!
Neden? Analistler, 27 Nisan günü verilen muhtıranın milli iradeye bir müdahale olduğu için AKP’nin oylarının artmasına en önemli katkıyı sağladığı konusunda neredeyse hemfikir. Herkes şu anda Deniz Baykal’ı hesaplaşmaya çağırıyor, ancak aynı şekilde Genelkurmay Başkanı’nın da bir özeleştiri yapması gerekmiyor mu?
Ülkemizde garabet muhalefetin başaktörlerinden Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, YÖK, Rektörler Heyeti de bugün şapkalarını önlerine alıp bir kez daha düşünmek zorundadırlar.
Emekli komutanlar ve bazı STK’lar ile masa altından işbirliği yapan resmi görevliler de bugün AKP’nin zaferine çok büyük katkı yapan "kahramanlar" olduklarını kabul etmek durumundalar.
* * *
AKP’nin zaferine büyük katkıda bulunan örgütlerden biri de DP, daha doğrusu kişi bazında onun eski genel başkanı Mehmet Ağar’dır.
Daha üç ay evvel DYP ile ANAVATAN’ın birleşme gayreti merkez sağda büyük heyecan yaratmıştı. Ancak, hüsranla bitti ve milletten hak ettiği cezayı aldı. Kısa sürede neler oldu da bu birleşme gerçekleşemedi?
Merkez sağ bu sorunun cevabını millet önünde vermezse, bir daha kendi ayakları üzerinde duramaz. Zira, DP’nin ağır seçim mağlubiyetinin nedeni, yerleşen kanaate göre, sadece bir liderin çapsızlığıyla ifade edilecek kadar hafif değildir.
Birleşememenin faturasını Erkan Mumcu’ya çıkarma gayreti yüksektir. Bazı eller töhmeti onun üzerine yıkarak işin içinden sıyrılma gayreti içindedir.
Erkan Mumcu’yu bu konuda açıklama yapmaya davet ediyorum.
Lütfen, konuş ve bildiklerini açıkla!
* * *
AKP’nin tarihi zaferi karşısında herkes kendi dersini alsın!
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2007
SICAKTA buram buram terlerken bir arkadaşıma insanın bir türlü tatmin olmayan değişken karakterinden dert yandım. "Yazın kışı, kışın yazı özlüyoruz!"
O bana katılmadı. Ona göre kış daima yaza tercih edilmeliymiş.
Hayretle:
"Neden?" diye sordum.
Aşırı sıcaklardan ne kadar şikáyetçi olsam da; yaz aylarının insanın sereserpe yaşamasına müsaade eden; onu dış mekánlara, denizin serin sularına kavuşturan özelliklerinin de hakkını vermek gerekiyordu. O, bana katılmadı.
* * *
Ona göre puslu bir hava, dışarıda yağan yağmur insana huzur veriyormuş.
Müziğin sihirli çağrısına áşık bu arkadaşım huzuru "ses"te arıyor. Diyor ki:
"Yağmurun ritmik sesi kadar insan ruhuna huzur veren başka bir ses olamaz!"
Yine ona göre, soğuk bir havada şöminenin sıcaklığına sığınmak kadar insan ruhuna hitap eden çok az durum varmış.
Yağmurda ıslanmaktan dem vuruyorum.
"Ne var, geçer şöminenin karşısına, bir havlu ile saçlarını kurutursun, elbiselerin ıslandıysa değiştirirsin, ılık bir duş alırsın; bunları yaptıktan sonra da kendini daha dingin hissedersin" diye cevap yetiştiriyor.
Yazın herkes her yere dağıldığı için sokaklarda ses kakofoniye dönüşüyormuş, kış ise her türlü sese ritim katıyormuş. Kar ise insan ruhunu temizliyormuş.
Herhalde, beyazın saflığından bahsediyor.
* * *
Yaz sıcağı bunaltıyor, insanı bezdiriyor, tembelleştiriyor ama puslu bir kış günü de ruhumu daraltıyor, içimi sıkıyor.
Kışın kapalı günleri beni çok daha depresif yapıyor.
Puslu günlerde ruhum kararıyor, havanın açık olduğu günlerde içime neşe doluyor.
Evet, puslu bir günün gecesinde şömine karşısında ben de büyük keyifler yaşarım. Alevler bir süre sonra oynamaya başlarlar, gözümüm önünde dansa başlarlar.
En erotik dansları ancak iyice alevini almış bir şömine yapar.
Odunlar yanarken çıkan sesler de dansın ritmini oluşturur.
* * *
Arkadaşımı dinlerken ben de hayallere daldım. Dışarıda yağmur çiselerken, şömine yanan bir odada maşuk ile baş başa olmak fikri bana da çok cazip geldi.
İçeride o ve ben, bir de ateş. Dışarıda yavaş yavaş yağan yağmur. Gün ortasında içeride yakılan bir masa lambası. Pusun gizemi ardında baş başa yaşanan bir "an"!
Bu hayal bana da tatlı geldi, huzur verdi.
* * *
Bilmiyorum, insan ruhu bu kadar fark ediyor mu? Kimi puslu havalarda huzur ararken, kimileri ancak güneşli havalarda mı keyfini buluyor?
Hatta, aynı insan bazen puslu havalarda huzur bulurken, bazen de güneşli havalarda mı neşeleniyor?
Yoksa, havaların hiç mi önemi yok? Zaten kendinden memnun bir ruh, kışın karanlığında huzur, yazın aydınlığında dinginlik mi buluyor?
Sıcak bunaltmıyor da, sadece ruhumuzun bunalımını mı orta yerlere döküyor?
Huzurlu bir ruh, aşırı sıcakları bile umursamayabilir mi?
Cevabını ben bilmiyorum.
Sadece şu sıcak günlerde yağmurlu bir sohbet içimi ıslattı, ruhumu serinletti!
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2007
SEÇİM öncesi son yazımı MHP’ye ayırdım. MHP, hakkında az yazdığım bir parti. MHP ile benim liberal-demokrat duruş sergileme çabam arasında farklar olduğu da malum.
* * *
Geçen gün Uzunköprü’ye bağlı Eskiköy’de MHP Edirne 1. sıra adayı Cemalettin Uslu’yu köylü önünde sohbet ederken dinledim. Cemalettin Uslu, eski Trakya Birlik Genel Müdürü. İktisat Fakültesi’ni bitirdikten sonra hep tarım sektöründe çalışmış. İktisat Fakültesi mezunu olması nedeniyle tarımın sadece teknik yönüne değil, ekonomik boyutuna da hákim. Trakya’da tarım sektörüne namusu ile uzun yıllar hizmet etmiş.
Trakya köylüsü, AKP iktidarından çok şikáyetçi. AKP, tarım politikalarında gerçekten çok başarısız olmuş. Köylünün verdiği rakamlar korkunç. Tarım kesimi ekonomik açıdan perişan. Bu zor durumu, verimli Trakya topraklarında dahi gözlüyorsunuz.
Piyasada oluşan tarım ürünleri fiyatlarına müdahale etmeden, tarıma bazı desteklerin sağlanması elzem. Yoksa, durum çok kötüye gidiyor.
Bu dönemde parlamento, tarım politikalarına özel önem vermek zorunda.
Eskiköy mukimleri, Uslu’ya tarımla ilgili çok detaylı sorular sordular. Cemalettin Uslu’nun basit cümlelerle verdiği cevaplar, bana teknik bilgisi yüksek, konusuna hákim bir insanın tabanla tartışırken takınması gereken tavır üzerine ders verdi. Uslu’nun hayatı köylüyle iç içe geçtiği için en zor ekonomik kavramları dahi onların anlayacağı dille anlatmayı çok güzel beceriyor. İnsan kaynaklarına bağlı gönlüm, Cemalettin Uslu gibi donanımlı insanların TBMM’de yer almasını çok istiyor.
* * *
Bu seçim döneminde en çok ilgimi çeken gelişmelerden biri, MHP’nin aday belirlerken insan kalitesine verdiği önem. Deniz Bölükbaşı, 1 Mart tezkeresi döneminde hayranlıkla takip ettiğim bir diplomat. Keza eski Büyükelçi Gündüz Aktan, otokrat zihin yapısından çok rahatsız olmama rağmen entelektüel derinliğine büyük saygı duyduğum bir insan. Mithat Melen, Türkiye’nin yetiştirdiği en donanımlı ekonomistlerden biri.
Meral Akşener ise sohbetinden çok keyif aldığım, görüşlerinden feyiz aldığım, artık kendisini kıdemli siyasetçi saydığım liderlik vasıfları çok güçlü bir kişi.
MHP, saydığım isimler dışında alanında etkin, ismi temiz birçok bürokrata da listelerinde yer vermiş. Hükümette görev alırsa, bakan bulmakta hiç zorluk çekmeyecek bir listeyle giriyor seçimlere. Parti; bazı eski milletvekillerini de gözünün yaşına bakmadan, vukuatları nedeniyle elemiş. İyi de yapmış.
* * *
MHP’nin son 4-5 yıldır ortalık yere dökmeden yaptığı bir hazırlık var. Parti, hoyrat ve şaibeli isimler ve yapılardan teker teker temizleniyor.
PKK’nın en fazla azıttığı dönemlerde Devlet Bahçeli’nin, partisinin gençlerini sokağa dökülmekten nasıl men ettiğini bizzat Anadolu’da yaşadığım örneklerle biliyorum.
"Biz Kürtlere yapacağımızı biliyoruz, ama liderimiz müsaade etmiyor" sözlerini çeşitli şehirlerde MHP’li gençlerden çok duydum.
* * *
Bilmem dikkat ettiniz mi; bir devlet partisi olarak algılanan MHP son dönemlerde devlet merkezli pompalanan "ulusalcı-milliyetçi" söylemlerde hemen hiç yer almadı. 12 Eylül sürecinden sonra MHP ile devlet aygıtı arasında büyük kopma gözlüyorum.
Ben bağımsızlar vasıtasıyla DTP’nin TBMM’ye girmesini hararetle savunuyorum. Ancak, demokrasinin temel öğesi denetleme ve dengeleme prensibi açısından, donanımlı insanlarıyla MHP de parlamentoda mutlaka görev almalıdır.
Hayırlı seçimler!
Yazının Devamını Oku