16 Kasım 2008
SON dönemde AKP, açık seçik bir tavırla statükoya kayıyor ve şahinleşiyor. AKP’deki politika değişikliğini çeşitli kişiler çeşitli nedenlere bağlıyorlar.
Kimileri Başbakan’ın yalnız kaldığı için politika üretemediğini, aşırı yorgunluk nedeniyle sinirlerinin iyice bozulduğunu, kapatma(ma) davasının ardından statüko ile ve özellikle TSK ile uzlaşmayı tercih ettiğini söylüyorlar. Siz de Başbakan’ın zaten hiçbir zaman demokrat ve özgürlükçü olmadığını, artık açıkça aslına rücu ettiğini söyleyebilirsiniz.
Muhakkak ki tüm açıklamaların bir gerçeklik payı vardır; zira sosyal olgular genellikle tek bir nedene dayanmazlar, sadece nedenlerin olgular üzerindeki etki ağırlıkları farklı olabilir.
* * *
Benim, yönlendirilen her sosyal olguda rasyonel bir neden arayan beynim AKP’deki değişimi basit ve tek bir nedene indirgiyor: Yerel seçim!
Başbakan hem İzmir, Diyarbakır, Çankaya gibi kaleleri fethetmeyi, hem de İstanbul, Ankara gibi kendi kalelerini kaybetmemeyi adeta takıntı haline getirdi.
Kurguladığı stratejide ise özgürlük taleplerine el uzatmaya veya liberalleri hoş tutmaya artık gerek yok. Kendine göre; "özgürlük" ve "liberal" kavramlarının bugüne dek yeteri kadar suyunu sıktı, artık bu kavramlar ona siyaseten artı değer kazandırmaktan çıktılar.
Başbakan yerel seçimlerde çok daha somut, zaten daha önce de başvurduğu ama bu kez iyice ön plana almak istediği yeni bir kavram ve yeni bir ittifak ile hareket etmek istiyor:
Gelir aktarımı görüntüsü ve Milli Görüş!
Özgürlük kavramını ekmek kavramıyla, liberalleri ona zaten gözükmeden hayatiyet veren ama bu kez açıkça ön plana çıkaracağı Milli Görüşçüler ile ikame edecek!
* * *
Gelir aktarımından anladığı kömür ve erzak dağıtımına büyük hız vermek, belediyelerin yol, asfalt, köprü, kavşak, park vb. yetki alanlarındaki yatırım harcamalarını alabildiğine körüklemektir. İmar tadilatları da kafasındaki başka bir "ekmek kapısı"dır. Eğer IMF’ye yeteri kadar dayılanabilirse, "Bakın yabancıları uzak tutunca kamu kaynakları sizlerin emrine girdi" mesajını verecektir. Bu açılım çerçevesinde ekonominin çıpasını uluslararası güven veren bir kuruma çıpalamayacak. Ancak, bunun reel sektöre yapacağı etkiyi ve marta kadar sürecek işten çıkarmaların siyasi maliyetini göze almak gerekmektedir.
Herhalde Başbakan, kendi tercihinin fayda-maliyet hesabını yapmıştır.
* * *
Başbakan seçim döneminde, AKP ile hareket eden Milli Görüş ekibini, daha açık ve daha fazla taviz vererek kullanmak istemektedir. Bunun iki nedeni vardır:
1) Saadet Partisi’nin genel başkanlığına genç, namuslu ve dinamik bir kişinin, Numan Kurtulmuş’un gelişi bu partide kalan Milli Görüşçülere yeni bir motivasyon getirdiği gibi AKP’ye geçen Milli Görüşçülerin de geri dönmemesi için yeni bir motivasyon ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu dönem Başbakan, AKP’deki Milli Görüşçüleri baş tacı edip onları sahaya bu kez açıkça salacaktır.
2) Güneydoğu’da da bu kez özgürlük söylemiyle genel Kürt kitlesine yüklenmek yerine PKK’dan bizar olmuş, bölgede oldukça güçlü Milli Görüş tarafından yönlendirilebilecek İslamcı Kürtleri aktivize etmeyi planlamaktadır. DTP’den oy kapmak yerine DTP dışı oyları partisine kanalize etmek amacındadır.
Ancak, içinde özgürlük söylemi olmayan ve TSK ile birlikte hareket eden statükocu politikaların İslamcı Kürtler üzerinde ne kadar etkili olabileceğinin de fayda-maliyet hesabını ne kadar iyi yaptığını ben ölçemiyorum.
Bunun dışında Güneydoğu’da İslamcı Kürtler üzerinde Milli Görüş dışında çok etkin olan Gülen Cemaati (bkz. Gülen Cemaati temsilcisi İslamcı-Kürt aydını Altan Tan’ın son demeçleri) ve Hizbullah’tan ne kadar destek alabileceğini de samimi olarak bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2008
Demokrat Parti (DP) 9. Olağan Kongresi’ni bu hafta sonu 15-16 Kasım tarihlerinde yapacak. Kongrede 11 aylık Genel Başkan Süleyman Soylu dışında Nevval Sevindi de genel başkanlığa aday olacaklar. Herhalde, birkaç aday daha çıkar. DP geleneği Türkiye’nin en eski merkez sağ geleneğidir. DP, 1946’da zamanın tek partisi CHP içinden çıktı ama 1960 ihtilali ile kapatıldı. Yerini 1961’de Adalet Partisi (AP) aldı. 1980 ihtilali de AP’yi kapatınca bu kez 1983’te Doğru Yol Partisi (DYP) kuruldu. 1983’ün yarattığı bir diğer parti ise Anavatan (ANAP) oldu ve ANAP ile DYP 5 Mayıs 2007’de birleşerek tekrar Demokrat Parti adını aldılar.
Ancak, Mehmet Ağar dönemi DP’nin yüzü en kara dönemi oldu. Halk bu durumu tespit etti ve 22 Temmuz seçimleri DP’yi gerçek bir enkaz haline getirdi.
* * *
1969 doğumlu Süleyman Soylu 11 ay önce yapılan Olağanüstü Kongre’de genel başkan seçildiğinde sadece siyasi anlamda değil, toptan bir enkaz devralmıştı. Parti, bağımsız deneticilerin tespit ettiği gibi liderleri tarafından resmen soyulmuş, 22 Temmuz öncesi adaylıklar satılmış, partide ne maddi varlık, ne ilke, ne de vizyon namına herhangi bir miras kalmıştı.
Özür dilerim, her şeye rağmen kalan bir miras vardı. O da bir avuç insanın taşımakta ısrar ettiği Demokrat Parti ruhu idi.
* * *
Bizzat yakından takip ettiğim Süleyman Soylu 11 ayda olağanüstü bir gayretle karış karış Anadolu ve Trakya’yı gezdi. Gitmediği il, tanışmadığı partili kalmadı. Herkese yüreğini anlatmak için gecesini gündüzüne kattı. Biz yazılı medya olarak onun bu gayretini okurlarımıza ne kadar yansıtabildik, emin değilim.
Tabii ki DP’nin yeni genel başkanının kim olacağını 1250 parti delegesi tayin edecektir. Diğer aday dostum Nevval Sevindi’nin kıymetli geçmişinin de şahidiyim ama benim gönlüm DP delegesinin bu kongrede Süleyman Soylu’nun 11 aylık soylu gayretine destek vermesi, onu olağan bir dönemde de genel başkan olarak değerlendirmesidir.
* * *
DP’nin bu kongresi benim gibi kendini son 3-4 yıldır boşlukta hisseden liberal-demokratlar için bir heyecan vesilesidir. Gönlüm bu dönemden sonra DP, ANAP ve Liberal Demokrat Parti’nin el ele vermesinden yanadır. Bazı liberal arkadaşlar yeni fark ediyor olabilirler ama ben 2004’ten beri AKP’nin merkez sağ partisi olamayacağını, örgüt gücünü açık takdir ettiğim Milli Görüş’ün pragmatik kanadının talepleri dışında siyaset yapamayacağını söylüyorum.
Her geçen gün daha otoriter, daha ben merkezli hale gelen Recep Tayyip Erdoğan liberal demokrasinin ruhu olan özgürlükleri ayaklar altına almakta beis görmüyor. Statükocu ve şahin söylemlere sığınmanın dışında ekonomik alanda da kendini tek seçici gördüğü için ekonomik krize karşı akıl ile hareket eden değil, duygusal düzeyde kafa tutan bir tarzda hareket etmesi ülke adına beni çok korkutuyor. Sanırım, önümüzdeki dönem geniş halk kitleleri indinde AKP’nin oldukça sarsılacağı bir dönem olacaktır.
* * *
Liberal-demokrat tutum yüreğini ekonomik ve siyasal-sosyal özgürlüklere alabildiğine açarken ülkenin muhafaza edilmesi gereken maddi ve manevi değerlerine sıkı sıkıya sahip çıkmaktır.
Bu olağanüstü karışımı zamanında en iyi bağdaştıran gelenek merkez sağ gelenek olmuştur.
Dilerim, DP ülkede tekrar doğmakta olan boşluğu iyi değerlendirir ve bu geleneğin liderliğine yeni döneminde bir kez daha soyunur.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2008
ŞÖYLE bir zihninizi yoklayın, çok yakın bir tarihe dek yeni ve sivil bir anayasayı tartışıyorduk. Cari anayasanın herkese dar geldiği malum, bu ülkede hemen herkes yıllardır "Anayasa değişsin" deyip durur.
Hükümet de bu haklı talebe sahip çıkıyormuş gibi yapıyor, koskoca prof.’lara anayasa metinleri hazırlatıyordu.
Şimdi ne durumdayız? Hükümet "anayasa değişikliği" sözünü bile ağzına bile almıyor.
Herhalde Ergun Özbudun Hoca aldatılmış ve terk edilmişliğin acısını yaşıyor.
* * *
Daha çok yakın tarihe dek Başbakan "Alevilerin haklarından" da bahsediyordu, artık unuttu. Yandaş gazeteler miting yapan Alevilere demediklerini koymuyorlar. Biz de bir kez daha anlıyoruz ki yandaş koro açısından "özgürlük" kelimesi sadece "türbana özgürlük" için geçerli. Gerisini Başbakan yasaklamış. Baksanıza, çizginin dışına çıkan yandaş gazeteciyi nasıl aşağılıyor, nasıl azarlıyor.
* * *
Daha çok yakın bir tarihe dek Başbakan "Kürt meselesi"nden bahsediyor, Apo’nun formülünü kullanarak "demokratik cumhuriyet"ten dem vuruyordu. Kürtler bir heves Başbakan’a sahip çıkıyorlar, oylarını onun partisine kaydırıyorlardı. Başbakan artık "tek bayrak, tek millet, tek devlet"ten bahsediyor, açık söyleyemese de "tek kitap" da aklının bir köşesinde. Gerisine "ya sev, ya git" diyor.
Kürtlerin halinden anlayan, sıkıntılarına sahip çıkan başbakanımız yerine artık statükocu ve hatta şahin bir başbakanımız var.
* * *
Aktütün’e saldırı olduğu zaman TSK’ya yapılan eleştirileri TSK’nın amiri sıfatıyla cevaplaması gerekirken sus pus olan Başbakan, Taraf Gazetesi’nde TSK’ya ait istihbarat belgeleri yayınlandığında TSK’ya BBG iması yapan Cemil Çiçek’i bile duymazdan gelerek zımnen de olsa onaylamıştı.
Sonra bir gün İlker Bağbuğ esip gürledi. Genelkurmay Başkanı onun ardından gitmesi gerekirken Başbakan Genelkurmay Başkanı’nın peşinden gitti, o da esip gürledi. Başbuğ Taraf Gazetesi’ni azarladığı için o da azarladı. Başbakan, Şemdinli Davası’nda "sonuna dek git!" dediği Savcı ve İstihbarat Başkanı’nı sonradan sattığı gibi doğal müttefiki Taraf Gazetesi’ni de anında sattı.
Gazete kendisine cevap verince de kamu bankaları reklamları anında kesildi, damadının gazetesi Taraf Gazetesi’nin sahibi Alkım Yayınevi’ne ısmarladığı binlerce kitabı iptal etti.
* * *
Bazı "liberal" arkadaşlar yeni fark ettiler, Başbakan özgürlük bağlamında politikalarını 2004 yılının sonunda AB’den müzakere tarihi aldıktan, daha doğrusu AB indinde kendisine meşruiyet kazandıktan sonra terk etmişti. 4 yıldır AB umurunda değil!
Ben bu durumu 2005 yılının başından beri vurguluyorum.
AKP’ye hayatiyet veren taban Milli Görüş’tür, onların Deniz Feneri’ne dönüşmüş halidir. Başbakan’ın görevi onların talepleri doğrultusunda politika yapmaktır.
Şimdi Saadet’in başına Numan Kurtulmuş gibi dinamik bir genel başkan geçince Başbakan daha da fazla Milli Görüş politikaları izlemek zorunda kalacaktır.
Bu bağlamda Başbakan "ya sev, ya terk et" sözleri ile Güneydoğu’da dini/milli hassasiyeti yüksek, PKK’dan bizar olmuş Kürtlere oynamaktadır.
Böylece Başbakan Güneydoğu’da da aslına döndü! Abdülkadir Aksu’ya yeniden sarıldı:
"Demokratik cumhuriyeti boş ver, dindar cumhuriyete yüz ver!"
Başbakan’ı "sivil anayasa" artık zerre kadar ilgilendirmiyor!
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2008
GAZETECİNİN asli görevi muhalefet yapmaktır. 4. kuvvet olarak hükümetlerin yakın takipçisi olmak, demokrasilerin ana motoru olan denetleme ve dengeleme görevi açısından çok önemlidir. Tabii ki; gazeteci insaflı olmak zorundadır. Yalan söylememeli, yanlışında ısrar etmemeli, hele hele değil hakaret etmek, kimseyi rencide dahi etmemelidir.
Eleştirdiği siyasinin de bu eleştirilere cevap vermek en büyük hakkıdır; gazeteler cevap hakkını sadece siyasilere değil, hakkında haber veya yorum yapılan herkese tanımak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında bir gazeteci olarak Fehmi Koru’nun Başbakan’ı eleştirmek sadece hakkı değil aynı zamanda da görevidir.
Koru’nun, "Obama gibi geldi, Bush gibi oldu" sözleri, bir gözlemi ve hatta belki de geç kalmış bir nazireyi yansıtmaktadır. Başbakan’ın da bu eleştiriye cevap vermek hakkıdır.
* * *
Ancak...
Başbakan’ın cevap verirken kullandığı, "Sevsinler seni, yazıklar olsun" sözlerini anlamak ve hazmetmek mümkün değildir, mümkün olmamalıdır. Zira, bu sözler eleştiriye cevap olmaktan çok muhatabı aşağılayan, hatta azarlayan sözlerdir.
"Sevsinler seni..." sözü haddini bilmeyen, bulunduğu mevki ve seviyeyi aşan, boynundan büyük işlere girişen kişiler için onlara haddini bildirmek, yerini ve mevkiini hatırlatmak, kişiyi incitmek amacıyla kullanılır.
"Yazıklar olsun..." sözünü ise kişi büyük emek verdiği, çok yardımcı olduğu, büyük imkánlar sağladığı halde kendisine vefasızlık eden kişiye karşı kullanır.
Yerini bulduğunda bu söz incitici olmaktan çok ders veren bir söz olur.
Başbakan, aralarında nasıl bir ilişki var ki Fehmi Koru’yu vefasızlıkla suçluyor, ben bilmiyorum ama yine de ayıp ettiğini düşünüyorum.
Zira, bu sözler apaçık "Beni eleştiremezsin" anlamına gelmektedir, zira Koru, Başbakan’a ne hakaret ediyor, ne de bir ayıbını yüzüne vuruyor, sadece eleştiri hakkını kullanıyor.
Başbakan’ı yadırgamamak mümkün değil!
* * *
Ancak, ben Fehmi Koru’nun bu acı sözlere gösterdiği tepkiyi de çok yadırgadım.
Başbakan bir süre önce Aydın Doğan’a kızıp bizler için, "Senin maaşlı köşe yazarların, silahşorların var... Benim yok" dediğinde Doğan Grubu’nda çalışan hemen tüm köşe yazarları bu hakarete çok ağır cevaplar vermişlerdi. Ben köşemde Başbakan’a, "Recep Tayyip Erdoğan! Değil Başbakan, padişah olsan dahi Aydın Doğan’ın gazetelerinde çalışan köşe yazarlarına hakaret edemezsin. Evet, biz Aydın Doğan’ın gazetelerinin maaşlı köşe yazarlarıyız ama asla silahşorları değiliz. Bildiğin somut bir olay varsa, isim ver" diyerek seslenmiştim. ("Başbakan, bize hakaret edemezsin"-09.08.08)
* * *
Ben, Fehmi Koru’dan da sadece insani nedenlerle benzer bir tepki bekledim. Halbuki o, "Ben siyaset adamını eleştirebiliyorsam, ona da beni eleştirme hakkını veriyorum demektir... Bunun tersi, yıllardır kaçındığım bir ilişki tarzıdır zaten" (Yeni Şafak-09.11.08) diyerek Başbakan’ın tepkisindeki incitici, hatta azarlayan tarzı görmezlikten geliyor.
TRT’deki "Politik Açılım" programında verdiği tepkide ise Fehmi Koru’nun, Erdoğan’ın sözlerini anlayışla karşılayabildiğini dahi görüyoruz:
"Herkesin belli üslubu var. Tayyip Erdoğan’ın üslubu bu. Bu üslubun arkasında bizleri olağanüstü rahatsız edici bir şey aramamak lazım."
Ben şimdi Başbakan’ın, Fehmi Koru’ya neden "Yazıklar olsun..." dediğini basbayağı merak etmeye başladım.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2008
ŞAHSİ kanıma göre, Recep Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu Dengir Mir Mehmet Fırat ile yollarını ayırması, AKP’de bir dönüm noktasıdır. Bu yol ayrımında belki Kılıçdaroğlu’nun iddiaları da rol oynamıştır, hatta Fırat’ın sağlık sorunlarına da paye vermek gerekebilir, ama bana göre esas mesele "Kürt meselesi"nde ulaştıkları yol ayrımıdır.
Ben Recep Tayyip Erdoğan’ın 2004 yılının sonundan beri radikal söylemlerden vazgeçtiğini, iç müşteri olarak Milli Görüş’ten AKP’ye transfer olan grubu hoşnut tutmayı ana politika olarak benimsediğini yazıyorum.
Erdoğan bu uğurda AB trenini savsaklamaya başlamış, Alevileri bir çırpıda satıvermişti!
Ancak, TSK’nın siyasete bulaşmasına karşı koyduğu tavır onu hálá statükocu çizgiden, bir nebze de olsa, uzak tutuyordu. Hatta, 27 Nisan muhtırasına karşı tepkisi onu 22 Temmuz’da zafere taşıyan faktörlerden birisi oldu.
Ayrıca, ünlü Dolmabahçe mutabakatından sonra eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın iktidara karşı büründüğü derin sessizlik, Büyükanıt aleyhine bir sürü dedikoduya yol açtı. Ancak, nedeni ne olursa olsun, Büyükanıt’ın iktidara karşı pasif-muhalefete karşı şahin duruşu da tarihe Erdoğan’ın siyasi başarısı olarak yazıldı.
Ancak, dengeler İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla altüst oldu.
* * *
Aktütün saldırısından sonra TSK’nın zaafları medyada tartışılmaya başlandığı ilk dönemde hükümet, TSK’ya karşı geliştirilen eleştirilere tamamen sessiz kaldı. Hatta bazı resimlerin ve istihbarat bilgilerinin Taraf Gazetesi’nde yayınlanmasından sonra Cemil Çiçek, BBG benzetmesini imalı bir şekilde TSK’ya çevirdi.
Sonra bir gün birdenbire İlker Başbuğ esti-gürledi ve emrindeki askeri azarlar gibi medyayı azarladı. Esas hedefinde de Taraf Gazetesi vardı.
İşte o günün ardından, TSK’ya yöneltilen eleştiriler karşısında sessiz kalmış Başbakan da çok ağır sözlerle Taraf Gazetesi’ne saldırdı. Yürüttüğü anti-militer politikalarla kendini hükümetin açık müttefiki ilan etmiş bir gazeteye yapılan bu vefasızlık, herhalde ileride AKP tarihi yazıldığında yerini alacaktır. Taraf gibi doğal müttefik bir gazete bile Başbakan’a "Paşasının Başbakanı" demek zorunda kaldı.
* * *
Sanki TSK ile AKP arasında o gün yeni bir mutabakat yapıldı ve Başbakan, "Kürt meselesi"nde bildik statükocu tavrı takınmaya başladı. Artık yeni şahinimiz Recep Tayyip Erdoğan olmuştu. Sert söylemleri, yaklaşmakta olan yerel seçimlerde Güneydoğu’yu adeta gözden çıkardığını gösteriyor.
"Ya sev ya terk et" mealli sözleri kadar pompalı tüfekle DTP’li göstericilere yapılan saldırıya neredeyse hak vermesi, bu uğurda hukuk da tanımadığını, hatta ülkenin güvenlik güçlerinin görevini unuttuğunu da gösteriyor.
Bu ani tavır değişimi, bazı eski liberal-yeni AKP’li yazarları da rahatsız etmiş olmalı ki onlardan da Başbakan’a itirazlar yükselmeye başladı.
* * *
Taraflar nasıl ifade etmeye çalışırlarsa çalışsınlar Başbakan’ın Güneydoğu’da şahin politikaları benimsemesi, en yakın yol arkadaşı ile yollarının ayrıldığını gösteriyor.
Fırat’ın yerine Abdülkadir Aksu’nun getirilmesi de Erdoğan’ın Fırat ile yollarını neden ayırdığını net bir şekilde anlatmaktadır.
Erdoğan, son İçişleri Bakanlığı sırasında hakkında çeşitli iddialar çıkan Aksu ile de yollarını 22 Temmuz’da ayırmıştı. Şimdi tekrar birleştirdi.
Kürt asıllı Abdülkadir Aksu’nun seveni de sevmeyeni de var, ama onu hem TSK’nın, hem de statükonun kendisine oldukça yakın bulduğunu hepimiz biliriz!
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2008
YAPILMASI gereken ilk iş, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermektir. Beyaz çoğunluk her türlü önyargıyı aştı, hatta tarihi değiştirdi ve siyah azınlığa mensup Barack Obama’yı ABD Başkanı seçerek dünya demokrasisine kocaman bir eşik atlattı. Bu kararıyla hepimize ders veren ABD halkını candan kutlarım!
Ayrıca, tüm eksiklerine rağmen yapılan yanlışı düzeltme imkánı sağlayan tek rejim olan demokrasinin yüceliğine şapka çıkarmak isterim.
* * *
İki gündür Obama’nın başkan seçileceği varsayımıyla yazdığım yazılarda seçimin kendisi ne kadar radikal bir karar olsa da, bizzat bu radikal kararın hem ABD’de, hem dünyada Obama’dan beklentileri yükselterek önüne en büyük engel olarak dikileceğini belirttim. Dünyada kendini zenci hisseden herkesin Obama’dan adeta mucize seviyesinde beklediği radikal değişimlerin karşılanamaması durumunda Obama’nın dünyada yarattığı heyecanın kısa sürede sukut-u hayale dönüşmesinden korkarım.
Seçimlerin ABD’de sadece garsonu değiştirdiğini, mutfağın ise seçimlerle değişmediğini unutmak Obama’ya yapılacak bir haksızlıktır.
* * *
Şahsi beklentim, siyah olduğu için değil, Demokrat olduğu için Barack Obama’nın Bush döneminin benmerkezli tek kutuplu dünya dayatmasını terk edip, gerçekçi davranarak, ABD’nin başı çektiği çok kutuplu dünya politikalarına eğilmesidir.
Obama döneminde ABD, Rusya gerçeğini daha rahat hazmedebilecek, Çin ile göreceli olarak daha eşit ilişkiye girebilecek, AB, BM, NATO’ya daha fazla danışacak ve paylaşacak politikalar izleyebilir. Clinton gibi dünyada kendini ezik hissedenleri anlayan bir görüntü verebilir. Müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan barışsever Müslümanları teröristlerden ayırt edebilir.
Özetle söylemek gerekirse, Bush döneminin yarattığı ABD’nin dayatıcı emperyal devlet görünümünü kerim emperyal devlet görünümüne çevirebilir.
Ama kimse Obama’dan ABD’yi emperyal devlet olmaktan vazgeçirmesini beklemesin.
* * *
Türkiye-ABD ilişkilerine gelince:
ABD’de demokratların, Rum ve Ermeni lobilerine daha yakın durmaları nedeniyle Obama döneminde ilişkilerin daha da soğumasından korkanlar var. Ben bu korkuyu yenmenin tek yolu olduğunu düşünüyorum.
Ortadoğu, İran, Pakistan, Afganistan meselelerinde somut politikaları olmayan Obama ve ekibine Türkiye, Kafkasya’yı da dahil ederek bu bölgelerde neler yapılabileceğini, ortak çalışma alanlarını ve Türkiye’nin önemini pro-aktif politikalarla anlatabilir.
ABD, yeni dönemde, örneğin Irak’tan çekilmek istiyorsa, Türkiye’ye ne kadar çok ihtiyaç duyduğunu muhakkak tekrar tekrar anlayacaktır.
ABD’nin ülke menfaatleri açısından; Türkiye ile iyi geçinmenin Rum ve Ermeni lobilerini hoşnut etmekten çok daha önemli olduğu açıkça anlaşılacaktır.
Yeni başkan, bir ara çözümle, Türkiye’yi kırmadan bu lobilerin ateşini düşürebilir.
Ancak, ısrarla söylüyorum ki, yeni yönetimin Türkiye’yi anlamasını beklemek yerine Türkiye güçlü lobi faaliyetleriyle, Obama 20 Ocak’ta yönetimi devralmadan önce, kendini yeni yönetime anlatmaya başlamalıdır.
* * *
ABD halkı, her zaman yaptığı gibi, sadece kendisine değil, dünyaya da yeni bir lider seçti.
Bush dönemi, ABD’yi tüm dünyada yıpratan ve üstelik ABD’nin eline hemen hiçbir şeyin geçmediği bir dönem oldu.
Dilerim bu dönem, ABD’nin kerim emperyal devlet dönemi olur!
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2008
SİZ bu satırları okurken ABD’deki başkanlık seçiminin sonucunu biliyor olacaksınız, ben ise bu yazıyı yazdığım saatlerde sonucu bilmiyorum. * * *
Dün de yazdığım gibi seçimi Obama, siyah azınlığa mensup bir lider olarak beyaz çoğunluğun oyları ile kazanırsa bu sonuç sadece ABD demokrasisinin bir başarısı değil, demokrasi yolunda tüm dünya insanlarına umut vaat eden bir gelişme olacaktır.
Ancak, galiba zafer aynı zamanda Barack Obama’nın başkanlığının ilk aylarında önündeki en büyük engel olacaktır.
Zira, sadece ABD’nin kendini ezik hisseden vatandaşları değil, tüm dünyanın "zencileri" ondan çok şeyler bekleyeceklerdir.
İnsanlar onun adeta bir günde dünyadaki tüm fenalıkları düzeltmesini isteyecektir.
Beklentilerle nasıl baş edeceği onun liderlik notunu belirleyecektir.
Başına gelebilecek en büyük sıkıntı beklentilerin sükûtu hayale dönüşmesidir.
Büyük beklentiler insanın ardına büyük rüzgárlar almasını sağlayabileceği gibi büyük sükûtu hayaller önüne büyük fırtınalar çıkarabilir.
* * *
Obama’nın önündeki ikinci büyük sıkıntı ise benim adına negatif seçim dediğim bir seçimle seçilmesi olacaktır. ABD halkı kendisine bir siyasi olarak ne yapacağını bilip de destek verdiği için değil, şu andaki yönetime büyük tepki duyduğu için meyledecektir.
ABD halkı bir anlamda Bektaşi’nin şarap seçerken takındığı tavır içindedir!
Negatif seçim 2002’de AKP için de geçerli idi, ancak AKP 2007’de pozitif seçimle seçilmeyi de becerdi.
Obama’nın ABD’deki ekonomik kriz hakkında Cumhuriyetçilerden farklı çözüm önerileri olup olmadığı açık olmadığı gibi, Irak’tan 18 ayda çekilme söylemi ile Cumhuriyetçilerin "Zamanı gelince çekileceğiz" söylemi arasında ne gibi bir fark olduğunu ben çözümleyebilmiş değilim.
Ayrıca, Obama’nın savunduğu "İran’la diyalog" nükleer silah geliştirme yolunda İran’a zaman mı kazandıracaktır, yoksa dünyanın en ideolojik ülkesini "muasır medeniyetlere" katılmaya ikna mı edecektir, bu sorunun cevabını Demokratların ne kadar bildiklerinden ben emin değilim.
Unutulmamalıdır ki, 2009’da Ahmedinejad’ı da bir seçim beklemektedir ve çok radikal bir girişim yapamazsa seçimi kaybetme ihtimali yüksektir. Ahmedinejad seçimlere Batı ile uzlaşan mı yoksa Batı’nın zulmü karşında mazlumu oynayan lider olarak mı girmek isteyecektir?
Obama’nın dış politikada ağırlığı Afganistan’a kaydıracağını söylemesi ve ABD’nin ezeli dostu Pakistan’ın El Kaide’nin kendine mesken seçtiği Veziristan bölgesine saldırmaktan bahsetmesi dünyanın gerçeklerini oldukça zorlayan sözlerdir.
* * *
Ancak, bir siyah olduğu için değil ama neo-conların ardından iktidara gelecek Demokratların lideri olarak ABD’nin dış politikasını tek kutuplu dünya anlayışından çok kutuplu dünya algılamasına çevirmesini Obama’dan bekleyebiliriz.
Yine ABD’nin liderliğinin kabul gördüğü bir dünyada "çok kutuplu dünya" anlayışı ile Obama, örneğin Ortadoğu’da komşu ülkeleri, büyük devletleri, hatta BM ve NATO gibi kurumları daha aktif devreye sokabilir, sıkıntılarını onlarla paylaşabilir.
Rusya gerçeğini daha rahat kabullenebilir, Rusya’nın NATO tarafından kuşatılmasına karşı gösterdiği tepkiyi daha rahat anlayabilir.
* * *
Yarın somut sonuçlar karşısında Türkiye-ABD ilişkilerini yazacağım.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2008
BELLİ ki bu hafta Amerikan seçimleri ile yatıp kalkacağız. Mecburen böyle yapacağız. Zira, bir ülke kendisine başkan seçerken, esasında dünyaya yeni bir lider seçecek. Zira kim seçilirse seçilsin; yeni ABD Başkanı a) çok kutuplu bir dünyanın kurulduğu, b) ekonomik ağırlığın Batı’dan Doğu’ya doğru kayacağı (21. yüzyılın ilk çeyreğinde Rusya+Çin+Hindistan’ın dünya üretimindeki payının ABD+AB’yi geçeceği), c) Yeniden Paylaşım Savaşları’nın (Irak, -belki- İran, Afganistan, Kafkaslar) devam edeceği, d) ekonomiye müdahale gerekliliği ve savaşlar nedeniyle devletin vazgeçilemez bir aygıt olarak güçlü varlığını devam ettireceği, e) ABD’nin dünya üzerinde ekonomik ve siyasal etkinlik açısından muazzam bir gerileme yaşıyor olmasına rağmen askeri, araştırma+geliştirme, teknoloji, insan kaynağı alanlarındaki bariz üstünlüğünün hálá tartışılmaz olacağı bir dünyanın en önemli lideri olacak. (Bkz: Cüneyt Ülsever: "Dünya ve Türkiye Nereye Gidiyor?" Hürriyet-7, 8, 9 Ekim 2008.)
Kişisel görüşüme göre; uzun vadeli bir perspektifle dünyada hiçbir ülke araştırma+geliştirme, teknoloji ve insan kaynağı konularında ABD’yi geçemeyeceği için, son dönemde ekonomik ve siyasal alanda ne kadar gerileme yaşarsa yaşasın ABD’nin dünya liderliğine kimse kafa tutamayacak.
Ancak, dünya da neo-conların özlediği tek kutuplu dünya da olmayacak.
Ben seçim sonuçları alınmadan yazacağım bugünkü ve yarınki yazılarımda ABD seçiminin dünyaya olası etkileri üzerinde duracağım, perşembe günkü yazımı ise alınacak sonucun yorumlanmasına ayıracağım.
* * *
Benim yukarıda ancak bir kısmını sayabildiğim çok bilinmeyenli bir dünyada bu seçim ABD’nin mutfağını değiştirmeyecek ama garson değişecek. Garsonun ne gibi farklar yarattığına ise aynı mutfakla çalışmasına rağmen Bush ile Clinton arasındaki dünyada ağır basan algılama farkı örnek olabilir.
ABD’de bu kez seçimleri daha da heyecanlı kılan faktör, ABD tarihinde ilk kez siyahi bir insanın ABD başkanlığına bu kadar yaklaşmış olmasıdır.
Gözüken odur ki, siyah ve demokrat Obama, Cumhuriyetçi ve beyaz McCain’e 6 puanın üzerinde fark atıyor.
İstatistiki olarak; seçim sonuçlarıyla ilgili anketlerin genelde ABD’de % 3’lük bir hata payı taşıdığı düşünüldüğünde Obama’nın kazanma ihtimali yüksek gözüküyor. Ancak, anketlere katılanların ırkçı gözükmemek için "Kime oy vereceksin?" sorusuna "Obama" diye cevap verip, sandıkta farklı davranmaları olasılığı düşük de olsa hálá var! Ayrıca, seçimi toplam oyların değil de teker teker eyaletlerde alınacak sonuçların belirlemesi (her eyalette alınan toplam sonuç sadece bir oy sayılıyor) düşük nüfuslu eyaletlerin sonuca etkisini artıracağı için anketlerde alınan ülke çapında oylara dayanan sonucu tersten etkileyebilir.
Ancak ben yine de; anket sonuçlarına dayanarak, bugün ve yarın, Obama’nın kazanacağı varsayımıyla analiz yapmaya çalışacağım.
* * *
Sadece görüntüde kalsa da, somut olarak hiçbir fark getirmese de beyaz çoğunluğun oyları ile siyahi azınlığa ait bir kişinin ABD’nin ve dolayısıyla dünyanın başına ilk kez geçmesi, başlı başına tarihi bir olaydır.
Beyaz Saray’a siyahi bir liderin oturması, dünyada kendisini "zenci" hisseden herkes için bir umut kapısı yaratacaktır.
Ancak, Obama’nın başına gelecek en büyük sorun da kendisinin "umut kapısı" olarak algılanması olacaktır. Zira, dünyada kendini ezilmiş hisseden hemen herkes kendisinden hemen radikal adımlar atmasını bekleyecektir. (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku