Cüneyt Ülsever

Türkiye ve kriz

19 Ekim 2008
ÖNCE bir cevap: İdeolojik/totalojik görüşü ile dünya ekonomik krizini ABD devletinin çıkardığını söyleyen alaturka liberal Atilla Yayla, ilk yazısında "Dış politikasındaki saldırganlık, dünyanın jandarması rolüne soyunmanın getirdiği yüksek askeri harcamalar" (Zaman-3.10.08) nedeniyle ABD devletini suçluyordu. Ben de bu abuk savı eleştirmiştim (Hürriyet-15.10.08). Çok kızmış. Ama yine de çark etmiş. Bu sefer yeni makalesinde savaştan hiç bahsetmiyor ve "Elimizdeki bütün maddi bilgiler gösteriyor ki, finansal piyasalar krizi ABD devletinin önce Amerikalılara, sonra insanlığa armağanıdır. Devlet müdahaleleri ve devletin parayı ve kredi piyasalarını manipüle etme çabaları yüzünden çıkmıştır" diyor. (Zaman-17.10.08).

Atilla Yayla’ya açıkça soruyorum: Dünyada bir tek kendisinin ulaştığı ve krizi devletin çıkardığını gösteren "maddi bilgiler" nelerdir, bir zahmet açıklasın, biz de bilgi sahibi olalım. Yine totalojik bir cümle ile "elimizdeki tüm maddi bilgiler" diyerek kaba bir genelleme yapmak yerine oldukça uzun makalesinde bu maddi bilgileri sıralasaydı, bilim ahlakına daha uygun davranmış olmaz mıydı?

Üstüne üstlük; Atilla Yayla "serbest piyasa ekonomisi"ni canla başla savunduktan sonra sonunda aynen şöyle diyor: "Bir kere daha altı çizilmelidir ki engelsiz piyasa ekonomisi bir idealdir. Bugün dünyanın hiçbir yerinde böyle bir model yoktur."

Haydaa! Bir bilim adamının görevi, ideallerini "görülmüş rüyalarım var" minvalinde mi anlatmaktır, yoksa kriz gibi somut bir konuda, somut olguları somut önerilerle mi değerlendirmektir? Yayla, kendi tarifiyle bir "ideali" anlattığına göre benim onun tutumuna "ideolojik/totalojik" dememde ne mahzur var?

* * *

Gelelim Türkiye’ye. Benim sadece basit bir önerim var. Önce bazı kritik rakamlar:

1) Türkiye’nin cari açığı, 2008 Ağustos’ta, 2007 yılı Ağustos ayıyla karşılaştırıldığında % 101.7 oranında artarak, 1 milyar 637 milyon $’dan, 3 milyar 302 milyon $’a yükselmiş.

2) Türkiye’nin dış borcu, geçen yılın mart ayı sonunda 212 milyar $’mış. Bu yılın mart ayında 262 milyar $ olmuş. Bir yılda dış borç artışı 50 milyar $! Toplam dış borcun 74 milyar $’ı kamu borcu. 16 milyar $’ı Merkez Bankası’nın borcu. 172 milyar $’ı ise özel sektörün borcu. Özel sektörün toplam 172 milyar $’lık borcunun 60 milyar $’lık bölümü banka ve finans kesiminin borcu, 112 milyar $’lık kısmı ise özel şirketlerin borcu. Özel sektör kendini çevirmek için her yıl 50 milyar $ dış borç bulmak zorunda.

3) Türkiye’nin nüfusu 2007 sonu itibarıyla kabaca 70 milyon! Çalışabilir nüfusun (15-64 arası) oranı % 66.5! Bu demektir ki çalışabilir insan sayısı 46.5 milyon! Resmi işsizlik oranı ise kabaca % 10! Yani iş aradığını beyan eden 4.6 milyon insan işsiz. Bu ülkede 42 milyon insan takriben 23.5 milyon insanı beslemek zorunda.

Takriben her 2 kişi, 1 kişiyi bakmak durumunda!

4) Şimdi sıkı durun, toplam nüfusu 70 milyon, çalışabilir nüfusu 46.5 milyon, çalışan sayısı ise 42 milyon olan ülkemizde milletin cebinde kaç adet kredi kartı var, biliyor musunuz?

Tam tamına 38 milyon! Toplam 18 milyar $ kredi borcu bankalarda birikmiş!

Türkiye vatandaşlarının bankalara toplam borcu ise 115 milyar $!

* * *

Bu rakamlar Türkiye’nin dünya ile ne kadar entegre olduğunu ve ayrıca iç ekonomik dengelerin ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. Dünyada fırtına varken, yağmurdan kaçmamız imkánsız.

Ben sadece basit bir öneride bulunacağım:

Hükümet kendi siyasi-bürokratik ekonomik birimleri dışında; işveren, işçi ve tarım sektörü temsilcilerinin de katılacağı bir "Ekonomik Tedbirler Konseyi" kursun ve bizi bekleyen bela ile hem ortak sorumluluk, hem de ortak akıl ile mücadele edelim.
Yazının Devamını Oku

Dünya ekonomik krizini nasıl okuyalım? (III)

16 Ekim 2008
DÜNYA baş döndürücü bir hızla adeta her gün yeniden yaratılıyor. Dünyayı algılamak için ona felsefi bir bakış açısı getirilmesi gerektiğini düşünenler de adeta her sabah itikatlarını (paradigmalarını) irdelemek ve yeniden inşa etmek ihtiyacı duyuyorlar. Nedir bu krizin özünde yatan?

Kriz paradan para kazanma tahayyülünü tüm dünyaya gerçekmiş gibi gösterme hüneri gösteren muazzam bir yaratıcılık ve yanıltmacılığın sonudur.

Bu bağlamda kriz, serbest piyasa ekonomisi için, hem muazzam bir başarı, hem de muazzam bir zaaf göstergesidir.

Zira, bu krizle de gördük ki:

1) Serbest piyasa ekonomisi insan denen varlığın muhteşem yaratıcılığı karşısında ona yaratıcılık yolunda özgürlük kapısını ardına kadar açan bir sistemdir.

2) Aynı serbest piyasa ekonomisi sonsuz yaratıcılık vasfına sahip insanda aynı oranda güçlü olan sonsuz ihtirasın önüne geçmek için denetim işlevine ise sahip değildir.

* * *

1) Dünyanın motoru insanın sonsuz yaratma gücüdür. Bu gücün önündeki her türlü engel ve müdahale dün de kaldırılmalıdır, bugün de! Dünyanın hemen her noktasını tek ve ulaşılabilir pazar haline getiren bu yaratıcılıktır. İnsanoğlu internet teknolojisindeki gelişmeler sayesinde belki henüz üretilen metaları (real ekonomi) ışınlamayı keşfedememiştir ama kağıtla ifade edilen her türlü değeri anında dünyanın her köşesine ışınlamayı keşfetmiştir. Son yıllarda parasal değerler mukayeseli avantajı olan her yere saniyenin onda biri bir zaman içinde girmeyi ve tersi durumda da çıkmayı öğrenmiştir. Bu durum inanılmaz bir parasal refah sağlamış, bu refah real piyasada üretilen malları ve hizmetleri alabildiğine tüketmeye başlayınca reel (üretici) sektör de muazzam seviyelerde büyümüştür. Hele hele gayrimenkul sektöründe káğıt üzerinde değer artışları ile sürekli ilave kredi kapasitesi yaratılması ve bu (sanal) değerlerin tüm dünyada pazarlanabilmesi dünyayı çıldırtmıştır. Bu sanal büyümeyi Paul Krugman, Joseph Stiglitz, Maurice Allais gibi (referans: Erdal Şafak-Sabah-15.10) ekonomistler görmüş olsa da, "Amerikalılar, bedeli Çinlilerden ödünç alınan paralarla ödenen evlerde oturuyorlar" (ibid), aşırı ve kolay gelen zenginlik onların kulak ardı edilmesine neden olmuştur.

* * *

2) Bazı uyarılara rağmen sonsuz ihtirasa karşı piyasanın arz-talep mekanizması dizginleyici bir mekanizma oluşturamamıştır, zira oyun (sahte de olsa) hem win-win esasına göre kurulmuştur, hem de mali oyunlar tarafları hiçbir zaman bir pazar içinde hesaplaşmak/pazarlık yapmak üzere yüz yüze getirmemiştir. Çıkan ders şudur:

Piyasa sonsuz ihtirasa karşı kendiliğinden tedbirli değildir!

Yanlış yapanın batması veya işletmenin el değiştirmesi gibi piyasa tedbirleri, söz konusu mali piyasalar olunca, fırtınayı artırmaktan başka bir işe yaramadıkları için hiçbir geçerlilik kazanmamıştır.

* * *

Peki ne yapmalı? Tabii ki mali tedbirler alınacak. Ancak şahsi kanaatime göre, tıpkı 2. Dünya Savaşı ardından Frederich Hayek’in ilgili tarafları 10 Nisan 1947’de Mont Pelerin/İsviçre topladığı gibi, bir araya gelinip serbest piyasa ekonomisinin zaafları mutlaka liberaller tarafından ele alınmalı ve onu korumak için piyasanın çaresiz kaldığı durumlarda hukuk devletinin neler yapması gerektiği tartışılmalıdır. Risk alanın yanılması durumunda bedelini kendisine sadece piyasanın değil, hukukun da ödeteceği bir sistem geliştirilmelidir.

Örneğin, Lehman Brothers’ın CEO’sunun kazancına el konulacak hukuki bir sistem gelişmelidir ki, ileride serbest piyasa oyuncuları risk alırken her halükárda riski kendilerinin de yüklendiğini ve hesap verme durumunda olduklarını bilmelidirler.

(Pazar günü Türkiye)
Yazının Devamını Oku

Dünya ekonomik krizini nasıl okuyalım? (II)

15 Ekim 2008
YAŞADIĞIMIZ dönem bir sürü sıkıntıyı yanında taşırken aynı zamanda hepimizi felsefi itikatları açısından da zorluyor. Hepimiz çok kısa süre öncesine dek iman ettiklerimizi tekrar sorgulamak durumunda kalıyoruz. Örneğin global kriz, içine kendimi de kattığım liberalleri epey sıkıntıya soktu.

Serbest piyasa ekonomisinin kendi yarattığı krize kendiliğinden çözüm bulamaması liberalleri oldukça müşkül duruma düşürdü.

Ben şahsım adına bir aydının asli görevinin itikatlarına (paradigmalarına) sarılmak kadar onları sorgulamak olduğunu ve değişen koşullar altında kendisine, temel itikatından vazgeçmeden, yeni kavrayışlar yaratmak olduğunu düşündüğüm için bu dönemden dersler çıkarmaya çalışıyorum.

Ancak, itikatlarını sorgulamak yerine gerçekleri sorgulamakta ısrar eden alaturka aydınlar krize kendi meşhepleri doğrultusunda yorum getirme sevdasını asla terk etmiyorlar.

Dün yazdım. Beni iki grubun görüşleri ilgilendiriyor:

1) Karl Marx bu tip krizleri çok önceden görmüştü. (Örn: Erinç Yeldan)

2) Krizin serbest piyasa ekonomisi ile ilgisi yoktur, kriz devletin gereksiz müdahaleleri sonucu çıktı. (Örn: Atilla Yayla)

* * *

Karl Marx’ın 1848’de (Komünist Manifesto) ile bugünkü krizi (160 yıl önce) gördüğünü yazacak kadar aklıselimi yitirenler, Marx’ın "kriz kuramı"nın peşine düşerek bugünü yorumlamaya kalktılar. Halbuki, "sürekli düşen kár hadleri kuramı"; devamlı artan (teraküm eden) sermayenin, sadece emeğin yarattığı ve her daim sabit (değişmez) kalan katma değer karşısında beher sermaye ünitesine düşen kár haddinin devamlı azalmasına neden olacağı ve sonunda kár hadleri 0’a eşitleneceği için kapitalizmin sonunun geleceğini öngörüyordu.

Ancak, bu tezin önemli bir eksiği vardı. Marx, teknolojinin yön verdiği verimlilik (productivity) ve etkinlik (efficiency) kavramları ile ilgilenmedi ve bunun için de sabit kalan emek biriminden (bile) devamlı artan oranlarda katma değer yaratılabileceğini öngöremedi. Bu da onu tarihe gömdü.

Samimi kanaatime göre; Marksistler kol emeği yerine beyin emeğini (teknoloji üretimi) merkeze alan yeni bir kuram yaratana dek hoş bir seda olarak kalmaya mahkûmdurlar.

* * *

Öte yanda içine düşülen krizi liberalizme halel getirmeden yorumlamaya kalkan alaturka liberaller ise topu ABD devletine attılar. "Dış politikasındaki saldırganlık, dünyanın jandarması rolüne soyunmanın getirdiği yüksek askeri harcamalar devletin aşırı harcama yapmasına ve dolayısıyla devamlı bütçe açığı vermesine sebep olmakta ve devlet vergileme ve açık finansman yoluyla bu açığı çevirmeyi becerebileceğini düşünmekteydi."

Piyasaya halel gelmesin diye yaşanan gerçekler ancak bu kadar tahrif edilir. Yukarıdaki satırları yazan liberal yazara göre "devlet" ve "kapitalizm" ayrı şeyler.

ABD’nin Irak’a saldırmasının nedeni sadece 3-5 bürokrat ve toplumdan kopuk yaşayan siyasiler! Irak Savaşı’nın bizzat ekonomik hayatın ortasına oturan enerji/paylaşım savaşları ile alakası yok. Bush ve neo-conlar ülke ihtiyaçlarına bakmadan bu savaşa girdiler ve ayrıca açık finansman ve vergi yolu ile savaşı finanse etmeye kalkmanın maliyetini göremeyecek kadar cahildiler.

Kısacası, yazara göre, ABD’de serbest piyasa ekonomisinin şampiyonluğunu yapan neo-con düşünce çizgisi aşırı devlet müdahalesi ile serbest piyasa ekonomisini çökertti!

Al bir kaya, nerene dayarsan daya!

* * *

Yukarıda belirttim, hepimiz kendi paradigma(ları)mız ile yaşarız. Ancak, bu paradigmaların teknolojinin baş döndürücü bir hızla peşine taktığı sürekli değişen koşullar karşısında sürekli yeniden ele alınma ihtiyacı var.

Ben yarın bu minvalde bir deneme yapacağım.
Yazının Devamını Oku

Dünya ekonomik krizini nasıl okuyalım? (I)

14 Ekim 2008
EKONOMİK kriz çeşitli yönleriyle nihayet ülkemizde de tartışılmaya başlandı. Hatta, sevinerek gördüm ki kriz çerçevesinde felsefi yaklaşımlar da geliştirildi, çeşitli teoriler yeniden irdelendi. Bu tartışmalarda 2 ideolojik/totalojik görüş beni yakından ilgilendirdi. Ters uçlardaki 2 bakışı bugün ve yarın irdelemeye çalışacağım. Perşembe günü de kendimce krizin Türkiye ağırlıklı yorumunu yapacağım.

Bana göre; krize karşı 2 ideolojik/totalojik yaklaşım sergilendi:

1) Karl Marx bu tip krizleri çok önceden görmüştü. (Örn. Erinç Yeldan)

2) Krizin serbest piyasa ekonomisi ile ilgisi yoktur, kriz devletin gereksiz müdahaleleri sonucu çıktı. (Örn. Atilla Yayla)

* * *

Karl Marx 19. yüzyılda kapitalizmin fotoğrafını en iyi çeken felsefecidir. Kapitalist gelişmeye genel yorum getiren ilk düşünürlerden birisidir, hatta zamanının en iyi sosyologlarından birisidir. Marx’ın bir ekonomist olarak dünyaya en büyük katkısı ise serbest piyasa ekonomisi (mükemmel rekabet), oligopolistik yapı ve monopolistik üretim sistemleri arasında teorik geçiş bağlantıları (diyalektik bağ) kurmasıdır. Öte yanda neo-klasik teoride de kapitalizmin 3 hali teorik bazda ele alınır ama aralarında bağ kurulmaz. Sanki birinden ötekine geçiş birbirinden bağımsızdır ve kendiliğinden oluşur.

Ancak, yaşanan kriz ile Marx’ın kriz kuramı arasında herhangi bir bağ yoktur.

Önce bir noktayı açıklayalım. Kapitalizmin krizlere açık olduğu savı bir tek Marx(ist)lere ait değildir, neo-klasik teoride de çeşitli kriz teorileri vardır. (Örn. cycles/dönüşümler)

Marx’ın kriz teorisinin farkı ölümcül olmasıdır. Ona göre, kapitalizmin sonunu adeta kendiliğinden oluşan krizler getirecektir.

* * *

Nedir Marx’ın "devamlı düşen kár hadleri" olarak bilinen kriz kuramı?

1) Marx’ın kriz kuramı, tamamen reel ekonomi (üretim) ile ilgilidir ve mali piyasalara nerede ise hiç değinmez.

2) Ona göre katma değer yaratan tek unsur emektir ve kár, emeğin sömürüsü ile oluşur.

3) Kapitalistin elindeki toplam sermaye 2 parçada ele alınır; sabit (fiziki yatırımlar) ve değişken (ücretler) sermaye! (değişken sermaye+ sabit sermaye=toplam sermaye)

4) Öte yanda Marx her ne kadar teknolojiden bahsetse de ekonomide teknoloji ile yönlenen verimlilik (productivity) ve etkenlik (efficieny) kavramlarını ele almadığı için katma değer yaratan tek üretim aracı olan emeğin her daim sabit üretim yapacağını varsaymıştır. Örneğin, 1 birim emek gücü beher gün 10 birim katma değer yaratıyorsa, bu hep böyle kalacaktır.

5) Teknolojinin 1 birim emekten giderek 20, 30, 40, 50 birim katma değer yaratabileceği varsayımı kuramında yoktur.

6) Kapitalizmin gelişmesi ile sermayenin terakümü (birikimi) oluşacak, ancak toplam sermaye içinde sadece sabit sermaye (fiziki sermaye) büyüyecektir. Zira, bir ülkede çalışabilir nüfus sayısı eninde sonunda belirlidir, değişken sermayenin (sabit çalışabilir nüfusa ödenen ücretler) payı hep aynı kalacaktır.

7) Marx’a göre toplam sermaye içinde sabit sermaye payı giderek artacak, ancak emek arzı sabit olduğu için beher sabit sermaye birimine düşen katma değer payı/kár haddi giderek azalacaktır. (Emeğin devamlı sabit kalan katma değeri/toplam sermaye oranı devamlı azalacak.)

8) Sonunda beher sermaye birimine düşen kár hadleri 0’a inecek ve yaşanan önlenemez krizle kapitalizm çökecektir.

* * *

Bugüne gelirsek; yaşanan kriz ile Marx’ın kuramı apayrı şeylerdir, yaşanan mali piyasalardaki krizdir ve zaten Marx’ın kendisinde de paradan para kazanma kavramı (monopolistik kapitalizm) hemen hemen hiç yoktur.

Yarın Marx ile devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Osman Pamukoğlu’nun düşündürdükleri

12 Ekim 2008
PERŞEMBE (9-10) gecesi 32. Gün’ün bir kısmını seyrettim. Programda terörle mücadelenin "efsanevi" komutanı Osman Pamukoğlu, Mehmet Ali Birand ve Rıdvan Akar’ın sorularını yanıtladı. Baştan belirteyim, Osman Pamukoğlu’nun sorulan sorulara dolaylı cevap vermesi, bir konuyu anlatırken anında başka bir konuya atlaması, yorumlarını sadece yaşadığı anekdotlara dayandırarak bir türlü analitik olamaması, bir süre sonra beni programdan kopardı. Ancak, Osman Pamukoğlu söyleşide öyle can alıcı bir konuya değindi ki, bence Türkiye’nin esas zaafı o noktada tıkalıdır. Anlattığı meselede asker-sivil Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gösterdiği zaaf, Aktütün’de gösterilen zaafı kat be kat aşıyor!

* * *

Osman Pamukoğlu’na göre geçen ağustos ayının (2008) ikinci yarısında PKK 10. Kongresi’ni hemen dibimizde Kandil’de toplamış. Salonda yapılan kongrenin görüntüleri de varmış, hatta katılımcıların kim oldukları belli oluyormuş. Kongreler 4 yılda bir yapılıyormuş ve komuta çizgisinde herkes bu kongreye katılıyormuş. Kongrelere katılan sayısı 400-500 kişi oluyormuş ve günlerce süren toplantılarda PKK’nın 4 yıllık plan, stratejileri ve eylemleri tartışılıyormuş. Kongrelere katılanların çoğu da toplantı mahalline karayolu ile geliyorlarmış. Gece gruplara dağılsalar da günlerce, hatta haftalarca süren toplantılarda birlikte oluyorlarmış.

Pamukoğlu bölgede görevli iken 5. Kongre hemen dibimizde yapılmış ama komutanlara herhangi bir istihbarat bilgisi verilmemiş. İddiasına göre, Apo 5. Kongre’den sonra, resmi tutanaklara yansıdığı şekilde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne kongre karşısında gösterdiği anlayış için teşekkür etmiş!

Yine Pamukoğlu’na göre bu yılın ağustos ayında yapılan 10. Kongre’de kırsal alanda ve kentlerde eylemlerin artırılması için karar alınmış!

Aktütün ve Diyabakır’ın devamı gelecekmiş!

* * *

Bu açıklamaları dinlerken tüylerim diken diken oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük düşmanı, hemen dibimizde 450-500 kişiyle kongre yapıyor ve bu kongrede ülkemiz ile ilgili hayati kararlar alınıyor.

Türkiye Cumhuriyeti bu kongreyi izleyemiyor veya izlese de ardından gerekli tedbirleri alamıyor!

Pamukoğlu gibi bir insan yalan söylemeyeceğine göre bu durum çok vahim!

İnsan "Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gerçekte bir devlet midir?" diye sormadan edemiyor.

Düşünün; askeri-sivil güçlerimiz bu kongreyle ilgili istihbarat toplayamıyor veya Kuzey Irak’ı bu kongreyi iptal etmeye zorlayamıyor veya bölgenin esas sahibi ABD’yi ne istihbarat toplamada, ne de kongreyi etkilemede yaptırıma zorlayamıyor!

Neymiş efendim; ABD de Kuzey Pakistan’da (Veziristan) istihbarat konusunda zorlanıyormuş. Veziristan ABD’ye en az 20.000 km uzakta. Biz 20 km’yi dahi konuşmuyoruz!

* * *

Başbakan’ın 5 Kasım 2007 tarihli ünlü ABD seyahati sonrası Türk milletine ABD ile ortak "anında istihbarat"ın başladığı söylendi. Buna göre bütün kış Kuzey Irak’ı havadan tarumar ettik! Bir ara kara harekátı da başladı ama birileri öksürdü, harekát yarıda kesildi. Bütün bunların özeti olarak millete PKK’nın belinin büküldüğü, bundan böyle ancak 2-3 kişilik eylemler yapabileceği söylendi.

Ancak, şimdi görüyoruz ki; PKK 10. Kongresi’ni dibimizde yapıyor, 400-500 kişiyle eylem kararı alıyor, yüzlerce terörist ile saldırıyor ve TSK neden geçen kış abartılı bilgi verdiğini ve şimdiki saldırıdaki zaafları nelerdir, bir türlü açıklamıyor.

Olmaz böyle şey!
Yazının Devamını Oku

Dünya ve Türkiye nereye gidiyor? (III)

9 Ekim 2008
İKİ gündür dünyayı irdeliyorum. Çok kutuplu bir dünyaya doğru gidişat, mali krizlerin ancak devlet müdahalesi ile çözülebilme ihtimali ve paylaşım savaşının var gücü ile devam etmesi galiba yeniden kurulmakta olan yeni dünya düzeninin en belirgin özellikleri. Türkiye de yeni kurulan düzenin ister istemez bir parçası olacak. Türkiye’yi neler bekliyor?

1) Reel ekonomi ile büyümediği için global mali kriz Türkiye’yi de vuracak. Sadece hangi şiddette vuracağını bilmiyoruz.

2) Hem kuzeyinde (Kafkaslar), hem de güneyinde (Ortadoğu) çok kutuplu dünya mücadelesinde 2 aktif ülke (ABD ve Rusya) paylaşım savaşı veriyor. Türkiye 2 arada sıkışmış vaziyette.

3) Yıllardır baş edemediği PKK yeniden hortlamış durumda.

* * *

Bunlara göre Türkiye’nin önündeki somut sorunlar nelerdir?

1) Seviyesini bilmiyoruz ama muhakkak ki Türkiye’ye borsa üzerinden gelen sıcak parada giriş yavaşlayacak. 200 milyar dolar dış borç her an geri çağrılabilir. Bankalarımız ve özel sektör dışarıdan borçlanmakta çok zorlanacaklar. Dış talep düşeceği için ihracata dayalı üretim yapan işletmelerimiz üretimi yavaşlatacaklar. Üretimin yavaşlaması işçi çıkarma seviyesine vardığı andan itibaren iç talep de düşmeye başlayacak. Bu sefer bir sarmal başlayacak. İç talebin düşmesi, iç piyasalara üretim yapan işletmelerin de üretimi yavaşlatmasına ve bu sektörlerden de işçi çıkışları yapılmasına neden olacak. Öte yanda, bizde mortgage kredileri ileri seviyelere varmadı ama banka kredileri ile finanse edilen talep fazlası gayrimenkul inşaatı var. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu konutların satılmasında var olan sıkıntı mislisiyle aratacak. Konut fiyatları düşerken bunları finanse eden bazı banka kredileri patlayacak. Ekonominin motor gücü inşaat sektörü krize girince inşaat malzemeleri üreten sektörler, ardından da beyaz eşya, mobilya, yatak, mutfak malzemeleri vb. üreten ilgili sektörler zor günler yaşamaya başlayacaklar. Zaten tekstil halen çok zor durumda, otomotiv sektörü ise işçileri habire tatile gönderiyor.

Böyle bir Türkiye adım adım ortaya çıkarken ekonomi yönetiminin ne yaptığını bilmiyoruz. Maalesef ekonomi yönetimi böyle ortamlarda en fazla ihtiyaç duyduğu unsurdan yoksun gözüküyor: Güven!

Öte yanda Başbakan’ın ekonomi nosyonunun zayıf bir görüntü vermesi piyasada çok konuşuluyor ve rahatsızlık yaratıyor.

* * *

2) Gerek kuzeyinde, gerek güneyinde ateş hattında olan Türkiye çok kutuplu dünya kavramını önceden sezmişçesine iki bölgede de proaktif olmaya çalışıyor. Kafkaslarda Rusya’ya rahat nefes aldıracak politikaları teşvik etmek bizim de lehimize. Karadeniz’in bir NATO denizi olması, Türkiye’yi Rusya karşısında çok zor duruma sokar.

Ortadoğu’da ise 1 Mart tezkeresinin ıskalanmış olması, Irak’ta aktif tutum almamıza büyük sekte vuruyor. Ayrıca ABD’nin Irak’ta ne yaptığını bilmemesi bizim de elimizi çok zayıflatıyor. Özellikle somut bir Kuzey Irak politikası geliştiremememiz en zayıf noktamız. ABD ve/veya İsrail’in İran’la sıcak çatışmaya girmesi ise Türkiye’yi çok ama çok etkiler. Sanki bu zor konuda, ABD bilmediği gibi, Türkiye de ne yapacağını bilmiyor. Sadece zaman kazandırıcı politikaları teşvik ediyor.

* * *

3) Türkiye’nin en büyük sıkıntısı ise somut bir Kürt politikası geliştiremediği için PKK karşısında sadece oyalayıcı adımlarla yetinmeye çalışmasıdır. Son saldırı hem siyasetin hem de askerin bu alanda büyük zafiyetleri olduğunu göstermiştir.

Türkiye acilen, tüm unsurlarıyla birlikte, somut bir Kürt-Kuzey Irak-PKK ile mücadele alanında topyekûn politikalar üretmek zorundadır.
Yazının Devamını Oku

Dünya ve Türkiye nereye gidiyor? (II)

8 Ekim 2008
DÜN 1990’ların ilk yarısında kurulduktan sonra 2000’li yılların son çeyreğinde göçüp, yeniden kurulmakta olan yeni dünya düzeninin parametrelerinin: a) çok kutuplu bir dünyanın ihyası, b) ekonomik ağırlığın Batı’dan Doğu’ya doğru kayması, c) Yeniden Paylaşım Savaşları’nın devam etmesi, d) ekonomiye müdahale ve savaşlar nedeniyle devletin vazgeçilemez bir aygıt olarak güçlü varlığını devam ettirmesi, e) ABD’nin dünya üzerindeki ekonomik ve siyasal etkinliği açısından muazzam bir gerileme yaşıyor olmasına rağmen askeri, araştırma+geliştirme, teknoloji, insan kaynağı alanlarındaki bariz üstünlüğünün hálá tartışılmaz olduğunu vurgulamıştım.

* * *

Rusya Putin+Medvedev ikilisi ile siyasi dengelerini yeniden inşa etti ve dünyaya bir emperyal ülke olarak geri gelmekte olduğunu ilan etti ama ABD yeni siyasi kadrosunu bu yılın kasım ayında kuracak.

Bu veriler altında önümüzde üç soru var:

1) Ekonomik kriz hangi seviyelere ulaşacak, başat ülkeleri hangi derecede hırpalayacak?

2) Rusya Kafkas politikalarında hangi seviyede saldırgan olacak? Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyesi olmasına izin vererek Karadeniz’in bir NATO denizi olmasını hazmedecek mi, yoksa bir şekilde Ukrayna’ya da müdahale edecek mi?

3) ABD’de Obama seçilirse, söylediği gibi, Irak’tan kısa sürede çekilebilecek mi, İran’ın bir nükleer güç olmasına izin verecek mi?

* * *

Bana öyle geliyor ki:

1) Dünya tahminen 2010 yılının sonuna dek ekonomik açıdan duraklama, hatta gerileme dönemi yaşayacak. Kriz global kriz olduğu için bütün başat ülkeleri şu veya bu şiddette etkileyecek ama ülkelerin göreceli gücünü değiştireceğini zannetmiyorum.

2) Ancak, bu dönemde liberal umdeler çok sorgulanacak. Minimal devleti savunanlar dertlerini anlatmakta zorlanacaklar. Friedman yerine Keynes’in adı daha çok yankılanacak.

* * *

3) Bence ne kadar zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın artık Rusya 1990’ların boynu bükük Rusya’sı olmayacak. Başat ülkeler arasında kabul görene dek saldırgan bir Rusya’dan bahsedilebilir. Rusya kendine eskisi gibi tampon bölge görevi görecek etki alanları kurmadan durulmaz.

4) ABD Irak’tan kolay kolay çıkamaz. Sadece Aktütün Sınır Karakolumuza PKK’nın yaptığı hain saldırı bile ABD’nin Irak’ta ne kadar zavallı durumda olduğunu gösteriyor. Eğer ABD böyle bir ortamda Irak’tan kaçarsa bu durum Ortadoğu’yu daha evvel görülmemiş seviyede ateş altına atar. ABD’nin İran’a göz yumması ise zaten dünyadaki tüm emellerini terk etmesi anlamına gelir ki bu yazı dizisi ABD’nin henüz o duruma düşmediğini savunuyor.

3. ve 4. noktaları bir arada yorumlarsak Rusya’nın Kafkasları, ABD’nin Ortadoğu’yu aldığı bir Yeni Yalta da aklıma gelmiyor değil.

Ben ABD açısından seçimleri kazanma ihtimali yüksek Demokratların somut bir Ortadoğu politikası olmamasından korkuyorum.

* * *

5) Bu dönemde Çin ve Hindistan ekonomik açıdan büyümeye devam edecekler ama bu büyümenin çok kutupluluk dışında hasmane politikalar yaratacağını sanmıyorum. Zira karşılıklı bağımlık hasım olmaya artık müsaade etmez.

Örneğin, 1.33 trilyon yabancı para rezervi (dolar, swiss frank, Euro, pound) olan Çin Batı ile artık hasım olamaz, sadece elindeki mali gücü bir nükleer tehdit gibi kullanarak zaman zaman Batı’ya kafa tutar. Elinde 900 milyar $’lık ABD kağıdı olan aynı Çin ABD’nin mali piyasaları çökmesin diye elinden geleni yapar.

(Yarın Türkiye)
Yazının Devamını Oku

Dünya ve Türkiye nereye gidiyor?

7 Ekim 2008
BU haftaki 3 yazımda (salı, çarşamba, perşembe) geleceği okumaya çalışacağım. Ne müneccim ne de fütüroloğum. Sadece bugüne bakarak yarına anlam vermeye çalışıyorum. Dünyanın baş döndürücü bir hızla değiştiği bir dönemde ülkemizde daha çok insanın "Yarın ne olacak?" sorusuna cevap araması gerekiyor. Önce dünyaya bakalım.

* * *

1990’ların ilk yarısından daha "dün"e dek tek kutuplu, tek pazarlı, teknolojinin yön verdiği, temel çelişkilerin aşıldığı liberal bir dünyanın artık egemen olduğuna inanıyorduk.

Ana parametrelerimizde devlet aygıtını tartışıyor, ekonomiden elini eteğini çekmiş bir devletin ekonominin daha verimli çalışmasına yardımcı olacağını düşünüyorduk.

Daha doğrusu tersini düşünenlerin yanıldığını söylüyorduk. ABD önderliğinde ulusötesi işletmelerin yön verdiği, finansal yapının tamamen globalleştiği, muazzam bir teknoloji ve her gün yenisi keşfedilen finansman modelleri ile dünyanın her yerinde paradan para kazanılan bir dünya kurulmuştu.

Yeni dünya düzenine yukarıda saydığım genel paradigmanın yön verdiği önkabuller, önce bir örgütün (El Kaide) dünya devine açık saldırısıyla 11 Eylül 2001’de ağır yara aldı, sonra ABD’nin Irak’a saldırdığı 20 Mart 2003’te de çökmeye başladı.

ABD’nin tek kutuplu dünyanın merkezi olduğu ve savaşların sona erdiği varsayımları ağır darbe yedi. Kıt kaynaklı dünyada enerji hálá kıt kaynaktı ve dünyada üretim hálá enerji ile yaratılıyordu. Paylaşım savaşlarının sona ermesi imkánsızdı.

* * *

Yine 2000’li yıllarda Asya’da Çin ve Hindistan gibi yeni ekonomik devler baş vermeye başladı. Geleceğe dair tahminler 2025-2030 yıllarında Çin+Hindistan+Rusya’nın dünya üretimindeki payının ABD+AB’nin payını geçeceği söylemini tutturdu.

2008 yılında ise 2 yeni gerçekle daha tanıştık:

1) Rusya, Gürcistan’a saldırarak ekonomik bağımlılık nedeniyle Batı’ya boyun bükme döneminin bittiğini, eski Rusya’nın geri geldiğini bütün dünyaya ilan etti.

2) İpotekli krediler (mortgage) ile başlayan kriz:

i) paradan para kazanma modelinin çöktüğünü,

ii) özellikle mali krizlerin ancak devlet müdahalesiyle önlenebileceğini gösterdi.

* * *

Gözüken odur ki artık:

1) Çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiliyor: ABD, AB, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya vb.

2) Ekonomik ağırlık Batı’dan Doğu’ya doğru kayıyor.

3) Yeniden paylaşım savaşları devam edecek.

4) Hem paylaşım savaşları, hem de ekonomiye müdahale gerekliliği nedeniyle devlet vazgeçilemez bir aygıt. Minimal devlet kavramı hálá geçersiz.

5) ABD dünya üzerindeki etkinliği açısından muazzam bir gerileme yaşıyor ama:

i) Askeri alandaki üstünlüğü hálá tartışılmaz.

ii) Araştırma+geliştirme alanında uzak mesafe önde. Hálá teknoloji üretiminde lider, hálá eşi benzeri olmayan üniversiteleri ile dünyanın en nitelikli insan kaynağını üretiyor.

* * *

ABD artık ne kerim emperyal, ne de hükmü her yerde geçen bir otoriter emperyal devlet değil.

Siyasi ve ekonomik alanlarda tek başına hüküm verme yetkisini paylaşmak zorunda ama dünyanın diğer yükselen güçleri, onu askeri ve bilim alanında yakalamaya şimdilik muktedir değiller.

ABD artık çok kutuplu bir dünyanın başat gücü!

(Yarın devam edecek.)
Yazının Devamını Oku