Cüneyt Ülsever

Bayram sonuna ayrılık yazısı yakışır

14 Aralık 2008
HEMEN her kul gibi en çok ölümden korkarım. Herhalde insan yaşamaya doyamıyor. İnancınız ne olursa olsun; ölümün ne olduğunu tam olarak bilememek de insanı rahatsız ediyor. İnsanoğlu tam bilemediği, tarif edemediği, emin olamadığı her şeyden korkar, en azından ürker.

Ben ayrıca yalnızlıktan da korkarım. Hayatta yalnız kalma fikri beni çok yorar.

Bu iki korkum nedeniyle Allah’a bana uzun ömür vermesi, ama ölümümün eşimin kollarında olması için niyaz ederim.

Yalnız kalmaktan korktuğum için ayrılmak fikri de bana kötü gözükür.

* * *

Bayramda sevdiklerimize kavuşmak bizleri sevince boğar.

Ama hayatta her şeyin bir sonu olduğu için bayram da biter, ayrılık vakti gelir çatar.

İstemesek de hayat şartları bizi ayrı köşelere fırlatmıştır.

Allah bağışlasın, iki oğlum var.

İkisi de benden ve analarından ayrı düştüler.

Gelecekleri zaman sevince gark olurum, ama giderlerken de içimdeki mahzun Cuniş’e çok acırım.

Bu bayram da öyle oldu.

Bir oğlumu hiç göremedim, diğeri geldi ve gitti.

* * *

Bir erkeğim ama biliyor ve kabul ediyorum ki "ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar!"

Onun içindir ki başımıza gelen kötü veya zor bir olayı bir arkadaşımıza anlatırken duygumuzu vurgulamak için "anamı ağlattılar" deriz.

Bu bayram da anaların bir kısmı gurbetteki evlatlarını, torunlarını bağırlarına bastılar.

Çocuklar da "ana evine" gitmek için aylarca önceden hesap kitap yaptılar.

Nedense "babamlara" değil de "anamlara" gitmek üzere hazırlandılar.

Analar da günler önce hazırlığa başladılar, evlatlarının sevdiği aşları, tatlıları pişirdiler. Çocuklarına birkaç güzel gün geçirtmek için bütçelerini zorladılar. Sonra heyecanla evlatlarını beklediler. Gelecekleri gün bir türlü geçmedi. Kavuşma saatinde beklenenden biraz gecikme olsa elleri yüreklerine gitti.

Sonra evlatlar geldi, analar-babalar onlara sarıldı. Mahalleli, evladı gelenlere "gözün aydın!" dedi.

Hep birlikte güzel günler, saatler yaşandı.

* * *

Ama ne var ki, sayılı günler her güzel şey gibi çabuk bitti. Ayrılık vakti geldi çattı.

Yolculuğun başlayacağı günün gecesi geçmek bilmedi. Ertesi gün evladı gidecek olan analar yatakta dönüp durdular, "Sen hálá uyumadın mı hanım?" diye soran babalar da esasında kendilerinin de uyuyamadıklarını beyan ettiler.

Sabah oldu, ayrılık vakti geldi çattı. Analar ellerine bir bakraç su aldılar, akar su gibi yolun açık olsun diye evlatlarının ardından döktüler. Ayrılmadan önce evlatlarına, torunlarına sarılarak onları bir güzel kokladılar. Dünyanın en güzel şeyi olan evlat-torun kokusunu önce içlerine sindirdiler, sonra zihinlerine kazıdılar.

İnsan özlediğinin kokusunu burnunda hisseder.

Analar evlatlarını üzmemek için yanlarında ağlamadılar, arkalarından ağladılar. Sonra "Allah günah yazmasın!" diye gözyaşlarını, varsa tülbentleriyle, yoksa bir mendille, o da yoksa ellerinin tersiyle sildiler. Babalar ise dik durmaya çalıştılar.

* * *

Ancak, burada ilan ediyorum.

Babalar da giden evlatlarına ağlarlar, sadece göstermezler!
Yazının Devamını Oku

İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimi

11 Aralık 2008
İSTANBUL Üniversitesi Türkiye’nin en eski üniversitesi. 2500 öğretim üyesi, 2400 öğretim üyesi yardımcısı, 6000 idari personel, 52.000 lisans ve 9000 lisansüstü öğrencisi ile devasa bir yapı. Dünyanın en eski 20., Avrupa’nın en eski 10. üniversitesi. Dünyadaki en iyi 500 üniversite arasında. İstanbul Üniversitesi’nde bayram sonrası, 16 Aralık’ta rektörlük seçimi yapılacak.

* * *

Benim indimde dünyada ülkeler iki ana kategoriye ayrılır:

1) Siyaseti bilimin emrine veren ülkeler. 2) Bilimi siyasetin emrine veren ülkeler.

Belki çok kutuplu bir dünya oluşacak ama ne kadar darbe yerse yesin ABD, dünyanın en iyi üniversitelerine sahip olduğu sürece, kimse önüne geçemeyecektir.

Araştırma-geliştirme ve insan kaynağı alanlarına yatırım konularında ABD’nin önüne geçmeden hiçbir ülke dünyanın başat ülkesi olamaz.

* * *

Bizde üniversitelere rektör seçmek başlı başına bir olaydır. İstisnalardan özür dilerim ama zannedilmesin ki rektörlük yarışı üniversiteye bilim alanında atak yaptırmak için kıyasıya geçer. Bizde rektör adayları daha çok bütçe ve döner sermayeyi yönetmek, bazıları da ayrıca yandaş kadrolar yetiştirmek için yarışırlar.

* * *

İstanbul Üniversitesi’nin döner sermaye gelirlerinin 2008 yılında 650 trilyon YTL olarak gerçekleşmesi bekleniyor.

Ama döner sermaye gelirlerinden Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi’ne yılda yaklaşık sadece 35 milyon YTL aktarılıyor.

Araştırmacılara verilen destek ise yılda yaklaşık 15 milyon YTL’de kalmakta.

Üniversiteler çok kısıtlı bir bütçe ile çalışmak zorunda oldukları için giderlerinin çok büyük bir bölümünü döner sermayeden karşılıyorlar.

Bu durum da rektörleri bilimsel odaklı olmaktan ziyade mecburen yönetim odaklı hale getiriyor.

* * *

İstanbul Üniversitesi rektör adayları arasında bir kişi bana farklı gözüktü.

Diş Hekimliği Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülçin Bermek.

Zira onun hedefi "Üniversitemiz dünyanın önde gelen üniversiteleri arasında yerini alacaktır" sözleri ile özetleniyor.

Prof. Bermek döner sermayeden bilimsel araştırmalara daha fazla pay ayırmayı hedefliyor.

Programı arasında şu vaatler var:

1) Bilimsel araştırmalara az pay ayrılmasının önündeki bürokratik engeller ortadan kaldırılacak.

2) Projeye bağlı olarak destek miktarları artırılacak.

3) Bilimsel yayın yapan araştırmacılara vakıf gelirlerinden ek mali destek verilecek.

4) İkili anlaşmalar çerçevesinde üniversite kaynakları kullanılarak genç bilim insanlarına daha fazla uluslararası değişim ve destek imkánı sağlanacak.

Gülçin Bermek 1998’den beri fakültede çeşitli idari görevler yaptığı için yönetim alanında da tecrübeli. Öğrenim yılları dahil 1971’den beri İstanbul Üniversitesi’nde.

46 adet yayını var. 12 sempozyum, 32 ulusal kongre ve 18 uluslararası kongrede 64 sunum yapmış.

* * *

Tabii ki kimi seçeceklerini İstanbul Üniversitesi’nin öğretim üyeleri bilirler. Ama akademik dünyaya gönül vermiş bir kişi olarak benim en fazla dikkatimi rektör adayları arasında bilimsel odaklı düşünen Prof. Dr. Gülçin Bermek çekiyor!
Yazının Devamını Oku

Light Osmanlı/ılımlı İslam

10 Aralık 2008
TÜRKİYE mi bu kadar ucube bir ülke haline geldi, yoksa Batı’daki aklıevveller mi bu kadar ucube düşünürler haline geldiler de; Türkiye’yi Ortadoğu’da özel bir yere oturtmak için bu kadar ucube terimler uyduruyorlar, ben anlamadım. Tam ılımlı İslam’a alışmaya çalışıyorduk, light Osmanlı terimi de icat olundu! (Bkz: ABD kaynaklı Christian Science Monitor Gazetesi)

Ben işin içinden çıkamadım ama madem bu terimleri yabancılar ortaya atıyorlar, muhakkak bir hikmet vardır diye düşünmeden de edemedim.

Onun için de acaba "Ilımlı İslam’la yönetilen light Osmanlı" nasıl bir devlet olurdu diye akıl yordum. İşte bulgularım:

* * *

Light davranmak için Şeker Bayramı 1.5 gün, Kurban Bayramı 2 güne inerdi.

Bu hesaba göre, ramazan da, haliyle 15 gün sürerdi.

Ilımlı bir şekilde eda edilmesi için Müslümanlar bayram namazlarını günün herhangi bir saatinde ama yine de İslam’a uymak için, mutlaka bayramın birinci günü kılabilirlerdi.

Light Osmanlı’nın müminleri bayram namazını kaç rekat kılacaklarına kendileri karar verirlerdi.

Alkol serbest olur ama Büyük Rakı 35’lik şişede, Küçük Rakı 17.5’luk şişede satılırdı.

Alkol alanların beher dublede bir ölçek rakıya üç ölçek su koymaları mecburi olurdu. Ahlak zabıtası beher Müslüman’ın beher gecede 4 ölçekten fazla rakı içmemesi için her türlü tedbiri alırdı.

Kadınlar alkol konusunda ılımlı reform adına özgür bırakılır ama özgürlüğün dozunu serhoş tutmak için sadece 2 ölçeklik özgürlüğe sahip olurlardı.

Ancak, yine de içince sapıtanlar olacağı için meyhanelere mutlaka haremlik ve selamlık bölümleri açma mecburiyeti getirilirdi.

Meyhaneler çoban salata ve şakşuka satabilirler ama Rus salatasını mönüye ancak Amerikan salatası adı altında koyabilirlerdi.

Light Osmanlı’nın alt kimlik-üst kimlik meselesini hallettiğini vurgulamak için meyhaneler mönülerinde ayrıca Çerkez tavuğu, Arnavut ciğeri, Kürt peyniri, Laz böreği, Arap yahnisi bulundurmak zorunda olurlardı.

Gucci marka olmak ve okula cip içinde gelinmek kaydı ile türban üniversitede serbest bırakılırdı.

Anası Türk olan Kürtlere anadillerini okullarda öğrenmek hak haline gelirdi.

* * *

Başımızdakine padişah denir ama ölenin ardından padişahlık ölenin oğluna geçmez (üzgünüm Bilal!), seçim yapılırdı.

Vezirleri istediği an görevden alma, istediğini vezir yapma yetkisi, yine bugün olduğu gibi, padişahta olurdu.

OBMM light Osmanlı’nın şanına uygun bir şekilde hafif sıklet çeken 100 üyeden oluşurdu. Üyelerinin yarısının soyadı (soyadı kanunu değişmiyor) padişah ile aynı olmak kaydı ile millet tarafından seçilirdi. Üye yapmak üzere aynı soyadına sahip en az 50 kişiye gerek olduğu için padişah ailesi zürriyete çok dikkat ederdi.

OBMM’nin diğer 50 üyesinin yarısını vezirlerin teklif edeceği 150 aday arasından padişah atar, diğer yarısını ise Diyanet İşleri Light Başkanlığı İslamiyet anlayışı ılımlı kişiler arasından seçerdi.

* * *

"Devletin adı Light Osmanlı’dır" ve "Milletin dini Ilımlı İslam’dır" cümleleri değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler olarak başına artık "T.C." yerine "I-L" ibaresi konan Anayasamızın en başına yazılırdı.
Yazının Devamını Oku

Başbakan krizi nasıl algılıyor?

9 Aralık 2008
4 Aralık 2008 günü "eski liberal-yeni AKP"li bazı yazarların aniden Erdoğan’a yüz çevirmeleriyle ilgili olarak yazdığım "Bir özeleştiri gerekmez mi?" başlıklı yazıda, "Bazıları, Erdoğan ekonomi bilmediği için krizi yönetememesinden şikáyetçi. Erdoğan ekonomi biliyordu da şimdi mi unuttu?" diye sormuştum. İngiltere’de finans alanında doktora yapan bir okurumdan aşağıdaki mektup geldi.

Mektubu ilginç bulduğum için yayınlıyorum.

* * *

"Sayın Cüneyt Ülsever,

Daha önce size birkaç kez mail göndermiştim. İngiltere’de finans alanında doktora yapıyorum ve yazılarınızı sürekli keyifle okumaktayım. 4.12.2008 tarihli yazınızı okurken aklıma gerçekten Erdoğan’ın ekonomiyi bilmediği, ya da çok iyi bir Şark kurnazı olduğu olasılığı geldi.

Şöyle ki: Erdoğan’ın bir sözünden alıntı yapmak istiyorum.

Aynen şöyle demiş:

’Kriz Türkiye kaynaklı değildir. Bu kriz ABD kaynaklıdır. Dolayısıyla kimse bu krizin faturasını AK Parti iktidarına çıkaramaz.’

* * *

Bu söylem bana şöyle düşündürdü. Ya gerçekten ekonomiyi bilmiyor, ya da çok iyi bir Şark kurnazlığı örneği sergiliyor. Çünkü buna sade vatandaşı belki inandırabilirsiniz ama biraz aklı çalışanı inandıramazsınız.

Dünya tarihinde 2002-2007 dönemi kadar global likiditenin bol olduğu bir dönem yaşanmış mıdır acaba?

İlk önce bu soruya cevap vermesi gerekir.

İkincisi, acaba bu bol likidite döneminde sadece Türkiye mi büyümüştür, yoksa neredeyse bütün gelişmekte olan ülkeler mi büyümüşlerdir?

Üçüncüsünü ise şu anda çalıştığım alanla ilgili olduğu için biliyorum. Bütün gelişmekte olan ülke tahvillerinin fiyat hareketlerini belirleyen faktörler üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda, istisnasız ’global risk iştahı’ birinci temel belirleyen çıkıyor.

Bu şu demektir:

Türkiye’de yaşanan bol dövizli günleri içeriden çok dışarıdaki durum etkilemiştir!

Siz 2002-2007 döneminde dışarıdan gelen bu rüzgára yaslanacaksınız ama Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesini AKP iktidarının başarısı olarak sunacaksınız!

Ancak!

Dışarıdaki rüzgár tersine dönünce de ’Bu durum AKP’nin suçu değil, krizi bize yıkamazsınız’ diyeceksiniz.

Bu benim gördüğüm tipik bir Şark kurnazlığı vakasıdır.

* * *

İnsanın birazcık olsun tutarlı olması gerekmez mi?

Eğer 2008-2009 döneminde yaşayacaklarımız sizden kaynaklanmadıysa, nasıl oluyor da 2002-2007 büyüme dönemi sizden kaynaklanıyor?

Ben bir finansçı olarak anlayamıyorum, umarım anlayan birileri vardır!

Saygılar, sevgiler."

* * *

Belli ki İngiltere’de doktora derslerinde "Şark Kurnazlığına Giriş" dersi okutulmuyor.

Şarklı dünyamızda sınıfı geçenler kendileri geçerler, sınıfta kalanları öğretmen bırakır!

Başbakan da normal yurdum insanı!



Tüm Müslümanların Kurban Bayramı’nı candan kutlarım.
Yazının Devamını Oku

Gönüllülük insana dair bir erdemdir

7 Aralık 2008
BİR insana veya bir kuruma gönüllü olarak hizmet etmek, insana dair erdemlerin en yükseklerindendir. Kaldı ki biz "komşusu açken uyuyamayan" insanlar olmakla övünürüz. Yardımsever bir millet olduğumuzu sağa sola haykırırız. Köyde imece usulüyle iş yaparız.

Ancak, galiba gönüllü olmayı pek sevmiyoruz. Dünya Gönüllüler Günü (03.12.08) münasebetiyle Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın (TEGV) yaptırmış olduğu "Türkiye’de Gençlik, Gönüllülük ve Sosyal Sermaye Araştırması" sonuçları, gönüllü faaliyetlere gönülsüz olduğumuzu gösteriyor.

1 Kasım-22 Kasım 2008 tarihleri arasında, 15 ilin kentsel bölgelerinde 18-35 yaş diliminde yer alan nüfusu temsil eden 748 genç ile yüz yüze görüşmeler ve 6600 TEGV gönüllüsünün davet edildiği ve 724 kişinin doldurduğu internet anketleri sonuçları şunları söylüyor:

Son bir yılda gönüllü faaliyette bulunanlar % 4.8 iken hiçbir faaliyette bulunmayanlar % 95.2! Gönüllü faaliyetlerde bulunanların % 53’ü de haftada 3-4 saatin altında çalışmışlar.

Zaten maalesef, 55 ülke arasında gönüllü faaliyetlere katılanların oranına baktığımızda en geride kalan ülke Türkiye!

Nüfus içinde 18 yaş ve üstü dilimde gönüllü faaliyetlere katılanların nüfus içinde oranı; ABD’de % 67.8, İsveç’te % 56.4, Hollanda’da % 49.8!

Hadi bunlar gelişmiş ve zengin ülkeler diyelim, aynı oran Bosna’da % 21.3, Kırgızistan’da % 16, Ukrayna’da % 13!

Bizde ise sadece ve sadece % 1.7!

Bir ayrım yapar ve sadece kentte yaşayan 18-35 yaş arası nüfusu ele alırsak oran % 7.7’ye çıkıyor! Ancak, yine sonunculuktan kurtulamıyoruz.

* * *

İnsanlarımız gönüllü faaliyetlere katılmama nedeni olarak çeşitli gerekçeler gösteriyorlar, ama zaman ve para en önemli katılmama gerekçeleri!

Zaten, deneklerin % 59.4’ü çeşitli hayır kurumlarına yaptıkları parasal yardımların yıllık 50 YTL ve altı olduğunu bildiriyor. Bağış yapanların % 75’i de 500 YTL ve altında bir miktarı yıllık bağış olarak verdiklerini söylüyorlar.

Gönüllü çalışma yapanların tercih ettikleri alanlar ise eğitim, çocuklar, gençler ve kadınlar.

İnsanlar en fazla yaşadıkları çevrenin sorunlarına çare bulmak için gönüllü faaliyette bulunuyorlar. Yeni yetenekler kazanma, yeni insanlarla tanışma diğer gönüllü olma nedenleri.

Belirli bir kuruma yardım etme, boş zamanlarını değerlendirme, kendine ihtiyaç duyulduğunu hissetme, iş bulma ve deneyim kazanma da gönüllü olma nedenleri.

* * *

Gönüllü çalışmayı bir başkası için zaman ve para harcama olarak tarif ederken gönüllü faaliyette bulunanların kendilerine de yeni değerler kattıklarını bu araştırma sayesinde öğrendim.

Gönüllü faaliyette bulunanlar kendilerine çok daha olumlu bakıyorlar.

Gönüllülük, norm ve değerlere önem vermeme olarak tarif edilen anomi duygusunu azaltıyor.

Gönüllüler geleceğe yönelik norm ve değerlere daha fazla inanıyorlar.

Gönüllülük, insanımız arasında eksikliği çok hissedilen güven duygusunu da artırıyor.

Üstelik, gönüllülerin empati duygusu daha yüksek!

* * *

Gönüllü olmaya gönül veren insanımız az, hem de pek az!

Halbuki, gönüllü faaliyet gösterenler kendileri de kazanıyorlar.

Gönüllü çalışmalar alanında göz nurlarımızdan birisi TEGV!

Genel Müdürleri Nurdan Şahin nezdinde tüm çalışanlarına bu araştırma ile bizlere yeni bir ufuk açtıkları için çok teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku

Bir özeleştiri gerekmez mi?

4 Aralık 2008
BAZI "eski liberal-yeni AKP’li" yazarlar 2002’den beri destek verdikleri Recep Tayyip Erdoğan’ı şimdilerde terk etmeye başladılar. Onlar Erdoğan’ın AB ile dalgasını geçtiğini birdenbire anladılar, özgürlükleri zaten umursamayan Erdoğan’ı şimdi şüpheyle karşılamaya başladılar. Geçen hafta Avrupa Parlamentosu’nun (AP) bazı üyeleri ile birkaç gazetecinin katıldığı yemekte, üyelerin de Erdoğan’ın AB üyeliği konusunda samimiyetinden şüphe ettikleri izlenimini aldım.

Onlara göre de Erdoğan, AB ile müzakerelerin durdurulma ihtimalini ciddiye almıyor.

Ben 2004’te AB’den müzakere tarihi alarak meşruiyetini elde eden Erdoğan’ın AB üyeliğini, özgürlükleri takmadığını yıllardır söylüyorum. Erdoğan 2005’ten beri ona hayatiyet veren Milli Görüş ile birlikte hareket ediyor. Kapatma davasının 6/5’lik kritik sonucunun nasıl dizayn edildiğini gördükten sonra da statükoya tamamen teslim oldu. 

Hatta, önümüzdeki yerel seçimlerde Güneydoğu’da Milli Görüş ile TSK’nın işbirliğini yaşayacağız!

Hazretler, AKP’nin özgürlüklerle alakası olmayan bir yapı olduğunu yeni keşfettiler!

* * *

Neden? AKP’nin gerçek yüzü artık görmezden gelinmeyecek kadar açığa çıktı da ondan!

Bir arkadaşım da bizim grupta "fikir değiştirenlerin" artık terk ettikleri Başbakan’ın Aydın Doğan’a saldırmasından sonra zor bir seçim yapmak zorunda kaldıklarını söylüyor.

* * *

Ancak, bazıları yine de ani U dönüşlerini hafifletmek için bahaneler buluyorlar:

1) Asker bastırınca AKP statükoya teslim olmak zorunda kalmış!

AKP ve bu yazarlar, Türkiye gerçeğini bilmiyorlardı da şimdi mi öğrendiler? 27 Nisan muhtırasından sonra AKP’nin cesur duruşuna hep beraber alkış tutmamış mıydık? Bu zevat, AKP’yi statükoya karşı özgürlükleri savunuyor savı ile savunmuyor muydu?

Büyükanıt gitti, Başbuğ geldi! "Başbakan’ının paşası" gitti, "Paşasının Başbakan’ı" geldi!

Neden? Hep beraber bu soruya cevap aramak zorunda değil miyiz?

2) Bazıları da statüko ile uzlaşmanın yerel seçim öncesi bir taktik olduğunu, Başbakan’ın seçim sonrası reformcu olacağını söylüyor veya umut ediyorlar. Aynı yazarlar 22 Temmuz’da AKP’nin kazandığı zaferin önemli bir nedeni olarak Erdoğan’ın statükoya karşı verdiği mücadelenin millet tarafından takdir edilmesini gösteriyorlardı. Şimdi tersini söylüyorlar. Hangisine inanalım? Üç seçim geçiren AKP’nin dördüncü seçimden sonra reformcu olacağı iddiası veya beklentisi bir hayal değil mi?

* * *

3) Bazıları da Başbakan’ın 22 Temmuz’dan sonra zafer sarhoşluğu içinde otokrat/otoriter bir tavra girdiğini, yalnızlaştığını ve yorulduğunu söylüyorlar.

"Obama’ydı, Bush’laştı!"

Bu saptama büyük bir çelişkiyi içinde taşımıyor mu?

Aynı kişiler Erdoğan’ın hem otokratlaşmasından, otoriter tavrından şikáyet ediyorlar, hem de kapatılma korkusu yaşadıktan sonra asker karşısında suspus kaldığını vurguluyorlar.

Onlara göre Erdoğan medyaya, TÜSİAD’a, bankalara, hatta halinden şikáyet eden millete şahin, askere ise güvercin!

4) Bazıları ise Erdoğan ekonomi bilmediği için krizi yönetememesinden şikáyetçi. Erdoğan ekonomi biliyordu da şimdi mi unuttu?

* * *

Herkes fikrini değiştirebilir, yanlışını sonradan görebilir. Kimsenin fikrinin ebedi bekçisi olmasını beklemiyorum.

Ancak, fikrini değiştiren özeleştiri yapmak zorundadır, ben çoğunun kıymetli insanlar olduğundan şüphe etmediğim arkadaşlardan gerekçeli bir özeleştiri bekliyorum!
Yazının Devamını Oku

Krizin Türkiye’ye olası etkileri

3 Aralık 2008
DÜN yazdım. Bahçeşehir Üniversitesi’nde katıldığım "Global Finansal Kriz ve Türkiye’ye Etkileri" konferansında 1999 yılında Nobel ekonomi ödülünü alan Robert A. Mundell, ekonomi politika uzmanı Arvid Lukauskas ve uluslararası finans ve gelişme ekonomileri uzmanı Francisco L. Rivera-Batiz’i dinleme fırsatını yakaladım. Dün Rivera-Batiz’in konuşmasından hareketle global krizin nedenlerini irdeledim.

Bugün Türkiye dahil, gelişmekte olan ülkelere olası etkilerini yazacağım.

Rivera-Batiz’in verdiği rakamlara göre, krizin etkisiyle Gayri Safi Milli Gelir artışları bazı ülkelerde şu şekilde olacak (%):

Bu karamsar tablo eşliğinde Prof. Rivere-Batiz, krizin ABD’den gelişmekte olan pazarlara aşağıda sıraladığım yöntemlerle transfer

2007 2008 2009ABD 2.01.4-0.9Japonya2.10.5-0.1 Euro alanı2.61.0-0.6 İzlanda4.91.59.3Meksika3.21.90.4TÜRKİYE4.63.31.6

olduğunu/olacağını söylüyor:1) Batan mortgage (ipotekli) kredilerine yatırım yapmış/borç vermiş gelişmekte olan ülkelerdeki kurumlar ve kişiler paralarını geri almayacakları için olumsuz etkilenecekler. Bunların başında Rus oligarkları ve UBS gibi köklü bankalar geliyor.

Yazının Devamını Oku

Ekonomik krizin nedenleri

2 Aralık 2008
SAĞOLSUNLAR, Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki dostlar, bana 28 Kasım Cuma günü akıl ve fikir dolu koca bir gün yaşattılar. O gün dünyada yaşanan ekonomik kriz ve Türkiye’ye olası etkileri ile ilgili çok değerli bilgilerle ve fikirlerle donandım. Beynim, beyin fırtınası lezzetiyle coştu.

Bahçeşehir Üniversitesi ve ABD’nin Columbia Üniversitesi’nin birlikte tertip ettikleri "Global Finansal Kriz ve Türkiye’ye Etkileri Konferansı"nda, 1999 yılında Nobel ekonomi ödülünü alan Robert A.Mundell, ekonomi politika uzmanı Arvid Lukauskas ve uluslararası finans ve gelişme ekonomileri uzmanı Francisco L.Rivera-Batiz’i dinleme fırsatını yakaladım. Üçü de Columbia Üniversitesi ekonomi profesörü.

Ben bugün krizin nedenleri, yarın da gelişmekte olan ülkelere olası etkileri hakkında konferansçılar arasında beni en çok etkileyen Prof. Rivera-Batiz’in konuşmasını esas alarak meraklısı için 2 yazı yazacağım.

Bugün krizin nedenlerini irdeliyorum.

* * *

Rivera-Batiz’e göre; baş edebilmek için 2007’nin başından beri ABD yetkililerinin fonlama, doğrudan kredi veya kredi garantisi olarak 5.1 trilyon dolar ayırdıkları, IMF’nin oldukça iyimser bir tahminle kayıpların 1.5 trilyon doları bulacağını söyledikleri krizin çıkış nedenleri şöyle:

1) Dünyada artan refahla birlikte ABD’ye diğer ülkelerden akan net özel sektör yatırımları, 1999 ile 2005 yılları arasında neredeyse % 100 artmış. 1999’da ABD’ye dışarıdan 248 milyar dolar gelirken bu rakam 2005’te 482 milyar dolara çıkmış. Basit anlatımla ABD’ye dışarıdan para akmış.

* * *

2) Dünyada refahın kriz öncesi hangi seviyelerde arttığına iyi bir örnek Çin! Çin’in yabancı para rezervleri 1994 yılında 53.6 milyar dolar iken bu rakam 2007 sonunda 1 trilyon 528 milyar dolara yükselmiş. (Sanırım bu rezervlerin takriben 1 trilyon doları ABD’de-CÜ). Rezervler 13 yılda kabaca 30 misli artmış.

* * *

3) Buna mukabil ABD’de yatırımlar 1994-2001 döneminde milli gelirin % 19’u seviyelerinde hemen hemen aynı kalırken, ele alınan dönemde tasarruflar ise % 17 seviyesinden % 14.3’e düşmüş. ABD daha fazla para harcamış, daha az para biriktirmiş ama yatırımları kısmamış. Aradaki farkı da % 2.6’dan % 4.9’a çıkan, demek ki 2 misli artan dış finansmanla (diğer ülkelerden gelen parayla) karşılamış.

* * *

Prof. Dr. Rivera-Batiz’in verdiği rakamlar açıkça gösteriyor ki; ABD kriz öncesi son 10 yıldır bir borçlanma çılgınlığı yaşamakta idi. Dışarıdan oluk gibi akan paraları bunların yarattığı yükümlülük düşünülmeden kullanmaktaydı. İşte bu paralardan bazıları ABD’de maliyetlerden, nüfus artışından ve diğer getirilerden bağımsız artan gayrimenkul (ev) talebine yöneldi. Kaynak bolluğu giderek maddi gücü ev almaya müsait olmayanların da ipotekli (mortgage) kredilerle ev sahibi olmasını sağladı. Maddi gücü olmayanların (sub-prime) kullandıkları krediler ancak ev fiyatları arttığı sürece karşılandı. Dur durak bilmeyen, hatta devlet tarafından teşvik edilen fakirlere ev kredisi dağıtma çılgınlığı sonunda patladı ve evler bankaların elinde kalınca bu sefer ev fiyatları düşmeye başladı. Bu durum da haliyle, ödeme gücü olan kredi sahiplerinin de ödeme gücünü elinden aldı.

Bütün dünyadan toplanan ve çeşitli mali enstrümanlarla finanse edilen krediler geri dönmemeye başlayınca kriz yarattığı toksik káğıtlar (değersiz değerler) ile dünyada hemen hemen bütün ülkeleri finansal krize soktu.

Yarın bu krizin Türkiye’ye etkilerini irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku