30 Kasım 2008
İKİ kişinin tanıştıkları ilk anda birbirlerine áşık olma ihtimali nedir, bilmiyorum. Muhakkak ki, birbirlerini gördükleri ilk anda karşılıklı áşık olanlar vardır ki hemen hemen bütün şarkılar, şiirler, aşkı böyle anlatırlar. Ancak bana öyle geliyor ki áşığın maşuğu gördüğü ilk anda áşık olması ihtimali düşüktür. Kişiler birbirlerini ilk gördükleri anda birbirleri hakkında ilk intibaları ediniyorlar, hatta bu ilk intibaları söküp atmak zaman alıyor. Birini ilk gördüğümüz anda ona ısınabiliyor, ondan rahatsız olabiliyor, onu sempatik veya antipatik bulabiliyoruz. İlk gördüğümüzle, kısa da olsa, sohbet edebilirsek onun "havası"nı (aura) hissedebiliyor, hakkındaki izlenimimizi pekiştirebiliyoruz.
Ama ona ilk anda áşık olduğumuzu sanmıyorum.
* * *
Bence kimse kimseye ilk anda áşık olmuyor. Belki ilk gördüğünde sonradan áşık olacağı kişinin etki alanına giriyor ama o anda áşık olmuyor. Ancak, birine áşık olmak için onu sık sık görmek veya áşık olmadan önce bilmem kaç defa görüşmek de gerekmez. Bir defa gördüğünüz kişiye de áşık olabilirsiniz. Ancak, aşkı damıtmak, bilincine varmak zaman ister.
O da size áşık olacak ise aynı süreçten geçecektir. Karşılıklı doğan aşklar bile karşılıklı damıtma süresine ihtiyaç duyarlar, áşıklar bir süre sonra karşılıklı ama birbirinden bağımsız olarak durumun farkına varırlar.
* * *
Bazı insanlara "áşık", bazılarına ise "maşuk" deriz. Bazı insanlar sadece karşı tarafa áşık oldukları için áşık olurlar, bazı insanlar ise karşı taraf onlara áşık olduktan sonra karşı tarafa áşık olurlar.
Kadınların önce maşuk olmak istediği söylenir. Bilmem ne kadar doğru! Belki onların estetik anlayışı beğenilmeyi beğenmenin önüne koyuyor. Bana göre, kadınlar esasen sosyal tabular yüzünden "ilk açılan" olamazlar. Aşklarını ilk itiraf eden olurlarsa öğreti onlara bunun hem karşı tarafta, hem de çevrede kötü çağrışımlar yapacağını söyler.
Ben, kadın-erkek ayırmadan, bazılarının önce áşık olmak, bazılarının da önce áşık olunmak üzere kurgulandıklarını düşünüyorum.
Sadece sevmek için sevenler olabildiği gibi, sevildiği için sevenler de vardır.
Bir kişiye baştan aşk duymayan birisi, diğerinin ısrarlı ve samimi aşkı karşısında ona áşık olabilir.
Bunun "ego"nun gücüyle ne kadar alakası vardır, buna uzmanlar karar versin. Ben sadece insanlar arasında böyle bir fark olduğunu vurgulamak istiyorum. Ayrıca, karşı taraf ona áşık olduğu için karşı tarafa sempati veya sevgi duyulmasından bahsetmiyorum.
Karşı taraf ona samimi olarak áşık olduktan sonra karşı tarafa samimi olarak áşık olmaktan bahsediyorum.
Belki de bu bir korunma güdüsü. Aşk zor iş. Áşık olan bir türlü hastalanıyor, aşk her babayiğidin yiyeceği nane değil. Áşık olan, bir süre de olsa, karşı tarafa tamamen teslim oluyor. Belki de bu yüzden bazı insanlar, korunma güdüsüyle önce karşı tarafın teslim olmasını istiyorlar.
Bazı insanlar teslim almadan teslim olmak istemiyorlar.
Sakın yanlış anlamayın, kendimi tekrar etmek uğruna belirteyim, ben sonradan áşık olanlarda bir samimiyetsizlik görmüyorum. Onlar da sırılsıklam áşık oluyorlar, onlar da karşı tarafa teslim oluyorlar.
Áşık olmadan önce áşık olunmak isteyenler bunu tamamen bilinçsizce yapıyor da olabilirler.
* * *
Siz şimdi kendinize sorun. Önce áşık mı, yoksa maşuk mu olmak istersiniz?
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2008
DÜN yazdım. Bu ülkenin bir sürü meselesi arasında türbanlı ve imam hatipli (meslek liseli) Sünni öğrencilerin, Alevilerin ve Kürtlerin esirgenen bazı hakları kronik hale gelmiştir ve hatta bu esirgenen haklar diğer meselelerin çözülmesine de engel olmaktadırlar. Üç konuda da, şu veya bu nedenle, hak esirgenmesi söz konusudur.
Ayrıca, bu meseleler birbirinden bağımsız gibi gözükse de esasında birlikte ve aynı anda çözülmedikçe çözümleri dengeleyemeyeceği için tekil çözümler hiçbir zaman derde deva olamıyorlar.
Bir çözümün diğerinin özgürlük alanına girmemesi veya diğerinin özgürlüğünü tehdit ediyormuş gibi algılanmaması için hakların sınırları da açıkça belirtilmek zorundadır.
Demokrasilerin "dengeleme ve denetleme" prensibi böyle emreder.
Zira, bir grubun meseleleri çözülmeye kalkıldığında onların kazanılacak hakları istismar edeceklerine dair diğer grupların korkuları aşılamamaktadır.
Bir seçim arifesinde CHP, MHP ve AKP’nin yeni açılımları bana bir umut kapısı açtı. Halkın Meclis’i bir araya gelerek ve meseleleri birlikte ele alarak ve dahi sınırlarını da çizerek bazı temel meseleleri çözmesi için imkán belirdi.
Peki ne yapmalı?
* * *
Ben sadece aklıma gelenleri sıralıyorum.
1) Başörtüsü (türban dahil) ile üniversiteye girmek serbest bırakılmalı.
2) Meslek liselerinin önündeki katsayı engeli kaldırılmalı. Öğrenciye istediği zaman kulvar değiştirme hakkı verilmeli. Üniversiteye giriş sınavlarının soruları normal lise müfredatına göre hazırlandığına göre meslek liselerine gidenler zaten bir adım geriden başlamayı baştan kabul etmektedirler.
3) Dini, etnik, siyasi vb. ayrımcılığa yol açabilecek sembollerin kullanılması kamuda çalışacaklar için açıkça yasaklanmalı ve bu durum Anayasal teminat altına alınmalıdır. Türbanın dini semboller arasında yer aldığı, zira kamu hizmeti alınırken, başını bağlamayanlar açısından, ayrımcılık tehdidi olarak algılanabileceği ilgili kanunda açıkça belirtilmelidir.
4) Mecburi din dersi bir dinin, mezhebin, tarikat, cemaat veya inancın tek başına veya ağırlıklı öğretildiği bir ders olmaktan çıkarılmalıdır. Bu ders dinler ve kültürlerin öğretildiği bir ders haline getirilmelidir.
5) Seçmeli din dersi konmalı ve müfredatları bulundukları bölgedeki talep ve ihtiyaca göre ayarlanmalıdır.
6) Cemevleri ibadethaneler olarak kabul edilmeli ve Diyanet’e bağlanarak bütçeden pay almalıdır. (Ben Diyanet’in kaldırılmasına şiddetle karşıyım. Bkz: Cüneyt Ülsever, "Neden Liberalim?", Timaş-2000. ’Yeni Bir Laiklik Anlayışına Doğru’, s. 123-141)
7) Cemevlerinin ruhani liderleri imamlarla eşit özlük haklarına kavuşturulmaldır.
8) Kürtçe televizyon bir an evvel hayata geçirilmelidir. Yayınlanacak programların seçiminde Kürt kültürü uzmanları da rol almalıdır.
9) Belirli üniversitelerde Kürt Kültürü ve Tarihi kürsüleri kurulmalı, Kürt dili ve edebiyatı bilimsel araştırmalara açılmalıdır.
10) Resmi dil tektir ve Türkçe’dir. Ancak, ihtiyaç ve talebin olduğu yerlerde Kürtçe veya başka bir anadil seçmeli ders olarak okutulabilmelidir.
* * *
Ben yukarıda sıraladığım önerilerin Türkiye’de oldukça anlamlı bir rahatlık yaratacağına inanıyorum.
Ayrıca, AKP’nin elinden "türban" kartını, CHP’nin de elinden "Alevi" kartını, DTP’nin elinde "Kürt" kartını alacağı için Türkiye’de belirli bir inanca, mezhebe, kimliğe, sektere yönelik dar siyaset yapmanın da önü büyük çapta kapanacaktır.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2008
MUHAKKAK ki sebebi hikmeti yaklaşan yerel seçimler. Ancak, yine de atılan birtakım adımlar ülkenin bazı ortak dertlerini çözmek için kapıyı aralıyor.
Türkiye’de kimi kök salmış meseleler birbirinden bağımsız gibi gözükse de esasında birlikte ve aynı anda çözülmedikçe çözümleri dengeleyemeyeceği için dertleri dert olmaktan çıkaramazlar.
Ülkede sosyal ve siyasal alanda sıkıntı çok ama bence üç mesele göreceli ağırlıkları itibarıyla çözümde öncelik almayı hak ediyorlar. Bu meseleler:
1) Sünni kız öğrencilerden türbanlıların üniversitelere kabul edilmemesi. Sünni öğrencilerin devam ettiği imam hatiplilere de "katsayı sorunu" nedeniyle üniversite kapılarının kapatılması. Bu sorun esasında tüm meslek lisesi öğrencilerini kapsıyor!.
2) Alevilerin inanç özgürlüğü açısından yok sayılması.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2008
BİLİYORSUNUZ, ABD’nin Irak’tan 2011 yılının sonuna dek çekilmesi için karar alındı. Biz de 2009’un başından itibaren Irak ile ilgili karar yetkisi Irak ordusuna geçeceği için "Artık Kuzey Irak’ta PKK’yı vurmak için Irak’tan mı izin alacağız!" diye dertlere düştük.
Ancak, kararla ilgili çok daha önemli bir durum var ki bizi çok daha derinden ilgilendiriyor.
Binlerce yandaşı ve Mehdi Ordusu adında silahlı milis grubu bulunan Şii lider Mukteda El Sadr, ABD ile anlaşmayı tanımayacağını, işgalci ABD çekilene dek direneceklerini açıkladı. Ona göre, ABD Irak halkı ile değil, sadece Kürtlerle (Talabani, Barzani) anlaştı.
Sadr’a İran destek verdiği gibi ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle ilgili anlaşmayı tanımamak konusunda bazı Sünni kesimler de yanında yer alıyorlar.
Kurulduğunda da ABD’nin liderliğindeki Irak Geçici Hükümeti’ni tanımayan Sadr, alternatif bir hükümet ilan etmişti. Ancak ABD’nin Sadr bölgesini kuşatma altına alması ve araya yaşlı Şii liderlerin girmesi üzerine Sadr geri adım atmıştı.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2008
HÜRRİYET Gazetesi’nin İnsan Kaynakları Eki’ndeki yazılarıma ilk önce teknik yazılar yazarak başladım. Bir gün bu yazılardan sıkıldım ve duyguları yazmaya başladım. Okurlar olağanüstü ilgi gösterdiler. Bazen bana yazdıkları mektuplar birer makale değerinde oluyordu. Başta aşk, sevgi olmak üzere üzüntü, sevinç, hüzün, utanmak, sıkılmak vb. gibi duygu kelimesi etrafında aklınıza ne geliyorsa bunların bir gazetede işlenmesi, tartışılması insanların muazzam ilgisini çekti. Bazen insanlar beni yolda durdurup insana dair yazdığım bir yazıyı tartışmaya açıyorlardı. İK’da yazdıklarımı kitaplaştırmamı isteyen bir sürü talep geldi. Ancak gazete İnsan Kaynakları Eki’ni küçültmeye karar verdi ve ben o köşeyi kaybettim. Bu durumu da geçen hafta İK Eki’nde ilan ettim. Bu sefer de çok sayıda tepki aldım. Bilgisayarım devam etmemi isteyen mektuplarla doldu.
Devam edeceğim. Zira, her şeyden evvel ben o yazılardan uzak kalamam. Ben de "insana dair" yazarken çok keyif alıyor, zaman zaman da kendimi yazdıklarıma o kadar kaptırıyorum ki, o anda yazdığım duyguyu aynen yaşıyorum.
Yazarken ben de seviniyor, hüzünleniyor, hatta bazen ağlıyorum.
Bundan böyle ana gazetede, pazar günü yayınlanan yazılarımı insana dair konulara ayıracağım. İsteyenler beni buradan takip edebilirler.
* * *
Bu haftaki ilk yazım ekonomik kriz ile ilgili ama yine insana dair!
Yaşanan krizler her tür meslekten insanı vuruyor. İşadamı da, müteşebbis de, serbest çalışan da, esnaf da krizden etkileniyor.
Ancak, en kötü tokadı köylü ve sabit ücretli yiyor.
Beni ise en çok genç insanlarımızın işsiz kalması etkiliyor. Zira onlar daha hayatlarının başında sadece ekmeklerini kaybetmiyorlar, aynı zamanda hayata dair umutlarını da tüketiyorlar.
Bu da yetmiyor, özgüvenlerini de yitiriyorlar.
İşsiz kalan genç, bir süre sonra sanki ortada bir kabahat varmış gibi kabahati kendisinde aramaya başlar. "Neden ben?" sorusu zihnini değil kurcalamak, sürekli didikler.
Bu da yetmez, sanki bir suç işlemiş gibi çevreden utanır, sıkılır.
"Hálá mı bir iş bulamadın?" sorusuna muhatap olmamak için insanlardan kaçmaya başlar.
Sonunda da yalnızlaşır!
* * *
Ancak, çok az ülkeye, çok az millete nasip olduğu şekilde bizde doğal bir işsizlik sigortası kurumu var: Aile!
Sizden hiç prim toplamıyor, başvurusu, bürokrasisi yok, işsiz kaldığınızda anında devreye giriyor, etkisini anında gösteriyor.
2001 yılında yaşanan krizde hatırlıyorum, gençler işsiz kaldığında evlere ailelerden erzak yağmaya başladı. Bu da yetmedi; ya kız tarafı ya da oğlan tarafı, artık kimin durumu daha müsaitse, genç işsizleri evlerine aldılar, onlarla aşlarını paylaştılar, onları kira, yakacak, elektrik, su gideri gibi giderlerden kurtardılar.
Çok daha önemlisi, çocuklarını yalnız bırakmadılar, baba ocağında, ana kucağında bağırlarına bastılar. Moral hocası, dert ortağı oldular.
En önemlisi, "Oğlum, kızım biz seni olduğun gibi kabul ediyoruz" mesajı vererek özgüvenlerini pekiştirdiler, "Nasılsa bir iş bulursun" mesajları ile umut aşıladılar.
* * *
Türkiye’de aile kurumunun nasıl bir nimet olduğunu ancak Batı’yı tanırsanız en doğru takdir edersiniz. Batı’da işsiz kalan gençlerin nasıl bir yalnızlığa itildiğini görünce ananıza, babanıza, kardeşinize, bacınıza daha başka bir sarılasınız gelir!
Bu ülkede çok şey değişmelidir, ama ne olur aile kurumunu olduğu gibi yaşatalım!
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2008
TÜRK siyasetinde taşlar yerinden oynadı. Sanki, ister istemez, bazı eski ittifaklar bozuluyor, bazı yeni ittifaklar kuruluyor. Birileri o tarafta iken bu tarafa geçmeye çalışıyor.
* * *
Ben esas nedenini bilmiyorum. Ancak, sanırım bilen de pek yok. Bilenler varsa onlar zaten konuşmuyorlar. Ancak, görünen bir gerçek var. Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, Aktütün saldırısının ardından basında çıkan ve askerlerin zaaflarını eleştiren yazı, resim ve yorumlara bir süre sessiz kaldıktan sonra aniden patlaması ve ardından o güne dek TSK’nin amiri olmasına rağmen eleştiriler karşısında bigáne duran Başbakan’ın da basını bu konuda azarlama kervanına katılması bir milat oldu.
Ne oldu ise Başbakan o gün itibarıyla Güneydoğu politikaları konusunda şahinleşti ve statüko kervanında yer alma konusunda o günden sonra ısrarcı olmakta hiçbir beis görmemeye başladı.
AB’yi çoktan unutmuştu, özgürlükler konusunu çoktan es geçmeye başlamıştı, Alevilerin yanağını bir kez okşamayı yeterli görmüştü. Ama 27 Nisan muhtırasına karşı duruşu, ardından Büyükanıt’ı siyasi muhalifi olmaktan vazgeçmeye ikna edişi(!), statükonun kendilerini bir şekilde kısıtladığını düşünen dinci, mütedeyyin, muhafazakár, eski solcu, eski liberal bir kitlenin hálá yanında durmasını sağlıyordu.
O güne dek statüko ile kavga eder bir görüntüde idi.
Ne oldu ise Başbuğ’un sert çıkışı, Başbakan’ın kıblesini tamamen değiştirdi.
Onun kıblesini değiştirmesinin ardından da eski müttefiklerinden bir kısmı onu terk etmeye başladı, bazı insanlar ise yeni müttefik olarak yanına geldi.
Sanki Başbakan eskisine oranla şimdi daha yalnız!
* * *
Öte yandan aynı Başbakan, tüm ülkeyi kavurmaya başlayan ekonomik kriz konusunda da anlaşılmaz bir tutum içinde. Hiç güven vermiyor. Halbuki kriz dönemlerinin en önemli panzehiri, yönetimin güven vermesi, dümenin başında olduğunu hissettirmesidir. Kendi dışında Nazım Ekren, Mehmet Şimşek de ateş düşürücü tavır almaktan çok uzaklar. Onlara karşı duyulan güven de çok düşük. Başbakan krizin işveren, işçi, memur, köylü, esnaf, zanaatkár herkesi ama herkesi vurduğunu galiba henüz anlamadı.
Hükümetlerin en büyük belasının "iş" ve "aş" kelimeleri olduğunu birilerinin Başbakan’a izah etmesi şart.
IMF ile anlaşacak mıyız, yoksa IMF’yi ve iş álemini oyalıyor muyuz, bilen beri gelsin.
Ümüğünü sıktırmadan IMF ile nasıl anlaşma yapılır, bunu da Başbakan bize anlatsın!
* * *
Barzani’ye kucak açacaksın ama kendi Kürt’üne şahinleşecek misin?
IMF’yi boşlayıp seçim öncesi kesenin ağzını mı açacaksın?
Böyle olursa kriz kontrolden tamamen çıktığında çığ gibi büyüyen işsizliği ne yapacaksın?
IMF ile anlaşırsan daha önceki dayılanmalarını millete nasıl anlatacaksın, üstelik nasıl ulufe dağıtacaksın?
* * *
Bu kaosu şunun veya bunun planladığına dair çıkarılan komplo teorilerine hiç itibar etmiyorum. Biz kendi eden, kendi bulan bir milletiz.
Bu kargaşada taraf değiştirenlerin bir plan veya strateji ile hareket ettiklerini de sanmıyorum. Herkes belirli bir refleksle hareket ediyor.
Kimi, hayal kırıklığını şimdiden ilan ederek ileriye dönük tedbir alıyor!
Kimi de durumdan vazife çıkarmaya çalışıyor!
Başbakan ise sadece şaşkın bir görüntü veriyor!
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2008
BELKİ hepimiz gözlerimiz bağlı vaziyette filin sadece bir ucundan tutup, tuttuğumuzun ne olduğuna karar vermeye çalışıyoruz. Ama yine de bir gerçek var:<br><br>Türk siyasetinde taşlar yerinden oynadı. Sanki, ister istemez, bazı eski ittifaklar bozuluyor, bazı yeni ittifaklar kuruluyor.
Birileri o tarafta iken bu tarafa geçmeye çalışıyor.
Taşlar neden yerinden oynadı? Durup dururken mi oynadılar? İplerin ucunu kim tutuyor?
* *Ê *
Benim gözümde Taraf Gazetesi hükümetin doğal müttefiki idi. Yanlış anlaşılmak istemem. Ortada danışıklı bir dövüş falan yoktu ama müesses nizama karşı tavır almak ortak tavırları idi.
Taraf Aktütün saldırısı sonrası TSK’ya bindirirken TSK’nın asli amiri Başbakan’dan uzun süre ses çıkmadı, adeta ortada zımni bir onay vardı. Sonra ne oldu ise; bir gün içinde Başbakan, TSK’nın yanına geçti ve Taraf’a açıkça saldırdı. Beteri, bu gazeteye sağlanan kamu ilanları kesildi, Sabah ısmarladığı kitapları almaktan aniden vazgeçti. Gazete de daha evvel pek dokundurmadığı hükümete ve Başbakan’a şimdi veryansın ediyor.
Öte yanda "eski liberal-yeni AKP’liler"de de sanki yarının tedbirini almak telaşı var. Hemen hepsi, daha önce kıyamadıkları Başbakanlarına bir şekilde dokundurmaya başladılar.
* * *
Bence ittifakların çatladığına, yeni ittifaklar kurulmaya başlandığına yönelik en önemli belirtilerden birisi, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’ün Sabah-atv satışı için yekten hükümete ve hatta Başbakan’a yüklenmesidir:
"Kamu mallarını en yüksek fiyattan satarken eleştiriliyoruz. Biz pahalı satış yaptık diye eleştirilen bir kurumdan geliyoruz."
Kendisine verilen cevap ise hakaret mahiyetindedir. "TMSF Başkanı bir kamu görevlisi sıfatı ile haddini aşmıştır." (AKP Genel Başkan Yrd. Bülent Gedikli)
Ahmet Ertürk Sabah-atv satışını aylar önce yapan kişidir. O zaman tek katılımlı ihaleyi savunmuştu, ötesi hükümetle ilgili hiçbir şikayeti, hatta iması bile olmamıştı.
Madem "pahalı satış" yaptığı için "eleştirilmişti", çıkar o zaman söyler, atanmış bir bürokrat olarak seçilmiş hükümet karşısında istifa ederdi.
Ertürk aylardır sustuktan sonra hükümet hakkında ağır bir ithamda bulunuyor! "Kamu malını bizim Çalık’a neden ucuza vermedin!" mealli sözlerle eleştirildiğini ima ederek Başbakan hakkında ağır bir ithamda bulunuyor. Çok garip!
* * *
Hükümet statükoya karşı açık tavır koyarak Kuzey Irak yönetimine yaklaşırken, Başbakan Güneydoğu’da aniden şahinleşiyor ve statükonun yanına geçiyor!
Birbiriyle tamamen ters görüntü veren iki gelişme aynı anda oluyor.
Bu da bir yaman çelişki değil mi?
Birileri Başbakan’ı yalnız bırakırken, birileri de sahipleniyor mu?
* * *
Büyükanıt döneminde adını Dolmabahçe mutabakatı koyduğumuz muazzam bir değişim yaşamıştık. 27 Nisan muhtırasını veren Büyükanıt Dolmabahçe buluşmasından sonra hükümete karşı adeta sempati beslemeye başlamıştı! O günden sonra siyasi hırslarını muhalefete çatarak tatmin eder bir görünüm içine girdi.
Sanki benzer bir mutabakat Başbuğ döneminde de bu kez tersten yaşanıyor. Başbakan TSK’nın politikalarına büyük sempati besler bir görüntü vermeye başladı.
Kimilerine göre Büyükanıt "Başbakanının paşası" olmuştu, kimilerine göre de Erdoğan "Paşasının başbakanı" oldu.
Taşlar kesin yerinden oynuyor!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2008
AŞURE, aklınıza ne gelirse içine konan bir tatlıdır. Birbiriyle alakası olmayan meyve ve tahıllar bir araya gelirler ve ortaya hoş bir tatlı çıkar. Fasulyenin bir tatlıda ne işi olabilir diye düşünebilirsiniz, ama fasulye aşureye çok yakışır. Ben de bugün bir aşure pişirme denemesi yapacağım.
* * *
Pazar günü AKP ve Güneydoğu ile ilgili yazdığım yazıda görüşlerine kıymet verdiğim için ismini andığım İslamcı Kürt Altan Tan, kendisi hakkında sarf ettiğim "Gülen cemaati temsilcisi" sözünü kabul etmiyor. Ben yanlış yazmışım. Düzeltiyorum.
* * *
Aynı yazıda statükocu siyasete dönüşüm yapan AKP’nin bu dönem Güneydoğu’da İslami değerleri öne çıkaran Kürtlere ağırlık vereceğini ve bu amçla Milli Görüşçüleri daha da ön plana çıkaracağını yazmıştım. Cemaatleri çok iyi tanıyan bir arkadaşım aradı ve tersini savundu. O, önümüzdeki dönemde TSK’nın dümen suyuna gidecek olan AKP’nin Milli Görüş’ü hepten dışlayacağını düşünüyor. Söyledim, arkadaşım cemaatleri çok iyi bilir, onun için haklı çıkabilir, ama bir siyasi parti olarak AKP’nin tabansız nasıl siyaset yapacağını aklım almadı.
Aynı yazıda Erdoğan’ın yerel seçimlere dek IMF ile anlaşma yapmayacağını düşündüğümü yazmıştım. Hafta sonu tersine bir gelişme yaşandığı ve Washington’da IMF ile anlaşma yapmak için büyük mesafe kat edildiği gazetelerde yer aldı. Benim de kafam karıştı. Ümüğünü sıktırmadan IMF ile nasıl anlaşma olabilir? Acaba, çok kurnaz bir insan olan Başbakan yerel seçimlere dek hem IMF’yi, hem de içeride işadamlarını mı oyalayacak? Yoksa tüm laflarını yiyip imzayı çakacak mı?
* * *
Hem tabanda Milli Görüş’ü küstürmüş, hem de IMF’nin "kucağına oturmuş" ve böylece kendi kendisini halka ulufe dağıtmaktan men etmiş Erdoğan yerel seçimlerde ne yapar?
Bazılarının iddia ettiği gibi Erdoğan, şanzıman dağıtmış araç gibi habire tekleyip ne strateji, ne de taktik üretemez hale mi geldi?
Aynı Erdoğan, ABD’de İran’ın nükleer silah üretmekten vazgeçmesini isteyen ülkelerin de nükleer silah üretmemesi gerektiğini söylemiş. Aynı Erdoğan, ABD ile İran’ı barıştırmak için bir araya getirmek istiyormuş. Erdoğan, Obama ile Ahmedinejad’ı karşısına alıp "Ben biiir, ikiii, üçççç dediğimde aynı anda silahlar bırakılacak, Mehmet Barlas’ın zamanında bana yaptığı gibi karşılıklı yanak okşanacak" mı diyecek?
* * *
Bir okurum yazdı. Erdoğan’ın Fehmi Koru’yu aşağılamak için söylediği "Yesinler seni" sözünün orijinali beter argo imiş. Recep Tayyip Erdoğan, zannedilenin aksine, esasında çok nazik bir insan olduğu için sözü yumuşatarak sadece "Sevsinler seni" demiş olabilir mi?
Nur Çintay Aköz, Başbakan’la Memecanlar’ın evinde yenen yemeğin ardından eşi Emre Aköz için şöyle yazıyor: "Başbakan’ın karşısında Talisker (isli bir viski) içen oydu, yalakalık böyle bir şey herhalde!" (Radikal-16.11.08)
Hanımlara soruyorum, "Tek bir cümlede kocanızı nasıl rezil ederdiniz?" temalı bir yarışmaya katılsaydınız, siz ne yazardınız? "Yok, benim bu cümleyi geçmem mümkün değil" deyip pes mi ederdiniz?
* * *
Bu yazıyı, Ayten Alpman’ın, bestesini eski Yahudi müziğinden aşırıp yıllarca bize orijinal diye yutturarak ağlattığı "Bir başkadır benim memleketim" şarkısıyla kapatmak doğru olmaz mı?
Yazının Devamını Oku