27 Ocak 2009
ERGENEKON adıyla anılan dava birbirinin içine girmiş benzer-benzemez unsurlardan oluşuyor. Benim gördüğüm kadarıyla davada başlıca unsurlar şunlar: 1) Zamanında MGK’dan gayri nizami savaş yetkisi alıp JİTEM’i kuran ve aldığı semi-legal yetkiyi faili meçhul cinayetlerde pervasızca kendi çıkarlarına kullananlar. Belli ki, bunlar arasında emekli olduktan sonra da "durumdan vazife çıkarmaya" devam edenler olmuş.
2) "Durumdan vazife çıkarma" konusunda emekli olan bu grupla halen işbirliği yapmakta olan bazı muvazzaf asker ve halen görevli polisler (İşbirliği için olası örnekler: Susurluk, Hrant Dink cinayeti, Malatya katliamı).
3) Zamanında AKP’yi yıkmak için darbe girişiminde bulunan ama Genelkurmay Başkanı kabul etmeyince darbe yapmaktan vazgeçen emekli paşalar. Bunlar emekli olduktan sonra toplumu hükümet aleyhine galeyana getirmek için çeşitli toplumsal hareketlere (örnek: Cumhuriyet mitingleri) önayak olmuşlar.
4) Hükümete karşı toplumsal hareketler düzenleme konusunda emekli paşalar ile işbirliği yapan sivil unsurlar, bazı siyasi partilerin yöneticileri.
5) Hükümet aleyhine görüş beyan eden bazı akademisyen, gazeteci ve araştırmacılar.
6) Doğrudan darbe yapmaya kalkışanlar (örnek: 28 Şubatçılar).
7) Ne idüğü belirsiz tanıklar (örnek: Tuncay Güney).
* * *
Davada şu ana dek ortaya çıkan başlıca deliller:
1) Sanıkların bilgisayar kayıtları, 2) Telefon dinlemeleri, 3) Gömülü silahlar.
Not: Davada en somut delil gömülü silahlardır, ancak bu silahların sanıklarla irtibatlandırılması da gerekir.
"Darbe Günlükleri" de delil olabilir, ama henüz günlükler davaya dahil edilmemiştir.
* * *
Yukarıda sayılan unsurlar, bazı soruları da içermektedir.
1) Dava JİTEM irtibatlı ise zamanında "vur!" emri veren MGK üyeleri ve JİTEM’e çalışmış diğer kişiler ne olacaktır?
2) Dava 28 Şubat irtibatlı ise neden bazı 28 Şubatçılara henüz dokunulmamıştır?
3) Dava Susurluk irtibatlı ise neden Susurluk’ta ortaya çıkan ilişkileri organize edenlere hálá ulaşılmamıştır?
4) Dava darbelere karşı bir dava ise neden Anayasa’nın 12 Eylülcülere dokunulmazlık sağlayan geçici ama ebedi görünüm veren maddesini ortadan kaldırmaya teşebbüs dahi edilmemektedir?
5) Genelkurmay Başkanı’na "darbe" yapmak için müracaat eden komutanlar, paşa "hayır!" deyince anlaşılan "emredersiniz!" deyip davadan vazgeçmişler. Darbe böyle mi yapılır? Özkök Paşa’yı da irtica ile işbirliği yapmakla suçlayıp, onu da aşarak darbe neden tamamlanmamıştır?
6) Gözaltına alınanlar dahil, tutuklular-sanıklar kişisel bazda neyle suçlanmaktadırlar?
Somut olarak şahsen işledikleri suçlar nelerdir?
Mehmet Altan (Star) ve Emre Aköz’ün (Sabah) yaptıkları gibi "Ben gündelik olaylara, kişisel suçlamalara, kişisel sözlere, velhasıl öze bakmam, beni genel anlam ilgilendirir" mealli bir yaklaşım bırakın hukuku, akıl ve vicdanla alakalı olabilir mi?
7) "Eski MGK Genel Sekreteri gözaltına alınıyorsa savcının muhakkak bir bildiği vardır" (Mümtaz’er Türköne-Zaman) mantığı ile vicdanlar tatmin edilebilir mi?
* * *
Türkiye bağırsaklarını temizlemek için çok güzel bir fırsat yakalamıştır. Ama hukukun üstünlüğü ancak hukukun üstünlüğüne riayet eden bir davayla sağlanabilir!
Ben, beni hayasızca dinleyen paşanın bile hukukuna saygı duyulmasını istiyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2009
BENCE hemen her erkeğin çocukluk yaşlarında bir Fahriye Abla’sı olmuştur. Kadınları tam olarak bilemem ama herhalde onların da zamanında bir Fahri Abi’si olmuştur. Nedir Fahriye Abla? Anne, anne-annedir, Fahriye Abla kadın-annedir.
Siz 7-8 yaşlarındasınızdır, hálá ana kuzusu kıvamındasınızdır ama bir yandan da vücudunuz size kadının başka ve cazip bir insan türü olduğunu henüz açıkça söylemese de hissettirmeye başlamıştır.
En yakın kadın ananızdır ama onu kadın olarak görmek tabudur, bunu bir şekilde öğrenmişsinizdir. Fahriye Abla’yı kadın olarak görmek ise daha az tabudur.
Benim de bir Fahriye Ablam oldu.
Benimki Aytaç Abla idi.
"Ne güzel komşumuz idin sen Aytaç Abla!"
* * *
İlkokul sona erene kadar hayatım Ankara’da geçti. Herkesin memur olduğu 50’lerin sonu, 60’ların başı Ankara’sında hemen herkes 657 sayılı kanun çerçevesinde maaş aldığı için o zamanlar insanların eşit olduğunu zannederdim. Sokağımızda ya 2, ya da 3 adet "hususi araba" vardı. Emekli paşalar ellerinde filelerle alışveriş ederler, eve dönerken sokak başında gözüktüklerinde filelerini taşımamız için babalarımızdan sıkı tembihler alırdık. Onlar da fileyi taşıyan çocuğu, ceplerinde her daim hazır şekerlerle ödüllendirirlerdi. Haftada bir kez gidilen sinema bir hediye, ayda bir kebap yemek ise bizzat mutluluğun resmi idi. Yılda 2 kez alınan ayakkabıyla topa vururken yakalanmak büyük cezayı hak ettirirken topa vurmak için can atan ruhunuz, başka ayakkabınız olmadığı için, tam ortasından cart diye yırtılırdı. Spor yaparken giyilen "lastik ayakkabısı" olan çocuklar ise Politbüro üyesi babaları varmış gibi hava atarlardı.
* * *
Aytaç Abla’nın da babası, haliyle benim babam gibi memurdu. Sıhhiye, İlkiz Sokak, Taşkın Apartmanı’nın giriş katındaki ufak daireye Samanpazarı’ndan taşındığımızda Lüküs Hayat operetinin ünlü şarkısını "Sıhhiye’de bir apartman/yoksa halin yaman" şeklinde söylemeye başlamıştım, bir de sonradan aynı apartmanın 6. katında daha geniş ve aydınlık daireye taşınınca sınıf atladığımıza iyice kanaat getirdim. Zaten 7. kat çatı katıydı.
Taşkın Apartmanı’nın 6. katında Aytaç Abla ile komşu olduk. Ben ilkokul 1. veya 2. sınıfına giderken o da galiba liseye gidiyordu. Çok ama çok güzel bir kızdı. Bu durumu gözlerime teyit ettirmenin dışında etrafta da duymam kanaatimi pekiştirmişti. Güzelliği yanında ruhen doğal bir hanımefendi olan Aytaç Abla’ya annem de hayrandı.
* * *
Önceleri annemle babam akşam misafirliğine giderken beni ona emanet etmeye başladılar. Sonraları her fırsatta ben de Aytaç Ablaların evine kaçmaya başladım. Ben onu kadın ve annenin karışımı bir şey olarak, galiba o da beni canlı bir oyuncak bebek olarak görüyordu. Ayna karşısında uzun ve sarı saçlarını tararken ayran budalası gibi seyrederdim. Benim saçlarımı da tarar, daha doğrusu sokağın çamuruyla hallihamur olmuş saçlarımı bir çalı ne kadar düzeltebilirse o kadar düzeltirdi. Saçlarımla uğraşırken büyüyünce çok yakışıklı olacağımı, kızların canını yakacağımı söylerdi. Demek ki gönül almayı da biliyordu. Ben mutlu ama çok mutlu olurdum. "Acaba büyüyünce benimle evlenir mi!" diye içimden geçirir, ama öldüm Allah bunu ona soramazdım.
* * *
İlkokul bitince biz İstanbul’a taşındık, Aytaç Abla’yı artık çok az görür oldum. En son belki 20 yıl evvel Londra’da karşılaştık. Artık çok ünlü bir şahsiyetti. Ama yine çok güzel, yine alabildiğine hanımefendi idi.
"Ne şirin komşumuzdun sen Aytaç Abla!"
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2009
İKİ gündür ABD Başkanı Barack Obama ile başlayan yeni dönemi incelemeye çalışıyorum. Obama’nın dış politikasını multilateral-çok boyutlu politika olarak tarif edeceğini tahmin ettiğimi yazdım. Davetli olduğum halde rahatsızlığım nedeniyle katılamadığım bilgilendirme toplantısında Başbakanlık Başdanışmanı Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu da Türk dış politikasını, "Entegre dış politika-Birbirini destekleyen, tetikleyen çok yönlü politikalar" (Erdal Şafak, Sabah, 21.01.09) olarak tarif etmiş. Sözel anlamda bakıldığında yeni dönemde Türkiye ile ABD’nin benzer ve birbirini tamamlayan politikalar izleyeceği varsayımıyla rahat bir nefes alabiliriz. Ancak...
* * *
Bir ülkenin dış politikasını Dışişleri tanzim eder ama dış politikayı o ülkenin siyasi otoritesi temsil eder. Siyasi otorite ABD’de artık Obama’dır, bizde ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Dünya onların ağzına bakarak Türkiye-ABD ilişkilerini analiz edecektir.
Kusura bakılmasın ama tamamen yerel seçim mülahazaları ile dış politika söylemleri üreten Başbakan "entegre dış politika" üretmekten çok uzak.
Türk dış politikası son dönemde:
1) BM Güvenlik Konseyi’nde resmi sesi olmaya aday olacak kadar açık bir şekilde bütün dünyada terörist örgüt olarak kabul gören Hamas’ın temsilciliğine soyunmuş,
2) Bu tavrı nedeniyle niyetlendiği Suriye-İsrail yakınlaşmasına aracılık etme rolünü kendi eliyle dinamitleyen,
3) Atalarımızın açtığı kucağın diyetini isteyecek kadar (Yahudi düşmanlığını körükleyen) etnik-dini kökene odaklanmış,
4) Arapların bile görüşmeyi reddettiği bir dünyada Hamas’ın görüşlerini alarak ateşten kestane toplamaya razı olduğu için alkışlanan,
5) Bu rolüne rağmen Mısır’da İsrail’in verdiği akşam yemeğine davet edilmediği halde hiçbir ülkenin İsrail’e tepki göstermediği,
6) Emine Erdoğan’ın halisane duygularla yaptığı insani Filistin halkı ile dayanışma toplantısına, başta BOP’un Erdoğan ile eşbaşkanı İspanya Başbakanı’nın eşi olmak üzere hiçbir Batılı first-lady’nin katılmadığı,
7) İsrail’in verdiği özel bilgiye dayanarak Hamas’ın milletvekillerinin salıverilmesini bizzat Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın istemediğini dünyaya açıklayarak mahrem görüşmeleri dedikodu seviyesine düşüren,
8) Seçilmiş Hamas’ı alkışlarla vurgularken diğer seçilmiş Mahmut Abbas’ı satan,
9) Bütün dünya birleştirmek için gayret sarf ederken Filistin’de Fetih ile Hamas’ın arasını beter bozmaya çalışan,
10) Kıbrıs’ta AB’den müzakere tarihi almadan önce verdiği bütün sözleri sonradan yutan,
11) AB ile müzakereleri 2005’ten beri sallayan,
12) ABD’de ne zaman Ermeni tasarısı söz konusu olsa Kongre’den geçmemesi için gayret sarf eden Yahudi Lobisi’ni pervasızca karşısına alan,
13) Her fırsatta AB üyesi ülkelerin siyasi otoritelerini azarlayan bir görüntü içindedir.
Görüşünüz ne olursa olsun, dış politikada aranan iki temel prensip iç tutarlılık ve güvenirliktir.
Bu iki prensip Başbakan tarafından ayaklar altına alınmıştır.
Başbakan, Saadet Partisi fobisi ile sadece ve sadece 29 Mart için politika üretmektedir. Herhalde, dış dünyada doğan riskleri 30 Mart’tan sonra halletmeyi planlamaktadır.
Türkiye-ABD ilişkilerini 29 Mart seçimlerinden sadece 25 gün sonra gerçekleşecek olan Ermeni soykırım tasarısının oylanacağı 24 Nisan 2009’a endeksleyerek takip edeceğim.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2009
HEPİMİZ siyah bir insanın beyaz sayfa açmasını bekliyoruz. Ben de Obama seçildikten sonra Bush’un iç karartan 8 yılından sonra kazanılan iştiyakın kocaman bir hüsrana dönüşmemesi için aklım sıra uyarı yazıları yazıyorum. Dün Obama’nın ABD’nin dış politikasını tek başına birinci (unilateral) politikadan eşitler arası birinci (multilateral) politikalara çekeceğini, ABD’nin dünyadaki hegemonik emperyal devlet görüntüsü yerine kerim emperyal devlet görüntüsü yerleştirmeye çalışacağını tahmin ettiğimi yazdım.
Ancak, bazı gözlemcilerin çelişkisine atıfta bulunmadan da edemeyeceğim.
Obama’nın yeni dönemde hem değişimci hem de gerçekçi olması mümkün değildir.
Eğer gerçekçi olacaksa; gerçekçilik statükonun kabulünü de içereceği için değişimden fazla hazzetmediğini hepimizin bilmesi gerekir.
Bence ABD’nin birinciliğini kaptırmama ve emperyal yapısını bozmama konusunda Obama bir gerçekçi olacaktır.
Dünyaya karşı daha nazik, daha paylaşımcı, sosyal konularda daha hassas bir yaklaşım sergileyerek görüntü konusunda değişimci olması ise pekálá mümkündür.
* * *
Ben Obama yönetimini iki konuda izleyeceğim:
1) Ekonomik krize karşı alacağı tedbirler.
2) Ortadoğu politikaları.
Bu iki konu bütün dünyayı ilgilendiriyor ama ben Türk olduğum için meselelere Türkiye gözlüğü ile bakacağım.
Obama’yı bekleyen en önemli ve en ivedi mesele ABD’deki kriz! Krizin bir siyasetçiyi etkileyen en vahim boyutu ise istihdamdır. ABD’de herkes ama herkes yeni Başkan’dan bir an önce krize ve dolayısıyla işsizliğe panzehir olmasını bekleyecek.
Bu açıdan ilk 6 ayı çok kritik. Bugün ABD’de % 80’i bulan destek oranı bu sürede tepetaklak da olabilir, durumunu koruyabilir de.
Demokrat Başkan’ın vergileri artırmadan kamu harcamalarını artırması gerekiyor.
Bakalım, hassas dengeyi nasıl kuracak?
ABD krizi dünya krizi demek olduğu için biz de bu dönemde elimiz kulağımızda ABD’den gelecek mesajları bekleyeceğiz.
* * *
Ortadoğu meselesi denince akla Irak, ister istemez Afganistan, İran ve Filistin geliyor.
1) Obama askeri Irak’tan hangi hızla ve hangi oranda çekecek?
2) Asker çekerken Irak’ta yeni dengeleri nasıl kuracak?
3) Bu dönemden Türkiye nasıl etkilenecek? Türkiye çekilme sırasında ne gibi katkılarda bulunabilir?
4) Afganistan’da Taliban gerçeğini kabul edecek mi, kabul etmeden Afganistan’ı kontrol edebilir mi?
5) İran’la masaya oturacak mı? İran’ı nükleer hevesinden vazgeçirebilecek mi?
6) İran’la Ortadoğu konusunda anlaşıp, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünün sıfırlanmasına neden olabilir mi? Bu durum diğer Sünni ülkeleri nasıl etkiler?
7) İran’la anlaşamazsa Filistin meselesinde Hamas’la ilişkileri nasıl tanzim eder? Lübnan’da Hizbullah’ı ne yapar?
8) Totaliter ama ABD dostu Arap ülkelerine demokrasi getirmek için gayret gösterecek mi?
9) Barış konusunda İsrail’i nereye kadar zorlayabilir?
* * *
İsterseniz bu soruları bir kenara yazın. Hatta siz de yenilerini ekleyin!
Bakalım Obama ne kadar gerçekçi, ne kadar değişimci olacak?
(Yarın Türkiye ilişkileri)
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2009
ÖNCE bir not. Hrant’ın arkadaşları bir not göndermişler. Ben de altını imzalayarak yayınlıyorum. "Meslektaşımız Hrant Dink haince katledileli iki yıl oldu. Cinayetin tasarlanması, işlenmesi ve cinayet sonrası delillerin saklanması veya yok edilmesinde rolü olan tüm kişiler ve bunların devlet kurumları içinde yer alan bağlantı ve uzantıları yargı önüne çıkarılmadıkça, açılan dava bu derinlikte sonuçlandırılmadıkça, cinayet kamu vicdanını sızlatmaya devam edecek; Türkiye Cumhuriyeti Devleti de aklanmamış olacaktır. Davanın takipçisi olmayı sürdüreceğiz."
* * *
Obama bugün ABD’de başkanlık makamını Bush’tan devralıyor. Sadece ABD değil, bütün dünya, Obama’yı yeni bir dönem beklentisi içinde alkışlıyor.
Çoğunluğun uzun yıllar dışladığı ve çekiştiği azınlıktan bir kişiyi kendi elleriyle başkan seçmesi, sadece o milletin büyüklüğünü değil aynı zamanda demokrasinin erdemini gösterir.
Bu anlamda yeni bir dönem başlamaktadır.
Bazı gözlemciler, ABD’nin gerçekçi döneme geçeceğini söylüyorlar. Gerçekçilik ABD’de daha çok Cumhuriyetçilere, idealistlik Demokratlara yakıştırılırken bu kez tersi olacağına inanılıyor.
Ben de şu anlamda bir gerçekçiliğin Obama döneminde gerçekleşeceğine inanıyorum:
Kibirli ve cahil neo-conların, ABD’nin tek başına lider olduğu inancına dayanan unilateral dünya yönetimi anlayışları, ABD’nin eşitler arasında birinci olduğu inancına dayanan multilateral dünya yönetimi anlayışına dönüşecektir.
Herhalde, bu dönemde ABD hegemonik emperyal devlet görüntüsünü kerim emperyal devlet görüntüsüyle değiştirmeye de çalışacak.
Ancak ister tek başına, ister eşitler arasında, ABD’nin hiçbir başkan döneminde birincilik iddiasından, emperyal devlet olma sevdasından vazgeçmesi mümkün değildir.
Başkan Obama da seçilmiş bir garson olarak mutfağın ürettiklerini ABD ve dünyaya pazarlamaktan imtina etmeyecektir. Ancak, o bunu Demokratlara yaraşır bir üslup içinde yapacaktır.
Bunları daha önce de yazdım, şimdi tekrar yazıyorum. Neden?
Eğer, bazılarının yaptığı gibi ondan elinden gelenden fazlasını yapmasını beklersek yeni bir dönem beklerken duyduğumuz iştiyak kısa sürede hüsrana dönüşür.
Kimse renginin siyah, göbek adının Hüseyin olmasından medet ummasın!
Bizim beyaz Başbakanımız hep kendisini siyah Türklerin temsilcisi olarak takdim etmektedir, ama siyah Obama hiçbir konuşmasında ABD’de siyahları beyazlar önünde ön plana çıkarmamıştır. Zira, o devlet adamı olmaya soyunuyor, yerel politikacılığa değil!
* * *
Gelin bir test uygulayalım. Gazze’yi ele alalım.
Başkan Obama da her ABD Başkanı gibi kendisine Filistin meselesini çözmeyi ideal edinecek, Filistin’in de kendi devletini kurması için çaba sarf edecektir, ama kimse ondan Hamas’a anlayışla yaklaşmasını beklemesin.
Hamas kendisini El Fetih türü bir örgüt olmak için değiştirmeye kalkmadığı ve İran’dan uzaklaşmadığı sürece ABD’nin müesses nizamı Hamas’ı hazmedemez.
Adım gibi eminim ki, Obama’nın ekibi de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Hamas’ı kucaklayan, Yahudi düşmanlığını körükleyen, İran’ı savunan tutumunu da not etmişlerdir.
Sanırım, biz Obama’nın nasıl bir yönetim sergileyeceğini, nisanda Ermeni soykırımı iddiaları Kongre’de oylanırken anlayacağız!
Sadece insani niteliklerine bakarak kendine başkan seçen ABD halkını tekrar candan kutlarım!
(Yarın, Obama dönemini irdelemeye devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2009
TUNCAY Güney! Elimde değil, giderek sana meftunluğum artıyor. Bütün öğretimi altüst ettin.
Dedem, "Bazılarını her zaman, herkesi bazen aldatabilirsiniz ama herkesi her zaman aldatamazsınız" derdi. Sen bu öğretiyi yıktın geçtin.
Pekálá hepimize gösterdin ki, sen herkesi her zaman aldatabiliyorsun!
Helal olsun sana! Kimse eline su dökemez.
Hem de metodun basit: Çamur at izi kalır!
Yok psikopatmışsın, yok sosyopat, yok yalancı, yok zırvalıyormuşsun.
Ne olursan ol, bana ne! Benim bildiğim farklı insan olduğundur!
Televizyona bir çıkıyorsun, Türkiye kilitleniyor. Devlet televizyonu emrine tahsis ediliyor. 4 saat sana ayrılıyor. 8 saatlik kasedin gün boyu tüm kanalları dolaşıyor. Hepimizi maymuna çeviriyorsun. Başını kaşıyorsun, yüzlerce yorum yapılıyor; esniyorsun, koskoca prof.’lar esnemene teşhis koyuyorlar; ifade verirken rahat mı davrandığına yoksa rahatsız mı olduğuna dair memleket ikiye bölündü.
Sonra akıl durduran bir özelliğin var, 2001 yılında konuşuyorsun, konuşmanın içinde 2005 yılından da, 2008 yılından alıntı olaylar da var. Bir nevi káhin gibisin.
* * *
İnanılmaz akıl oyunları yapıyorsun. "Emniyette ifadem işkence altında alındı, sayılmaz" diyorsun. Sonra da "Ama söylediklerim gerçek" diyorsun. 72 milyon afallayıp kalıyoruz.
"Tuncay ifadesini ret mi etti, yoksa kabul mü etti?" diye sorgularken kahvehanelerde arbede çıkıyor.
Sorulara hiç duraklamadan cevap vermen ise sana hayranlığımı mislisiyle artırdı. Sanki ne zaman hangi soru sorulacağını önceden seziyorsun. O kadar çok ismi aklında tutman ve hiç teklemeden, her seferinde eksiksiz sayman her kula nasip olacak bir yetenek değil.
İnsana çamur bile atılsa kişinin tek bir sıfatı olur. Sana CIA dendi, MOSSAD dendi, JİTEM dendi, MİT dendi, Ergenekoncu dendi, Fethullahçı dendi, sonunda Allah yolunda ilerleyen bir "haham" çıktın. Ben ise hálá IMF ile alakan olduğundan şüpheliyim. Ola ki, IMF ile görüşmeleri sen tıkıyorsun.
* * *
Ne sanık, ne tanık, ne de mağdur olmadığın halde savcı sana sorular soruyor. Şimdi elimiz yüreğimizde 37 soruya vereceğin cevapları bekliyoruz. Bakalım bu sefer kimleri çamura bulayacaksın! Yanlış adrese giden mektubu bir zahmet buldur, al ve cevapla.
Cevaplarının bir yerine Recep İvedik’in gazeteci olduğunu sıkıştırırsan beni çok memnun edeceksin.
Herkesi her zaman aldatan adam, öptüm seni!
Nazlı Ilıcak’ın açıklaması:
"İbrahim Şahin’i, ’Erbakan ve Çiller’in adamı’ olduğu için, bir zamanlar desteklediğimi, bu defa ise, ’AK Parti iktidarına karşı olması’ sebebiyle onu eleştirdiğimi, bir arkadaşınızın değerlendirmesine dayanarak yazmışsınız. (13 Ocak Salı-"Kafayı yemek üzereyim"-CÜ)
Oysa Tansu Çiller’i, başbakanlığı sırasında kıyasıya eleştirdim. Meydan Gazetesi’ndeki yazılarım buna tanıktır... Akşam Gazetesi’ndeki yazılarım da buna tanıktır. Refah Partisi’yle ilişkim ise, 28 Şubat süreciyle başladı. Dolayısıyla İbrahim Şahin’i siyasi mülahazalarla savunmadım; onu, PKK’ya karşı dağlarda mücadele veren bir polis memuru olarak tanıyıp takdir etmiştim. Kaldı ki, Susurluk’la ilgili yazılarım, kazadan ancak birkaç ay sonrasını kapsıyor. Yani olaylar henüz karanlıkta iken, düşüncelerimi kaleme almışım. Ayrıca, insan yorumlarında yanılabilir de; İbrahim Şahin hakkında o tarihte yanlış bir değerlendirme yapmış olabilirim. Ama, bunun siyasi iktidarla hiçbir ilgisi yok."
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2009
BENİM indimde Hamas mücadele yöntemi olarak terörü kullanan; Arafat’ın tersine, seçildikten sonra terör ile arasına değil mesafe koymak, teröre beter sarılan; bir halkı yönetmek ile ilgili hiçbir becerisi, ötesi niyeti olmayan; dünyadan bir ırkı silmeye ant içmiş, halkını sert İslamcı kurallara boğan, özgürlüklerden nasibini zerre kadar almamış bir örgüttür. Ancak, AKP ile Hamas arasındaki yakınlaşmadan bundan dolayı rahatsız değilim. Herkes kendi meşrebine göre kendisine dost seçer. Beni rahatsız eden Hamas’la yakınlaşmanın:
1) Türkiye’yi dünyada yalnızlaştırması,
2) Ülkede Yahudi düşmanlığını pompalamasıdır.
* * *
İkinciden başlayalım. Başbakan’ın Hamas’a yakın dururken öte yanda İsrail’e Osmanlı’nın Yahudilere açtığı kucağı hatırlatması giderek Ömer Seyfettin’in Diyet hikayesine dönmektedir. Gazetecilerin e-postalarına düşen ve aynı metne dayanan çok sayıda mektup zamanında Yahudilere sahip çıkıldığı için Türk-Yahudilerini İsrail’i kınamaya davet ediyor. İşte ayrımcılığın daniskası! Yahudi vatandaşları başkalaştıran bu çağrı Türk vatandaşlarından bir başka ülkenin yaptıkları nedeniyle diyet ödemelerini istiyor!
Milli Eğitim Bakanı ise bir tamim ile ilköğretim okullarında İsrail’in Gazze’ye saldırısını kınatıyor. Herhalde, Bakan hiç pedagoji bilmiyor. Çocukların bu protestodan nasıl bir Yahudi düşmanlığı çıkaracağını hesap edememiş. Madem protesto eğitimine niyetlenmiş, PKK şehirlerde vatandaşlarımıza veya kışla basarak askerlerimize toplu katliam yaparken neden bütün okullarda protesto toplantısı yaptırmadı? Yok, sadece çocuklarla ilgileniyorsa, askeri üniformalarla, ellerine tüfek verilerek beyinlerini yıkadığı 5-6 yaşındaki çocuklar nedeniyle Hamas’ı da okullarda protesto ettirecek mi?
Ülkemizde imam-cemaat ilişkisinin nasıl işlediğini bilen bir kişi olarak Hamas’ın Yahudi düşmanı ideolojisinin halkımıza da yansımasından büyük kaygı duyuyorum.
* * *
Hamas ilişkisinin Türkiye’yi dünyada yalnızlaştırması kaygıma bazıları katılmayabilir ve hatta "Türkiye’nin Hamas’la teması, hem bölgede hem de dünya genelinde takdirle karşılanıyor" diye düşünebilir. Doğrudur, Türkiye Suriye ve Hamas’la doğrudan görüşen hemen hemen tek ülke. Ama farkındasınız; Türkiye ateşkes görüşmelerinin başka hiçbir ayağında yer almıyor. BM, çabalarından dolayı Mısır’ı alkışlıyor.
Ateşkes görüşmeleri için Hamas’la görüşmek şart. Ancak, hemen hemen hiç kimse Hamas ile doğrudan irtibata geçmek istemiyor. Ortaya Türkiye çıkıyor. "Ben görüşürüm" diyor. Hamas da çok memnun oluyor. Zira o da Mısır’a güvenmiyor. Bir tek bize güveniyor. Bir zaruret karşısında bu işe soyunan optimal ülkeye neden "Hayır!" desinler ki? Tabii ki sırtını sıvazlayacaklar. Ateşten kestane aldırma politikaları diplomaside çok işe yarar.
* * *
Meşal’in garabet Ankara ziyaretinden beri Türkiye hem Hamas hem de Suriye ile yakın ilişkide. Maşel’in ziyareti "Seçim kazanmış Hamas’a silah bıraktıracağız" diye savunulmuştu. Aradan bunca yıl geçti. Maşel Türkiye’nin çağrısını zerre kadar ipledi mi? Bir tek roket teslim etti mi? Ateşkesin bitmesinden önce başlayan Hamas roketlerinin İsrail’e yağmasına engel olabildik mi?
Olan şudur. Hamas ateşkes müzakerelerinin elzem parçasıdır, ama bir terör örgütü olduğu için aracı ülkeler onunla doğrudan görüşmüyor.
Batı bizi ateşkes masasında Hamas’ı temsil etmeye razı olduğumuz için alkışlıyor.
Ancak, kaygı notunu da ateşkes defterinin bir köşesine düşüyor.
Hamas temsilciliği Yahudi düşmanlığına dönüşecek kadar abartılırsa galiba filmin devamı Nisan’da ABD Kongresi’nde Ermeni tasarısı görüşülürken oynanacak!
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2009
ÖNÜMÜZDEKİ şubat ayında İsrail’de seçim var. İsrail halkı İran’ı ve onun uzantıları olan Hamas ve Hizbullah’ı günlük hayatlarında bile açık tehdit olarak görüyorlar. Gazze’den yağan roketler haklı olduklarını gösteriyor. Seçimlerde Kadima’dan Livni, İşçi Partisi’nden Barak ve Likud’dan Netanyahu güçlü adaylar. İsrail halkının gözünde hangisi daha şahin gözükürse seçimleri o kazanacak.
Zulüm İsrail’de açık artırmaya çıkmış vaziyette!
* * *
Filistin de ocak ayında devlet başkanlığı seçimine hazırlanıyor. Hamas’ın yapılmasını istediği, Mahmud Abbas’ın ise genel seçimlerle birlikte önümüzdeki yıla ertelenmesini talep ettiği seçimlerin artık yapılması çok zor ama Hamas Filistin halkını ne kadar çok mağdur duruma düşürürse Abbas’ın Fetih’ini seçimlerde o kadar gerileteceğine inanıyor. Onun açısından Filistin halkı ne kadar çok İsrail’in zulmüne uğrarsa kendi oyları o kadar yükselecek, "işbirlikçi" Abbas o kadar çok gerileyecek.
Birbirlerinin can düşmanı İsrail ve Hamas’ın çıkarları bir kelime etrafında birleşiyor:
Savaş!
Zavallı Gazze halkı ne kadar çok zulüm çeker, ne kadar çok insan hayatını kaybederse İsrail de, Hamas da seçimlerde o kadar çok kazanacak! Denklem böyle kurulmuş.
Dünyanın bu bölgesinde hayat bu kadar kalleş, bu kadar kahpe!
* * *
Gazze’de Filistin halkının uğradığı vahşete, gördüğü zulme, soykırımı andıran katliamlara karşı duyarsız kalabilmesi için insanın insan olmaktan vazgeçmesi gerekir.
Gazze’de yaşananlar tabii ki Türk halkını yürekten yaralamaktadır.
Orada yaşananlara hükümetin tepki vermemesi mümkün değildir. Keşke TBMM topyekûn bir kınama kararı çıkarabilse!
Emine Erdoğan’ın "first lady"leri toplayarak yaptığı çağrı ve insani haykırış Türkiye’ye çok yakışmıştır.
Ancak, Türkiye’de de mart ayında seçimler var. Bu seçim de Türkiye için o kadar çok anlam kazanmış ki, iddialara göre, seçimlerden önce Ergenekoncular kaos çıkarmaya çalışıyorlardı.
29 Mart seçimlerinin Recep Tayyip Erdoğan’ı da çok etkilediği son dönemlerde her türlü olaya seçim gözlükleri ile bakmasından belli.
Erdoğan Filistin halkına sahip çıkarken milletin sesini dillendiriyor. Ancak iş Hamas temsilciliğine soyunmaya gelince seçimin rüzgárını da hissediyorsunuz.
Erdoğan neden canla başla Hamas’a sahip çıkıyor?
Hamas’ı çok sevdiğinden mi? Bilemem!
Ancak, şurası açıktır ki bu seçimlerde Erdoğan bir kısım muhafazakár oyları Numan Kurtulmuş’un genel başkan seçilmesi ile yeni bir ivme kazanan Saadet Partisi’ne kaptırmaktan korkuyor. Zira, muhafazakár kesim içinde AKP’nin bulaştığı yolsuzluklardan ve bazılarına göre verdiği BOP Eşbaşkanı görüntüsünden büyük rahatsızlık duyanlar da var.
28 Şubat sürecinde Saadet’ten kopan muhafazakár kitlelerin içinden bir kısmının bu kez yeni bir soluk kazanan Saadet’e meyletme eğilimi ihtimal dahilinde.
* * *
Erdoğan sadece bir parti lideri olsa "Seçim stratejisi kendi bileceği iştir" der geçeriz. Ama o Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı. Söyledikleri ülkeyi bağlıyor.
Erdoğan Hamas’a sahip çıktığı her gün Türkiye’yi Hamas’ı bir terör örgütü olarak gören Batı’dan koparıyor, dünyada ciddiyetini kaybediyor, arabuluculuk şansını yok ediyor ve maalesef ülkede Yahudi düşmanlığını alabildiğine körüklüyor.
Yazının Devamını Oku