10 Şubat 2009
HURŞİT Tolon hiçbir zaman bende saygı duygusu uyandıran bir insan olmadı. O da, bazı askerler gibi, vücuduna geçirdiği üniformasını kendi teni sandı, milletin paralarıyla satın alınıp kendisine emanet edilen silahların gölgesinde esip gürlemekten imtina etmedi. Sivilleri giydikten sonra da Cumhuriyet mitinglerinin başaktörlerinden oldu.
Gözaltına alındığı gün de hep beraber şaşırarak "A! kral çıplak" dedik.
Tolon’un demokrasiden zerre kadar nasibini aldığını düşünmüyorum.
Ancak...
Yukarıda ifade edilen görüşler benim sübjektif görüşlerimdir ve bu görüşlere dayanarak hakkında yargısız infaz yapma hakkım olamaz.
General, başbakan, gazeteci, yazar vb. herkes yargılanabilir, suçlu bulunan suçunu çeker. Ancak benim görevim, bu köşede daha önce de yaptığım gibi, beni hayásızca dinleten emekli generale bile hukuk istemektir.
Bazı meslektaşlarımın düştüğü kin ve intikam kuyusuna düşmemem gerekir.
* * *
Hurşit Tolon 7 ay tutuklu kaldıktan sonra geçen hafta sonu serbest bırakıldı. Kendisini serbest bırakan mahkeme, şu gerekçeyi kullanmış:
"2001’den beri basında ve 2006’dan itibaren internet sitelerinde yer alan 29 Ekim 1999 tarihli Ergenekon Yeniden Yapılanma Belgesi’nin, tek başına suç örgütüne üye ve örgüt yöneticisi olduğuna dair delil niteliği taşımadığı..." (Sabah-08.02.09)
Belge Aydınlık ve Aksiyon dergilerinde, Yeni Şafak Gazetesi’nde daha önce yayınlanmış!
Bu ne demek?
Basit gözle bunun anlamı şudur:
Bu garabete sebebiyet verenler; ya hukukun "h"sini bilmiyorlar, ya da davayla ilgili daha önce gazetelerde yayınlanan belgeleri araştırmayacak kadar savruklar. Belki de bunlar gözü kararmış intikam arayıcıları veya bir yerlere selam çakan insanlardır.
JİTEM, Susurluk, 28 Şubat vb. gibi bu ülkenin yüz karalarını yakasından tutarak mahkemeye getiren bu dava, ülkenin bağırsaklarını temizlemek için umut olmaya soyunurken bazıları tarafından içine karıştırılan ilgili ilgisiz isnatlar zaten davayı sulandırıyordu.
Tolon için verilen karar ise davayı tepetaklak hendeğe yuvarlamıştır.
Bir insanı tutukluyorsun, hakkında 7 ay iddianame yazamıyorsun, sonunda mahkeme kararıyla ortaya çıkıyor ki elinde delil diye tuttuğun belge MİT tarafından 1999’da hazırlanmış bir rapormuş ve yıllarca önce gazetelere/dergilere düşmüş.
Meğerse, bu gazete/dergi kupürlerini evinde saklayanlar ne büyük badire atlatmışlar!
Ama gelin görün ki, iddia makamının belgenin gazetelere düştüğünden haberi yokmuş!
Mahkemeye durumu izah edenler, sanığın avukatları olmuş.
Yeni bir delil ortaya çıkmazsa Tolon 7 aydır delilsiz ve keyfi tutuklu kalmış olacak.
* * *
Artık bu davada mihenk taşı bu karar olacaktır. Tutuklular, suçlu-suçsuz bu hükmü içtihat yapıp kendi haklarında elde edilen delilleri yok saydırmaya çalışacaklardır.
Daha beteri, milletin vicdanını bıçak gibi bölen Ergenekon Davası, şu ana dek destek verenlerin dahi kendi vicdanlarında hesaplaşmalarına neden olacaktır.
Suçlu bulunanlar bile mahkemenin adaletini sorgulama hakkına sahip olacaklardır.
* * *
Dava bundan böyle yeniden yapılandırılacak bir iddia makamı ile sürdürülmezse kin ve intikam duygularının gölgesinde kalan, delil toplama konusunda savruk addedilen bir dava olarak algılanacak ve "haklı yolda haksız çıkma" şüphesinden kurtulamayacaktır.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2009
İNSANA dair yazdığım, artık pazar günü Hürriyet’in ana gazetesinde yayınlanan yazılarda huzur kelimesi önemli yer tutar. Huzur kelimesi benim için neden önemlidir? İnsan yakalamadığına, elde edemediğine takar da ondan! Ben bir ömrü huzuru arayarak, arada bir "Tamam yakaladım" derken tekrar elden kaçırarak geçireceğim.
Benim huzuru tamamen ele geçirmem mümkün değil. Zira, huzur "an"ın içinde gizlidir ve "an"ı yakalamak için zamandan, hatta mekándan kopmak gerekir.
Ben bunu beceremiyorum.
Ayrıca benim için huzur, hüznün karşıtıdır. Hüzünden kaçan huzur arar. Hatta hazana hüzün, nevbahara huzur yakıştığı için sonbaharlar beni hep garip bir melankoliye sürükler.
İlkbaharlar ruhumu ısıtır.
* * *
Üzülerek hissediyorum ki aziz ülkemde ve önemle son zamanlarda huzuru hüzünden veya mutsuzluktan kaçtığım için değil, öfke, kin ve hasetten bıktığım için özlüyorum.
Kin, öfke ve haset hepsi insana dair kişisel duygulardır. Bu duygulara mağlup olanlar, duygularına toplumsal gerekçeler gösterseler dahi esasında içlerindeki şeytana yenilmişlerdir.
1997 yapımı "Şeytanın Avukatı" isimli filmde Al Pacino şeytanı oynar ve insanoğluna, Tanrı’ya nazaran, ona daha yakın olduğunu ispat etmek için, "O sizi istediği gibi şekillendirmek için kurallar koyuyor, ben ise sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum, onun için 20. yüzyılın en büyük hümanisti benim" (mealen) der.
Başta Başbakan olmak üzere bazı siyasileri ve yazarları, şeytanın ikna ettiğini düşünmeye başladım.
Öfkenin, kinin ve hasedin bu kadar pervasızca ortaya döküldüğü zaman çok az olmuştur.
* * *
Kim ne derse desin, ne kadar haklı olursa olsun Başbakan, Davos’ta öfkesine ve hálá üzerinden atamadığı zenci sendromuna yenildi. "Bunun ücreti bir gün çıkar" dediğinizde toplumun normal yurdum insanı zencileri de, "Polat Alemdar der ki ’İşin sonunu düşünürsen kahraman olmazsın’" diye yazarak felsefe yaptıklarını düşündüler. Öfkenin aklı teslim aldığına dair bundan daha güzel örnek bulunamaz.
* * *
Gelelim medyaya. Yazarlar arasında polemik, eğer fikriyat üzerinden yapılacaksa tadına doyum olmayan meyveye benzer. Yok, şeytana mağlubiyetin bir ifadesi ise insana hela kuburuna düşmüş duygusu verir.
İmam-cemaat ilişkisinin dışa vurumu mudur, yoksa basit insan zaafı mıdır, kişisel kavgaya dayanan öfke, kin ve haset saçan yazılar son zamanlarda medyada sıkça arz-ı endam etmeye başladı.
Yaşını başını almış, üstelik her biri de okumuş çocuklar kin kusarak birbirlerine sövmeyi, zamanında çalışmak için can attıkları gazetelerin genel yayın yönetmenlerine hasetlerini kusmayı marifet saymaya başladılar. Bazıları ise beyinciklerinde herhangi bir fikriyat olmadığı için, soyunarak şöhreti yakalamaya çalışan aktrisler gibi, abilerine sövmeyi hüner sanmaya başladılar.
Dizginlenemeyen öfke, insanın şeytana teslimiyetidir.
Kin, genellikle vardığı mevkiyle yetinmeyen kifayetsiz muhterislerin duygusudur.
Haset ise devamlı kız istemeye gidecekmiş gibi marka elbise, marka gömlek-kravat, marka iç donu giyseler de gözü hep öbür bahçede kalan ebedi eziklerin duygusudur.
* * *
Bizim mahalleyi pis kokular sardı. Ben polemik yapacak yazarlara hasret kaldım.
Huzur seni çok özlüyorum, ama galiba kabahatin hepsi bende değil!
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2009
TÜRKİYE’nin çok iyi yetişmiş bir ekonomi bürokrasisi olduğunu çok iyi bilenlerdenim. Ama yine de "Bu bütçeyi hangi uçuk kafalar hazırladı?" diye sormadan edemiyorum.
Global kriz 2008’in ikinci yarısından beri her türlü etkisi, her türden verileri ile dünyada ve Türkiye’de tartışılıyor.
Hemen hemen tüm tahminler 2009 için dünya ekonomisinin küçülmesini bekliyor. Neredeyse, iyimser bir adet tahmin bile yok. Hemen her ülke için "negatif büyüme"den, "küçülme"den bahsediliyor.
Muteber tahminlere göre ABD, AB, Rusya ve hatta Çin 2009’da küçülecek.
* * *
Ancak, 2009 bütçesine göre Türkiye % 4 büyüyecek!
Dünya küçülecek ama Türkiye büyüyecek!
Kim tutar bizi!
Daha yılın ilk ayında ihracatın % 28 gerilediği ortaya çıktı.
Otomotiv ve yan sanayi kan ağlıyor, habire işten adam çıkarmak zorunda kalıyor.
Tekstil "Öldüm anam!" diye bağırıyor.
Ekonominin itici motoru inşaat sektörü durma noktasında.
Beyaz eşyada hedeflerin çok ama çok altında satış yapılıyor.
Ülkeye artık sıcak para gelmiyor, tersine giden gidiyor.
Enflasyon ekonomideki durgunluk nedeniyle düşüyor; halimize gülelim mi ağlayalım mı bilemiyoruz.
Bütün bu veriler 2008’in ikinci yarısından beri "geliyorum" diyen krizin henüz ilk dalgaları. Esas tokadı henüz yemedik.
Ama Türkiye 2009’da % 4 büyüyecek! Bu iddianın altında koskoca TBMM’nin imzası var.
* * *
Bu Alicengiz oyununun altında bir cin fikir var.
Ülke büyüyünce, haliyle devletin vergiler başta olmak üzere tüm gelirleri káğıt üzerinde artıyor.
Gelirleri artırınca giderleri de artırabiliyorsunuz.
Buna göre de 29 Mart’tan önce istediğiniz gibi para harcayabilirsiniz. Ülkenin "sadaka geleneği" ile övünüp, káğıt üzerinde artırdığınız vergi gelirlerini vatandaşa kömür, erzak, asfalt, köprü, kavşak, Erdoğan’ın Davos dönüşü bedava metro olarak geri döndürürsünüz.
Vatandaş da "Bana kömürümü, erzakımı veren partiye oy vermeyeceğim de kime vereceğim" der.
Bütçe tutmaz, kriz büyür, üretim beter durur, işsizlik daha da artar. Ne gam!
Hele bir 29 Mart’ı aşalım, bunları sonra düşünürüz.
"Benim paramla partine oy satın alamazsın" diyeni de "hain", millet düşmanı", o da olmadı "Yahudi uşağı", "emperyalizmin tutsağı" ilan eder, durumu 29 Mart’a dek idare edersiniz.
Alicengiz oyunu uğruna ve ayrıca Milli Görüş gıcık olduğu için "Bütçeni yeniden yap, gelirlerini gerçek gözle hesapla, giderlerini buna göre düşür" diyen IMF’yi oyalarsınız.
Ama IMF’ye kapıları hepten kapatmazsınız ki TÜSİAD hepten incinmesin. Umutlar hepten sönmesin.
Ne olacak, IMF ile 30 Mart’ta anlaşırsınız. IMF uzmanları da enayi ve geri zekálı oldukları için bu taktiğinizi yutarlar, sizi sabırla beklerler.
Sizi herkes beklemek zorundadır, her türlü sözünüzü sineye çekmek mecburiyetindedir, zira siz Batı için Ortadoğu’da vazgeçilmez Hint kumaşısınızdır.
* * *
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!
Allah’ım bize hayırlısı ile 30 Mart sabahını göster!
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2009
BEN yazılarımda Başbakan’ın Davos’ta ve öncesinde tutarsız ve iç politikaya yönelik oportünist bir tavır sergilediğini anlatmaya çalışıyorum. Bazı yazarlarla birlikte; Hamas’a sahip çıkan Başbakan’ın tıpkı Hamas gibi seçim kazanmış DTP ile görüşmemesini, Darfur’daki soykırıma tepki vermemesini, Çeçen teröristler okul basarak yüzlerce çocuğun öldürülmesine neden olduğunda işi iki kuru söz ile geçiştirmeye çalışmasını, aynı Başbakan’ın Gazze’yi vuran İsrail uçakların taliminin Konya’da yapılmasına izin vermesini vb. yaman çelişkisine örnek olarak yazdık.
Ancak sanırım hiçbirimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın çifte standardını Emre Aköz kadar net yakalayamadık. Emre Aköz, dünkü Sabah’ta aynen şunları yazdı:
"Tam da Hamas’ın seçimleri kazandığı 2006’da Başbakan Erdoğan, Güneydoğu’da meydana gelen olayların ardından şöyle diyordu:
’Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa, kim olursa olsun eğer terörün maşası haline gelmişse, gerekli müdahale ne ise bunu yapacak. Hiçbir demokrasi standardı bu tür şiddet olaylarına müsaade etmez.’"
Ben Başbakan’ın böyle bir sözü olduğunu bilmiyordum. Emre Aköz gün ışığına çıkardı.
Emre Aköz’ün alıntısına göre, Başbakan’ın mantığı açısından Türkiye, PKK’ya yardım/yataklık eden Kürt çocuklarını, kadınlarını gerektiğinde berhava ederse bu demokrasinin gereğidir, İsrail aynı işi yaparsa bu vahşettir! Ne yaman çelişki!
* * *
Benim ve aynı fikirde olanların anlatmaya çalıştığı şudur: Başbakan’ın ülkenin Cumhurbaşkanı’na "Siz adam öldürmekten başka şey bilmezsiniz", eşinin "yalancı" diyerek hakaret ettiği İsrail bizim bir müttefikimiz. Uzmanı olmadığım için web gazetelerinden derlediğim iki ülke arasında özel anlaşmalar şöyle bir seyir izliyor:
* * *
Türkiye ve İsrail ilk olarak 1992 yılında iki ülke orduları arasında işbirliğini öngören bir anlaşmaya imza atmışlar. 1993 yılında imzalanan bir anlaşmayla da iki ülke firmalarının savunma sanayiinde işbirliğini de içeren gizli bilgilerin değişimi kararlaştırılmış. 31 Mart 1994’te de İsrail’le Türkiye arasında "Güvenlik Gizlilik Anlaşması" imzalanmış. 18 Eylül 1995’te imzalanan "Askeri Uçaklar ile Eğitim Hakkında Anlaşma Muhtırası" (bkz. Konya) İsrail’le imzalanan anlaşmalar zincirine eklenmiş. Bu anlaşmalar hep halktan gizli tutulmuş.
Halk, bu anlaşmalardan ancak, 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanan ve 18 Nisan 1996 tarih ve "96-7435" sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe giren "Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması"nın ortaya çıkmasıyla haberdar olmuş. Bu son anlaşma Mesut Yılmaz hükümeti döneminde imzalanmış ve Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı döneminde TBMM tarafından onaylanmış. Anlaşmayla, taraflar arasında aktarılan her türlü bilginin 1994’te imzalanan "Güvenlik Gizlilik Anlaşması" hükümleri gereği gizli tutulması kararlaştırılmış.
Recep Tayyip Erdoğan’ın o zamanki lideri Necmettin Erbakan’ın imzasıyla Meclis’e sunulup onaylanan anlaşmanın can alıcı noktalarından birisi de, "İşbirliği, iki ülkenin ihtiyaçları ve çıkarları göz önüne alınarak gerçekleştirilecektir" hükmü imiş.
* * *
Bu anlaşmaları imzalayanların iyi niyetinden hiç şüphem yok. Erdoğan da bu anlaşmalara sahip çıkmalı. Ancak, aleme verir talkımı kendi yutar salkımı tavırlarının kaş yaparken göz çıkarmasından ürküyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2009
BAŞBAKAN’ın Davos’taki çıkışını kimileri bir milli uyanış olarak gördü, benim de aralarında bulunduğum kimileri ise Başbakan’ın çıkışını diplomatik açıdan alabildiğine eleştirdiler. Kimileri Başbakan’ın "milletin sesi olduğunu" söylerken kimileri milletin bir bölümünün bu çıkıştan çok rahatsız olduğunu gözlemlediler.
Kimileri Obama dönemi ile ABD’de Yahudi lobisinin etkisinin azalacağını, düne kadar hükümetin ağzına baktığı bu lobiye artık ihtiyaç kalmadığını yazdılar, önemle ABD’den yazan kimileri ise artık Ermeni tasarısının Kongre’den geçmesine kesin gözle bakmak gerektiğini söylediler.
Kimileri devletin diplomatlarının "monşer" diye aşağılanmasını alabildiğine alkışladılar, kimileri bu söze alabildiğine alındılar.
Türkiye’nin bu çıkışla ne kazanıp ne kaybedeceğini zaman gösterecek ama Erdoğan’ın çıkışına yapılan eleştirilere gösterilen aşırı tepki, beni alabildiğine kaygılandırdı.
Bir milletin uyanışını alkışlayanların kendileri gibi düşünmeyenlere gösterdiği tepkiye bulabildiğim bir tek isim var:
Akıl tutulması!
* * *
Başbakan’ın çıkışını bir zafer olarak algılayanlar böyle düşünmekte, bu çıkışı kutlamakta özgürler ama onlar kendileri gibi düşünmeyenlere "káfir", "katli vacip", "Siyonist uşağı", "Filistin’de ölen çocukların katili" vb. diyebiliyorsa, Başbakan’ın gözü önünde gazetecilere saldırabiliyorlarsa, sosyal psikologlar tepkilerin abartılmasını eziklik duygusunun dışa vurumuna ve Başbakan’ın insanları azarlamasının beğenilmesini otorite özlemine bağlıyorlarsa; birilerinin de oturup imam-cemaat ilişkisini hatırlayarak "Bu ülkede neler oluyor?" diye sorma zorunluluğu vardır.
Deyin coşkudan, deyin başkaldırma zamanı geldiği için, deyin kazanılan muazzam bir zaferden, yok deyin ezikliğin dışa vurumundan, deyin nihayet otorite tarafından kucaklanmaktan bu ülkede duygular denetlenemez hale gelmiştir:
Akıl tutulması, üzerimize bir kara bulut gibi çökmüştür.
Kimileri özel görüşmelerde farklı konuşuyor, sonradan farklı yazıyorsa, kimileri ilk günkü görüşlerinden ertesi gün çark ediyorsa; bilinsin ki akıl tutulması korkuyu da körüklemektedir.
"Başbakan’ın tavrı diplomasi kurallarına uymaz", "2. Lady, İsrail Cumhurbaşkanı’na yalancı diyemez" mealli eleştirel sözler, intikamı alınması gereken sözler olarak tepki görüyorsa bu ülkede hoşgörü/toleransa yer kalmadığı, giderek "Adına ne denirse densin ama demokrasi denemeyecek bir rejime doğru mu sürükleniyoruz?" sorusu, benim gibi bazı insanların zihnine yerleşmeye başlamaktadır.
Bir başka endişem de bu soruyu açıkça soran insanların muazzam bir azınlık oluşturmasıdır!
* * *
Saadet’in yeni lideriyle seçimlere yepyeni bir faktör ilave edildiğini, bu köşede, kimsenin Saadet’e dikkat etmediği dönemlerden beri yazıyorum.
Ben hálá Başbakan’ın denetimsiz öfkesini, Saadet’in altını oyması endişesine bağlıyorum.
Seçim uğruna:
1) IMF oyalanmaktadır.
2) Çok dengeli politika göz ardı edilip, Hamas alabildiğine kucaklanmakta, öte yanda İsrail, diplomasi kuralları da aşılarak dışlanmaktadır.
3) Ergenekon Davası saptırılmaktadır.
İddia ediyorum, her üçü de seçim sonrası, 30 Mart’tan itibaren dengelenmeye çalışılacaktır.
Bu arada da durumdan kaygı duyanlara yapılabilecek bir tek iş düşmektedir.
Dua etsinler!
"Allah’ım 30 Mart’a dek IMF’nin, İsrail’in, ABD’nin gözünü ve aklını bağla!"
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2009
İNSANA dair nitelikler arasında baş edilmesi en zor duygulardan birisi öfkedir. Ancak, yine de öfke insana bazen cazip gelir. <br><br>Bunun için öfkenin baldan daha tatlı olduğunu düşünenler de vardır. Öfke genelde insanın kendisine haksızlık edildiğine inandığı ortamlarda gelişir. Haksızlığın giderilmediği duygusu hákim olunca da öfke patlar, dışa vurur.
Ancak, haksızlığa uğrayan herkes öfkelenir diye bir genelleme yapılamaz.
Haksızlığa öfkeyle tepki veren insanların iki ortak özelliği vardır:
Öfkeyle haksızlığa tepki verenler genellikle geçmişleri itibarıyla kendilerini ezik hisseden insanlardır. Diğer ortak özellik de öfkeye kapılan insanların analitik yeteneklerinin fazla gelişmemiş olmasıdır. Haksızlık karşısında analitik tepki veremedikleri için öfke saçarlar.
Öfkeli insanları yakın çevresi de çok kolay kışkırtır. Örneğin, karınız siz haksızlıkla mücadele ederken ağlama seline kapılıp yaşına, başına, görevine bakmadan kızdığınız kişiye "yalancı" diyebiliyorsa öfkeniz katmerli artar. İyice gaza gelirsiniz.
Öfke çok da popülist bir duygudur. Toplumda ne kadar eziklik duygusu taşıyan insan varsa öfkenize alkış tutarlar.
Ardından yalakalar da "milletin sesine tercüman olduğunuz" için sizi kutlarlar. Bu yalaka entellerin mantığına göre, milletin topyekûn Yunanistan’a gıcık olduğu bir dönemde, 1989’da Davos’ta, baba Papandreu ile el sıkışıp Yunanistan ile barış kapılarını araladığı için rahmetli Turgut Özal halt etmiştir!
* * *
Ancak, öfke bir duygu olarak aynı zamanda kalleştir de! Öfkelenen kişiyi en haklı olduğu davada bile haksız duruma düşürür, kişiyi sonradan çark etmek, söylediklerini yutmak zorunda bırakır. Örneğin, bir millete, o milletin dünyanın bilime en fazla değer veren milletlerinden birisi olduğunu unutup, "Siz öldürmekten başka bir şey bilmezsiniz!" derseniz, sonradan o milleti değil, onu yönetenleri kastettiğinizi söylemek zorunda kalırsınız.
Öfkelenen adamın bir özelliği de öfke anında çocuklaşıp "Oynamıyorum işte!" demesidir. "Bir daha gelirsem..." diye yola çıkar, öfkesi geçince de "Bakalım düşünürüz!" demeye başlar.
* * *
Psikiyatrlar, denetlenemeyen öfkeyi insan sağlığı için zararlı bulurlar. Uzmanlara göre öfkesini denetleyemeyen kişi hem çevresine, hem kendisine zarar vereceği için, belki profesyonel yardım da alarak, bu durumu aşması gerekir.
En önemlisi, öfkesini denetleyemeyen insanlar meslektaşları tarafından güvenilmez bulunurlar, insanlar onunla suret-i haktan birlikte bulunurlar ama onu ciddiye almazlar.
Uzmanlar; öfkeye muhatap olan kişi öfke saçandan eninde sonunda intikam alacağı için, bu intikamdan korunmak amacıyla da öfkenin denetlenmesini tavsiye ederler.
* * *
Askeri dönemde komutanlara meyhanede söven sarhoşun, karakolda "Ben Patagonya’nın komutanlarına sövdüm" diyerek çark etmesi gibi öfkeli insanlar da kime öfkeleneceklerini çok iyi bilirler.
Örneğin, Darfur’da işlenen soykırım suçu onları öfkelendirmez. Müslüman Çeçenlerin okul basarak Hıristiyan çocukları öldürmesi de onları öfkelendirmez. Askerin başına çuval geçince de öfkelenmezler. Irak’ta, Afganistan’da öldürülen Müslümanlar da onları hiç öfkelendirmez.
Akıllı-öfkeli insanlar kime öfkeleneceklerini iyi bilirler. Onlar öfkenin kár-zarar hesabını yapmaya çalışırlar. Öfkenin "kár hanesine" yazılması için gayret gösterirler. Ancak, kısa vade için hesap yaptıklarından, uzun vadede nasıl bir ücret ödeyeceklerini/millete ödeteceklerini hesap etmezler.
Karşı taraf alttan alınca, "Bravo, haddini bildirdi!" diye alkış alırlar ama kişinin kişiyi sevmeden önce öptüğünü hem kendileri hem de şakşakçıları görmezden gelmektedirler.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2009
MİLLİYET’in A&G şirketine yaptırdığı ankete göre:"’Dava sürecinde her şey hukuk içinde işliyor’ diyenlerin oranı % 32.8 olurken, ’Devlette çeteleşme olduğu doğru ama bazı kişilere de gözdağı vermek için davaya dahil ediyorlar’ diyenlerin oranı ise % 26.9. ’Bu dava tamamen AKP’nin siyasi bir manevrası’ diyenlerin oranı da % 14.5." (26.01.09) Ayrıca araştırmaya göre büyük çoğunluk (% 61.7) Ergenekon’un varlığına inanıyor.
Ben de % 61.7’ye dahil olarak aklım sıra "Devlette çeteleşme olduğu doğru ama bazı kişilere de gözdağı vermek için davaya dahil ediyorlar" görüşünü ifade eden yazılar yazıyorum.
Ancak, yazılarımı okuyanların genelde ne düşündüğünü bilemem ama bana ulaşan e-postaların büyük çoğunluğu yazılarımı böyle algılamıyor.
Örneğin, 27.01.2009 günü yazdığım "Ergenekon’un Organik Yapısı" başlıklı yazı, tipik bir "Devlette çeteleşme olduğu doğru ama bazı kişilere de gözdağı vermek için davaya dahil ediyorlar" yazısı olduğu halde bana mektup yazanların çok azı yazımı böyle algıladıklarını belirttiler.
Mektupların çoğunluğu ortadan ikiye bölündü.
1) Bazıları beni, Ergenekon’daki çeteleri yok saymakla suçladı.
2) Bazıları ise memleketi seven emekli paşalara/kişilere iftira atmakla suçladı.
Yazı aynı yazı, ama iki aşırı uçta tepkiler aldım.
* * *
Örneğin, delilleri sorgularken delillerin somut varlığını görmem gerekmediğini, varlıklarına inanmam gerektiğini, savcıların bir bildiği olduğunu yazanlar oldu.
Tek somut delil gömülü silahların tabii ki sanıklara ait olduğunu, bunu anlamayacak kadar aptal olduğum için silahların varlığının sanıklarla irtibatlandırılması istediğimi söylediler.
Kenan Evren’i koruduğumu bile yazacak kadar gözü dönmüşler oldu. Beni hayásızca dinleyen paşanın bile hukuk kurallarına uygun yargılanmasını istememin saflık, enayilik olduğunu belirtip, "Sana karşı hukuksuzluk yapana nasıl hukuk istersin!" diye çatanlar oldu.
* * *
Öte yanda paşaların, "halkı galeyana getirmekle" suçlandığını söylemeye çalıştığım halde sanki kendi görüşümü yazıyormuşum gibi bu suçlamayı nasıl yapabildiğimi sorguladılar.
Cumhuriyet Mitingi’ne katılanlar, aklımın ucundan geçmediği halde, hangi insafsız vicdanla onları çete mensubu ilan ettiğimi sordular.
* * *
Aynı yazı için AKP yalakalığına soyunmaya başladığımı söyleyenler olduğu gibi, "Ergenekon Davası’na iman etmediğim için" demokrat olmaktan çıktığımı yazanlar bile oldu.
Gelen mektuplardan bir genelleme yapmak çok zor, ama okurların en azından bir kısmının aynı yazı hakkında tamamen zıt görüşler taşıması, davanın nasıl bir boyuta ulaştığını gösteriyor. İnsanların nasıl birer ideolojik kör haline gelebildiğine bu mektuplar çok güzel bir örnek. Pekálá, e-posta yazacak seviyede eğitim almış ve bir bilgisayara ulaşacak seviyeye ulaşmış insanlar kısa bir makalenin bir kısmını görmeyecek kadar körleşebiliyorlar. "Ama bak şunları da yazmıştım" diye cevap yazdığımda, "Ben mühendisim, bir yazıda neyin önemli olduğunu bilirim" diye cevap alabiliyorum.
* * *
Bu mektupları aldıktan sonra düşünmeye başladım. Bir hukuk davası etrafında bölünerek birbirimizin kafasını gözünü yaracak kadar gözü dönmüş bir millet miyiz, yoksa bu dava artık beter siyasallaşarak bizi bölüyor mu?
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2009
PARLAMENTER demokrasilerde ülke başbakan tarafından yönetilir. Bizde ise galiba tersi oluyor. Hükümet giderek ülkeyi Başbakan’a rağmen yönetiyor. Recep Tayyip Erdoğan olağanüstü meziyetlere sahip bir insan. Zaten, bazıları için onun nadir bulunan nitelikleri, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen onu başbakan yaptı.
Her hükümet bir süre sonra yıpranmaya başlar. Ama o, 5 yıllık iktidarın ardından AKP’yi 22 Temmuz’da %47’ye taşımayı becerdi.
Ancak 22 Temmuz’dan sonra hırçınlığı beter artan bir görüntü vermeye başladı. Bu durumu giderek yalnızlaşmasına, yorulmasına ve otokrat bir tavır benimsemesine bağlayanlar var. Büyük çapta da haklılar. Ancak ben önemle son birkaç aydır Başbakan’ı başka bir duygunun da esir almaya başladığını düşünüyorum.
* * *
Yerel seçimler yaklaştıkça Başbakan’ı "%47 sendromu" sarmaya başladı. Başbakan 29 Mart’ta %47 oy alamazsa "tepe noktasından düşmeye başlamakla" suçlanacak!
Büyük zaferler, büyük beklentiler yaratır. 22 Temmuz’da Başbakan çıtayı %47 gibi çok yüksek bir rakama taşıdı. Şimdi 29 Mart’ta %47’yi aşmaktan bahsetmek zorunda.
Farkında ki; %47’den aşağı alacağı her oran onun artık miadını doldurduğuna dair yargılara dönüşecek.
Büyük başarılar kalleştir!
Eğer AKP 29 Mart’ta %37-42 bandına inerse, yine 1. parti olduğu, yine ilk katıldığı (3 Kasım 2002) seçimde aldığı %35’in üzerine çıktığı halde "yıpranmış" addedilecek. Öte yanda; örneğin oyunu %2’den %5’e çıkaran bir parti/yeni lider ise gelecek vaat eden, zafer kazanmış bir parti ve lider edasını takınacak.
* * *
Başbakan’ın korkusu sadece CHP’nin veya MHP’nin alacağı oylar değil. Bu kez karşısında yeni bir DP (merkez sağ) ve Milli Görüşçü oyları paylaşacak SP var.
Medya şimdilik fazla yer vermiyor ama bu iki parti yeni başkanları ve yeni solukları ile 29 Mart’a harıl harıl hazırlanıyorlar.
Süleyman Soylu, DP’nin oylarını çok değil 1-2 puan artırırsa dikkati çeken genç lider haline gelecek. Karış karış Anadolu’yu geziyor, merkez sağda yeni bir heyecan oluşturuyor.
Alacağı her ilave oy AKP’den gelecek!
* * *
Numan Kurtulmuş da Saadet için yeni bir nefes. O da sessiz ve derinden gidiyor. İl Genel Meclisi’nde %10’u aşarlarsa AKP’nin ciddi rakibi olacaklar.
Onlar da artıracakları her oyu AKP’den koparacaklar.
Ankara ve İstanbul’da Saadet’in çıkaracağı adaylar bu 2 kilit şehirde neticeleri altüst edebilir. Kılıçdaroğlu makam odasına "Zaferimi ona borçluyum" diyerek Numan Kurtulmuş’un resmini asabilir!
AKP, daha önemlisi Erdoğan bu seçimde SP, DSP ve DP’ye oy kaptırma telaşı içinde!
* * *
Bu telaşla Başbakan IMF’yi oyalıyor, Hamas’ı kucaklıyor, Ergenekon Davası’nda "Biz kovana çomak soktukça, birileri çok rahatsız oluyor", diyerek yargı erkine hükmediyor. Emniyet’i ve Adalet’i kendisinin emir erleri gibi göstererek bu iki kurumu alabildiğine töhmet altında bırakıyor.
Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı Ortadoğu’da dengeleri yeniden tesis etmek için istedikleri kadar uğraşsınlar, Cemil Çiçek istediği kadar "Yargı bağımsızdır" desin, Mehmet Şimşek istediği kadar IMF ile pazarlık yapsın; Başbakan, Milli Görüş tabanına "Hamas’ı kaptırmam!", "kendime IMF’nin uşağı dedirtmem", "Askeri/ulusalcıları Ergenekon’da pişti yapıyorum" mesajları verme sevdasından vazgeçecek gibi değil!
Yazının Devamını Oku