Cüneyt Ülsever

Kafayı yemek üzereyim

13 Ocak 2009
ERGENEKON davası ve ilgili soruşturmalar sırasında kafayı yemezsem hiç yemem. Her gün aklım daha beter karışıyor. Önce size bir soru: Şu sözler kime ait? "(...) Mesut Yılmaz’ın da ’katillerin başı’ dediği İbrahim Şahin kimdir? Şahin (...) tam 10 yıl Doğu’da ve Güneydoğu’da PKK eşkıyasıyla göğüs göğüse çarpışmış bir kahraman. 3-4 kere yaralanmış ama gene yılmamış ve gene mücadelesine devam etmiş..."

Cevap: Bugün çetelere karşı cansiperane savaş veren ve İbrahim Şahin’in krokisi ile ortaya çıkan cephaneliği "Ergenekon" ile ilgili şüpheler taşıyanların gözüne sokan Nazlı Ilıcak!

Rıza Zelyut
’un 10.01.09 günü web gazetesi Sol Birlik’te (www.solbirlik.net) yayınlanan "İbrahim Şahin’in Koruması Nazlı Ilıcak’tı" başlıklı yazısı, Ilıcak’ın 12.12.93 tarihinde Akşam Gazetesi’nde yayınlanan yazısından bu alıntıyı yapıyor.

Nazlı Ilıcak, neden Mesut Yılmaz’a çatıyor? Susurluk’un ardından ANAP’ın o tarihteki Genel Başkanı Mesut Yılmaz, zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e basına da yansıyan bir mektup yazmış ve demiş ki:

"Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde, Özel Harekát Dairesi vardır. Bu dairenin bazı elemanları, uyuşturucu, kumarhane, haraç ve adam öldürülmesi gibi işlere karışmaktadır. Ömer Lütfü Topal’ı öldürenlerin itirafları fevkalade enteresandır. Bu kişiler suçlarını itiraf ettikleri halde, Ankara’ya celp edilmişler ve halen serbest dolaşmaktadır. Devlette görevli olan bazı kişilerin, Özel Harekát Dairesi Başkanı İbrahim Şahin’den talimat aldıkları ve bunun, İçişleri Bakanı dahil, birtakım yüksek yerlerin bilgisi çerçevesinde olduğu söylenmektedir. Suça karışan asgari 100-120 kişi mevcuttur. Bunlar devlet emrinde çalışan katillerdir." Ilıcak’ın yazısı bu mektuba cevapmış!

İlgili web gazetesini okuyan bir arkadaşım bana, Ilıcak’ın değişen tavrında bir çelişki olmadığını, dolayısıyla aklımı yememem gerektiğini söyledi. Ona göre o tarihte İbrahim Şahin iktidarın (Necmettin Erbakan-Tansu Çiller) adamıydı, şimdiki iktidar ise Şahin’e karşı!

Arkadaşımın deyimiyle Ilıcak, Şahin’lerin değil, iktidarların gazetecisi!

Peki şuna ne dersiniz? 10. dalgadan sonra gözaltına alınan tüm emekli generaller salıverildi, ama Yalçın Küçük tutuklandı! Paşaların neden gözaltına alındıklarını, neden salıverildiklerini bilen yok. Ancak, arkadaşıma göre bunda da şaşacak bir şey yok. O, "Yargı bağımsızdır" diye devamlı bağıran Başbakan’a Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un yaptığı ziyarete dikkat çekiyor. "Normal, çok normal" diyor. Devletin tepesindeki işbirliğinden bahsediyor.

İbrahim Şahin’in basına sızan ifadesine göre adını açıkça verdiği 2 muvazzaf general ona özel görev vermiş, hatta kendisinden 300 seçmece adam istemişler. Ben bu akıl almaz iddiaya Genelkurmay anında çok sert tepki verir diye bekledim. Öğlene doğru nihayet, yalın da olsa, bir yalanlama geldi. Arkadaşıma göre "Şahin’ler oyununda her türlü yalan mubahtır."

İbrahim Şahin, krokileri evde unutacak kadar kafayı yemiş, ama kitap yazacak kadar sağlam bir hafızası var. Arkadaşıma göre bu da normal. Bizim devlet geleneğinde İsmet Paşa açılımı varmış. Paşa sağırmış ama işine geleni duyar, gelmeyeni duymazmış.

Arkadaşıma, "Tamam her şeyin bir açıklaması var, ama Yalçın Küçük nasıl darbe yapacaktı?" diye sordum. "Halkı galeyana getirecekti!" diye cevap verdi. "Nasıl yani?" diyecek oldum, "Yalçın Küçük televizyonlarda zırvalarken nasıl bir duyguya kapılıyordun?" diye sordu. "Galeyana geliyordum!" diye cevapladım ve anında sustum.

* * *

Arkadaşıma göre benim kafayı yemek üzere olmamın nedeni cahilliğim. Ona göre ben Türkiye’nin kendi tarihi şartlarından doğan, itişme geleneği üzerine kurulu, düşünceye/akla, hele hele somut bilgiye hiç ihtiyaç duymayan, sıkı bir tarafgirliğe ve kör bir çıkar kavgasına dayanan hassas dokusunu anlamıyorum.
Yazının Devamını Oku

Akıl kullanmayı öğrenmek

11 Ocak 2009
İNSANA dair, onu hayvandan ayırt eden, en büyük özellik düşünebilmesidir. Bunun içindir ki Cenab-ı Allah kitabında insanoğluna doğruları sıraladıktan sonra sık sık, "Bir de sana akıl verdim kulum!" (mealen) der. Varlıkların en büyüğü bile her türlü doğruyu kendisinin öğretmeyeceğini, kulun da akıl kullanarak bazı doğruları yerine ve zamanına göre bulması gerektiğini bildirir.

Ancak onun kulları olarak; laikçisi-İslamcısı, liberali-komünisti, Müslüman’ı-Musevi’si-Rum’u-Ermeni’si-inançsızı, Laz’ı-Kürt’ü-Çerkez’i-Gürcü’sü-Arap’ı-göçmeni, Trakyalısı-Doğulusu, Akdenizlisi-Karadenizlisi vb., velhasıl ortak paydası bu toprakların insanı olan hemen herkes diğer bir ortak noktada buluşuyoruz:

Aramızda akıl kullanmayı bilen çok az!

* * *

İnsanoğlu doğduğu anda öğrenmeye başlar. Hayatı boyu da şu üç soruya cevap arar:

1) Ben kimim?, 2) Nereden geldim?, 3) Nereye gidiyorum?

Bir ömür bu sorulara cevap aranır. Ancak, herkes ama herkes bu sorulara somut cevap bulamadan ölür. Soruların cevabını ancak tahmin edebiliriz. Sorulara verilen cevaplara inanır, itikat, iman eder, hatta cevapları reddeder, ama illa ki cevapları tahmin ederiz.

İşte akıl kullanmanın anlamı burada ortaya çıkar. İnandığını (somut) bilgi sayan kişi, akıl kullanmayı öğrenmemiştir. Allah’ın bile, "Bir de sana akıl verdim kulum" diyerek öğretisinin bir kısmını muğlak bıraktığı bir dünyada kendi inandığı gerçeği (esas) gerçek sayan kişi akıl kullanmamaktadır.

Gerçeğin bulun(a)mayacağını ama hep aranacağını öğrenmemiş kişi, Allah’ın kendisine bahşettiği en değerli organ olan beynine sahip çıkamamaktadır!

* * *

Türkiye’de, bırakın normal yurdum insanını, aydın geçinenler bile, kendi (inandıkları) gerçeklerini herkes için geçerli (somut) gerçekler sayarak yaşıyorlar.

Pazar günleri siyaset yazmıyorum ama sadece bir örnek olarak son dalga Ergenekon gözaltıları çerçevesinde kopan gürültüye dikkat çekmek isterim.

Ortada somut tek kelimelik dahi bir iddia(name)/gerekçe(ler) olmadığı halde Türkiye medyası son birkaç gündür ikiye bölündü ve hemen herkes gözaltına alınanların suçlu veya suçsuz olduklarını bağıra bağıra ilan etmeye başladı.

"İnancına" göre (bilgisine göre değil) paşaların suç işleyemeyeceğini tek gerçek sananlar, paşaların suçsuz yere gözaltına alındığını bağırmaktalar. Halbuki, onların mahalle baskısı tartışmaları sırasında, "Müslüman adam baskı yapmaz, demek ki mahalle baskısı yoktur" diyen kafadan hiçbir farkı yok.

Her iki taraf da kendi (inandığı) gerçeğini genel (somut) gerçek sanmakta.

Aynı kafa "Prof." ve dahi "Dr." unvanını kullanmasına rağmen TV’de kendisine Kanadoğlu’nun evinin hangi gerekçe ile arandığını bilip bilmediği sorulduğunda, "Bu kadar önemli bir insanın evi arandığına göre muhakkak ki güçlü gerekçeler vardır" diyebilmektedir.

Prof.’un esasında söylediği, hepimize 3 yaşında itikat etmek üzere öğretilendir:

"Bizimkiler yanlış yapmaz!"

Halbuki, yapmamız gereken, perşembe günkü yazımda yapmaya çalıştığım gibi, eğer hukuk devletinde yaşıyorsak, gözaltına alınanların hangi gerekçe(ler) ile alındıklarının aydınlanmasını talep etmektir. Halbuki, biz habire meşrebimize göre "gerekçe" uyduruyor ve o gerekçeye dayanarak sevdiğimizi aklıyor, sevmediğimizi karalıyoruz.

* * *

İlkokul mezunu rahmetli anam bize kızdığında, "Allah’ım el deliye, ben akıllıya muhtacım!" diye yakınırdı!

Rahmetli teyzem de ona, "Akıl akıl, gel de kıçıma takıl!" diye cevap yetiştirirdi.
Yazının Devamını Oku

Son gözaltılar

8 Ocak 2009
ÖNCE bir parantez açayım ve dün terör örgütü Hamas’a sahip çıktığı için eleştirdiğim ve taraflı tavrı nedeniyle arabuluculuk girişimlerinde ciddiye alınmayacağına inandığım Başbakan ile ilgili LDP Genel Başkanı Cem Toker’in sorusunu kamuoyuyla paylaşayım: "Darfur’da en az 200.000 sivilin katlinden sorumlu, hakkında soykırım ve savaş suçu iddianamesi hazırlanan Sudan Devlet Başkanı Omer El Beşir’i, 2007’de iki defa kırmızı halı ile Türkiye’de ağırlayan AKP hükümetinin, Gazze’deki insanlık dramına tepkisi uluslararası girişimlerinde acaba ne kadar tutarlılık sergilemekte ve saygınlıkla karşılanmaktadır?"

* * *

Gelelim günün konusuna. Dün yine bir şok gelişme oldu ve yeni gözaltılar yaşandı. Haklarındaki iddiaları görmediğimiz için hiçbirimiz neden gözaltına alındıklarını bilmiyoruz.

Şahsen bazı isimler bana "28 Şubat dönemini" hatırlattı. Görüntü bende sanki bu kez 28 Şubat masaya yatırılacakmış duygusu yarattı.

* * *

Önce "28 Şubat dönemi" ile ilgili bakış açımı hatırlatayım.

Bu köşeyi zamanında okuyanlar bilirler ki, o dönem tarafımdan hukukun çiğnendiği bir dönem olarak yaftalanmıştır.

O dönemde Necmettin Erbakan’a, fikirleriyle uyuşmadığım halde, sadece hukuki hakları gasp edildiği için sahip çıkmıştım.

Aynı mantık açısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ı da sahiplenmiştim.

Sonradan icraatını eleştirdiğim için beni "hain" olmakla suçlayan Erdoğan, adı geçen dönemde haklarını savunduğum için beni pek severdi. O dönem öyle bir dönemdi ki bugün Erdoğan’ın yalakalığını yapan bazı eski liberaller, Erdoğan’ın kapısına uğramazlardı. 2001 krizinde işini kaybeden bir gazeteci ağabeyime, Zaman’da yazması için arabuluculuk yaptığımda ağabeyim "Duymamış olayım!" diyerek beni terslemişti:

"Bırak el álemi, ben Zaman’da yazdığımı karıma nasıl anlatırım?"

Bu ağabey şimdi Zaman yazarıdır.

Adı geçen dönemde "müesses nizam"a karşı çıktığım için hakkımda 7 adet dava açıldı ve toplam 49 yıl hapis istemiyle yargılandım. Hepsinden de beraat ettim.

Dün gözaltına alınanlar arasında zamanında benim hapsedilmemi isteyenler de var.

* * *

28 Şubat karanlık bir dönemdir. Ancak...

İnsanlar muktedir iken onları eleştiren yüreğim, onlar mağdur iken yanlarında duruyor.

Hukuk öncelikle vicdanlara hitap etmelidir. Vicdanlara hitap etmeyen kararlar, kanuna uygun oldukları durumlarda bile vicdanlarda kabul görmeyince hukuki olmazlar.

Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın şiir okuduğu için hapis yatması gibi!

* * *

Gönül isterdi ki, dün gözaltına alınan şahsiyetler hakkındaki iddialar anında kamuoyuyla paylaşılsaydı!

Aylarca önce tutuklanan emekli paşalar hakkında hálá iddianame yazılmadığı bir ortamda bir eksantrik profesörün, bir savcının, zamanında 28 Şubat’ın sözcülüğünü yapmış emekli bir paşanın, eski MGK sekreterinin neden ve hangi somut suçlamalarla karşı karşıya olduğunu hepiniz gibi ben de merak ediyorum. Üstelik, aralarında zamanında hukuku yok sayanlar olduğunu bire bir bildiğim halde merak ediyorum.

Eğer, merceğe "28 Şubat" yatırıldı ise, "diğerleri" hakkında ne işlem yapıldığını veya yapılacağını da merak ediyorum. Ancak, hatırlatmak istiyorum ki:

Bir karanlık dönem, başka bir karanlık dönemle aydınlanamaz!

Lütfen, bir an önce kimlerin neden gözaltına alındığı konusunda aydınlanalım!
Yazının Devamını Oku

Hamas mı, Filistin mi?

7 Ocak 2009
GALİBA Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti iki kavramı giderek karıştırıyor. Mazlum Filistin halkının yanında yer almaktan ziyade Başbakan Hamas’ın sözcülüğüne soyunuyor. Başbakan’ın şu sözleri dehşet vericidir:

"Hamas’ın ateşkes şartlarını ve taleplerini BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyabiliriz çünkü Hamas’ın Filistin yönetimine ve Mısır’a olan güveni sarsılmıştır." (El Cezire-05.01.09)

Başbakan sadece Mısır’ı dışlamıyor, aynı zamanda Filistin’de Fetih ile Hamas arasındaki çatışmada Hamas’dan yana tavır alıyor.

Üstelik Başbakan Mısır’ın bile Hamas’tan esirgediğini Hamas’a bağışlıyor:

"İki temel şey özellikle söz konusu: Bir ateşkes, iki ambargonun kaldırılması."

Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı bütün dünyada terörist bir örgüt olarak kabul edilen Hamas’a bu şekilde sahip çıkarsa yarın bir başka ülkenin başbakanı: "PKK’nın şartlarını ve taleplerini BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyabiliriz!" dediğinde susmak zorunda kalacaktır.

* * *

Dünkü makalesinde Mehmet Y. Yılmaz ağır bir iddiada bulundu (Hürriyet-06.01.09). Ona göre, Başbakan’ın ifadesinin tersine, İsrail Başbakanı Olmert Türkiye ziyaretinde Gazze’de Hamas’a saldıracaklarını Erdoğan’a söylemiş. Yılmaz bu durumun görüşme tutanaklarında açıkça görüldüğünü ve yakında gazetelerde yayımlanacağını söylüyor.

Eğer bu vahim iddia doğru ise Başbakan bütün dünyaya rezil olmaz mı?

İnsana "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!" diye sormazlar mı?

* * *

Galiba Başbakan Filistin halkının uğradığı saldırıyı seçim malzemesi olarak kullanmak istiyor. Halkımızın temiz duyguları ile oynuyor. Üstelik muhafazakár seçmene şirin gözükmek için de açıkça Hamas’ı kolluyor.

Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Filistin meselesine bakarken şu boyutları da görmek zorundadır:

1) Filistin halkını Gazze’de perişan eden savaş esasen İran ile İsrail arasındadır.

2) Sünni Hamas Gazze’de Şii İran’ın yayılmacı politikaları çerçevesinde siyaset yapmaktadır. Hamas’ın elindeki her türlü savaş malzemesi Suriye vasıtası ile İran’dan gelmektedir.

3) İran’ın Ortadoğu’da attığı her ileri adım Türkiye’nin çıkarlarına zarar verir.

4) Nükleer İran sadece Batı’ya değil, Türkiye’ye de tehdittir.

5) Sadece ABD veya AB değil, Sünni Arap ülkeleri de İran’a yakın duruşu nedeni ile Hamas’a uzak durmaktadırlar.

6) Filistin halkını İsrail zulmünden korumak amacıyla hareket ettiğini söyleyen Hamas Gazze’de İran benzeri ağır şeriat hükümleri uygulayarak bireysel özgürlüğü Filistin halkından esirgemektedir.

7) Hamas politikaları, kim ne derse desin, İsrail yok olana dek savaşı sürdürmektir. Hamas için, Türkiye’nin aradığını söylediği, İsrail’in de çıkarlarını koruyan ara çözüm yoktur.

8) Sürdürdüğü savaşta her türlü entrika serbesttir. Hamas masum İsrail halkına saldırmakta beis görmediği gibi silahları, bombaları Filistin halkının evlerinde saklamakta ve bu yüzden öldürülen Filistinliler için matem tutmak yerine katledilen insanları propaganda malzemesi yapmaktadır.

* * *

a) Türkiye’nin iki arada kalan ve zulüm gören Filistin halkını bir an evvel barışa ve huzura kavuşturmak için samimi çaba sarf etmesi sadece şanına yakışır.

b) Ancak, Türkiye’nin Hamas yanında görüntü vermesi her şeyden önce kendi çıkarlarına aykırıdır!

c) Ayrıca, taraf tutan Türkiye’yi arabuluculuk çabalarında ciddiye de almazlar.
Yazının Devamını Oku

Obama’nın ilk sınavı: Gazze

6 Ocak 2009
BİR siyahın ABD Başkanı seçilmesi, başlı başına bir devrimdir. Çoğunluğun yıllarca itiştiği azınlıktan birisini kendi elleriyle başkan seçmesi, demokrasi adına sadece şapka çıkarılacak bir tavırdır. Ama Obama’nın bir devrimci olup olmadığı sınava tabidir!

Bu köşede fırsat çıktıkça yazarım. ABD türü "devlet gibi devletlerde" ülkenin ana politikaları çizilirken iki ayrı mekanizma çalışır:

Mutfaktaki aşçılar ve salondaki garsonlar!

Aşçılar atanmışlardır ve müesses nizamı temsil ederler, garsonlar ise seçilmiş başgarsonun emrindeki sekreterlerdir (bakanlar). Onlar mutfakta pişenleri ABD vatandaşlarına ve dünyaya pazarlarlar.

Tabii ki, iyi ve kötü garson vardır. Bazı garsonlar mönüyü çok güzel pazarladıkları gibi salondan gelen talepleri mutfağa doğru aktararak mönüde ufak tefek değişikliklere de neden olurlar.

Ama seçilmiş başgarson bile mutfağın ruhuna aykırı bir mönü değişikliği yapamaz. Bizden bir örnekle anlatmak gerekirse, eğer mutfak "Antep mutfağı" ise, talep ne kadar yüksek olursa olsun, o mutfakta balık pişmez.

Müesses nizam, bir ülkenin egemen ruhudur ve seçime tabi değildir.

* * *

Obama bir siyah olarak beyazların çiftliğinde en tepeye ulaştığı için tartışmasız 2008’in dünyada en önemli insanıdır, muhakkak ki bir siyaset dáhisidir, ama "iyi başgarson" rolünü sadece Bush gibi "kötü bir başgarson"dan sonra gelen başkan ve demokrat olduğu için oynayacaktır.

Onun da görevi müesses nizamın menfaatlerini korumaktır, ama o bunu daha paylaşımcı bir eda içinde yapmaya yeltenecektir.

Dayatmacı emperyal devlet (Bush) yerine kerim emperyal devlet rolünü yüklenecektir.

Tek başına birinci ABD yerine eşitler arasında birinci ABD kuramını öne sürecektir.

Ama devrimci kelimesinin ifade ettiği müesses nizamı tersyüz etme fiili hiçbir zaman şiarı olmayacaktır. Örneğin, "ABD artık dünyada enerji koridorlarını denetlemekten vazgeçecektir" sözünü ağzına dahi almayacaktır. Aksi, eşyanın tabiatına aykırıdır.

* * *

Benim indimde Obama, yukarıda çizdiğim resme uygun tavrını diğer garsonları atarken hemen göstermiştir. Bazı görevler müesses nizam açısından kritiktir. Obama, eski NATO ve ABD’nin Avrupa’daki askeri güçlerinin başı emekli deniz generali James L. Jones’u ABD’nin en kilit görevlerinden birisi olan Milli Güvenlik Danışmanlığı’na atamış, Robert Gates’i Savunma Bakanı olarak korumuş, Dışişleri Bakanlığı’na da Hillary Clinton’ı getirmiştir.

* * *

Obama ve ekibi 14 gün sonra ABD’yi yönetme görevini devralacak. Bazıları seçilmiş olmasını bizim tabirimizle "göbek adı" Hüseyin’e atfen adeta ABD’nin başına bir Müslüman seçilmiş gibi kutsamışlardı. Ondan dünyada ezilen Müslümanlar, siyahlar ve diğer milletler adına çok şey bekleniyor.

* * *

Bana göre ise; Obama’nın seçimi zaten müesses nizamı, Bush dönemi ardından, aklama görevini yerine getirmişti. Şimdi aynı görev devam edecek.

* * *

Obama
ve Clinton! İkisinden de dünya halkları çok şey bekliyor!

Yaşayıp göreceğiz, Gazze oradaysa Obama da 14 gün sonra burada!
Yazının Devamını Oku

’An’ı yaşamanın faydası ne?

4 Ocak 2009
YILIN ilk gününe rast gelen perşembe günkü yazımda zamanın olmadığını iddia ettim. Kabaca şöyle dedim:

"...Daha doğrusu zaman, sadece zihnimizde bir ölçüdür ve biz onun değiştiğini sanırız.

Asıl olan ’an’dır ve biz sadece ’an’ı yaşarız.

Nasıl ki su zerrecikleri art arda toplanarak aktığı için biz yağmuru sicim gibi yağıyor sanırız, aynen birbiri ardına sıralanan ’an’ı da zaman sanırız. Halbuki, doğumdan ölüme yaşadığımız hep ’an’dır, milyonlarca, milyarlarca an!

’An’ın dışına çıkılıp zaman yaşanamaz, zira sadece zihinde var olanın içinde yaşanmaz!"

* * *

Bu yazıma bir sürü olumlu tepki geldi. Ancak, gelen mektuplar arasında bazılarının sorduğu bir soru da bugünkü "devam" yazısının yazılmasını gerektirdi.

Soru mealen şu idi:

"Tamam zaman sadece zihinlerde var, insan sadece ’an’ı yaşar, ama bunu bilmenin faydası nedir?"

Bugün aklımın erdiği kadarıyla bu soruya cevap arayacağım.

* * *

İnsan sadece aklıyla inşa ettiği, tabii ki matematiksel tutarlılığı yüksek zaman kavramının sadece zihinde var olan bir ölçü olduğunun farkına varmazsa, hep sadece zamanın, daha doğrusu zihnindeki bir kavram içinde yaşar, daha açık söyleyelim yaşadığını zanneder. Bu da "an"ı yaşamasına engel olur.

Genellikle, hemen hepimiz sanal olanın içindeki yaşama kapılıyor, "an"lardan oluşan gerçek yaşamı unutuyor ve maalesef bunun keyfine varamıyoruz.

Nasıl mı?

* * *

Her şeyden önce; zaman kavramı içinde ya geçmişe kapılıyor, iç hesaplaşmalar yapmaya çalışıyor, ya da geleceğe odaklanarak geleceğin taşıdığı aksiliklere, kötülüklere engel olmak için endişe dolu beklentilere giriyoruz.

Bütün bunları da gerçek hayatta yaşadığımız "an"ın içinde yapıyoruz. Böylece, her türlü duyguyu bize tattıracak olan "an"ı ıskalıyoruz.

İçimizde hep ya geriye dönük pişmanlık, kendimizi suçlama, ya da geleceğe yönelik plan yapma gerginliği, telaş, endişe, korku gibi olumsuz duygularla yaşıyoruz.

Halbuki, haz, zevk, keyif, mutluluk gibi duygular sadece ve sadece "an"ın içinde gizli.

Biz bunları devamlı ıskalıyoruz.

Meramımı anlatmak için verebileceğim en anlaşılır örnek, cinsellikten aldığımız hazdır. Cinsel haz sadece bir an yaşanır ve doruğuna çıkmak için mekánın ve zamanın dışına çıkmak gerekir.

"Cinsel hazzım ne kadar zaman sürecek?" hesabıyla yaşanan hazzı hissedebilmek mümkün değildir!

* * *

Acı, üzüntü gibi rahatsız edici duyguların da "an"ın içinde olduğunu keşfedersek bunların da "an" kadar geçici olduğunu görürüz.

"Derdim bana derman imiş!"

Bu sözün anlamını "an"ı kavramadan kavramak mümkün değildir. Ölümün doğallığını da; milyonlarca yıl var olacak bir dünyada 20, 50 veya 80 yıl zaman geçirmenin arasında fark olmadığını fark etmeden çözemeyiz.

Asıl olan "an"dır ve zaman üzerinden düşünmek bu dünyada zaman kaybetmektir.

Bırakın milyonlarca, milyarlarca "an" yaşansın!

Huzur, zerre boyutundaki "an"ın içindedir!
Yazının Devamını Oku

Sadece ’an’ vardır!

1 Ocak 2009
BÜYÜK bir şölenle ya da sadece yakınınızın yanağını öperek kutladığınız senenin en büyük zaman değişiminin ardından ben size diyorum ki zaman yoktur! Daha doğrusu, zaman sadece zihnimizde bir ölçüdür ve biz onun değiştiğini sanırız.

Asıl olan "an"dır ve biz sadece "an"ı yaşarız.

Nasıl ki su zerrecikleri art arda toplanarak aktığı için biz yağmuru sicim gibi yağıyor sanırız, aynen birbiri ardına sıralanan "an"ı da zaman sanırız. Halbuki, doğumdan ölüme yaşadığımız hep "an"dır, milyonlarca, milyarlarca an!

"An"ın dışına çıkılıp zaman yaşanamaz, zira sadece zihinde var olanın içinde yaşanmaz!

Etrafımızda imar edilen her şey milyonlarca "an" içinde yapılıyor, "an"ı yaşaya yaşaya miadını doldurmaya başlayan vücudumuz milyonlarca, milyarlarca "an" içinde yaşlanıyor.

* * *

Gelin, mahmur bir yılbaşı günü bir zihin jimnastiği yapalım!

Dün gece ne yediğinizi hatırlıyorsunuz, peki bir sene önceki yılbaşında ne yediğinizi hatırlıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum. Ama senelerce önce okula nasıl kaydolduğumu, nasıl evlendiğimi, ilk işe nasıl girdiğimi hatırlıyorum! Ya siz?

Zaman varsa, yakın zamanda yaşananın daha kolay hatırlanması gerekmez mi?

57 yaşındayım, ilkokula başladığım günü "dün gibi" hatırlıyorum.

Halbuki, yaşamımda ilk 7 sene bir türlü geçmemişti. "Okula ne zaman başlayacağım anne?" diye sorar dururdum. "1 sene kaldı" dediği zaman bile bana benimle okul arasında dağlar kadar zaman varmış gibi gözükürdü.

Halbuki, daha dün gece yaşananlar bile artık 1 sene önce yaşanmıştır.

Yılbaşı kutlamasına da 1 sene önce başlayıp kutlamayı bu sene bitirdiniz!

* * *

Arkadaşımın kızının 3 sene mi, 4 sene mi, 5 sene mi evvel evlendiğini çıkaramıyorum.

Bazen bir olaya "Geçen sene olmuştu!" diye zaman biçerken dostum, "Saçmalama, o olayın ardından 3 sene geçti!" diyebiliyor.

Okula başladıktan sonra bu sefer de okuldan sıkılmış, anneme "Ben kaç sene okuyacağım?" diye sormuştum. O da "5 sene ilkokul, 3 sene ortaokul, 3 sene lise, 4 de üniversite, demek ki 15 sene okuyacaksın" dediğinde bu kadar zamana ömrümün yetmeyeceğine hükmetmiş ve bu sefer de "Peki, ben ne zaman yaşayacağım?" diye sormuştum.

Değil 15 sene, 24 sene okula gittim, üstüne üstlük ardından da 26 senelik bir zaman dilimi yaşadım. Ama 7 yaşına kadar bir türlü gelmeyen okul günleri daha "dün" başladı, "dün" de bitti.

* * *

Maşuku senelerce sever, hatta senelerce beklersiniz, halbuki onunla yaşadığınız sadece bir "an"dır. Hatta her seferinde vuslat sadece bir "an"dır. O "an" sizi doruğa çıkarır, bir sonraki "an" da sizi doruktan indirir. Senelerce ama senelerce o "an"ın peşinden koşarsınız.

O bir "an" için ölmeye bile kalkarsınız!

"Seninle bir dakika" şarkısının söz yazarı bu gerçeği çözmüş bir bilge midir, yoksa öyle söylemek o "an" mı aklına gelmiştir?

* * *

Hasta yatağında geçirilen 3 gün ile sevgiliyle baş başa geçirilen 3 gün eşit zaman dilimi midir?

Milyonlarca sene geçmişi, milyonlarca sene geleceği olan bu dünyada 20 sene, 50 sene, 80 sene bulunmak zaman açısından farklı mıdır?

Zamanı hesaplayarak mı daha mutlu olursunuz, yoksa "an" içinde mest olduğunuzda mı mutlusunuzdur?

Mutluluk uzun zaman sürseydi, var olur muydu?
Yazının Devamını Oku

Din ve bilim

31 Aralık 2008
DİN ile bilim aynı yolun yolcusudurlar. Zira her ikisi de gerçeği ararlar.<br><br>Ancak din kesinlik/kuşkusuzluk üzerine kuruludur. Bilim ise şüphe/kuşku tarafından yönetilir. Bunun içindir ki metodolojileri farklıdır.

Dinde nas ebedi doğrudur, bilimde ise nas/teori bir başka nas/teori onu yanlışlayana dek doğrudur.

Dinde "doğru" varlığı gönül ile kabul edilerek bulunur. Bilimde ise "doğru" yanlışlığı tespit edilmediği sürece doğrudur.

Örneğin, "AKP döneminde mahalle baskısı yoktur" cümlesi kimilerine göre "Müslümanların başkalarına baskı yapmaları mümkün olmadığı" için doğrudur.

Kimilerine göre, aksine sadece bir adet kanıt bile "AKP döneminde mahalle baskısı yoktur" tezini çürütür.

* * *

Yukarıdaki cümleleri neden yazdım?

Binnaz Toprak’ın "mahalle baskısı" üzerine "laiklik hassasiyeti yüksek kesimler" arasında yaptığı araştırma bana medyamızın bir kısmının bilimden zerre kadar nasibini almadığını bir kez daha gösterdi de ondan!

AKP yalakalığı uğruna bilime hakaret etmeyi göze alan yazarlar metodolojinin zerresini bilmedikleri halde Toprak’ın uyguladığı derinine mülakat metodolojisine veriştirdiler ama eninde sonunda "AKP döneminde mahalle baskısı yoktur" sözünü yutup "Canım ne var bunda, cahil ve hoşgörüsü düşük halkımız daima mahalle baskısı uygular!"a kadar gerilediler.

* * *

Biat metodolojisi kullanarak bilimsel metodolojiyi de yorumlamak sadece din eğitimi almış ama her alanda ahkám kesen yazarlarca kullanılan bir düşünce kalıbı değil, şu veya bu nedenle iktidar yalakalığına soyunmuş bazı yurtdışı eğitimli, Boğaziçi’li, hatta titri "Prof.", "Dr." olan yazarlar için de geçerli.

Zira, kalemini bir kere AKP iktidarına teslim ettin mi, en ufak eleştiriye bile tahammül edemeyen yönetim zihniyeti karşısında hiç falso vermemen gerekiyor. Yoksa, en küçük uyarında bile "hain" olarak yaftalanman sadece bir dakika alır. İstersen bilim dünyasında alay konusu ol, istersen tarihe teslim edeceğin yazıların ileride bütün itibarını yok etsin, bunların önemi yoktur!

Ama iktidar yalakalığı görünen ve görünmeyen menfaat kapıları açar! Sen zaten bunların peşindesindir!

* * *

Eğitimin amacı öğrenmeyi öğretmektir. Öğrenmenin tek yolu da bildiklerinden şüphe etmektir. Bunun içindir ki İslam’ın altın çağında din bilginleri "Eğer biri bizden Allah’ın varlığını ispat etmemizi isterse, ona ne cevap veririz?" sorusunu sorarak aralarında münazaralar tertip etmişlerdir.

Ancak, şüphe etmek zaman zaman "Urun kellesini!" sözünü duymayı da göze almayı gerektirir.

Gözüken odur ki, bu riski göze almak bir çap meselesidir!

* * *

Binnaz Toprak’ın çalışması bize iki şey öğretti:

1) AKP’nin körüklediği mahalle baskısı bal gibi vardır.

2) Bazı köşe yazarları, dindar olmasalar bile, biat metodolojisi kullanarak yazı yazarlar!

Herkesin yeni yılını candan kutlarım.
Yazının Devamını Oku