BENCE hemen her erkeğin çocukluk yaşlarında bir Fahriye Abla’sı olmuştur. Kadınları tam olarak bilemem ama herhalde onların da zamanında bir Fahri Abi’si olmuştur.
Siz 7-8 yaşlarındasınızdır, hálá ana kuzusu kıvamındasınızdır ama bir yandan da vücudunuz size kadının başka ve cazip bir insan türü olduğunu henüz açıkça söylemese de hissettirmeye başlamıştır.
En yakın kadın ananızdır ama onu kadın olarak görmek tabudur, bunu bir şekilde öğrenmişsinizdir. Fahriye Abla’yı kadın olarak görmek ise daha az tabudur.
Benim de bir Fahriye Ablam oldu.
Benimki Aytaç Abla idi.
"Ne güzel komşumuz idin sen Aytaç Abla!"
* * *
İlkokul sona erene kadar hayatım Ankara’da geçti. Herkesin memur olduğu 50’lerin sonu, 60’ların başı Ankara’sında hemen herkes 657 sayılı kanun çerçevesinde maaş aldığı için o zamanlar insanların eşit olduğunu zannederdim. Sokağımızda ya 2, ya da 3 adet "hususi araba" vardı. Emekli paşalar ellerinde filelerle alışveriş ederler, eve dönerken sokak başında gözüktüklerinde filelerini taşımamız için babalarımızdan sıkı tembihler alırdık. Onlar da fileyi taşıyan çocuğu, ceplerinde her daim hazır şekerlerle ödüllendirirlerdi. Haftada bir kez gidilen sinema bir hediye, ayda bir kebap yemek ise bizzat mutluluğun resmi idi. Yılda 2 kez alınan ayakkabıyla topa vururken yakalanmak büyük cezayı hak ettirirken topa vurmak için can atan ruhunuz, başka ayakkabınız olmadığı için, tam ortasından cart diye yırtılırdı. Spor yaparken giyilen "lastik ayakkabısı" olan çocuklar ise Politbüro üyesi babaları varmış gibi hava atarlardı.
* * *
Aytaç Abla’nın da babası, haliyle benim babam gibi memurdu. Sıhhiye, İlkiz Sokak, Taşkın Apartmanı’nın giriş katındaki ufak daireye Samanpazarı’ndan taşındığımızda Lüküs Hayat operetinin ünlü şarkısını "Sıhhiye’de bir apartman/yoksa halin yaman" şeklinde söylemeye başlamıştım, bir de sonradan aynı apartmanın 6. katında daha geniş ve aydınlık daireye taşınınca sınıf atladığımıza iyice kanaat getirdim. Zaten 7. kat çatı katıydı.
Taşkın Apartmanı’nın 6. katında Aytaç Abla ile komşu olduk. Ben ilkokul 1. veya 2. sınıfına giderken o da galiba liseye gidiyordu. Çok ama çok güzel bir kızdı. Bu durumu gözlerime teyit ettirmenin dışında etrafta da duymam kanaatimi pekiştirmişti. Güzelliği yanında ruhen doğal bir hanımefendi olan Aytaç Abla’ya annem de hayrandı.
* * *
Önceleri annemle babam akşam misafirliğine giderken beni ona emanet etmeye başladılar. Sonraları her fırsatta ben de Aytaç Ablaların evine kaçmaya başladım. Ben onu kadın ve annenin karışımı bir şey olarak, galiba o da beni canlı bir oyuncak bebek olarak görüyordu. Ayna karşısında uzun ve sarı saçlarını tararken ayran budalası gibi seyrederdim. Benim saçlarımı da tarar, daha doğrusu sokağın çamuruyla hallihamur olmuş saçlarımı bir çalı ne kadar düzeltebilirse o kadar düzeltirdi. Saçlarımla uğraşırken büyüyünce çok yakışıklı olacağımı, kızların canını yakacağımı söylerdi. Demek ki gönül almayı da biliyordu. Ben mutlu ama çok mutlu olurdum. "Acaba büyüyünce benimle evlenir mi!" diye içimden geçirir, ama öldüm Allah bunu ona soramazdım.
* * *
İlkokul bitince biz İstanbul’a taşındık, Aytaç Abla’yı artık çok az görür oldum. En son belki 20 yıl evvel Londra’da karşılaştık. Artık çok ünlü bir şahsiyetti. Ama yine çok güzel, yine alabildiğine hanımefendi idi.