30 Aralık 2008
BİNNAZ Toprak’ın mahalle baskısı hakkında laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerin algılamalarını irdeleyen araştırması büyük gürültü kopardı. Zira, araştırma Cumhuriyet tarihinde yaşanan en büyük değişimlerden birisini vurgulayan ilk ve tek bilimsel metodoloji kullanılarak yapılan saptama olma durumunda.
Araştırma, yön itibari ile "laiklik hassasiyeti yüksek kişilerin", "dini hassasiyeti yüksek kişilere" uyguladığı mahalle baskısının AKP iktidarıyla tersine döndüğünü göstermektedir.
"İktidar" ve "baskı" kavramları iç içe kavramlardır ve Milli Görüş kökenli AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte Türkiye’nin sosyal dokusu tersyüz edilmeye başlanmıştır.
Artık dışlanan "öteki" Alevisi, Sünnisi, diğer dinlerden olanı, Kürdü, Çingenesi, eşcinseli vb. ile laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerdir. Dışlayan ise dini hassasiyeti yüksek Sünnilerdir. Bence temel duygu da "sıra bize geldi" duygusudur.
* * *
Ben çok önem verdiğim bu araştırma üzerine geçen hafta yazdığım yazıların birisinde Binnaz Hoca’nın çalışmasında yer alan Gülen Cemaati ile ilgili hoşgörüsüzlük bulgularını vurgulamış ve deneklerin AKP ile Gülen Cemaati’ni aynı kefeye koymasını bir saptamaya bağlamıştım. ("Gülen Cemaati’ne Açık Mektup"-25.12.2008)
"Gülen Cemaati (Hareketi) hiçbir dönemde olmadığı kadar bu dönemde iktidar ile iç içe bir görüntü vermektedir!"
Bu saptamayı da; i) Zaman Gazetesi’nin iktidar gazetesi haline gelmesine ve ii) Ergenekon Davası’nda basına sızan belgelerin dış ülkeler tarafından Emniyet’teki Gülencilere verilme iddialarına dayandırmıştım.
Yazıma, Gülen Cemaati’nin içindeki en mümtaz kişilerden birisi olan Hüseyin Gülerce cevap verdi. ("Açık Mektuba Cevap", Zaman-26.12.2008)
Gülerce benim ortaya attığım iki saptamaya cevap veriyor. Birinci saptamayı, "Zaman Gazetesi, AKP iktidarının payandası değildir" mealli görüşüyle cevaplıyor ama dostum kusura bakmasın, beni ve hatta bazı Gülenci arkadaşlarımı ikna edemiyor. Zira örneğin; Toprak’ın araştırmasına en şiddetli ve cahilane tepkiyi veren, Merkez Bankası enflasyon tahminlerinde % 100 yanılıp bütün dünyada tenkide uğrarken "Enflasyon bu yıl da % 10’u aşmadı" diye muştulayan, bayramda Başbakan’ın komik "kriz ve kurbanlık satışı ilişkisi" saptaması üzerine "Kriz kurbana teğet geçti" minvalli haberler yaparak adeta milletin sıkıntılarıyla alay eden bir gazeteyi iktidarın payandası görmek herhalde abartma değildir.
* * *
Ayrıca, Hüseyin Gülerce Emniyet’teki Gülenci polislerin dış ülkelerden bilgi servis edilmesine aracılık ettiklerine dair iddialara karşı da tepki veriyor:
"...Gülen hareketinin en büyük vasfı; yabancı güçlere değil, milletimize yaslanmasıdır. Bu hareket, iddia ediyorum, bu ülkenin en bağımsız hareketidir. Değerlerimiz asıldır, özümüz asıldır, millet evlatlarının himmetleri asıldır." Karşılık olarak şu iddiada bulunuyor:
Devlet kurumlarının mensupları arasında dürüstçe, yiğitçe vazifesini yapan insanları, ’Gülenciler’ olarak niteleyenler var. Bunlar, oyunları bozulduğu, tekerlerine çomak sokulduğu için rahatsız olanlar(dır)."
Sonra da bağlayıcı sonuçlar doğurabilecek şu taahhüdü ortaya atıyor:
"Yabancıyla, ülkemiz, milletimiz, devletimiz aleyhine işbirliği yapan, en büyük alçak, en büyük şerefsizdir."
Ben Gülerce’yi iyi tanırım. Taahhüdü benim için esastır ve bu taahhüt çok güçlü bir taahhüttür. Bu taahhüdün bundan böyle artık dedikodularla değil, çok güçlü kanıtlarla çürütülmesi gerekir!
Hüseyin Gülerce’nin mektubuma cevabi tepkisini Hürriyet okurunun da bilgisine sunmak istedim.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2008
NORMAL yurdum insanı olarak benim de Allah’tan yeni yılda dileklerim var. "İnsana dair" köşemde 2008’in son yazısında, 2009 için Allah’tan niyaz ettiklerimi sıralayacağım:
Her şeyden önce yediğim, yiyeceğim tüm herzeleri görmezden gel Ya Rabbim!
Ya Rabbim, 2009’da bana emeğimle ters orantılı ve bol sıfırlı gelir sağla!
Bu yıl az çalışıp çok uyuyayım.
Devlet benden bir yıllığına vergi almasın!
Aynı devlet bana bütün hizmetleri fazlasıyla versin.
Sen de tüm nimetlerini bana bol bol bahşeyle!
Bana daha fazla nimet vermen için başkalarından kısman gerekiyorsa, ne diyeyim, kıs be Ya Rabbim!
* * *
Öbür dünyada sarılacağım hurilerin bir kısmına dünya gözüyle sarılmamı nasip eyle.
Karımı bu dünyada da, öbür dünyada da tüm Nurilerden uzak kıl Ya Rabbim!
Bu dünyada içtiğim meyleri öbür dünyanın kevserleri olarak kabul eyle!
Yaptığım en ufak iyiliği bile defterime 10 misli, o da yetmez 100 misli yaz! Ne kaybedersin ki!
* * *
Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü ben alayım. Yok, Türkiye’nin kotası dolu ise ödülü Orhan Pamuk’tan al, bana ver Ya Rabbim!
O da olmazsa yeni bir ödül yarat, bari onu bana ver!
Kitaplarım yok satsın, köşe yazılarım elden ele dolaşsın, ancak sonunda bana geri gelsinler ki elimde ertesi gün basılacak yazı hazır olsun!
Biliyorum, gazetede en iyi görev genel yayın yönetmenliği. Ama bu görevi bana verme! Çok çalışmak gerekiyor.
Ya da şöyle yapalım. İşleri yine Ertuğrul Özkök yapsın, ama künyede genel yayın yönetmeni olarak benim adım çıksın. Millet bu yıl çok yükseldim sansın Ya Rabbim!
* * *
Fenerbahçe’yi her şart altında şampiyon yap! Gerekirse Aragones’i 50 yaş gençleştir.
Hakemlerin gözlerini bağla, yediğimiz golleri görmesinler.
Sen her şeye kadirsin. Auta giden şutlarımızı görünmez ellerinle ittir, gol yaptır Ya Rabbim!
Spor Müdürümüz Esat Yılmaer, "Cüneyt bu yıl futbol yazıları da yazsın" diye tuttursun.
Ertuğrul Özkök, Esat Yılmaer’e "Saçmalama, Cüneyt futboldan ne anlar!" diyecektir. Yılmaer yazıları başkasına yazdırıp, "Bunu yazan Cüneyt!" ibaresi koydurma konusunda Özkök’ü ikna etsin Ya Rabbim!
Futbol yazıları da yazdığımı gören Aydın Doğan, "Bu arkadaş çok yoruluyor, maaşını iki misli artırın!" desin.
* * *
Fehmi Koru’nun da Bilderberg’e gitmesine çok bozuldum. Eşitlendik! Beni bu yıl tekrar çağırsınlar. 2-1 öne geçeyim Ya Rabbim!
Bilderberg’e bir daha çağrılmamdan işkillenen Recep Tayyip Erdoğan, her yeni kararında beni arasın, fikrimi sorsun, ama telefonda beni fazla rahatsız etmesin!
Verdiğim her yeni fikir sonrası Başbakan, içinden "Yine zırvaladı!" diye geçirse de sağda solda, "Benim sadık danışmanım Cüneyt’tir!" demeyi eksik etmesin!
"Bu Cüneyt de benim ne kadar yüzsüz kulum!" deme! Yiyeceğim herzeleri görmezden geleceğini baştan kabul etmiş idin Ya Rabbim!
Ya Rabbim! Unuttuklarım varsa onları da sonradan hatırlayıp istememi nasip eyle!
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2008
BİNNAZ Toprak’ın "mahalle baskısı" üzerine derinine mülakat metoduyla yaptığı araştırmada bir saptama beni şaşırttı. Onun bulgularına göre, Gülen Cemaati ileri gelenlerinden şehirlerde gözlemlediğimiz hoşgörülü ve demokrat tavır, Gülen Cemaati’nin taşradaki uzantılarında ortadan kalkıyor! Ben dini hassasiyeti yüksek Sünni vatandaşlarımızın bazılarının "öteki" olan Alevi, içki içen, başını kapatmayan, CHP’li, laik Kürt, Çingene, eşcinsel ve benzerlerine karşı eskiden beri sürdürdükleri hoşgörüsüzlüğü AKP döneminde artırdıklarını kabul ediyorum.
Ayrıca, memur olabilmek veya esnaflık yapabilmek için laiklik hassasiyeti yüksek bazı vatandaşlarımızın, Binnaz Toprak’ın sözleriyle, "cuma namazına gitmeye, ya da kılıyor görünmek için kepenk kapatmaya başladığını, o tarihe kadar başı açık olan eşlerin örtündüklerini, selamlaşmanın ’merhaba’ ya da ’günaydın’dan ’selamünaleyküm’e dönüştüğünü, içki içenlerin kamuya açık yerlerde içmekten imtina ettiklerini, ramazanda oruçlu olunmasa bile oruçluymuş gibi davranıldığını..." da düşünüyorum.
Ancak, Gülen Cemaati’ni ayrı tutuyordum. Bu köşede defalarca yazdım. Bana göre:
1) Bediüzzaman Said Nursi bu topraklarda yetişmiş 20. yüzyılın en büyük düşünce adamlarındandır.
2) Fethullah Gülen 21. yüzyıla girilen dönemde dünyanın en önemli toplum liderlerinden birisidir.
3) Nurcu cemaat/hareket/gruplar arasında tanıdığım Gülen Cemati’ni (Hareketi), Yeni Asya Grubu’nu (Mehmet Kutlular) ve Şûra Grubu’nu (Kırkıncı Hoca) bilime ve bilimsel çalışmalara olumlu yaklaşımları ve katkıları nedeniyle daima saygı ile yád ederim.
4) Bu toplulukları demokrasiye en yakın, hoşgörüye en fazla açık cemaatler/hareketler/dini gruplar arasında görürüm.
Bugün de bu kanaatlerim değişmiş değildir.
* * *
Ancak, son zamanlarda Gülen Cemaati ile ilgili eleştirilerin dozunun arttığını ben de gözlemlemekteyim. Son zamanlarda, iyi niyetinden şüphe etmediğim bazı dostlarımdan cemaat ile ilgili en fazla duyduğum söz:
"Hani bunlar farklıydı? Söyle bakalım Milli Görüşçülerden ne farkları var?"
Neden bu soruyla bu kadar sık muhatap olmaya başladığımı düşündüğümde ben şöyle bir kanıya ulaşıyorum ve kanımı bugün Gülen Cemaati’ndeki dostlarımla paylaşmak istiyorum:
Gülen Cemaati (Hareketi) hiçbir dönemde olmadığı kadar bu dönemde iktidar ile iç içe bir görüntü vermektedir!
Cemaat, siyaset üstü duruşu ve bütün partilere aynı mesafede olmasıyla tanınırken, bu dönemde siyasetin tam ortasında bir görünüm içinde algılanmaktadır. Neden? Bana göre:
1) Daha önceleri ciddi, mesafeli tavrıyla dikkati çeken Zaman Gazetesi, son yıllarda adeta iktidarın resmi gazetesi gibi bir görüntü vermektedir. İktidarı (AKP) savunmak için haberlerde oynama yapıldığını ben de zaman zaman gözlüyorum. Gazeteye sonradan katılan "eski liberal-yeni AKP"li köşe yazarları, bazı yazılarıyla sırf iktidara şirin görünmek için hakkaniyeti geri plana atabilmektedirler.
2) Ergenekon Davası’nda genelde doğru adımlar atılmasına rağmen; bazen de iktidar muhaliflerinin ve hatta TSK’nın aleyhine kullanılmak üzere bazı belgelerin, bilgilerin, resimlerin dış ülkelerden getirtildiği ve bunların basına Emniyet’teki Gülenci grup tarafından servis edildiği şayiası/dedikodusu çok değişik kesimlerde dillendirilmektedir.
Ben bunlardan hareketle Gülen Cemaati hakkında yanlış genellemeler yapıldığını veya çamur atmak için yalanlar uydurulduğunu düşünüyorum, ama bazı insanların aklı karışmış vaziyette.
Bunlardan dolayı Binnaz Toprak’ın araştırmasındaki laiklik hassasiyeti yüksek denekler, Gülen Cemaati’ne karşı katı bir tutum almış olabilirler!
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2008
TÜRKİYE’de gazetecilerin bir kısmı bilimsel araştırmaları iki boyutta görürler: 1) İşime gelen araştırmalar. 2) İşime gelmeyen araştırmalar.
Bu gazeteciler bilimsel metodoloji, metodolojiden vazgeçtim bilim kavramı karşısında cahil oldukları için araştırmaları "Bana ne, bana ne!" duygusu veya "Helal olsun ne geçirmiş be!" coşkusu ile ile değerlendirirler.
Bilimden zerre kadar nasibini almamış bu gazeteciler sırf iktidarı korumak için, bilim adamları önünde komik duruma düşme bahasına, hiç anlamadıkları araştırma metodolojilerine çamur atmaktan sıkılmazlar.
Bunu bildiğim için Binnaz Toprak’ın önderliğinde yapılan "mahalle baskısı" saha araştırmasını dün metodolojik yönü ile irdeledim. Şu sonuca vardım:
"(Sadece laiklik hassasiyeti yüksek kişiler üzerine yapılan) Araştırmanın kullandığı metodoloji derinine mülakat! Böyle bir araştırmadan rakamsal/kesin sonuçlar çıkmaz.
Farklı mekánlarda anlatılan benzer algılamalar ve olaylar bilimsel bulgu değeri kazanmaz ama güçlü kanaatler oluşturur ve ilerideki araştırmalar için hipotezler yaratırlar."
Saldırının araştırmanın metodolojisine geleceğini biliyordum. Nitekim, benim görebildiğim kadarı ile Bülent Korucu, Mehveş Evin, Ahmet Taşgetiren, Emre Aköz, Ayşe Böhürler ve maalesef Hayrettin Karaman metodolojiye saldırmışlar.
Bazıları hayatlarında "derinine mülakat" diye bir araştırma metodolojisi duymamışlar.
Emre Aköz ATV’de konuşurken, içki içmeyenlerin içenler üzerine baskısını yorumladı ve "bırakın içki üzerinden kanaat oluşturmayı" mealli sözler sarf etti.
İyi de, kısa süre önce eşi Emre Aköz’ün Başbakan’ın yalakası olmadığını şu sözlerle ispatlamamış mıydı?
"Başbakan’ın karşısında Talisker -isli bir viski- içen oydu (Emre Aköz), yalakalık böyle bir şey herhalde!" (Radikal-16.11.2008).
Herhalde, Emre Aköz ya araştırmayı okurken, ya da ATV’de konuşurken yine anti-yalaka Talisker viskisi yudumluyordu.
* * *
Benim düşünce sistematiği gereği laiklik hassasiyeti yüksek insanlar üzerinde AKP iktidarı döneminde oluşan mahalle baskısını göremeyen Ahmet Taşgetiren türü kişilere sözüm yok.
Ancak, sadece laiklik hassasiyeti yüksek insanlar üzerine yapılan bu araştırmanın eski liberal-yeni AKP’li yazarlara iyi bir ders verdiği kanaatindeyim.
"AKP döneminde katiyen mahalle baskısı yoktur" diyen ve terimi ortaya attığı için Şerif Mardin’i kınayan eski liberaller bu araştırma ortaya çıkar çıkmaz hemen kıvırttılar ve "Canım mahalle baskısı her zaman vardır, toplumda hep hoşgörü eksikliği vardı!" demeye başladılar.
Haklılar, mahalle baskısı her daim vardır ama örtbas etmek istedikleri, "baskı" kavramı ile "iktidar" kavramının da her daim birlikte ve aynı yönde yürüdüğüdür.
Binnaz Toprak’ın hemen her yerde tekrar ettiğini söylediği ve sadece laiklik hassasiyeti yüksek kişilere atfedilen şu saptama çok önemlidir:
"Esnaf, işadamı, memur çoğu kişinin ’ben de sizdenim’ mesajını vermek üzere cuma namazına gitmeye, ya da kılıyor görünmek için kepenk kapatmaya başladığını, o tarihe kadar başı açık olan eşlerin örtündüklerini, selamlaşmanın ’merhaba’ ya da ’günaydın’dan ’selamünaleyküm’e dönüştüğünü, içki içenlerin kamuya açık yerlerde içmekten imtina ettiklerini, ramazanda oruçlu olunmasa bile oruçluymuş gibi davranıldığını... (dinledik.)"
Durum rakamsal olarak da saptanıyor:
İktidara yakın olduğu bilinen Memur-Sen’in üye sayısı 2002’de 42.00 iken, 2008’de 315.000’e yükselmiş. KESK’inki 39.000 azalmış!
(Yarın Gülen Cemaati’ni ele alacağım.)
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2008
PROF. Dr. Binnaz Toprak, Türkiye’nin en önemli bilim insanlarından birisi. Çok önemli saha araştırmaları var. Daha önce İslami hassasiyeti yüksek insanların duygu ve düşüncelerini araştırarak onların dışlanmışlık duygularının ortaya çıkmasına büyük katkı sağlamıştı. Şimdi de İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener’le birlikte Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü’nün desteklediği "Türkiye’de Farklı Olmak, Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" başlıklı çalışması ile Şerif Mardin Hoca’nın ortaya attığı mahalle baskısı kavramını bu kez laiklik hassasiyeti yüksek kesimler açısından irdeliyor.
Mahalle politikası kavramını kullanarak 2004’ten beri AKP’nin Milli Görüş vasıtası ile Türkiye’de bir sosyal baskı ortamı yarattığını iddia eden bir kişi olarak bu araştırmayı büyük bir dikkatle inceledim, araştırmayla ilgili yapılan toplantıyı keyifle takip ettim.
Binnaz Toprak ve arkadaşlarını her şeyden önce arı kovanına çomak soktukları için kutluyorum. Çok ama çok zor hazmedeceğimiz, hakkında yalan yanlış çok şeyler söyleyeceğimiz bir araştırma yapmışlar.
Ben araştırma bulgularına geçmeden önce metodoloji ile ilgili bazı gözlemlerde bulunmak istiyorum. Zira, araştırmayı karalamak isteyenler buradan saldıracaklar.
* * *
1) Bu çalışma 12 ilde, her birinde 3-4 gün kalınarak ve 265’i erkek, 136’sı kadın olmak üzere 401 kişiyle konuşularak yapılmış.
Araştırmanın kullandığı metodoloji, derinine mülakat! Böyle bir araştırmadan rakamsal/kesin sonuçlar çıkmaz.
Kaldı ki algılamaları ölçen çalışmalarda kesin sonuçlara ulaşmanın ne kadar mümkün olduğundan da emin değilim. Örneğin bir kişi; hayatı öyle tanıdığı için, tüm mahallenin üzerinde oluşturduğu baskıyı baskı olarak algılamayacağı gibi, bir başka şahıs da sadece bir kişinin üzerinde kurduğu baskıyı tüm mahallenin baskısı olarak algılayabilir.
Rakamsal verilerin dahi insanların işine geldiği gibi yorumlandığı (bakınız Tarhan Erdem’in başına gelenler) bir ülkede rakamlarla ifade edilmeyen bu araştırma da kişilerin işine geldiği gibi yorumlanacaktır.
2) Bu araştırmada sadece ve sadece laiklik hassasiyeti yüksek insanların mahalle baskısı üzerine algılamaları araştırılmıştır. Yukarıda söyledim. Toprak, daha önceleri İslami hassasiyeti yüksek insanların algıları üzerine de araştırmalar yapmış ve bu kesimden alkış almıştı. Şimdi bu kesimi destekleyenlerin dönüp de "Neden Canan Arıtman’ın tavrını incelemiyorsun!" türü serzenişleri saçmadır. Cinayet romanı yazan yazara, "Neden aşk romanı yazmadın?" diye sorulmaz. Sorulursa bu mızıkçılık olur.
Ancak tersine; Binnaz Toprak "Aramıza hoş geldin" diye alkışlanırsa bu da eşit seviyede haksız bir tavır olur. "Ben zaten gerçeği biliyordum, bak sen de şimdi öğrendin" mealli bir övgü, her şeyden önce araştırmacıya karşı saygısızlıktır.
* * *
3) Sadece 401 kişiyi kapsıyor veya sadece şu veya bu dernekten, partiden kişilerle görüşülmüştür denerek araştırmayı küçümseme savı ise sadece bilim bilmezliktir. Örneğin, Müslümanlar üzerine araştırma yapan kişiye, "Neden kiliseye gitmedin de camiye gittin!" diye çıkışılamaz. Laiklik hassasiyeti yüksek kişiler, bu kişilerin devam ettikleri derneklerde aranır.
4) Eğer, değişik illerdeki insanlar benzer hikáyeler ile aynı şikáyetlerde bulunmuşsa bu bulgular medyanın yarattığı şehir efsaneleri olarak da adlandırılamaz.
* * *
Farklı mekánlarda anlatılan benzer algılamalar ve olaylar, bilimsel bulgu değeri kazanmaz ama güçlü kanaatler oluşturur ve ilerideki araştırmalar için hipotezler yaratırlar.
Ben bu araştırmayı yukarıda tarif ettiğim gözlükle okudum. Yarın bulgulara değineceğim.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2008
İNSANA dair en büyük erdemlerden birisi özür dilemektir. Kişi bilerek ve hatta farkında olmadan birisine zarar verdiyse, ya da onu üzecek, kıracak, rencide edecek bir şey yapmışsa yapılacak en doğru iş özür dilemektir. Özür dileyen kişi, verdiği bir zarar için özür diliyorsa, zararın telafi edilebilir bölümlerini tazmin etmek de gerekir. Arabanızla başka bir arabaya çarpmış iseniz sadece özür dilemek yetmez, arabada oluşan hasarı karşılamak da gerekir.
Zararın söz konusu olduğu durumlarda sadece özür dilenirse bu özür boşlukta kalır.
* * *
Ancak tersine; ne kadar nahoş sonuçlar doğurmuş olsa da, insanın neden olmadığı bir olaydan, yaptırımdan, sözden dolayı özür dilemesi bana göre, bir anlamı olmayan, olsa olsa zarar görene duyulan acıma duygusuyla sarf edilmiş duygusal sözcüklerdir.
Yukarıda belirttim, eğer özür ortaya çıkan bir zarar ile ilgili ise, sade suya tirit özrün bir anlamı olmayacaktır.
Özür dileyen, doğan zararın nasıl karşılanacağını da açıklamak zorundadır.
* * *
Ergenekon Davası’nda yargılanan bazı emekli subayların, JİTEM örgütü çerçevesinde Güneydoğu’da işlenen bazı faili meçhul cinayetlerle irtibatlı oldukları hakkında çok güçlü duygulara sahibim. Ancak kimse benden, öldürülen insanlardan JİTEM adına özür dilememi bekleyemez.
Ben sadece devletten faili meçhul cinayetleri işleyenleri yakalayıp, hak ettikleri cezayı vermesini ister ve bunun takipçisi olurum.
Hrant Dink kalleşçe öldürüldüğünde "Bugün ben Ermeni’yim" (21.01.07) başlıklı bir yazı yazdım. Bir sürü tehdit mektubu aldım.
Rahmetlinin cenazesine katıldım. Gözlerim Erdoğan’ı, Gül’ü, Babacan’ı aradı, ilaç niyetine bir bakan dahi cenazeye katılmamıştı. İçim burkuldu.
Dink’i katleden canavarlar muhakkak cezalandırılmalıdır, ama Dink öldürüldüğü için kendimi suçlu hissedip özür dileme ihtiyacını hiç duymadım, duymayacağım da!
Ben sadece kahroldum, katillere lanet okudum!
1915’te yaşanan vahşetten de İttihat Terakki sorumludur, onlar adına özür dilemem.
Sadece ve sadece, yaşananların tüm boyutları ile irdelenmesini beklerim.
* * *
Öte yanda, söz konusu bildiriye imza verenleri mahkûm etmeye, onlara hakaret etmeye kalkanları da anlamıyorum.
Sivil ve özgür bir toplumda yaşıyorsak, bireyler istedikleri görüşü beyan ederler, isteyen istediği bildiriyi imzalar, isteyen imzalamaz.
Sivil bir hareket hakkında Başbakan’ın sarf ettiği sözler, sadece onun meşrebini yansıtır. Benim tek dileğim, bu konuda bugüne dek onu "demokrat" sanan imzacı aydınların derslerini almalarıdır.
TSK’nın yaptığı açıklama da askerlerin bir kısmının hálá özgürlüklerin ne olduğunu kavrayamadıklarını gösteren, sivil topluma bakış açılarını yansıtan bir harekettir.
* * *
Bazıları imzacıların ülkeye zarar verdiklerini, uluslararası bir komploya katıldıklarını, bu sürecin soykırımı tanımaya, hatta tazminat ödenmesine yol açacağı korkusunu taşıyor.
Korkarak ve korkutarak yaşayan ülkemde bu paranoya normal!
Ancak, kimse merak etmesin; ne imzacı bireylerin tavrı devleti bağlar ve devlete zarar verir, ne de benim gibi imza vermeyen bireylerin tavrı devlete yardımcı olur!
Devlet, bireyden bu kadar korkmamalıdır!
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2008
DÜN bir yazı yazdım. Yazının amacı, krizin resmi sorumluları yanında bizlerin de sorumluluğu olduğunu ilan etmekti. Kendimi örnek aldım ve yıllar içinde tüketim çizgimin nasıl yükseldiğini gösteren rakamlar sıraladım.
Meramım, ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımız için krizde bizim de sorumluluğumuz olduğunu vurgulamaktı. Yazımda sizleri de kendinizle hesaplaşmaya çağırdım. Ancak, bu hesaplaşmadan işsizleri ve ay sonunu getirmeye yetmeyen gelir sahiplerini muaf tuttum.
* * *
Bu yazıma olumlu olumsuz bir sürü tepki mektubu geldi.
Bazıları maddi durumlarının devamlı kötüye gittiğini söylüyorlar ve beni kendi kendileriyle hesaplaşmaya çağırdığım için kınıyorlardı. Bana e-posta yollayan, ya bilgisayar sahibi ya da çalıştığı işte bilgisayar kullanabilen kişilerin ele aldığım 20 yıllık zaman diliminde gerçek gelirlerinin azaldığı iddialarını pek anlayamadım.
Hepsi işlerinden şikáyet ettiklerine göre işsiz de değillerdi.
Kızgınlıklarını, yaşadığımız günlerin hassas günler olmasına yordum. Belki de her an işsiz kalabilecekleri duygusu altında idiler.
Bazıları ise kendimi ortaya atarak yazdığım bu "cesur" yazım nedeniyle beni kutluyorlardı. Ayrıca onlar, özeleştiri yapacak cesarete sahiptiler.
* * *
Meramım basit: Zengin ülkelerde tüketim çılgınlığı artarken biz de dünyadan eksik kalmama gailesine düştük ve belki de farkına varmadan zengin ülkelerin vatandaşlarıyla tüketim yarışına girdik.
Yurtdışında türbanlı bir hanımın tanesi 100 Euro’dan 10 adet Gucci marka türban/eşarbı bir çırpıda aldığını görünce, "Bu ülke nereye gidiyor" diye sorgulamıştım. Üstelik, hanımefendinin kocası sabit maaşlı bir bürokrattı. (Bkz: 28-29 Kasım 2007 tarihli yazılarım: "Türbanlı hanımların bürokrat eşleri".)
"Onda var, bende neden olmasın!" cümlesiyle özetlenebilecek bir ruh hali hepimizi taktı peşine götürdü. Üstelik, dindar olduğunu haykıran kesim de en az diğerleri kadar tüketmeye meraklı çıktı: "Sıra bize geldi!"
Ülkede Kürt’ü-Türk’ü, laikçisi-dincisi, Müslüman’ı-Ermeni’si-Yahudi’si-Rum’u, Alevi’si-Sünni’si birçok konuda aykırı fikirlere düştük, birbirimizin boğazına sarıldık ama hamdolsun, söz konusu tüketim çılgınlığı olunca birlik ve beraberliğimizi sonuna dek koruduk.
Sonunda çoğumuz yolumuzdan çıktık. Kazancımızın üzerinde harcamaya ve bunu modern hayatın dayattığı şartlar olarak görmeye başladık.
Bugün dünyada ve bizde otomotiv sanayii çok zor durumda. Ancak, akşamları tıkanan yollarda sıralanan binlerce arabanın içinde sadece bir kişi olduğunu, o kişinin de, büyük bir ihtimalle, bir işyerinde sabit ve mütevazı bir maaşla çalışan bir insan olduğunu bilin!
Yine büyük bir ihtimalle de trafikte arabanın borcunu nasıl ödeyeceğini hesap ediyordur.
Soruyorum. Cebinizde kaç adet kredi kartı var, kaçınız kredi kartı borcunuzu diğer kredi kartınızla ödüyorsunuz?
* * *
Dün yazdım. Evde kaç adet gömleğim olduğunu bilmiyorum.
Bugün bir çağrıda bulunuyorum. Tenkisat yapmak zorunda olan şirketlerde çalışan ve evinde kaç adet gömleği olduğunu bilmeyenler, patronları/amirleri ile pazarlık etsinler ve işten adam çıkarmak yerine 2009’da kendi maaşlarından tenkisat yapılmasını talep etsinler.
Ben varım!
Bir kişinin işinin kurtarılmasına katkıda bulunabilirsem ne mutlu bana!
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2008
BAŞTAN belirteyim. Bu yazı ekonomik kriz hakkındadır. Ancak, ekonomi bilimi gözlüğü ile yazılmamıştır. Ayrıca bu yazının hedefinde hiçbir hükümet yoktur. Bu yazı olsa olsa bir özeleştiri niteliğindedir. Amacı ise okurların kendileri ile yüzleşmesidir. Ama hemen bir ayırım yapayım. İşsiz okurlar, ay başını getirmeyen gelirlerle baş etmeye çalışan okurlar kendileriyle yüzleşmeye çağrılan okurlar değildir. (Názım Hikmet’ten mealen kullanmak üzere bir satırını borç alıyorum.) Ancak, yine de meramım şu:
Sende de hiç mi kabahat yok be Mehmet(Bey)?
* * *
Ben kendimi anlatayım. Siz kendi muhasebenizi kendiniz yapın.
Orta sınıfa ait bir memur ailesinin çocuğuyum. Ziraat Bankası’nın ekmeği ile büyüdüm.
Babam ben ilkokulda, ortaokulda iken, hatta liseye giderken bana her yıl 2 çift ayakkabı alırdı. İlkokulda arife günü alınan ayakkabıya sarılarak uyurdum. Yeni ayakkabı derisi ve köselenin kokusu hálá bana çok cazip gelir. Hayatım boyunca ben de neredeyse hep sabit maaşlı işlerde çalıştım. Ancak...
Şimdi kaç çift ayakkabım olduğunu bilmiyorum.
Kaç adet pantolonum, gömleğim, kazağım olduğunu da bilmiyorum.
Üstelik, beni tanıyanlar moda ile bir aşinalığım olmadığını, hatta giyimden-kuşamdan pek anlamadığımı bilirler. Üstüme başıma gerekli eşyayı hep ama hep eşim alır.
* * *
Araba ehliyetimi 33 yaşında aldım. Çalıştığım banka tarafından emrime tahsis edilen ilk arabayı kullanmaya başladığımda ise 34 yaşındaydım.
Aradan geçen 20 küsur yılda emrime değişik zamanlarda ve işlerde 5 "makam arabası" verildi, şahsen sahip olduğum toplam 6 arabam oldu. 2 yılda bir yeni bir arabaya binmişim! Babam 76 yaşında 1996’da öldüğünde hayatında hiç özel arabası olmamıştı.
* * *
Babam Emlak Kredi Bankası kredisi ile ilk evimizi satın aldığında ise 16 yaşındaydım. Babam da takriben 50 yaşındaydı. Dünyalar benim olmuştu.
Son 27 yıldır hep kendi sahip olduğum bir evde oturuyorum. Ayrıca yazlığım da var.
* * *
Hayatımda ilk kez yurtdışına çıktığımda üniversiteyi bitirmiş, kazandığım devlet bursu ile dışarıya yüksek lisans ve doktora yapmaya gidiyordum. Şimdi her yıl, herhalde en az 7-8 kere yurtdışına çıkıyorum.
* * *
Tıklım tıklım Boğaziçi Köprüsü’nde arkadan arabama çarpan kişi "Tamam ben suçluyum ama valla param yok, alt tarafı bir işçiyim!" dediğinde taş çatlasa 2-3 yaşında özel bir binek arabasına biniyordu, arabada sadece kendisi ve hanımı vardı. Kimliğini göstermek için cüzdanını çıkardığında cüzdanından 4 adet kredi kartı çıktı ve gerçekten bir işçiydi.
İstanbul’da son 20 yılda açılan lüks lokanta sayısı acaba kaç? Kaç tane "mall" yapıldı? İstanbul’da trafiğe her gün kaç özel araç giriyor? Şimdi satabiliyorlar mı bilmiyorum ama geçmişini çok iyi bildiğim Ümraniye’de son 5 yılda kaç adet "modern site" inşa edildi?
* * *
Meramım kimsenin hayatına karışmak değil, ama sormadan edemiyorum: Acaba krizden önce ne kadar gerçek bir hayat yaşıyorduk?
Tamam, ABD’deki fon yöneticileri suçlu, önüne gelen herkese ipotekli ev kredisi (mortgage) veren bankalar da suçlu.
Krizi görmemeye çalışan T.C. Hükümeti de suçlu!
Ama sevgili Mehmet Bey, ayağını yorganından öte uzatırken, sen de suça iştirak etmiyor muydun? Ben ediyordum.
(Hızımı alamadım, yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku