10 Mart 2009
OBAMA’nın Türkiye’yi ziyaret edecek olması, tabii ki Türkiye-ABD ilişkilerine yeni bir yaklaşım denemesi yapılacağının çok önemli bir belirtisidir. Bush döneminde tek kutuplu dünya algılamasının yarattığı tek eksenli dış politikadan sıyrılıp çok kutuplu dünya gerçeğini kabullenen Obama’nın yeni dönemde çok eksenli dünya politikaları ile hareket edeceği tüm dünyaya ABD seçimleri öncesi ilan edilmişti. Yeni dönemde Obama’nın İran, Suriye gibi ülkelere el uzatmayı deneyeceği, Hamas, Hizbullah, Taliban gibi örgütlerin varlığını gerçekçi bir gözle izleyeceği açıklanmıştı.
İran etkisinden sıyrılmış bir Suriye, nükleer silah yapmaktan vazgeçmiş bir İran, teröre sırt çevirmiş bir Hizbullah ve Hamas, nispeten ılımlı güçler ile yakınlaşarak bu örgütlerin sertlik yanlılarının çerçevelendiği bir Taliban yaratmak, ABD Başkanı’nın vizyonu paralelinde denenecek dış politika girişimleridir.
Bu yeni yaklaşımın izdüşümü olarak Türkiye yeni dönemde muazzam bir arabulucudur.
Zira, biraz ideolojik yakınlık, büyük çapta da Ahmet Davutoğlu vizyonu ile Türkiye’nin Bush döneminde ABD’nin uzak durduğu İran, Suriye, Hamas, Hizbullah gibi ülke ve örgütlere yakın durması, Türkiye’yi ideal bir arabulucu haline getirmiştir.
Ancak, iki üç gündür bazı basın organlarının bir zafer havasında ilan ettikleri gibi bu yeni yaklaşım stratejik ortaklık mıdır, yoksa benim vurguladığım gibi sade bir arabuluculuk mudur, bunu sadece ve sadece zaman gösterecektir.
Ben bugün bazı sorular sorayım:
1) Bir yıl sonrayı düşünün, ABD ve Türkiye ellerinden geleni yapmışlar ama ortada hálá nükleer silah yapmakta direnen bir İran, ondan kopamayan, dolayısıyla İsrail’le barışa uzanamayan bir Suriye, Türkiye’nin katiyen sözünü geçiremediği ve yine İran’ın denetimi altında terörist faaliyetlere devam eden bir Hamas ve Hizbullah var.
Böyle bir ortamda, bırakın stratejik ortak olarak adlandırmayı, arabuluculuk yapacak bir Türkiye’ye ihtiyaç kalır mı?
2) Bir müddet sonra İran ABD’ye, "Boşver Türkiye’nin arabuluculuğunu, gel yüz yüze görüşelim" derse ABD ne der? Daha ötesi, mealen "Ortadoğu’nun ağababası olmak ve çok eksenli dünyada masaya benim de oturmam kaydıyla ben neden ABD’nin stratejik ortağı olmayayım" diyecek İran’a, ABD ne cevap verir?
3) ABD bütün denemelerden sonra İran’ın, Hamas’ın, Hizbullah’ın "adam olmayacağına, sadece toptan tüfekten anladığına" kanaat getirirse, Türkiye ne yapar?
4) Ayrıca, Babacan’ın Brüksel’de İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ile yaptığı görüşmede "iki ülke arasındaki, stratejik karaktere sahip ve sağlam temele dayanan ilişkilerin öneminin" altı çizilmeseydi, bakanlar, "Türkiye ve İsrail arasındaki işbirliğinin bölgenin istikrarı için önemli olduğu" mesajını vererek "işbirliği ve diplomatik görüşmelerin her düzeyde sürdürülmesini kararlaştırmış" olmasalardı Clinton, Türkiye’ye ne derdi? (Semih İdiz-Milliyet-7.3.09). "Davos Fatihi" yukarıda alıntı yaptığım sözlerle fatihlikten caydığını tüm dünyaya ilan etmemiş olsaydı, ilişkiler bu kadar sıcaklaşır mıydı?
5) ABD’nin yeni yüzüne ince ayar yapan Bayan Clinton’ın Anıtkabir ziyareti, laik Türkiye vurgusu, basın özgürlüğü açılımı ile AKP hükümeti ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’a da ince ayar yaptı mı, yapmadı mı?
6) İnsan hakları savunucusu Bayan Clinton, Başbakan’a kadim dostu ve insanlık celladı El Beşir hakkında sorular sordu mu, sormadı mı?
7) Türkiye’nin AB’ye girmesi için büyük gayret göstereceğini söyleyen ABD Dışişleri Bakanı, Türkiye bu yılın sonuna kadar Kıbrıs’ta taviz vermezse "Bana ne, bana ne, Türkiye’yi AB’ye yine de alacaksınız!" diyerek Türkiye’ye sahip çıkar mı?
* * *
Benim sorularım esasında basit: Türkiye-ABD ilişkilerini reel politika mı, yoksa Ortadoğu sokaklarının sevilen iki yüzü Erdoğan ile Obama’nın duygusal yakınlıkları mı çizecek?
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2009
YAŞADIĞIM ev daha çok bahçeli evlerin olduğu bir muhitte. Ulaşmak için deniz seviyesinden 2 km. kadar tırmanmanız gerekiyor. Bunun içindir ki hayvanlarla iç içe bir hayat yaşayabiliyoruz. Ben bu durumdan çok memnunum. Bahçemizde her daim 1 veya 2 köpek bakıyoruz. Bir keresinde 3 köpeğe ulaşmıştık. Uzun yıllar içinde bir sürü ev kedimiz oldu. Şu anda 1 ev kedimiz ve bahçede beslediğimiz 1 köpeğimiz var.
Ayrıca günün belirli saatlerinde bahçemize uğrayan 3-4 sokak kedisi de var. Birisi sonunda bahçeye yerleşti. Ona özel bir yuva yaptık. Sokak kedileri uğradıklarında mama tabaklarında kedi maması bulamazlarsa dikleniyorlar, mırıldanarak şikáyette bulunuyorlar.
* * *
Hayvanları izlemeye bayılıyorum. İnsanlara yaptığım gibi onlara da karakter analizi yapmaya çalışıyorum.
Köpeklerin kadirşinaslığı, içtenliği, dürüstlüğü, bağlılığı çok hoşuma gidiyor.
Ancak kedilerin sınır tanımayan bencilliği, her şeyi kendilerinde hak görüşleri, bağımsız karakterleri de beni çok çekiyor.
Kediler bizzat insanlara, köpekler ise insanlara atfettiğimiz değerlere daha yakınlar.
Ancak, bir istisna var. Köpekler tıpkı insanlar gibi çok çabuk panikliyorlar, kediler ise kolay kolay paniklemiyorlar. Kriz yönetimini kediler, köpeklerden çok daha iyi beceriyorlar.
* * *
Son zamanlarda ise kargalara meftun oldum. Onlar da sürüler halinde dolaşıp rızıklarını temin etmeye çalışıyorlar. Bizim bahçede, onların da damak zevkine uygun düşen iri taneli kuru kedi mamasından her daim bulunduğu için sık sık bizim bahçeye pike yapıyorlar.
Kargalar müthiş zeki yaratıklar. Bir gün oğlumla kapağı kapalı şöminenin içine düşen bir kargayı kurtarma operasyonu yaptık. Zavallı hayvan şömine bacasının yapılış şekli nedeniyle, geri uçup şömineden çıkamıyordu. Düşündük ve sonunda önce terasın kapısını, sonra şöminenin kapağını açtık. Karga ya balkon kapısının açık olduğunu görüp oradan uçacaktı, ya da "bir ev odasında ne işim var benim!" diyerek panikleyecekti. Can derdine düşen karganın oldukça saldırgan olduğunu da biliyordum.
Kapağı açar açmaz karga önce çok şaşırdı. Sonra zıplayarak odanın tabanına indi. Bir bana, bir oğluma baktı. Biz de şaşkın onu gözlüyorduk. Karga bizi gözledikten sonra etrafı kolaçan etti ve bir sürü kapalı pencere yanında açık bir teras kapısı olduğunu keşfetti. Bir hamlede odanın içinde uçarak kapıya yönlendi ve açık kapıdan gökyüzündeki özgürlüğüne süzüldü.
Kurtuluş serüveni sırasında hiç paniklemedi, açık havada kilometrelerce tepeden yerdeki kedi maması tanelerini görecek kadar keskin gözleriyle açık olan kapıyı, kapalı pencerelerden ayırt etti ve bir hamlede, evde hiçbir eşyaya çarpmadan uçup gitti.
Ben de hayran hayran onu seyrettim.
* * *
Yavru kargalara sürünün nasıl uçuş dersi verdiğini de bizzat gözlemledim. Yavru uçmaya çalışırken düşüşe geçtiğinde hemen yetişkin bir karga altına giriyor ve ona bir ağaç dalına ulaşana dek eşlik ediyordu.
* * *
Bir gece evde yalnız uyurken 3. kattaki terasımızda aralıklı "tak tak" sesleri duydum. Tak taklar ve ardından gelen sürtünüş sesleri. Korkmuştum, hem de çok. Ancak, sonunda olayın üzerine gitmeye karara verdim. Terasa ulaştığımda, nereden bulmuşlarsa, bir sürü karganın gagalarındaki cevizleri yukarıdan beton zemine atarak kırdıklarını, sonradan da terasa inerek ceviz içlerini topladıklarını tespit ettim. Ertesi gün teras ceviz kabuklarıyla doluydu.
* * *
Kargalar 100-150 yıl yaşayabilirmiş. Şimdilerde "son padişah"ı görmüş bir karga arıyorum. "Son padişah" ile "en son padişah" arasındaki farkları soracağım.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2009
BİR serbest piyasacı Friedman vardı: Milton Friedman! 2006’da rahmete kavuştu.<br><br>Bir de İslamcı Friedman var: George Friedman! Karışmasın diye ilkine 1. Friedman, diğerine 2. Friedman diyelim! * * *
ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından olan ve CIA’ya yakınlığıyla bilinen Stratfor’un kurucusu, ünlü stratejist George Friedman İstanbul’a gelmiş.
Dünkü nüshalarında gazeteler 2. Friedman’ın çeşitli görüşlerine yer verdiler.
Gazetelere göre; Pentagon’un danışmanı "Gölge CIA" lakaplı George Friedman, Türkiye’ye yol haritasında İslam ülkelerinin liderliğini çizmiş. Avrupa Birliği’nin yıkıldığını ve kesinlikle girilmemesi gerektiğini ifade eden Friedman, "Türkiye artık yüzünü, çoğunluğunu İslam ülkelerinin oluşturduğu bölgede liderliğe çevirsin. Bunun için ekonomik gücünüz ve Osmanlı yeteneğiniz var" demiş. Friedman, Türkiye’nin Osmanlı’nın eski topraklarına yeniden hükmedeceğini belirtmiş. "Türkiye, bölge ülkelerine valiler atayacak veya ’Türkiye Birliği’ adında bir örgütlenmeye gidecek. Nasıl bir örgütlenme kurulacağını süreç gösterecek" diyerek stratejiler de çizmiş.
Yazdığı kitapta Türkiye’nin 2030’da bir "İslam devleti" olacağını öne süren yüksek çaplı stratejist Friedman, bu kez, Türkiye’nin laik karakterini asla kaybetmeyeceğini savunmuş!
* *Ê *
Hükümete uzak duran gazeteler (örn. Hürriyet, Milliyet) Friedman’ın görüşlerini biraz istihza içinde vermişler, hükümete yakın gazeteler (örn. Sabah, Zaman) ise mal bulmuş mağribi havasında "Hükümetimizin ne kadar doğru yolda olduğunu koskoca uzman söylüyor" mealli naklediyorlar.
Benim tepkim ise basit:
"Sevgili valideniz, zamanında güzel bir kadın mıydı Sayın Friedman!"
Bu uzun cümleyi basitçe "Senin anan güzel mi!" diye de okuyabilirsiniz.
Bu köşeyi zerre kadar okuyanlar bilirler ki, ben Türkiye’nin Ortadoğu’da egemen, kendi tabirimle emperyal bir devlet olması dileğimi sık sık dile getiririm.
Evet, Türkiye Ortadoğu’ya ağabeylik edecek, liderliği İran’a kaptırmamak için azami dikkat gösterecek, komşuları ile barış içinde olacak, çok eksenli politika güdecek, çok kutuplu dünyanın vazgeçilmez bir ülkesi olacak!
Bunlar benim de arzularım!
Ancak, çok eksenli olmak, çıpasız olmak demek değil.
Türkiye kültürel medeniyet çerçevesinde İslam kültürüne büyük önem verecek ama siyasal ve sosyal medeniyet anlayışı her daim Batı değerleriyle bezenecek!
AB üyeliği daima nihai hedef olacak!
Kopenhag kriterleri, Türkiye’ye yol gösterecek!
Bunun aksini söyleyen, benim indimde ya kara cahildir, ya da Türkiye’nin dostu değildir.
Türkiye’nin artık yüzünü çoğunluğunu İslam ülkelerinin oluşturduğu bölgeye çevirmesini söyleyen, Avrupa Birliği’nin yıkıldığını ve kesinlikle girilmemesi gerektiğini ifade eden Bay Friedman, bu iki sıfattan hangisini beğeniyorsa, onu takınsın.
Bay Friedman, Türkiye-ABD ilişkilerine destek mi yoksa köstek mi oluyor, ben kestiremedim.
Bay Friedman’a, Ahmet Davutoğlu ve Eser Karakaş’ın cevap vermesini bekliyorum.
Ayrıca aklıma takıldı: 3 Mart günü Metrobüs’ün açılışı yapılırken asılan "Son Osmanlı Padişahı 1 Recep Tayyip Erdoğan" pankartını Bay Friedman mı hazırlattı, yoksa pankartı açan kişi Bay Friedman kadar yüksek çapta bir uzman mı?
"1. Erdoğan padişah, 2. Friedman sadrazam!"
Her ikisi de çok yaşasınlar!
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2009
BAŞBAKAN’a yağ çekme yarışında 1.’liği Metrobüs’ün açılında asılan, benim de yazımın başlığı yaptığım afiş kazanmış olmalı. Ancak, yağdanlık olma yarışındaki başarısı nedeni ile değil! Gerçeği en yalın anlatan afiş olduğu için!
Maalesef, afişin korkutucu bir yönü de var:
1. Erdoğan’dan bahsediyor. Demek ki 2. Erdoğan, belki de 3. Erdoğan dönemleri de yaşayacağız. Erdoğan’a gazeteciler "padişah" deyince Başbakan küplere biniyor, partililer söyleyince belli ki memnun oluyor.
Demek ki, padişahlık dönemlerinde ne söylendiği değil, kimin söylediği önemli!
* * *
1. Recep Tayyip Erdoğan’ın bir padişah edası içinde hem Türkiye’yi hem AKP’yi yönettiğini artık Süleyman Demirel’in Fırat kenarındaki sağır çobanı bile biliyor.
Ne bakanlar, ne milletvekilleri, ne de parti yöneticileri 1. Erdoğan ile çatışmayı, fikir ayrılığına düşmeyi göze alabiliyor. Erdoğan’ın hışmına uğramaktan korkuyorlar!
Ayrıca, aşikár ki ne Dışişleri yetkilileri ne de ekonomi bürokratları Başbakan’a meram anlatabiliyorlar.
Başbakan seçime kilitlenmiş durumda ve dış politika da, ekonomi de bu perspektifle yönetiliyor. Hal böyle olunca da, ne dış işlerine, ne de ekonomi bürokratlarına söylenecek söz düşüyor. Ancak, Başbakan yine de en çağdaş padişah!
Zira, o payitahta seçimle geldi ve yine seçilerek payitahtta oturmak istiyor.
Demek ki, 21. yüzyılda padişahlık böyle oluyor!
* * *
Ancak, seçim uğruna işsizliğe göz yumması içimi acıtıyor.
İşsizlik oranı resmi rakamlarla %12.2’ye çıkmış, gerçekte bu yüzdenin en az 2 misli olduğunu hepimiz biliyoruz. Kayıtlı işsiz sayısında artış sadece ocak ayında 375 bin kişi. Böylece ocak itibariyle kayıtlı işsiz sayısı 1 milyon 79 bin’e çıkmış oluyor.. Geçen yıl aynı ayda işsiz sayısı 704 bin seviyesinde bulunuyordu. İşsizlik maaşı (İşkur) başvurusu yine ocak ayında %95 arttı. Her 4 gencin birisi işsiz. Son aylarda sadece Bursa’da 100 bin kişi işsiz kalmış. İhracat %35 düşmüş.
Bütün bunları başta 1. Erdoğan olmak üzere bütün Ankara seyrediyor, zira Ankara biliyor ki bürokrat olmanın en büyük avantası hiçbir zaman işsiz kalmayacağını bilmektir.
Kriz dış kaynaklı imiş. Onun için 1. Erdoğan işsizlik konusunda hiçbir şey yapamıyormuş.
İşte bu tavır çok üzücü. Zira, her şeyden önce doğruları yansıtmıyor.
Geçen eylül ayından beri ben dahil bir sürü köşe yazarı "kriz geliyor, tedbir alınsın" diye bangır bangır bağırıyoruz. Şu an itibari ile ekonomik krize karşı tedbir almayan dünyadaki tek ülkeyiz. Ne IMF ile anlaştık, ne de kendimize bir paket hazırladık. Neden? Zira, her 2 durumda da Ankara para musluklarını kısmak zorunda kalacak. Halbuki biz ne yaptık, en iyi şartlarda %0 büyüyeceğimiz bir yılda büyüme oranını +%4 tahmin eden bir bütçe yaptık, vergileri bu orana göre tahminledik, payitaht bu gelir oranına göre para harcıyor.
1. Erdoğan bizleri işsiz bırakıyor, seçim harcamalarını çalışanların cebinden karşılıyor, biz de hep bir ağızdan bağırıyoruz:
"Padişahım sen çok yaşa!"
* * *
Yüce dinimiz adaletli olmayı emreder. Hepimizden insafa, şefkate dayalı bir vicdan sahibi olmamız bekler. Komşumuz açken uyuyamayız.
Anlaşılan odur ki 1. Erdoğan ekonomi bürokratlarına emir vermiş:
"30 Mart sabahına dek adaleti, insafı, şefkati, vicdan sahibi olmayı unutun. Bol bol uyuyun!"
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2009
GEÇEN hafta Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ünal Çeviköz ile birlikte gazetecilerle yaptıkları sohbet toplantısında Başbakan Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Türk dış politikasını; a) Çok eksenli,
b) komşularla mutlak barışı arayan,
c) reel politika ile idealist politikayı harmanlayan,
d) taraflara (örneğin, Hamas ile İsrail) aynı mesafede duran bir politika olarak tarif etti.
* * *
Davutoğlu yeni dönemde Türkiye ile ABD arasında yeni bir anlayışın doğacağını, zira iki ülkenin de çok eksenli politika izleyeceğini söylüyor.
İlginç bir benzetmesi var. Ortadoğu sokaklarında Obama’nın da, Erdoğan’ın da birer umut kapısı olduklarını belirtiyor ve bölge insanının iki liderden çok şeyler beklediğini vurguluyor.
Ahmet Davutoğlu ayrıca geçen hafta ülkemizi ziyaret eden Obama’nın yeni Ortadoğu Temsilcisi George J. Mitchell hakkında çok olumlu intibalar yansıttı. Mitchell’in bölge hakkında bilgili ama en önemlisi çok iyi bir dinleyici olduğunu söyledi. Bu gözlem, ABD’nin bu dönemde bölgenin sorunlarını bölgenin insanlarından dinleyeceği anlamına geliyorsa çok olumlu bir gelişmedir. Davutoğlu’nun gözlemlerini bilmem ama benim karşılaştığım bazı neo-conlar, cahil ama ukala tavırları ile zaman zaman beni çok kızdırmışlardı.
* * *
İnternette biraz tarama yapınca Davutoğlu’nun George J. Mitchell hakkındaki gözlemlerinin bazı uzmanlar tarafından da paylaşıldığını görüyoruz. Eski Demokrat Parti çoğunluk lideri ve eski senatör George J. Mitchell, İrlanda asıllı bir kişi olarak Kuzey İrlanda barış çalışmalarında, Clinton’ın temsilcisi sıfatıyla yıllarca büyük bir sabırla arabuluculuk yapmış. Taraflar üzerinde yarattığı cazibe ile kararlı tutumunu birleştirerek 1998 tarihinde imzalanan Good Friday (Hayırlı Cuma) anlaşmasında büyük rol oynamış.
* * *
Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin çok eksenli politikaları ülkeyi sadece Ortadoğu’da değil, yükselen değer Afrika’da da etkin bir ülke yapıyor.
Ben Türkiye’nin Ortadoğu’da lider bir rol üstlenmesine çok önem veriyorum ve bu konuda İran ile Türkiye arasında bir rekabet olduğunu düşünüyorum.
Yeni dönemde İran-ABD ilişkilerinin de, İran’daki seçimi reformcuların kazanması kaydıyla, olumlu bir yöne çevrilmesini imkánsız görmüyorum.
* * *
Sanırım, yeni dönemde bir adım da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye ziyareti sırasında atılacak.
Türkiye-ABD ilişkileri, 24 Nisan’da Ermeni tasarısı çerçevesinde ilk ciddi imtihanını verecek. Davutoğlu ve Çeviköz detay vermiyorlar ama Ermenistan’la ilişkiler konusunda bazı hassas çalışmalar yapıldığı duygusu yarattılar.
Kişisel kanıma göre, Türkiye-ABD ilişkilerini perçinleyecek konu ABD’nin Irak’tan çekilme planı içinde Türkiye’nin alacağı role bağlı olacak.
Ahmet Davutoğlu, bu konuda da şimdiden bazı görüşmelerin başlamış olabileceği intibaını verdi.
* * *
Davutoğlu, Irak’taki Şii, Sünni, Kürt, hükümet, aşiret, milis vb. tüm unsurlarla görüşen tek ülkenin Türkiye olduğuna özel vurgu yaptı.
Davutoğlu, ABD’nin Irak’la ilgili tüm politikalarında Türkiye’nin mukayeseli avantajını kullanabileceğini söylüyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2009
BİRİSİ 86, diğeri 57 yaşında. İkisi de erkek. Hayatlarında birbirlerini hiç görmediler. Yaşlı olan, bir e-posta adresleri listesi yaratmış ve o listede yer alanlara sık sık çeşitli yerlerden edindiği fotoğrafları yolluyor. 57 yaşında olan da bu listede yer alıyor. Gününün çok önemli bir bölümünü bilgisayar başında geçirdiği için 86 yaşında olanın yolladığı özenle seçilmiş fotoğrafları gün içinde arada bir göz atmaktan keyif alıyor. Fotoğraflar onu günlük hayattan bir nebze olsun koparıp başka bir áleme taşıyor, káh dinlendiriyor, káh hülyalara daldırıyor, ama muhakkak aksi suratına bir an olsun taze bir tebessüm konduruyor.
* * *
57’lik olan bir anda içinden geldiği için, bir gün fotoğraf gönderen 86’lığa, bir e-posta yolluyor ve arada bir ekranına düşen şahane fotoğraflar için teşekkür ediyor. Mektuba anında cevap geliyor. Karşılıklı telefon numaraları veriliyor. Arada bir telefon sohbetleri başlıyor.
86’lık, emekli bir matematik profesörü. Dünyanın hemen her ülkesinde, ABD’nin önemli üniversitelerinde dersler vermiş. Hanımı ile dünyayı dolaşmış. 57’lik kısa sürede anlıyor ki karşısındaki, bu ülkede yetişen nadir beyinlerden birisi. Hemen her konuda bilgi ve görgü sahibi. Her şeyin ötesinde 86 yaşında hálá pırıl pırıl çalışan bir beyni var.
* * *
57’lik de epey zamandır bu dünyada, o da dağarcığında belirli bir birikim olduğunu düşünür. Nobran ve zaman zaman ukaladır. Ancak, giderek bu telefonların büyüsüne kapılıyor. 86’lık bir süre aramadığında veya fotoğraf göndermeyi kestiğinde telaşlanıp telefon ediyor ve hal hatır soruyor.
Zira, 57’lik fark ediyor ki, 86’lık ona hálá hayatta öğreneceği şeyler olduğunu gösteriyor. Emekli profesör, belki de farkına varmadan, 57’liğe ders veriyor.
Verdiği dersin adı "hayat dersi"!
Büyük bir tecrübe ve o tecrübeyi muhteşem beyniyle damla damla damıtan bir adam, kürsüde derslerine devam ediyor.
57’lik öğrenci de onu büyük bir keyifle dinliyor.
Örneğin adam, bir gün sade ve doğal bir sesle yıllar önce kanser olan oğlunu kurtarmak için nasıl mücadele verdiğini, ama maalesef sonunda kurtaramadığını anlatıyor.
Anlatırken sesinde belki bir tutam hüzün olabilir, ama anlatış biçimi bir travmayı anlatır gibi değil, hayatın bir parçasını, doğal bir olguyu anlatır gibi. Yağan yağmuru, esen rüzgárı anlatır gibi!
Dinleyenin elinde değil, dinlerken ağlıyor, ağladığını karşı tarafa hissettirmemek için kendisini kontrol etmeye çalışıyor, ama anlatan sakin bir sesle konuşuyor.
* * *
Bir diğer konuşmada, 86’lık artık kolay kolay dışarı çıkamadığını söylüyor. 57’lik grip mi olduğunu sorguluyor. 86’lık, aynen gribe atfedilecek bir sadelikte, karısının Alzheimer olduğunu, 6 aylık bebekten bir farkı kalmadığını söylüyor. Yatalak hanımına refakat ettiği için artık evden pek çıkamıyormuş. Bu haberi de sanki hafif üşütmüş de onu söylüyormuş gibi veriyor. Sonra dalıyor, hanımı ile zamanında yaptığı şahane seyahatlerden, yaşadığı tatlı günlerden dem vuruyor.
57’liğin yine yüreği burkuluyor. 86’lık ise sakin ve hatta sanki huzurlu. O gündelik hayatını anlatıyor. Sesinde ne bir şikáyet, ne bir serzeniş, ne bir isyan tonu var.
Son konuşmada hanımındaki kötü gelişmeleri anlattıktan sonra durdu ve aniden, "Hayat yine de güzel, hem de çok güzel!" deyiverdi.
57’lik o an hayat dersinin şahikasına erişti.
* * *
Ölüm de güzel, hastalık da güzel!
Doğmayı kabullenen, ölümü kucaklayacak!
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2009
ÜÇ gündür Tarhan Erdem ve arkadaşlarının Hürriyet Gazetesi adına yaptıkları ve bugüne dek yapılmış en büyük saha araştırması sayılan "Biz Kimiz? Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Hayat Tarzı Araştırması" başlıklı raporla ilgili yazılar yazıyorum. Ancak, şu hususu tekrar açıklamamda fayda var. Konuyla ilgili salı günkü ilk yazım, araştırmanın bulguları üzerine bir özetti. Dün yazdıklarım ve bugün yazacaklarım ise adı üzerinde, Erdem’in bulguları üzerine şahsen yaptığım yorumlardır. Belki de, benim yorumlarıma araştırmacılar katılmıyorlardır.
* * *
Sorulara deneklerin verdikleri cevapları bilgisayar gruplaştırınca, Erdem’in vurguladığı gibi, ortaya 9 ayrı grup çıkıyor. Ancak, bu 9 grubu "modern hayat tarzı-muhafazakár hayat tarzı" ve "laiklik-şeriatçılık" başlıklı ve 2 eksenli ve (+) görünümlü bir grafiğe oturttuğunuzda (bkz. dünkü yazım) 4 küme oluşuyor ama 9 grup sadece 2 kümeye oturuyor. Erdem’in 8 grubu bir kümede, sadece 1 tanesi ise başka bir kümede toplanıyor.
Buna göre de ben şu yorumu yapıyorum:
1) Nüfusun % 85-90’ı tek bir kümede toplanıyor. Nüfusun sadece % 10-15’i ayrı (2.) bir kümede toplanıyor. Toplumu 2 kümeli bir toplum olarak görmek de mümkün.
2) Toplumun % 85-90’ı, modern hayat tarzı ekseninde "muhafazakár hayat tarzına" daha yakın duruyor. Sadece % 10-15’i kendini "modern hayat tarzına" yakın konumluyor.
3) Öte yanda "laiklik" koordinatında şeriatçılığa yakın duran 2 kümede Tarhan Erdem’in 9 grubundan hiçbiri yok.
Bu saptamalardan yola çıkarak ben şu yorumu yapıyorum:
a) Cumhuriyet’in şekillendirmeye çalıştığı anlamda "modern hayat tarzı" artık büyük bir azınlıktır (% 10-15). Din eksenli muhafazakár hayat tarzını benimseyen veya yakın duran kesim ise yetişkin nüfus içinde % 85-90 ile büyük çoğunluktur. Çatışma buradadır.
b) Çatışma, laiklik-şeriatçılık ekseninde değildir. Her ne kadar modern hayat tarzını (% 10-15) benimseyenler "Türkiye’ye şeriat gelmesinden" korkan en büyük grup olsalar da toplumun geniş katmanında böyle bir talep yoktur.
Nitekim, Erdem’in bulgularına göre; "din ve devlet işleri ayrı olmalı" sorgulamasına AKP’lilerin % 73.5’i "doğru" ve "kesinlikle doğru", "devlet laik olmalıdır" sorgulamasına ise yine AKP’lilerin % 83.6’sı "olumlu" tepki vermişlerdir.
* * *
Türkiye’de sorgulanan, Cumhuriyet’in vazettiği sayılan hayat tarzıdır, yoksa aynı Cumhuriyet’in "laiklik" ilkesi anlamlı bir sorgulama altında değildir.
Peki, o zaman mesele kapanıyor mu? Hayır! Katiyen hayır!
Zira, Prof. Dr. Binnaz Toprak ve arkadaşlarının "Türkiye’de Farklı Olmak, Din ve Muhafazakárlık Ekseninde Ötekileştirilenler" (Aralık-2008) başlıklı saha çalışmasının tespit ettiği üzere "muhafazakár hayat tarzı"nı benimseyenler "diğerleri"ne mahalle baskısı uygulamaktadırlar.
Sosyal baskı kurmak ile iktidar olmak paralel yürüyen öğelerdir. Muhafazakár mahalle baskısı AKP döneminde mislisiyle artmıştır. Nitekim, iktidara yakın olduğu bilinen Memur-Sen’in üye sayısı 2002’de 42.000 iken, 2008’de 315.000’e yükselmiş, iktidara yakın durmayan KESK’inki 39.000 azalmıştır!
* * *
Bir dönem bitiyor, yeni bir dönem mi başlıyor, emin değilim ama bu dönemde demokrasinin ağır yara aldığı açıktır. Baskı demokrasiyi reddeder.
Kendisini egemen/çoğunluk sananların esasında büyük bir azınlık olduklarını yine bu dönemde görerek muazzam bir şaşkınlık yaşadıkları da Erdem’in araştırmasıyla bilimsel bir tespite dönüşmüştür.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2009
TARHAN Erdem ve arkadaşlarının Hürriyet Gazetesi adına yaptıkları ve bugüne dek yapılmış en büyük saha araştırması sayılan "Biz Kimiz? Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Hayat Tarzı Araştırması" başlıklı rapordan dün şahsımca çarpıcı bulduğum bulgular vermeye çalıştım. 20 Şubat günü raporun tanıtımı ile ilgili yapılan toplantıda
Tarhan Erdem 7000 denek ile 12 bölgede (takriben 44 şehir) yapılan araştırmayı bilgisayar yardımı ile
gruplandırdıklarında (clustering) ortaya
9 grubun çıktığını söyledi. Ona göre, 9 ayrı grubun varlığı Türkiye’nin nasıl
kutuplara bölündüğünü gösteriyor.
* * *
Ancak, yine Tarhan Erdem bize dikey boyutta
"laiklik", yatay boyutta
"modern hayat tarzı" koordinatlarını (+) şeklinde yerleştiren bir grafik gösterdi ve bilgisayarın deneklerin sorulara verdikleri cevapları gruplayarak yarattığı
9 grubu bu grafiğe yerleştirdi.
"Laiklik" ve "modern hayat tarzı" 1 ile 5 arasında değerlendirildiğinde
5 puan
sıkı laikliği ve
tam bir modern hayat tarzını tarif ederken
3 puan her iki koordinatta
nötr/yansız duruşu simgeliyor. Böylece aşağıda kabaca gösterildiği gibi ortaya
4’lü bir
kümelendirme (cluster) çıkıyor.
Erdem, o şekilde adlandırmadı ama bence pekálá diğer iki uca
"muhafazakár hayat tarzı" ve
"şeritçılık" konabilir. Bunlar da 5 puan üzerinden
1 puan ile ifade edilen uçlardır.
* * *
9 grubu bu grafiğe yerleştirdiğinizde
8’i
(A) kümesinde,
1 tanesi
(B) kümesinde yer alıyor!
Tarhan Erdem’in kendi yaptığı bu gruplandırmaya (kümelendirmeye) ben şu yorumu yapmak isterim:
1) Nüfusun %85-90’ı aynı kümede (A) toplanıyor. Nüfusun sadece %10-15’i ayrı bir kümede (B) toplanıyor. Bu açıdan bakınca sadece 2 küme (kutup) oluşuyor.
2) Toplumun %85-90’ını
modern hayat tarzı ekseninde 3 puanın altında ifade edilen
"muhafazakár hayat tarzına" daha yakın duruyor. Sadece %10-15
"modern hayat tarzına" yakın. "Modern hayat tarzı" kavramı tartışmalara yol açacaksa, kanımca bu tanımı
"muhafazakár olmayan hayat tarzı" olarak da isimlendirmek mümkündür.
3) Öte yanda
"laiklik" koordinatında Tarhan Erdem’in 9 grubundan hiçbiri 3 puan altında düşmediği için
şeriatçılığa yakın duran
(C) ve
(D) kümelerinde 9 gruptan hiçbiri yok.
4)
"Türkiye’ye şeriat gelmesinden" en fazla
korkan grup da (B) kümesinde yer alan %10-15’lik grup. Halbuki sorgulanan deneklerin böyle bir talebi yok.
* * *
Bana göre, yukarıda takdim etmeye çalıştığım grafik ısrarla savunduğum bir görüşü özetliyor:
Türkiye’de ayrışım laiklik-şeriatçılık koordinatında değil, modern (muhafazakár olmayan)-muhafazakár hayat tarzı koordinatındadır.
Belki acı gelecektir ama Cumhuriyet’in şekillendirmeye çalıştığı anlamda "modern hayat tarzı" artık büyük bir azınlıktır (%10-15).
Ancak, lütfen yanlış anlaşılmasın, geri kalan %85-90 illa ki "muhafazakár hayat tarzı"nı tamamen benimsemiş değildir, büyük çoğunluk bu hayat tarzına, modern hayata tarzına göre çeşitli oranlarda daha yakındır.
Bu çok önemli saptamayı irdelemeye yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku