24 Mart 2009
BU seçimde medyanın propaganda çalışmalarını yansıtmak açısından en fazla göz ardı ettiği iki parti, Demokrat Parti ve Saadet Partisi. Medya, küçük addettiği Liberal Demokrat Parti (LDP) ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni (ÖDP) hemen hiçbir zaman görmüyor! Ancak, aynı medyanın son günlerde Saadet’in mitinglerine ilgi göstermeye başladığını da teslim etmek gerek!
Ben bugün Demokrat Parti’yi (DP) yazacağım, yarın ise Saadet Partisi’ni (SP).
Ancak, herhangi bir tahmin yapmayacağım.
* * *
Giderek beter bir otokrat yapıya bürünen Recep Tayyip Erdoğan’ı kamuoyuna merkez sağı dolduran liberal demokrat olarak kakalama derdi olan çakma liberallerden olmadığım için ben hararetle merkez sağa yerleşik güçlü bir liberal demokrat parti arayanlardanım.
"367 rezaleti"ne göz yuman liderlere çok kızmama rağmen 22 Temmuz öncesi bir ara ortaya çıkan ANAP+DYP=DP birleşmesi beni çok heyecanlandırmıştı.
Ancak, Mehmet Ağar yüzünden bu ortaklık battı ve 22 Temmuz’da merkez sağ, milletten haklı bir tepki aldı.
Hayal kırıklığım uzun bir zaman sürdü. Sonra DP’de ortaya genç bir lider çıktı:
Süleyman Soylu!
Süleyman Soylu ya 29 Mart’ta anlamlı bir çıkış yaparak umut olacak ya da partisini 22 Temmuz’dan daha da geriye taşıyarak bayrağı bir başkasına teslim etmek zorunda kalacak.
Tabii ki takdir milletin olacak!
* * *
Son 14 ayda 260 bin kilometre yol kat eden, son 27 günde 44 il dahil 330’un üzerinde yerleşim bölgesinde miting yapan Süleyman Soylu, muazzam bir enerji sarf ederek DP’nin eski entrikacı yöneticilerinden kurtulmuş yeni halini anlatmaya çalıştı.
DP’yi adeta yeniden inşa ediyor!
Pazar günü 30 bin kişinin toplandığı Gaziosmanpaşa/İstanbul mitingi dışında büyük illerde çok fazla gözükmese de Anadolu’da kendisini anlatmaya çalışıyor.
Önemle köylerde ve kasabalarda büyük ilgi görüyor.
Bazı belediyeleri ise sürpriz yaparak kazanacağı söyleniyor.
Ben ise DP’nin genelde, örneğin İl Genel Meclis’lerinde alacağı oy oranına bakacağım.
DP, 22 Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerde 1.898.873 oy almış, bu sayı genel oyların % 5.42’sini oluşturuyor. (Bkz. YSK)
Eğer, DP bu seçimde % 5.42’nin üzerine çıkarsa, çıktığı oranda benim umudum olacak. % 5.42’nin altına düşerse, bu kez de Süleyman Soylu’dan gereğini yapmasını bekleyeceğim.
* * *
Günümüzde AKP, milleti bölerek yönetiyor. CHP de bu bölücü tavra uzun yıllar çanak tuttu. Ülkenin, gözümüzün önünde dayatıcı bir muhafazakárlığa ve otokratik bir yönetime kayması beni telaşlandırıyor.
Liberal demokrat merkez sağın en büyük özelliği, herkesi ama herkesi, kendine oy vereni de vermeyeni de, hiçbir ayrım yapmadan kucaklamasıdır.
Merkez sağ, milletin muhafazakár değerleri ile memleketin ihtiyacı olan yenilikleri meczeden, katiyen hiçbir konuda dayatmayan görüştür.
Özgürlüklere ve bireysel haklara en fazla saygılı partiler, liberal demokrat partilerdir.
Türkiye’nin aynı anda üniversiteye türbanı sokacak, Alevilere bütçeden hak ettikleri payı verecek, Kürtlerin haklarına yelken açacak, yeni bir Anayasa hazırlayacak, ülkeyi AB’de tüm gücüyle savunacak, yolsuzluk ve yoksulluk sarmalına düşmeyecek bir partiye şiddetle ihtiyacı var.
DP, özlediğim merkez sağa alternatif olabilir mi? Benim sorum bu!
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2009
ORTAOKULU bitireli tam tamına 42 yıl olmuş. İngiliz Ortaokulu’ndan (English High School) aynı yıl mezun olan arkadaşlar, bir arkadaşımızın muhteşem organizasyonu sayesinde 6 ayda bir de olsa son 2 yıldır toplanıyorlar. Bana sadece son toplantıya katılmak nasip oldu.
Geceye benim beklediğimin üzerinde sınıfdaş katıldı.
Ortaokuldan bazı arkadaşları sık sık, bazılarını 2-3 yılda bir görüyordum. Ama, birkaç arkadaşı ise tam tamına 42 yıldır görmemiştim.
* * *
Düşünün, lokantaya bir kişi giriyor, bizim masaya doğru yöneliyor. Bir arkadaşım kışkırtıyor, "Bil bakalım kim bu!" Ben de gelenin yüzünü bakışlarımla kavramaya çalışıyorum.
Ortaya üç türlü sonuç çıktı.
Birinci grupta, 42 yıl sonra sokakta gördüğümde katiyen tanıyamayacaklarım var. Onları ya ben hafızama doğru dürüst yazmamışım, ya da yıllar almış onları bambaşka insanlar yapmış.
İkinci grupta ise tam tersine, 42 yılın neredeyse hiç izini bulamıyorsunuz. Onlar aynı kalmışlar. Tamam, göbekler biraz kalınlaşmış, saçlar ağarmış ama görünüm 42 yıl öncesine ait. Baktığım anda tanıdım onları.
Üçüncü grupta ise gördüğünüzde, "Dur bir dakika, kim olduğunu şimdi çıkaracağım" dedirten arkadaşlar yer alıyor. Görüntüde çok şey değişmiş ama bir organ aynı kalmış:
Gözler!
İşte bu gruptaki insanların gözlerinin içine giriyor ve onun kimliğine ulaşıyorsunuz. Bazılarının gözleri 42 yıl ötesinden kalan bir hatıra.
* * *
Hayat hikáyelerini dinleyince de okulda çalışkanlık-başarı gibi olumlu öğeler yüklediğimiz öğrenci sıfatları ile hayattaki çalışkanlık-başarı arasında çok az bağlantı olduğunu görüyorsunuz.
Aramızda en efe geçinen, vücut kalıbı bile ortalamanın çok üstünde olan arkadaşımız, artık bizden farklı bir boyda değil ama Türkiye’nin dev bir taze meyve ithalatçısı olarak kocaman bir başarı hikáyesi çiziyor. Oktay Öztürk’ü Yunanistan’da, Hollanda’da aynı işi yapan kişiler büyük işadamı olarak tarif ediyorlar. Eskiden herkese babalanan dostum, şimdi büyük bir tevazu içinde işini anlatıyor, çocuklarıyla gurur duyuyor.
Kimi CEO, kimi emekli, kimi hálá uçarı ve muzır! Üroloğun parmakları beni hálá ürkütüyor. Bir muhafazakár arkadaşım rakıyı aslan sütü ilan ediyor, diğeri hálá şalgam suyunu tercih ediyor. Kimi hálá entelektüel, kimi hálá adamın gözünün üzerinden kaşını alır da haberin olmaz.
* * *
42 yıl sonra konuştuğumuz konular haliyle farklı oldu. Erkeklik suyunun belimize yürüdüğü yıllarda sadece erkeklerin okuduğu bir okulda tek bir konu vardı: Kızlar!
Hepimiz ciğerci dükkánı önünde yalanan kediler gibi Nişantaşı sokaklarında sokakta yürüyen kızların rayihasını içimize çeker, okulda da mini etekli müzik öğretmeninin bacaklarını seyretmek için merdiven aralığında itişir kakışırdık.
Liseyi de kızların olmadığı bir ortamda okuduğumuz için yakın yıllara kadar rakı masalarının esas mezesi hep kadınlar olurdu.
Şimdi konu yine tek ama başka: Sağlık! Gazeteler bundan dolayı dolu dolu sağlık sayfaları hazırlıyor.
Organizatör arkadaş, "gelenler", "mazeret bildirenler", "ben artık yokum" diyenler diye üçlü bir liste hazırlamıştı. "Ben artık yokum" diyenlerin listesi hafiften kabarmaya başlamış!
Sağ ol Atalay Üstabay, yılmıyor, üşenmiyor, bizi teker teker takip ederek bir araya getiriyorsun.
"Maziyi nasıl taşlara çizmişse denizler/Aşkın ebedi tarihidir yüzdeki izler!"
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2009
BAŞTAN belirteyim, Eser Karakaş yazıma cevap yazdığı makalesinde talep ettiği gibi Boğaz’da balıklı sohbete davetlimdir. Ben rakı da içeceğim, o da içerse, söz, kimseye söylemeyeceğim.
Eser Karakaş, 15 Mart’ta Star’daki köşesinde Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin "Silopi Kuyuları"nı ısrarla görmezden geldiğini yazdı. Ben de kendisine "Silopi Kuyuları"nı iki gazetenin arşivinde aradığımda 16.12.2008 tarihinden beri konu ile ilgili Hürriyet’te 12, Milliyet’te 6 habere rastladığımı bildirerek cevap yazdım.
Köşe yazarları da konuya hiç değinmediler minvalli sözler söyleyince kırıldım ve kendi yazılarımdan örnekler verdim. Kendisine de bir bilim adamı olarak "Darwin rezaleti"ni yazmadığını, iktisatçı olarak yaşanan acı kriz karşısında seyir tutan Başbakan’ı hiç eleştirmediğini, koyu bir AB gönüllüsü olarak "AB’ye kıçınızı dönün, Ortadoğu’da lider olun" diyen zirzopa (George Friedman) çatmadığını hatırlattım. (17.03.09)
Eser Karakaş, açık mektubuma dün cevap verdi. (Star-18.03.09)
Ancak, maalesef Silopi kuyuları ile ilgili Hürriyet ve Milliyet’i eleştiren savına verdiğim cevaba ve ayrıca kendisine sorduğum sorulara hiç girmedi.
En azından verdiğim rakamları az bulduğunu söyleyebilirdi.
* * *
O bu sefer merkez medya tartışması açıyor ve "Çağın ruhu, merkez medya iddiasında olan kuruluşların normal bir ülkede suç teşkil edecek muhtıralara ve çağdaş laiklik anlayışına aykırı girişimlere eşit ölçüde karşı çıkmasını zorunlu kılmaktadır" diyor ve ben şahsen kendisini yerden göğe haklı buluyorum.
Bu kez de Hürriyet’i 27 Nisan muhtırasını adeta övmekle suçluyor.
Haklıdır, Hürriyet ve Milliyet’te bazı arkadaşlar muhtıraya sahip çıkmışlardır, ama ben saydım, 28 Nisan-3 Mayıs 2007 arasında Hürriyet’te 5, Milliyet’te 6 yazar muhtıraya karşı çıkmışlar. Arşiv herkese açıktır.
Eser’in mahallesinde en çok eleştirilen yazarımız, muhtıranın hemen ardından "Bu bildiri, sadece demokrasimiz değil, aynı zamanda iktidarımız, muhalefetimiz, hepimiz için büyük bir ayıptır" (29.04.07) diye yazmış.
Ben muhtıra ardından yayınlanan ilk yazımda, "Post-postmodern muhtıra! Samimi duygum, çok ama çok üzgün olduğumdur. Bu ülke öğrenmemekte çok ama çok ısrarlı. ’Muasır medeniyet’e en çok, ona sarılanlar darbe vuruyor" demişim. (29.04.07)
Eser’in mahallesinde CHP’nin borazanı olarak adlandırılan Hürriyet web’de bir anket yapmış ve sonuçları;
"Hurriyet.com.tr okurları, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, ’Eğer Anayasa Mahkemesi 367’ye gerek yok kararı alırsa bu Türkiye’yi çok tehlikeli bir noktaya götürecektir’ sözlerini doğru bulmadı. % 32.3 doğru derken, yanlış diyenlerin oranı % 64.8. Anketimizde toplam 1.064.317 bin oy kullanıldı" (2.05.07) sözleriyle yayınlamış.
* * *
Bence Eser’in anlamadığı bir nokta şudur: Evet, gazetelerin bir ortalaması vardır, bu ortalama bazen kendi yazarlarına bile ters gelebilir. Ancak, ben ters düştüğüm konuları Hürriyet’te yazabiliyorum, ama kendi gazetesindeki ortalama ile ters düşenler görüşlerini Zaman, Yeni Şafak, Star vb.de yazamıyorlar.
Onun içindir ki Eser Karakaş, sevdalısı olduğu AB’ye kıçınızı dönün diyen adama, o kişi kiracı olduğu mahallede baş tacı edildiği için ters çıkamıyor; ekonomiyi aramızda en iyi bilen kişilerden olduğu halde dünyada krize en fazla duyarsız kalan Başbakan’a kafa tutamıyor; cumhuriyet tarihi rekorları kıran işsizlik oranına isyan edemiyor; varlık nedeni olan bilime saygısızlık eden TÜBİTAK’a haddini bildiremiyor.
Sevgili Eser; bizlerin de bizim mahallede olanlara kızdığımız tabii ki oluyor, ama biz açıkça yazabiliyoruz. Sizler ise sizin mahallede bazı tabulara susmak kaydıyla kiracı oturuyorsunuz.
Ancak, hatırlatırım, kira sözleşmesi bir gün bitecek.
En kısa zamanda merkez medyada görüşmek üzere!
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2009
GEÇEN pazar günü yayınladığım Darwin yazısı üzerine iki bilim adamından gelen mektupları okurlara sunuyorum. İkinci mektubu oldukça kısalttım. Birincisi evrimi ana rahminde embriyonun bebeğe evrilmesi ile anlatıyor.
"15 Mart 2009 tarihli Hürriyet’teki yazınızı severek okudum. Bir jeoloji profesörü olarak Darwin ve Evrim teorisi benim de ilgi alanıma girmektedir. Öncelikle yazınızdaki düşünce ve görüşlerinize tamamıyla katıldığımı belirtmek isterim. "Darvin’in, insan soyunun maymunlardan geldiğini söylediği iddiası kara cehaletin daniskasıdır" sözünüz çok doğrudur. Ancak kara cahiller, bu sözün inançlı kişileri ne kadar rencide ettiklerinin farkındalar mı acaba? Yoksa toplumda bir gerginlik yaratmayı bilerek mi sürdürüyorlar, pek emin değilim. Sizin yazınız toplumu aydınlatmanın yanı sıra toplumdaki bu gerginliği azaltıcı yönüyle de çok yararlı olmuştur.
Sizin görüşünüze destek nitelikte kendi görüşümü de özet olarak belirtmek istiyorum. Evrim Teorisi’ni destekleyen verilerden bir tanesi de ana rahmindeki birbirinin aynı veya benzeri kök hücrelerden oluşan bir embriyonun, 9 aylık bir süreç içinde çok hızlı bir evrim geçirerek nasıl bir bebeğe dönüştüğüdür. Bu kök hücrelerden bazıları zamanla evrimleşerek kemikleri, bazıları kasları, bazıları sinirleri ve böylece çeşitli organları oluşturmaktadır. (Ancak) Hiçbir zaman daha önce oluşmuş bir organ evrimleşerek başka bir organa dönüşemez. Örneğin kalp evrimleşerek beyni, dil evrimleşerek dişi, kemik evrimleşerek deriyi oluşturmaz. Bu bilgilerle Darwin’in Evrim Teorisi’ne dönersek, alt memelilerden maymunların, maymunlardan insanların evrimleşerek oluşmadıklarını anlarız. Sizin de belirttiğiniz gibi, zaten Darvin de böyle bir iddiada bulunmamaktadır. Darvin’in sözünü ettiği evrim, embriyodaki kök hücre benzeri bir oluşumdan oldukça uzun bir zaman dilimi içinde evrimle önce alt memeliler, daha sonraki bir zamanda maymunlar ve en sonunda da insanlar oluşmuşlardır. Henüz Evrim Teorisi’ndeki kök hücre benzeri oluşuma ne günümüz canlılarında ne de fosillerde rastlanılmamıştır, ancak bu bilimsel yönden mantıklı ve tutarlı bir varsayımdır. Bu görüş Kutsal Kitaplardaki görüşlere de ters düşmeyeceğinden inanan insanlar için kolayca kabul edilecektir.
Özetle, bilime aykırı bir şekilde, hangi gerekçeyle olursa olsun insanlarımızı "Siz maymunlardan türediniz" diyerek incitmede ve toplumu germede bir yarar olmayacağını ifade ederek saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. Mümin Köksoy"
* * *
İkinci mektup ise Darwin’in görüşlerinin sosyal hayata nasıl yanlış uygulandığını vurguluyor.
"’Bilim haddin bilmektir’ isimli yazınızı okudum. Önemli noktalara temas etmişsiniz...
Yalnız, müsaadenizle birkaç hususa temas etmek isterim...
Diyorsunuz ki, Darwin’in izlediği yol bilimsel bir yoldur. Müspet bilimler açısından buna kimsenin zaten itirazı yok. Peki, mesele ne? İtiraz edilen nokta daha çok, bilimsellik büyüsüne kapılarak yaratılışın inkár edilmeye çalışılmasıdır.
(Darwin) yapmış olduğu gözlemeler neticesinde büyük balığın küçük balığı yediğini görüyor. Zaten öyleydi... Yalnız bir kısım çevreler buradan hareketle sosyal hayattaki zalimlikleri normal, hatta bir başarı olarak görmeye çalışıyor. Altında kalanın canı çıksın, düşüncesi...
Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK."
* * *
Yer darlığı nedeni ile epey kısalttığım ikinci mektup, Darwin’in evrimsel biyoloji teorisinin sosyal hayatta güçlüyü haklı gösterme amacıyla kullanıldığı için tepki gördüğünü vurguluyor.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2009
BUGÜNLERDE Aydın Doğan Grubu’na vurmak moda. Bunun çeşitli nedenleri var. 1) Recep Tayyip Erdoğan bu seçimlere Saadet fobisi ile giriyor. İşsizlik başına bela. Üstelik, bu kez kendi tarafında safları pekiştirecek zırva bir "laiklik elden gidiyor" tartışması veya yeni bir "27 Nisan muhtırası" saçmalığı yok.
İktidarda dahi mazlumu oynayan Erdoğan bu kez eziklik bahanesi bulamayınca "büyük medya"ya çatmayı seçim stratejisi haline getirdi. Bu durumda iaşesini "sahibinin sesi" olarak temin edenlere de Aydın Doğan medyasına çatmak düşüyor.
Üstelik, ne kadar çatarsan iaşe o kadar büyüyor!
Onlar tıpkı 28 Şubat paşaları gibi durumdan vazife çıkarıyorlar!
2) Ayrıca, tamtakır bilgi dağarcıkları, boş patates çuvalı gibi yerlere serilmiş fikir fukaralıklarına rağmen şöhreti yakalamaya çalışan bazı medya mensupları da Hürriyet’e, Milliyet’e ve Ertuğrul Özkök’e saldırmayı, şöhrete giden her yol mubahtır mantığı ile elzem görüyorlar. İkide bir soyunan artiz bozuntuları gibi arada bir baş gösteriyorlar.
* * *
Sevgili Eser Karakaş; sen bu iki gruba da ait değilsin, olmamalısın!
Sen bu ülkenin yetiştirdiği nadir değerdeki maliye uzmanlarındansın. "Prof. Dr." olarak alacağın daha büyük unvan yok. Sevgili eşin, Prof. Dr. Işıl Karakaş, AİHM yargıcı olarak sadece sana değil, arkadaşı olan herkese gurur kaynağı oluyor. İaşe açısından da bir sorunun olduğunu zannetmiyorum.
Sevgili Karakaş; sen neden Milliyet’e, Hürriyet’e çatarsın? (Star Gazetesi-15.03.09)
Zaten, sen de pek kendine yakıştırmamışsın ki, makalende uzun uzun Hürriyet ve Milliyet ile aranda bir mesele olmadığını vurguluyorsun.
Yazında Hüriyet ve Milliyet’in "Silopi’deki kuyuları" ısrarla görmediğini vurguluyorsun.
Ben "Silopi kuyuları" sözlerini her iki gazetenin arşivinde aradığımda 16.12.2008 tarihinden beri konu ile ilgili Hürriyet’te 12, Milliyet’te 6 habere rastladım.
Galiba bu rakam sana yeterli gelmemiş!
* * *
Ancak, ben esasen köşe yazarlarına da "Bu konuda neden yazmıyorsunuz?" diye çıkışmana içerledim.
Öncelikle, bir liberal olarak başka insanların hangi konularda yazmaları gerektiğine dair hüküm vermene çok şaşırdım. Ayrıca, başkaları adına konuşamam ama kendi adıma büyük haksızlık yaptığını da düşünüyorum.
28 Şubat’ı sorgulayan, Özel Harp Dairesi’nin illegal örgütlenmesini, faili meçhul cinayetleri anlatan "Hacı" adlı romanımın ilk yayın tarihi 2003!
Şimdilerde de köşemde JİTEM’i, Susurluk’u, faili meçhulleri, 28 Şubat’ı irdelemezse Ergenekon Davası’nın bir işe yaramayacağını yazan da benim.
28 Şubat döneminde 7 davada yargılandım!
Sana yakışmayan bir totalojiyi köşe yazarlarına uygulayınca ben çok kızdım.
* * *
Sevgili Eser; madem birbirimize yol gösterme hakkımız var, ben de sana sorayım.
1) Bir bilim adamı olarak "Darwin rezaletini" bir kuru satırla mı geçiştireceksin?
2) Bir AB taraftarı olarak "Sırtınızı AB’ye dönün, Ortadoğu’ya bakın!" diye dayatan ama senin mahallede, CIA ilişkilerine bile bakılmadan, Neo-Osmanlı’dan, Ortadoğu’da liderlikten bahsettiği için kutsanan zirzopa (George Friedman) bir iki söz söyleyecek misin?
3) Bir iktisatçı olarak ekonomik krizi seçim uğruna görmezden gelen Recep Tayyip Erdoğan’a hiç mi eleştirin yok? Aralık 2008 tarihi itibarıyla sayıları bir yılda 838 bin artan ve 3 milyon 274 bine ulaşan işsizler için derin analizlerin olacak mı?
Sevgili Eser Karakaş, Star yazarı olarak Sabah, Zaman, Yeni Şafak, Taraf yazarları ile Başbakan’la özel uçakta uçarken aklına bu sorular geldi mi?
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2009
TÜRKİYE’nin en önemli felsefecilerinden olduğunu düşündüğüm bakan, Charles Darwin için "Ölmüş gitmiş adam" deyince gerçekten altüst oldum. Bakanın "eski hali"ni bilen bir kişi olarak, ülkedeki "yeni iklim"in sefaletini bir kez daha kokladım.
Charles Darwin, Sigmund Freud, Karl Marx, kuramlarını beğenin beğenmeyin, bazı öngörüleri çoktan yanlışlanmış olsa bile, hatta bir kısmı kuramlarını bilimsel metodolojiye uygun olarak inşa etmemiş olsalar dahi, 19. yüzyılda yaşanan aydınlanma dönemine dünya boyutunda damga vurmuş kişilerdir.
Benim artık Marx’ın kuramına itibar etmemem, onun ekonomi-politik alanında açtığı çığrı kapatmaz. Hatta, dünyada bir adet Marksist kalmasa bile açtığı çığır insanlık tarihinde mümtaz yerini korur.
* * *
Charles Darwin "evrim teorisi"ni geliştirmiş bir bilim adamıdır. Adı üzerinde, yaptığı iş bir teori (kuram) geliştirmiş olmasıdır.
Darwin’in "gerçeği" bulma iddiası yoktur. Zaten, bilimde "gerçek" bulunmaz, aranır.
Darwin’i bilim adamı yapan öğe "gerçeği" bulmuş olması değil, kuramını geliştirirken bilimsel metodolojiye dayanmış olmasıdır.
Teori (kuram) belirli sayıda gözlemi açıklamak üzere inşa edilmiş bir analitik tasarımdır. Teori, yapılan gözlemleri olgular olarak tasnif eder ve gözlemlerin nasıl oluştuğuna dair iddialarda bulunur veya açıklamalar yapar.
Kaldı ki bilim dünyasında aynı olguyu, aynı gözlemlere dayanarak izah etmeye çalışan ve bilimsel değeri eşit olan birkaç teori de aynı anda var olabilir.
Darwin’in dayandığı evrim kuramı, bugün de biyolojide "gözlem durumlarına uygulamada, test etmede, matematiksel olarak modellemede" kullanılmaktadır. (Bkz. Doç. Dr. Mehmet Elgin’in görüşleri. Taha Akyol naklediyor.-Milliyet-13.03.09)
Öte yanda "yaratılış inancı" gözlem durumlarına uygulama, test etme, matematiksel olarak modelleme gibi bilimsel metodolojinin aletleriyle sınanamayacağı için bilimsel değildir.
Ancak, buna dayanarak dünyanın var edilişini "yaratılış" kavramıyla izah etmeye kalkmanın yanlış olduğu da söylenemez.
Zira, insanoğlunun gerçeği arama serüveninde bilimsel metodoloji, kullanılan metotlardan sadece birisidir. İnanç da bir diğeridir.
Mutlak gücün "ol" emri ile her şeyi yarattığına inanmak da gerçeği arama serüveninin bir yöntemidir, galiba tarihsel olarak bakıldığında da en fazla kabul görenidir.
* * *
Darwin, insan soyunun maymunlardan geldiğini söylediği iddiası ise kara cehaletin daniskasıdır.
Darwin sadece bir şeyin evrilerek bir yanda maymunu, diğer yanda insanı var ettiğini kuramlamıştır.
Tamamen ayrı iki şey bir şeyden evrilmiştir. İnanç da aynı şeyi söylemiyor mu?
Her şey tek şeyden (mutlak güç) yaratılmıştır!
Aradaki tek fark, birinin evrilerek bugünkü duruma gelindiğine, diğerinin her şeyin şimdiki hali ile yaratıldığına dayanmasıdır.
* * *
Gelin siz de benim gibi kuramlayın: Fizik, kimya, biyolojinin yasaları Cenab-ı Allah’ın yasaları, matematik "İlahi Güç"ün aklı olsun!
Allah’ın çocukları da aklı kullanarak Allah’ın gerçeklerini arayadursunlar!
O zaman teori ile inanç birbirlerini kucaklamazlar mı?
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2009
İKİ gündür bu köşede "Türkiye’nin Ortadoğu’nun ağabeyi olması için ABD destek veriyor" mealli bir yaklaşımla Obama’nın müstakbel Türkiye ziyaretine açık çek verenleri uyarmaya çalışıyorum. Sağ olsunlar, benim meramımı Hamaney ve Ahmedinejad benden iyi anlatmışlar.
İran’ı ziyaret eden Gül’ün, "ABD Başkanı Barack Obama’nın uzattığı elin havada bırakılmaması" ricasına Hamaney, bu söylemleri 30 yıldır dinlediklerini belirterek, "Bekleyip görelim. Çünkü başlangıçta söylenen bu sözler daha sonra unutuluyor" diyerek, ABD yönetiminden bu konuda somut adım beklentisi içinde olduklarını aktarmış. Ahmedinejad da aynı yönde mesaj vermiş. (Hürriyet-11.03.09)
Diplomatik sözlerin basit Türkçesi, "ABD’nin söyleyeceği bir şey varsa kendi gelsin söylesin"dir.
Hamas da İsrailli esir askerin serbest bırakılması konusunda arabuluculuk yapmak isteyen Türkiye’ye, "Sen aradan çekil" demiş.
Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın, Türkiye’nin bölgede "neo-Osmanlı" yaklaşım takınmasına ne dediğini henüz bilmiyoruz ama ben tahmin edebiliyorum.
Davos Fatihi Erdoğan’a Ortadoğu sokakları alkış tutuyor, ama yönetim salonlarının tavrı farklı olabilir.
* * *
Geçen gün Brüksel sokaklarını çok iyi bilen ve Türkiye’nin AB üyeliğini candan destekleyen bazı Avrupalı dostlarla sohbet ettim.
Davos’u bir de onlardan dinledim.
Türkiye’nin dostları, Erdoğan’a çok ama çok kızgınlar.
Brüksel’de Türkiye’nin olası AB üyeliği için 3 değişik tavrın olduğunu belirtiyorlar.
Bu dostların da içinde bulunduğu 1. grup, kriterleri yerine getirmesi kaydıyla Türkiye’nin üyeliğine tam destek veriyormuş.
2. grup, reel politika açısından Ortadoğu’da bir köprü olabileceği için, kültürel ayrılıklara parmak bassalar da, Türkiye’nin üyeliğini istiyormuş.
3. grup ise Türkiye’nin kültürel, tarihi nedenlerle ve medeniyetler farkı açısından hiçbir zaman AB’nin bir parçası olamayacağını düşünüyormuş.
* * *
Erdoğan’ın son çıkışları 3. gruptakilerin ekmeğine yağ sürmüş, 2. gruptakileri ise derin şüphelere sürüklemiş.
Bu dostlara göre; Erdoğan’ın Davos çıkışı, bir son damla olarak, 1. gruptaki Türkiye dostlarını kızdırmış, hem de çok kızdırmış!
Açıkça, "Değiştim ayaklarıyla bizi aldattı, sonunda da sattı" diyorlar.
Dostlara göre, zaten Erdoğan daha önceleri Avrupa’daki Türklere "Asimile olmayın!" dediğinde Batı kültürüne ne kadar uzak durduğunu göstermiş. Sonradan çark etse de, Nabucco Projesi konusunda Avrupa’yı tehdit ettiğinde de Avrupa’nın dostu olup olmadığına dair büyük şüpheler yaratmış.
Hamas’a kayıtsız şartsız sahip çıkışı, İsrail’e karşı aldığı sert tavır, sonunda Davos’ta patlaması, kendisine duyulan güveni çok ama çok sarsmış. "Bir özür dileme" nezaketini bile göstermeyerek esasında "Batı geleneğinden ne kadar uzak olduğunu" gösterdi, diyorlar.
Eşinin İsrail Cumhurbaşkanı için kameralar önünde "yalancı" diye bağırmasını ise eşi emsali olmayan bir skandal olarak nitelendiriyorlar.
Babacan’a "Babycan", Bağış’a ise "şaka" diyorlar.
Daha evvel başka yetkililerden duyduğum bir uyarıyı onlar da yaptı:
"2009 sonuna dek Kıbrıs’ta çözüm oluşmaz ise AB’yi tamamen unutun!"
Onlara göre bu uyarı ise "şaka" değil!
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2009
ŞU Obama gerçekten büyük adam. Hüsnü Mahalli gibi ezeli bir anti-Amerikancıyı bir gecede şıppadanak Amerikancı yaptı. (Bkz. Akşam, 10.03.09) Sadece gülümsemeniz için size yazısından bir-iki alıntı veriyorum:
"Çünkü Obama Türkiye’ye gelmekle kalmıyor, laik ve demokratik Türkiye’yi yalnız bölgede değil aynı zamanda dünya lideri bir ülke olarak görmektedir."
Suriye asıllı olduğu için bozuk Türkçe’ye kulak asmayın ama Obama’nın Türkiye’yi "dünya lideri bir ülke" olarak gördüğünü dünyada bir tek Mahalli çözmüş.
Herhalde istihareye yatarak yazı yazan Hüsnü Mahalli şu cümleyi de yazabilmiş:
"Üstelik Obama, Kıbrıs’ta, Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Suriye’de ve Ermeni soykırım konusunda Türkiye gibi düşünmektedir." Bu cümleye neremle güleceğime ben de şaşırdım.
Ayrıca, ona göre Obama Türkiye’nin ayağına geliyor!
* * *
Ağzımıza bir parmak bal çalınınca Obama’nın neyi temsil ettiğini unutanlar, reel-politika kavramından habersiz olanlar, olup biteni okumakta da tabii ki aciz kalıyorlar.
Obama yönetimi, halihazırda ABD değerleri ve çıkarları ile çatışan İran, Suriye, Hamas, Hizbullah, Taliban ile, onları birer gerçek olarak kabul ederek temas kurmak istiyor.
Ancak onları "oldukları gibi kabul etmek" üzere harekete geçecek değil, onlara "değişmeleri" için bir fırsat tanıyacak. Bu irtibatı kurmak için kendisine bir arabulucu lazım. O arabulucu da Ahmet Davutoğlu vizyonunu hayata geçiren AKP hükümeti!
Atılacak adım önemli ama bunu hemen "stratejik ortaklık" olarak yorumlamak çok tehlikeli. Zira dünkü yazımda sıraladığım soruların cevabını şu anda bilmiyoruz.
Önce şunu hazmedelim. Şark zihniyetine göre; büyük emperyal devlet, küçük emperyal devlet olmak için gayret gösteren devletin "ayağına geliyorsa", yine de "vermeye" değil, "almaya" geldiğini baştan öngörmek ve ona göre hesap yapmak lazım.
Yahudi lobisini iplemeyecek, Ermeni tasarısına tamamen sırtını dönecek, KKTC’de ambargoyu kaldırmak için Almanya’yı, Fransa’yı (AB) karşısına alacak bir ABD’yi ben hálá tahayyül edemiyorum.
Lütfen, "tek başına 1. olmak" iddiası yerine "eşitler arasında 1. olma" iddiasını doğru kavrayın. Dünya enerji kaynaklarına yön vermeyi reddedecek bir Obama düşlemeyin!
Obama siyah ama Saray hálá beyaz!
* * *
Türkiye’nin Ortadoğu’nun başat ülkesi kıvamında ABD’nin stratejik ortağı olabilmesi için önümüzdeki 6 ayda şunların oluşması lazım.
1) İran hem nükleer silah yapmaktan, hem Ortadoğu’daki, Türkiye benzeri, emperyal emellerinden vazgeçecek. "Ağabey Türkiye’dir!" diyecek.
2) Suriye İran’dan silkinecek, aldığı ekonomik yardımları bir kenara itip, ABD ile flörte soyunacak.
3) Hamas ve Hizbullah terörden tamamen soyutlanacak, İsrail’in varlığını tanıyacak, ABD’yi emperyalist ilan etmekten imtina edecek. Hamas, Filistin’de El Fetih’le uzlaşacak.
4) İran’ın yumuşamasına rağmen, ne olur ne olmaz diyerek, Suudi Arabistan ve Mısır Türkiye’nin tekrar Osmanlı edası takınmasına "eyvallah!" diyecek.
5) Türkiye kendi Kürt sorununu tamamen çözecek ve buradan aldığı güçle Kuzey Irak’ta ağabeyliğini Irak Kürtlerine benimsetecek.
6) Türkiye, AB’ye söz verdiği üzere, kendi limanlarını Kıbrıs Rum Kesimi’ne açacak.
* * *
Ben sıraladığım şartlar yerine getirilemez demiyorum, sadece işin zorluğuna parmak basıyorum. Hem de çok zorluğuna!..
Zafer sarhoşluğuna erken kapılmayalım!
Yazının Devamını Oku