Cüneyt Ülsever

Ergenekon nedir?

21 Nisan 2009
2. İddianame oldukça düzgün mantık kurgusu ile Ergenekon’un ne olduğunu anlamama çok yardımcı olmuştu. Zira, 1. İddianame aklımı çok karıştırmıştı. Ancak Ergenekon’un 12. dalgası değil aklımı karıştırmak, aklımı başımdan aldı. Benim aklım hasta insan veya rektörler suç işlemez diyen türden bir akıl değildir. Herkes ama herkes ücretini ödemek kaydı ile suç işleme özgürlüğüne sahiptir. Suç antropolojisinin önder ismi Lombroso; "suçun organizma koşullarının bir ürünü olduğunu ve hatta bazı insanların doğuştan suçlu olduklarını" iddia etse de artık dünyada herkesin suç işleyebileceğini kabul ediyoruz.

Benim aklımı curcuna karıştırıyor:

Faili meçhuller, JİTEM, Susurluk, 28 Şubat, Ayışığı, Sarıkız, ÇYDD, Baba Beni Okula Göndersene, Cumhuriyet Mitingleri ve adını unuttuklarım nasıl bir araya geliyorlar?

Bu karışım neyi ifade ediyor? Bu karışım çerçevesinde ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) ne?

Tek bir örgüt mü, yoksa bir örgütler konfederasyonu mu?

Denebilir ki, ETÖ etrafında sorgulanan-tutuklanan herkesin tarih ve örgüt orijinlerine bakılmaksızın ortak bir noktası var. Darbeseverlik!

İyi de, ceza mahkemelerinde yargılanan yüzlerce katil zanlısı var. Hepsinin ortak noktası "cinayet işleme" iddiası olduğu halde hepsi tek bir davada yargılanmıyor ki! Hepsi kendi koşulları dahilinde ayrı mahkemelerde yargılanıyor.

* * *

ETÖ’de eli kanlı katil olduklarına inandıklarım da var, hayasızca önüne geleni dinleyenler de. Amirlerine, ahlaksız teklif yapar gibi, darbe yapmayı teklif edenler olduğu gibi, "Keşke darbe olsa" diye gönlünden geçirenler, darbecilere gaz verenler, AKP her koşul atında gitsin diyenler, Cumhuriyet mitinglerinde "Şeriata hayır" diye, ayrıca "Hem şeriata, hem darbeye hayır", diye bağıranlar da var.

Üstelik bu kişiler değişik zamanlarda değişik "darbeler"den bahsediyorlar. Bazıları birbirini hiç tanımıyor. Ayrıca, darbenin hasına soyunanlardan önemli bir kesim 12. dalgada bile hálá sorgulanmadı.

* * *

Bir davanın en büyük meşruiyeti davanın kamu vicdanında kabul görmesidir. Tabii ki, hiçbir dava kamu vicdanında topyekûn kabul görmez. Ama anlamlı sayıda insandan oluşan kitlenin davayı meşru kabul etmesi gerekir.

Aramızda hálá "faraza suyla, toprakla, ağaçla uğraşan kimi dernekler de Ergenekon’un etki alanında mı?" diye soru sorar gibi yaparak yeni hedefler gösterecek kadar müptezelleşenler var.

"Usule takılıp kalıyorsunuz ama bu kadar takılırsanız esası kaybedersiniz" diyebilecek kadar hukuku iğfal etmeye çalışan gözü dönmüş abuk mantık sahipleri de var.

Ama korkarım dava her geçen gün kamu vicdanında irtifa kaybediyor.

Zira son sorgulamalar, Turgut Kazan’ın hepimize ışık tutan deyimi ile hukukta sorgulamayı ve aramayı meşrulaştıran makul şüpheye büyük sekte vurdu. (Bkz: Vatan, 19.04.2009)

Dava, bazı adımlarında kamu vicdanını makul delile dayanan makul şüphe konusunda beter zorluyor! Son adım vicdanlara en büyük darbeyi vurdu.

* * *

Benim derdim şu: Bu davada yargılanan katiller, faili meçhulcüler, darbe girişimcileri, bizzat darbeciler, korku tüneli kazıcıları var. Dava bu kişileri yargılayarak ülkeye büyük bir adım attırıyor. Ama bu kişileri darbe heveslileri, darbe şakşakçıları, AKP düşmanları, demokrasi tanımazlar ile karıştırırsanız, üstüne üstlük "Baba beni okula göndersene"cileri davaya katarsanız, sonunda esas suçluları da kamu vicdanında mahkûm edemez hale gelirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Nevbahara nevhuzur yakışır

19 Nisan 2009
HUZUR benim en fazla peşinden gittiğim kelimedir. Nedeni basittir. İnsan sahip olmadığının ama değer verdiğinin peşinden gider, bir gün onu saçlarından yakalamanın umudu ile bir ömrü yaşar.

Huzur ve ben birbirine zıt iki kutup gibiyizdir. Ancak zıtların yarattığı çekim alanı misali birbirimizi daima çekeriz. Daha doğrusu o beni daima çeker. O benim çekim alanıma hemen hiç girmez ki, bir gün olsun gelip beni kendiliğinden yakalasın! Hep ben onun peşinden koşarım. O nazlı bir ceylan edası içinde arada bir gözükür, kaşı ile gözü ile beni süzer ama tam ellerinden tutacağım anda yok olur gider.

* * *

Huzuru bazen bir kadının gözlerinin içinde bulurum. Bazı kadınlar bakışları ile şefkati çağrıştırırlar. Sanki "Sana yanlış öğretmişler, sevişmek şefkatin fiiliyata dökülmüş halidir" derler. Sanki huzur onların ruhunun içindedir, gözlerinin arkasından size gülücük yollar.

Huzur aynı zamanda bahar güneşi altına sere serpe yatıp derin bir uykuya dalmış kedinin mırıltı seslerindeki bestededir. Dikkatle suratlarına bakın, kediler de rüya görürler. Karnını adamakıllı doyurmuş, suyunu doyasıya içmiş, adamakıllı temizlenmiş bir kedi rüyasında huzur ile senli benli konuşur.

Alta alta üst üste yuvarlanan iki kedi yavrusu da huzuru yuvarlamaktadırlar. Özlediği sahibini nihayet gören köpeğe ne dersiniz? Orkestra şefinin çubuğu misali sallanan kuyruk, olduğu yerde havaya zıplamalar sadece ve sadece sahibini gördüğü için huzurla dans eden köpeği anlatır.

Dalgaların dövdüğü kayalar da dalgalar nihayet sustuğunda huzuru yakalar. Fırtınanın ardından parlamaya başlayan kayaların ıslak bedenleri huzurun içindeki garip heyecandır. Bunu bizzat gözleriyle gören dalgalar bir ara huzuru kaçırdıkları için o kadar utanırlar ki, kayaların dizinin dibinde onların ıslak ayaklarını yalamaya çalışırlar.

* * *

Üstüne rengárenk elbiseler giymeye başlayan tabiat her bahar kışın yitirdiği huzuru tekrar yakalar. Değişmez düzendir bu. Huzur sonbaharda huysuzlanmaya başlar, kışın ortasında yok olur, nevbaharda da nevhuzur olarak tekrar ortalık yere salınır. Tabiattaki her ağacı, her bitkiyi yeniden ve alabildiğine coşkulu renklerle giydirir, karşısına geçer keyifle seyreder.

Huzur yazın koynunuzda tembel uykusuna yatar.

Ben de her nevbaharda nevhuzur bana da uğrayacak mı, diye dertlere düşerim. İyice temizlenir, en iyi elbiselerimi giyer, en güzel kokuları sürer, sokağın başında huzuru beklemeye başlarım.

Onu çiçeğe bürünmüş ağaçta görürüm, büyüyen çimenlerde gözüme takılır. Aylak aylak sağa sola koşturan iki başıboş köpek de huzurdur, hatta onlardan sakınmak için ağacın dibine sinmiş kedi de huzuru köpekler köşeyi döndüğü anda yakalayacaktır.

* * *

Ancak huzur bana pek uğramaz. Hiç uğramaz dersem yalan olur. Uğramasına uğrar da çok kalmaz. Bir "an" her şeyi ama her şeyi unuturum, hiçbir şeyin hesabı umurumda olmaz, işte o "an" huzur suratımı şöyle bir yalar geçer.

Saçları bal kokan bir kadının yanağının yanağınıza iyice yaklaştığını düşünün, nefesini suratınızda hissediyorsunuz, kulak memenize kiraz dudakları ile şöyle bir dokunuyor, tam rahiyasını içinize çekmeye başlayacaksınız, kadın aniden yok oluyor.

Kadın var mıydı, yok muydu, zihniniz karışıyor. Yok idi ise o koku neydi, neden yanaklarınız kıpkırmızı oldu, neden burun delikleriniz büyüdü, neden nefesiniz sıklaştı? İyi de, var idi ise şimdi nerede? Nerede nefesi, kokusu? Sizi ne heyecanlandırdı? Ne mutlu etti?

Nevhuzur her nevbaharda bana uğrar, şöyle bir dokunur, sonra çeker gider!
Yazının Devamını Oku

Obamania (inşallah) sona ererken...

16 Nisan 2009
BU haftaki tüm yazılarımı, içerideki nahoş gelişmelere rağmen, dış politikaya ayırdım, zira geçen hafta yaşadığımız Obama haftası bazı Türk aydınlarını çığırından çıkardı ve ülkede tam bir Obamania yaşandı. Aydınların bir kısmı halkı yanlış ve tehlikeli bir yönde şartlandırdılar.

Evet, ziyaret çok önemliydi, yeni dönemde herkes kendine yeni roller çıkarmak zorundaydı ama Obama’ya düzülen methiyeler en çok Amerikalıları güldürüyordu.

Tarih önünde vurgulanması için önem verdiğim bazı yazarlardan alıntılar yapmak istiyorum.

* * *

"ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’ya büyük bir hayranlık duyduğumu gizlemiyorum. Bana göre Obama, genç yaşımdan itibaren tanımak fırsatını bulduğum Amerikan toplumunun en iyi niteliklerini temsil eden olağanüstü bir lider."( "Teşekkürler Başkan Obama", Şahin Alpay, Zaman, 09.04.2009)

"Dış politika için şu kadarını söyleyeyim: ABD Başkanı’nın ziyareti, Medeniyetler İttifakı projesindeki Türkiye rolünü muhkemleştiren, dünya barışı için Ankara’yı Washington ile örnek-model bir ortaklığa yükselten yeni bir durumu işaret ediyor. İç politika için belki bugünden iddialı bir laf olacak ama söylemeliyim: Obama’dan önceki Türkiye’yi unutunuz, Obama’dan sonra yeni bir Türkiye var. (Hüseyin Gülerce, Zaman, 09.04.2009)

"Bu dönemi başlatan Amerikan Başkanı’nın bir ’ilk’ olan ’tarihi’ Türkiye ziyaretinin verdiği izlenimi üç sözcükle ifade et deseniz, Obama için şu ’3 D’yi söylerdim: Dürüst, duyarlı, dost..." (Cengiz Çandar, Radikal, 07.04.2009)

* * *

Önemli yazarlar doğru dürüst tanımadıkları ve daha işin başında olduğu için ne yapacağını Amerikalılar dahil hiçbirimizin bilmediği bir Başkan için methiyeler düzdüler.

Halbuki Obama muazzam bir siyasi kıvraklık içinde bize eski ABD mutfağının söylediklerini tekrar ediyordu:

1) Rusya’nın denetimi dışına çıkabilecek Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan enerji yolunu aç. Bak elimde 24 Nisan kozu var. Ama ben ABD’nin üstün çıkarlarını düşünmek istiyorum.

2) Belirli bir süreç içinde Irak’tan askerimi çıkarmak istiyorum. Ancak ABD’nin yüksek çıkarları gereği orada denetimi katiyen yitiremem. Bu konuda beraber ne yapabileceğimizi Savunma Bakanım Gates ülkenize gelince görüşürüz. Kuzey Irak’a enerji yoğunluğu nedeniyle (Irak’ın toplam petrol ve doğalgaz rezervinin %20’si orada) ayrı bir önem veriyorum. Orada özel yardıma ihtiyacım var. Sen önce kendi Kürdünü memnun et. PKK’yı beraber hallederiz ama unutma ki, illa ki Kuzey Irak benim için çok önemli.

3) Bana Afganistan’da muharip güç lazım. Bu konuda da neler yapabileceğinizi yine Gates’e bildirirsin.

4) İncirlik konusunda senden geniş çaplı beklentilerim var.

5) İran-Suriye ve Hamas-Hizbullah ile görüşmende bir sakınca yok. Ancak İran’la ilişkilere dikkat et. Zaten onlar da senin arabuluculuğunu istemiyorlar, sen sadece habercisin.

Ben, herkes Obama’ya methiyeler düzerken günlerdir bunları millete hatırlatıyorum.

* * *

Allah’tan durumu Cengiz Çandar fark etmiş ki 7 Nisan günü yazısına "Barack Hussein Obama; Dürüst, Duyarlı, Dost?" diye başlık atarken sadece 1 hafta sonraki yazısına 14 Nisan günü "Obama Türkiye’ye niye mi geldi? Afpak* ve Irak için..." diye başlık atıyor. (Afpak* = Afganistan+Pakistan)

Zira ona Türkiye uzmanı eski Büyükelçi Morton Abrowitz böyle söylemiş!

Dilerim, diğerleri de Obama rüyasından çabuk uyanırlar!
Yazının Devamını Oku

KKTC Türkiye’nin AB üyeliğini tayin edecek!

15 Nisan 2009
DÜN yazdığım makalede Türkiye’nin çok eksenli dış politika izlerken AB çıpasını büyük çapta kaybettiğini, hatta adeta Ortadoğu çıpasına sarıldığını söyledim. Hükümet 2005 başından beri iç müşteriye (muhafazakár kitleye) dönmüş, AB oyalanmaya başlamış, 2009’da Başbakan’ın Davos ve NATO Zirvesi’ndeki Batı açısından garabet ve tutarsız tavırları ise AB ile ilişkileri beter olumsuz bir yöne itmiştir. Artık, Batı’da Türkiye yanlısı medya ve siyasiler bile Türkiye’yi güvene mazhar ülke olarak görmemeye başladıklarını açıkça ilan etmekteler. Bugünkü yazımda bu yıl sonunda AB karşısında karşılaşacağımız tehlikeli manzarayı, KKTC’yi ele alarak, dile getirmek istiyorum. Meramımı bir kronoloji yaratarak anlatmaya çalışacağım.

* * *

Öncelikle, şunu vurgulamak gerekir ki, Rum Kesimi’nin AB’ye başvurusu, ortaklık anlaşması, adaylık başvurusu, katılım müzakereleri gibi tüm aşamalar Türkiye’nin bilgisi dahilinde yürütülmüştür. İlk önemli taviz, AB-Türkiye Gümrük Birliği kararı alındığı gün, 6 Mart 1995’te verilmiştir. AB Bakanlar Konseyi’nin aynı gün Kıbrıs Rum Kesimi ile katılım görüşmelerine başlamak için karar aldığı Türk kamuoyundan gizlenmiştir.

* * *

1) 11.11.2002: Annan Planı ilk haliyle taraflara sunuldu, ancak 57. Ecevit Hükümeti ve 58. Gül Hükümeti döneminde kamuoyunda yeterince yer almadı.

2) Aralık 2002: Kopenhag Zirvesi Şubat sonuna kadar çözüme ulaşılması halinde, Kıbrıs Türk Kesimi’nin Rumlarla birlikte AB’ye katılacağına dair karar verdi. BM ve AB belgeleri yakından incelendiğinde, AB’nin Türkiye’ye sorunun çözümü için yeterli zaman verilerek ikazlarını yaptığı görülmekte, özellikle Annan Planı ile KKTC’nin Rum Kesimi ile birlikte AB’ye alınması konusunda çaba gösterildiği anlaşılmaktadır.

3) 16 Nisan 2003: Kıbrıs’ın AB’ye katılım anlaşması imzalandı.

4) 24 Nisan 2004: Annan Planı Referandumu yapıldı. Kıbrıs Türk halkının %64.9’u planı onayladı, Rum halkının ise %75.83’ü planı reddetti.

5) 1 Mayıs 2004: Kıbrıs AB üyesi oldu.

6) 17 Aralık 2004: AB’den Türkiye’nin Katılım Müzakereleri’ne başlaması kararı çıktı.

* * *

7) 29 Temmuz 2005: Türkiye, 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nı, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB üyesi olan Kıbrıs dahil 10 ülkeyi kapsayacak şekilde genişleten "Ek Protokol"ü imzaladı.

8) Aynı gün: Türkiye ayrı bir açıklama ile Kıbrıs’ı tanımadığını ilan etti.

9) 22 Eylül 2005: AB Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımadığına dair açıklamasının geçersizliğini vurgulayan bir açıklama yaptı.

10) 3 Ekim 2005: Türkiye ile AB arasında Katılım Müzakereleri başladı.

11) 11 Aralık 2006: AB Genel İşler Konseyi 8 başlıkta müzakerelerin askıya alınmasını öngören 29 Kasım tarihli Komisyon Tavsiyesi’ni kabul etti. Neden; Ek Protokolü imzalamasına rağmen Türkiye’nin havaalanı ve limanlarını Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmaması!

12) 15 Aralık 2006: Brüksel’de gerçeklesen Liderler Zirvesi’nde Genel İşler Konseyi’nin önerisi aynen kabul edildi. Havaalanı ve limanların açılması için verilen son tarih 2009’un sonudur.

* * *

Özetle; Eğer Türkiye bu yıl sonuna kadar Kıbrıs Rum Kesimi’ne havaalanı ve limanlarını açmazsa, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin birlikte hareket etmesi (Davos ve NATO zirvesi sonrası gelişmeler başka destekçilerin de olabileceğini gösteriyor) ve Katılım Müzakereleri’nin durdurulması çok güçlü bir olasılık olarak görülüyor.

Böyle bur durumda; tekrar katılım müzakerelerine başlanma kararı alınması için tüm üye ülkelerin oyu gerekiyor.

AB’de işler hiç iyi gitmiyor!
Yazının Devamını Oku

Ahmet Davutoğlu’na samimi bir uyarı

14 Nisan 2009
AKP Hükümeti 2002’den beri "çok eksenli dış politika" uygulama iddiasında. Sadece bir ülkenin gölgesinde (ABD) durarak uluslararası olgular karşısında tavır alma dönemini bitirerek Türkiye’nin tüm ülkelerle kendi çıkarları doğrultusunda bire bir ilişki kurma çabaları bu döneme hákim oldu. Yer yer başarılar da elde edildi. Kafkaslar’a ayrı bir gözle bakıldı, Afrika’ya uzanıldı, Ortadoğu’da terörist ilan edilen ancak bölgede ağırlıkları da inkár edilemeyen örgütler ile sıcak temas sağlandı. Bu örgütler terörden zerre kadar caydırılamadı ama Batı bu tip örgütler (Hamas, Hizbullah) ve destekleyici ülkeler (İran, Suriye) ile Türkiye üzerinden ilişki kurmaya başladı. Arabuluculuk rolünden ziyade postacı rolü olarak tezahür eden bu ilişkiler Batı’nın da işine geldiği için bu dönemde Türkiye Batı önünde mukayeseli avantaj yakaladı. İsrail-Suriye arasında soyunulan arabulucu rolü ise galiba Davos’taki salvodan sonra dondurulup buzdolabına kondu.

Yeni dönem dış politika döneminin açık mimarı Başbakan Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’dur. Yeni dönemin başarıları da, başarısızlıkları da büyük çapta onun hanesine yazılacaktır.

* * *

Ben bu yazıda kendisini Türk dış politikasını bekleyen büyük bir tehlike konusunda uyarmak isterim.

"Çok eksenli dış politika" Türkiye’ye yeni açılımlar sağlamıştır ama unutulmaması gereken husus çok eksenli bakışın da bir çıpası (merkez bakış zaviyesi) olmak zorundadır. Her ülke gibi Türkiye de kendisine bir bakış merkezi seçmek zorundadır.

Her ülkenin, ABD’nin bile dış politikada çıpaları vardır. ABD’nin Avrupa’da çıpası İngiltere, Ortadoğu’da ise İsrail’dir.

2002’de AKP hükümeti Türkiye’nin çıpasını AB olarak ve dolayısı ile merkez bakış zaviyesini AB üyeliği olarak ilan etmiştir. Bu uğurda 2004 sonuna dek açık mücadele vermiş, bunun için de ilk yıllarında benim gibi yazarlardan destek almıştır.

Ancak, 2005 başından beri çıpasını kaybeden Türkiye önemle 2009 yılında deniz ortasında herhangi bir çıpası olmayan, bunun için ha bire yalpalayan, daha doğrusu mukayeseli avantajı kaybetmemek uğruna, ayrıca ideolojik yakınlık nedeni ile Ortadoğu’ya çıpalamaya çalışan bir ülke görüntüsü içine girmiştir.

* * *

Türk dış politikası bu dönemde organizasyon yapısı açısından da garabet bir görüntü vermektedir. Türkiye’nin zahiri bir Dışişleri Bakanı vardır ama dışarıda "babycan" lakaplı bakanı kimse ciddiye almamaktadır. Ancak, gerçek Dışişleri Bakanı ise iki adettir. Başbakan Davutoğlu ekibi ile, Cumhurbaşkanı Dışişleri uzmanları ile başka tellerden çalmaktadırlar.

Davutoğlu ekibinin yönlendirdiği Başbakan son dönemde AB çıpasını berheva etmek için adeta elinden geleni yapmaktadır. Arap sokaklarında alkışlanan "one minute" AB sokaklarında muazzam bir güven sorunu yaratmış, Başbakan’ın Obama’nın bile kendisini aşarak Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği adaylığını desteklediğini görememesi, Arap sokakları uğruna Rasmussen’e önce dayılanıp, ancak sözüm ona garantisini aldığı sözler es geçildikten sonra suspus olması hem güvenirliliği, hem de bir liderde en fazla aranan vasıf olan öngörülebilirliği azami seviyede sarsmıştır.

Bu gelişmelerden sonra; daha önceleri yanımızda yer alan Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’in bile artık Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermediğini söylemesi ve "Türkiye’nin daha İslami bir yönde ilerlemesi ve laikliğin zayıflaması beni endişelendiriyor" ifadesini kullanması sadece bir siyasinin görüşü değil, Türiye’ye yapılmış çok önemli bir uyarıdır.

* * *

Ahmet Davutoğlu’nu Türkiye’yi tekrar AB’ye çıpalamak için yeni ve özel gayret göstermesi ve çıpanın Ortadoğu’ya kaydığına dair kaygılara set çekmesi gerekmektedir. (Yarın Kıbrıs ve AB)
Yazının Devamını Oku

Okan Üniversitesi

12 Nisan 2009
YURTİÇİNDE ve yurtdışında gittiğim her yerde üniversite kampuslarını gezmeyi çok severim. Üniversiteler benim için tavaf edilmeye değer kuruluşlardır. Geçenlerde 30 yıllık dostum Dr. Mehmet Kabasakal’ın daveti üzerine Okan Üniversitesi’ni ziyaret ettim ve kelimenin tek anlamıyla Akfırat’taki kampuslarına hayran kaldım. Çağdaş mimarisiyle öne çıkan Akfırat kampusu, modern bir üniversitenin sahip olması gereken tüm özelliklere sahip. Kampus, Sabiha Gökçen Havaalanı’na ve F1 Pisti’ne çok yakın.

2008’de hizmete giren; 22 bin metrekare kapalı, 5 bin metrekare açık alana sahip "Okan Yaşam Merkezi" Sosyal Merkez ile Sağlık ve Spor Merkezi’nden oluşuyor. Süpermarket, kütüphane, sinema, oyun salonu, eğlence merkezi, kafeteryalar, mağazalar, tekno market, restoran, banka gibi çok çeşitli bölümleri olan Sosyal Merkez, öğrencilere bütünsel bir yaşam alanı sunuyor.

Sağlık ve Spor Kompleksi ise kapalı spor salonu, kapalı yüzme havuzu, fitness salonu, squash salonları, koşu alanı ve revirden oluşan kapalı bölümü ile tenis kortları, halı saha, basketbol ve voleybol sahalarından oluşan açık alanıyla her tür sportif aktiviteye imkán tanımaktadır.

Yurt imkánları ise çok iyi, yurtlar adeta konforlu bir otel.

* * *

Mütevelli Heyeti Başkanı Bekir Okan, Rektör Prof. Dr. Sadık Kırbaş, 35 yıl öncesinden hocam "Hocaların Hocası" Prof. Dr. Özer Ertuna, diğer bazı hocalar ve kadim dostum Mehmet Kabasakal bana okul hakkında bazı bilgiler verdiler:

2008-2009 öğretim yılı itibarıyla Okan Üniversitesi "Ortak Program"a geçmiş. Bu program kapsamında Okan Üniversitesi’ni tercih eden öğrenciler, önce fakültelerini, 1. sınıfın sonunda ise fakülte içinde aynı puan türünde olan bölümler arasından kendilerine uygun olan bölümü seçebilmekteler.

Hocalara göre; Okan Üniversitesi iş yaşamına en yakın üniversite. Eğitim ile iş dünyası arasında köprü oluşturmayı hedefleyen Okan Üniversitesi, iş yaşamının ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünü yetiştirmek üzere planlama yapmakta. Onlara göre, günümüzde iş yaşamı, dünyayla bütünleşmeyi ve uzmanlaşmayı gerektirmekte. Buna bağlı olarak yeni iş alanları ortaya çıkmakta ve bu alanlarda yetkin işgücü ihtiyacı doğmaktadır.

* * *

Okan Üniversitesi, eğitim programlarını ve bölümlerini, ekonominin ve sektörlerin ihtiyaçlarına yönelik olarak Türkiye ve dünyadaki gelişmeleri inceleyerek oluşturmuş. Uluslararası Lojistik Bölümü, Sağlık Yöneticiliği, Rusça ve Çince Mütercim Tercümanlık, Spor Bilimleri, Gastronomi bölümleri buna örnek.

Okan Üniversitesi aynı zamanda "İş Yaşamına Hazırlık Programı" kapsamında öğrencilerin işletmelerde görev almalarını da sağlamakta. Böylece öğrenciler iş yaşamını tanımakta, teori ile pratik arasında ilişki kurarak bilgi ve becerilerini artırmakta.

Anlatılanlara göre, Okan Üniversitesi iş yaşamına yakınlığını, iş dünyasından gelen, sektör deneyimli akademik kadrosu ve iş dünyasıyla yaptığı işbirliği protokolleriyle de desteklemekte. Okan Üniversitesi’nde Fen Edebiyat, Mühendislik ve Mimarlık, İktisadi ve İdari Bilimler, Güzel Sanatlar ve Hukuk Fakülteleri faal durumda. Ayrıca Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu da çeşitli alanlarda eğitim vermekte.

Benim ilgimi en çok "Türkiye’de İş Dünyası ve Girişimcilik" dersi çekti. Türk iş hayatını tanıtmak, girişimcilik hakkında güncel bilgiler vermek, farklı sektörlerde başarılar elde etmiş işadamlarının deneyimlerinin öğrencilere aktarılmasını sağlamak amacıyla bu ders 2007-2008 bahar döneminde İşletme Bölümü ders programına eklenmiş.

Türkiye, üniversitelerinin sırtında büyüyecek ve gelişecektir.

Okan Üniversitesi’ni kuranları kutlarım!
Yazının Devamını Oku

Nazik garson Obama!

9 Nisan 2009
ÖNCE bir saptama. Obama’nın Türkiye ziyaretinden zihinlerde bir sürü mesaj kaldı. Obama’nın söylediklerini günlerce tartışacağız ama Allah aşkına, bu önemli ziyaretin ardından aklınızda Recep Tayyip Erdoğan veya Abdullah Gül’e ait ilaç niyetine bir tek mesaj, veciz söz, kişisel vurgu, bağımsız öneri, anlamlı uyarı, tavır, proje teklifi veya talep kaldı mı? Benim zihnimde sadece Obama, TBMM’de sarılıp öpünce Erdoğan’ın suratındaki aferin almış öğrenci kıvamındaki gülümseme kaldı. Ben "diyalog" bekliyordum, maalesef yine "tebliğ-tebellüğ" sistemi işledi.

* * *

Muhteşem bir organizasyon, muhteşem bir teknoloji kullanımı, muhteşem bir PR faaliyeti, muhteşem bir politikacı!

Demek ki, ABD tesadüfen dünyanın en güçlü ülkesi değil, Obama tesadüfen bu ülkeye başkan seçilmiş değil! Ana tezim ise güçlenerek hayatiyetini sürdürüyor.

ABD, devlet gibi devlet olduğu için atanmışlar mutfağı yönetmeye devam ediyor, seçilmiş garson da mutfakta pişenleri dünyaya servis ediyor. Tabii ki, garsondan garsona fark var. Bush hoyrat ve kaba bir garsondu, Obama gönül alan, fiks mönü dayatmak yerine müşteri taleplerini de dinleyip mutfağa ileten bir garson olmak istiyor.

Obama ziyaretinden bende geri kalan en önemli vurgu, garsonun üslubunun değişmesi oldu. Ancak, mutfak, eşyanın tabiatı gereği, aynı mutfak!

* * *

ABD açısından "Türkiye" kelimesi yine ilk ağızda "enerji" kelimesini çağrıştırıyor.

Türkiye’de "enerji yatakları" yok ama Türkiye dünyanın kalbini çalıştıran "enerji deposu"nun ortasında ivedilikle ABD’nin, sonra Avrupa’nın söz sahibi olma iddiasını pekiştirecek en güçlü ve güvenilir ülke.

Lütfen, önce "Türkiye" ve "enerji" kelimelerini yan yana koyun, "Ermenistan", "diaspora", "İslam", "Irak", "İran", hatta "özgürlük", "laiklik", "demokrasi" ve diğer ilgili kelimeleri bu kelimelerin ardından düşünün!

* * *

1) Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye enerji hattı,
Ermenistan ile sınır kapısını açmayı gerektirmez mi? 24 Nisan bu açıdan başımızda bir sarkaç değil mi?

2) Azerbaycan telaş etmesin, enerji konusunda elinde çok güçlü bir kart var, ABD onu da (Örn. Dağlık Karabağ) mutlu etmek zorunda değil mi? (Bkz. Obama’nın Aliyev’e telefonu.)

3) Dünya petrol rezervinin % 10.6’sını barındıran Irak’ın ABD denetiminde bir yönetim altında "toprak bütünlüğü"nün korunmasına Türkiye büyük katkı yapamaz mı?

4) Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Irak enerji kaynaklarının (petrol+doğal gaz) % 20’sini stoklarken Kuzey Irak’ın esenliğine, petrolün dünyaya ihracına Türkiye yardımcı olamaz mı?

* * *

Bu görevleri layıkıyla ifa etmek için Türkiye’nin, a) Kendi tarihi ile yüzleşmesi, b) Öncelikle kendi Kürt’ünü kazanması, c) Ortadoğu’ya Batı gözüyle bakması (laik- demokrasi), d) Katiyen Batı’dan kopmayacağının garanti altına alınması (AB üyeliği), d) Arada bir dayılanmasının duymazdan gelinmesi (one minute), e) Kaldı ki eninde sonunda ABD ve AB’nin dediklerinin esas olacağının kavranması (NATO-Rasmussen), f) Doğulu gelenek icabı mutlaka önden öpülmesi (ziyaretin bizzat kendisi) gerekmez mi?

Geçen hafta hemen hemen tüm bu edimler yerli yerine oturtulmadı mı?

* * *

Şimdi size zihin egzersizi yapmak için bir soru:

"Ilımlı İslam" terimi ile "model ülke" terimleri arasında sözde mutlaka fark var ama özde ne fark var?
Yazının Devamını Oku

Başkan siyah ama saray beyaz!

8 Nisan 2009
BU yazıya başlık olan söz bana ait değil. Olan biteni yalın sözlerle anlatmayı bilen bilge bir vatandaşa ait. Radyoda duymuştum. Benim meramımı benden iyi anlattığı için bu sözü yazımın başlığı olarak kullanıyorum. Bugün ve yarın Barack Obama’nın Türkiye ziyareti hakkında yorumlar yapmaya çalışacağım. Ancak, önden belirteyim, herkes gibi ben de ziyarete kendi penceremden bakacağım. * * *

Benim pencerem somut olguları irdeleme yöntemi kullanıyor. Bana olguları ön plana almayı, önemle uluslararası ilişkilerde fayda-maliyet analizine (al gülüm-ver gülüm zihniyeti de diyebilirsiniz) dayanmayı, duyguları mümkün olduğunca arka plana atmayı, uluslararası arenada dostluk kelimesinin tam ortasından çıkar kelimesinin geçtiğini öğrettiler.

Benim açımdan ABD’de çoğunluğun kendi eliyle azınlıktan bir kişiyi kendi başkanı olarak seçmesi demokrasi adına tarihi bir andı ve her fırsatta bunu söyledim (örnek: 5 Kasım 2008 tarihli yazı). Ama özünde Obama ABD’nin çıkarlarını korumak için yemin etmiş, Demokrat Parti geleneğinden gelen bir başkandır.

* * *

Obama’nın Türkiye ziyareti muazzam bir jesttir ama ziyaret yine de yukarıda ifade ettiğim "somut olgular analizi" mantığı içinde ele alınmalıdır.

Bu açıdan bakınca ben Türk medyasının yaşadığı coşkuyu anlayamıyorum. Örneğin, ABD konusunda uzman, ABD’yi çok iyi tanıyan bir gazeteci yazısının başlığını "Barack Hussein Obama; Dürüst, Duyarlı, Dost..." (Cengiz Çandar-Radikal, 07.04.09) olarak belirleyince ben çok şaşırıyorum. Her şeyden önce kişinin kendisinin hiç kullanmadığı göbek adı (middle name) "Hussein"i başkaları nasıl kullanma hakkını kendilerinde buluyorlar, ben çözemiyorum. Herhalde, amaç Obama’yı kendi hedeflediği seviyenin de ötesinde "İslamperver" göstermek. Ancak daha da ötesi; yazar, çiçeği burnunda 2.5 aylık Başkan’ın "dürüst, duyarlı, dost" (3D) olduğunu ne zaman çözdü, bunu da kavrayamadım. Yazar, kişisel karakter analizine dönük sıfatları bu kadar rahat kullandığına göre Obama’nın kadim dostu olmalıdır. Herhalde, bize onun adına garantör olduğunu bildiriyor.

* * *

Ancak benim bakış açımdan bakınca "garantörlük" bana Obama hakkında pek de hoş olmayan ilk notumu hatırlatıyor.

Obama Türkiye’ye gelmeden önce NATO zirvesine katıldı ve orada ortaya çıktı ki, aralarında Obama’nın da bulunduğu NATO liderleri, bizim haklı tereddütlerimize rağmen bize danışmadan, Rasmussen’i 1 Ağustos’ta başlayacak NATO Genel Sekreterliği görevine seçmişler bile! Zaten Rasmussen’in Türkiye’ye rağmen seçilmesini Markel "hepimiz kararlıydık" sözleri ile ifade etmişti. Önceleri Rasmussen konusunda dayılanan Recep Tayyip Erdoğan’ı Berlusconi’nin tatlı dili ve Erdoğan’ın açık ifadesi ile "Obama’nın garantör" olması ikna etti. Rasmussen İstanbul’da tüm İslam dünyasından özür dileyecekti ve yandaş medyaya göre bu Batı’nın Ortadoğu’da Türkiye’nin liderliğini ilan etmesi anlamına gelecekti.

Belki Müslümanların ahı tuttuğu için Rasmussen’in İstanbul’da omzu çıktı ama özür dilemedi. Obama’nın garantörlüğü de havada hoş bir seda olarak kaldı. Ben "dost" ve "garantör" Obama anında tepki verir diye düşündüm ama vermedi. Ayrıca sormak lazım, Obama haklı tepkilerimize rağmen bizi atlayarak diğer liderle anlaşıp, Rasmussen’i önden onaylarken bize karşı "dürüst" ve "duyarlı" davranmış mıdır?

Kimse yanlış anlamasın, ben Obama’nın "dürüst, duyarlı, dost" olmadığını söylemiyorum, sadece real politika nedir onu anlatmaya çalışıyorum. Obama’nın kişisel niteliklerini hep beraber icraatını izleyerek çözeceğiz! (Devamı yarın.)
Yazının Devamını Oku