Cüneyt Ülsever

Demokrat Parti kongresi

20 Mayıs 2009
2004 senesinden beri AKP’nin merkez sağı dolduramadığını, Milli Görüş refleksini atamadığını yazıp dururum. 22 Temmuz’a oranla, 29 Mart seçimlerinde %16.2 oranında gerileyen AKP karşısında Saadet’in yeniden yükselme trendine girmesinin yarattığı fobi AKP’yi beter Milli Görüş’ün kucağına itti. Merkez sağ hepten boşaldı.

DYP’nin ANAP’la 22 Temmuz öncesi birleşme gayretlerine sahip çıkmış, bundan önceki kongrede Süleyman Soylu’ya destek vermiş bir kişi olarak yakın tarihte merkez sağdaki hemen her kıpırtı beni heyecanlandırmıştı. Bu hafta sonu yapılan DP kongresinde ise zerre kadar heyecanlanmadım ve kongre öncesi inatla hiçbir yazı yazmadım.

* * *

Süleyman Soylu’ya bugüne dek büyük destek vermiştim. DP Genel Başkanı olarak ortaya koyduğu muhteşem enerjiye hayran kalmıştım. Süleyman Soylu 14 ayda 260 bin kilometre yol kat etmiş, 29 Mart’tan önceki son 27 günde 44 il dahil 330’un üzerinde yerleşim bölgesinde miting yapmıştı.

İşte bu genç enerji saygı duyulacak, umut bağlanacak bir enerji idi. Ancak olmadı; Süleyman Soylu liderliğinde DP, 29 Mart’ta %3.84 (İl Genel Meclisi) oy alarak, DP açısından büyük rezaletlerin yaşandığı 22 Temmuz seçimlerinde alınan %5.42 oyun bile %30 gerisine düştü. Süleyman Soylu projesi hüsrana uğramıştı!

* * *

Ben geçen hafta sonu Süleyman Soylu’yu desteklemedim, zira hem kamuoyuna hem de bana verdiği bir söz vardı:

"22 Temmuz’da aldığımız %5.42 oyun herhangi bir şekilde altına düşersem genel başkanlıktan istifa edeceğim."

Nitekim de seçim sonuçları belli olunca istifa etti.

Ancak şaşırarak gördüm ki Süleyman Soylu geçen hafta sonu yapılan kongrede tekrar aday olmuştu.

Kendisini "ilke" açısından bu kez desteklemeyeceğimi söylediğim Süleyman Soylu’nun partideki bir yakınının bir tek kelimesi ise beni iyice soğuttu:

"Bu kadar basit mi?"

İlkelerin, verilen sözlerin "basit" olduğunu rahatça ifade eden bir anlayış DP yönetimine talipti!

* * *

Süleyman Soylu’nun bence yaptığı ikinci bariz hata ise her ne hikmetse Hüsamettin Cindoruk’un adaylığından korkan AKP yalakası medyanın peşine düşmesiydi. Daha önce Soylu’ya hiç yüz vermeyen, hakkındaki görüşlerini bizzat bildiğim AKP medyasının peşinden gitmesi kendi eliyle seçtiği delegenin onu yıkmasına neden olan ikinci unsur oldu.

DP delegesinin AKP medyasına gıcık olduğunu Süleyman Soylu görememişti.

* * *

Eski hizmetlerine saygı duyduğum Hüsamettin Cindoruk da bana hiç heyecan vermedi. 28 Şubat’tan sonra demokrasi kulvarında devamlı bocalayan, tarafımdan "367 Hüsamettin" lakabı kendisine layık görülen Cindoruk’un hafta sonu, bütün adaylar çekildikten sonra bile son turda 1112 delegeden ancak 559 oy alabilmesi (son tura 570 delege katılmış) bende olmayan heyecanın delegede de olmadığını gösterdi.

Sanırım artık hepimiz biliyoruz ki:

Kullanılmış malzemeden yeni bina olmaz!

İhtiyarlar Heyeti kıvamında bir GİK oluşturan DP, emanetçi başkan önderliğinde genç bir lider bulacakmış! Bu iddia da bana zerre kadar heyecan vermiyor.

İhtiyarlar Heyeti’nin "görücü usulü" bulacağı lider mahallede kocakarıların "görücü usulü" bulacağı içi geçmiş gelin kadar bile işveli olamaz!
Yazının Devamını Oku

Tarafları belli olmayan tarihi fırsat olur mu?

19 Mayıs 2009
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül günlerdir Kürt meselesi ile ilgili olarak andığı tarihi fırsatın ne olduğunu Suriye’de açıklamış! Daha doğrusu, kendisine Suriye’de eşlik eden gazeteciler, Cumhurbaşkanı’nın sohbetini dinledikten sonra "Tarihi fırsat olsa olsa budur" diyorlar. Cumhurbaşkanı, "Hiçbir dönemde olmadığı kadar sivil, asker bütün kesimler, ortak anlayış, işbirliği ve koordinasyon içinde. Biri bir şey yaparken, diğeri bozmaya çalışmıyor şimdi" deyince gazeteciler tarihi fırsatın "kurumların işbirliği" olduğunu düşünmüşler.

* * *

Cumhurbaşkanı’na ait bu cümleler bana önce şunu düşündürttü: Demek ki, daha önceleri bir kurum (herhalde sivil otorite) iç barış için bir umut kapısı yakaladığında diğer kurum (herhalde TSK) bu kapıyı kapıyormuş!

Bu açıklamanın bence kendisi tarihidir. Devletin en tepesi bir "fecaati" ifşa etmiştir.

Açıkçası, TC, devlet falan değilmiş. Kurumlar kendi bildikleri yollardan giderlermiş.

Şimdi ilk defa, tarihi fırsat yakalanmış, devletin kurumları işbirliği yapacakmış, devlet devlet gibi davranacakmış! Biz geç de olsa, ilk önce devletimizin nihayet devlet olmasına sevinelim.

* * *

"Kurumların işbirliğini" Kürt meselesinde bir ileri adım sayalım ama benim hálá anlamadığım bir husus var.

Bir mesele aynı taraftaki unsurlar tarafından değil, kördüğüm haline dönüşmüş aykırılıklar etrafında karşı karşıya gelmiş unsurlar tarafından çözülür.

"Kürt meselesi"nde uzlaşması gereken unsurlar hükümet ile TSK değil, kim ne derse desin, Türkiye Cumhuriyeti ile PKK’dır.

Ne kadar acıtırsa acıtsın, ne kadar kızdırırsa kızdırsın, bu böyledir.

29 Mart seçimlerinin Güneydoğu’da yarattığı sonuçlar, bugüne kadar PKK’yı muhatap olarak görmezden gelenleri bile hayal dünyalarından uyandırmış olmalıdır.

Benim anladığım tarihi fırsat, daha önce anlaşamayan rakip/hasım/düşman unsurların ilk defa bir ortak payda etrafında bir araya gelme/anlaşma fırsatı bulmalarıdır.

Yoksa, bir yerlerde TC ile PKK belirli konularda uzlaştılar da bizim haberimiz mi yok?

* * *

Hasan Cemal’e verdiği söyleşide Murat Karayılan, PKK’nın 1999’dan beri "bölünme talebi"nden vazgeçtiğini, artık taleplerinin belirli konularda yerel özerkliğe dayanan "Demokratik Özerk Kürdistan" olduğunu söyledi. Aynı görüşü Apo da 2005’te "demokratik cumhuriyet" sözleriyle ifade etmişti. Her iki terim de yumuşak/sert bir federasyon yapısını öngörüyor. Ardından genel af talebi gelecek.

PKK, kartını öne sürdü. Belli ki, DTP siyasi ortamlarda, üç aşağı beş yukarı, bu görüşü savunacak.

Bir tarafın ne istediğini, ona talebinde hak verelim vermeyelim, açıkça biliyoruz.

* * *

Ancak, rahatsızlık veren karşı tarafın, yani büyük çoğunluk adına konuşacak Türkiye Cumhuriyeti’nin öne ne gibi pazarlıklar sürdüğünü, elinde pazarlıklara yönelik bir strateji haritasının olup olmadığını, varsa bunun Ermenistan’la sözüm ona çizilen yol haritası gibi fos çıkıp çıkmayacağını bilmiyoruz.

Cumhurbaşkanı, ülkede Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden en yüce makam. Makam sahibi tekrar edip durduğu "tarihi fırsat"ın somut olarak ne olduğunu açıkça ifade etsin ki, bunun yine başka bir "tarihi oyalama" olmadığına ikna olalım.

"Olsa olsa budur" oyununu oynamak yerine Cumhurbaşkanı’na soralım.

Tarihi fırsat bir taktik oyun değilse, dayandığı somut strateji haritası nedir?
Yazının Devamını Oku

Bilderberg’in mana ve önemi!

17 Mayıs 2009
HER yıl mayıs ayı geldiğinde aklıma Bilderberg düşer. Nerede toplanacak, ne konuşulacak, kimler katılacak diye merak ederim. Bu sene 14-17 Mayıs arası Yunanistan’da toplanıyor. Fehmi Koru, 2006 senesine dek Bilderberg konusunda 40 küsur makale yazmış ve bizi bu örgüt hakkında aydınlatmış, bir o kadar da merakımızı artırmıştır. Örneğin yazmıştır ki:

"...Pek çok kişi oraya çağrılanların temel özelliğini gözden kaçırıyorlar: ABD ve Avrupalılar çağrılıyor Bilderberg’e yalnızca; başka coğrafyalardan önemli kişiler için daha değişik zeminler var: ’Üçlü Komisyon’ (Trilateral Commission) gibi... ’Dünya egemenleri’ veya ’dünya hükümeti’ diye bilinen Bilderberg’in..." (Taha Kıvanç müstear adı ile-Yeni Şafak-13.05.2005)

"Dünya egemenleri" veya "dünya hükümeti" olarak takdim ettiği Bilderberg’i küçümseyenlere de cevabı vardır Fehmi Koru’nun:

"’Büyütüyorsunuz, önemli bir örgüt değil’ diyenlere bir sorum var: (Bilderberg konusunda) esrar perdesini hafifçe kaldıran iki gelişme daha yaşandı son yıllarda; önce (2003) BBC haber yaptı, bu yıl da Financial Times... ’Kapitalist sistemin yayın organı’ diye bilinen Financial Times’ın konuya verdiği değer, örgütün önemini göstermez mi sizce?" (Taha Kıvanç-ibid)

Fehmi Koru bize öğretmiştir ki:

BBC veya Financial Times Gazetesi’nin haber yapması, herhangi bir örgütün dünya çapında mana ve önemini ispat eder!

* * *

2005 senesinde Bilderberg’e çağrıldığımda, Allah var, "Önce Fehmi Koru, Ertuğrul Özkök’ü bertaraf eder, sonra Bilderberg beni Hürriyet’in Genel Yönetmeni yapar" diye umutlanmadan edememiştim.

Hiçbir şey olmadı. Bilderberg önemli insanları bir araya getiriyor ama kimseye saltanat bağışlamıyor! En azından bana bağışlamadı.

Bilderberg sadece bir işe yarıyor. Haddini ve yerini bilmeyenlere haddini ve yerini öğretiyor!

40 küsur yazısı ile Bilderberg’in "dünya egemenlerinin dünya devleti" olduğunu yedi düvele senelerce ifşa eden Fehmi Koru, 2006 senesinde Bilderberg’e davet edildi ve benim "Olamaz, gidemez, insanda haysiyet denen bir duygu vardır" nidalarıma rağmen koşarak gitti.

Ben bu sefer, "Herhalde Bilderberg’e haddini bildirecek" diye düşünmeye başladım. Bir gazetede iki makale birden yazacak, 4-5 TV’de program yapacak kadar çok sözü olan bir kişi herhalde Bilderberg’i yerle bir edecekti. Ama olmadı, resmi toplantılarda Fehmi Koru "gık" bile demedi. Büyükleri karşısında terbiyesini bozup ağzını açmadı!

2006 senesinden beri Fehmi Koru, Bilderberg konusunda kelam etmez, aleyhine tek kelime söylemez hale geldi. Ben de Bilderberg’in bu konudaki maharetine şapka çıkarttım.

* * *

Galiba Fehmi Koru’da "beyazların otobüsüne binemeyen zenci" sendromu var. Otobüse bindikten sonra mesele kalmıyor.

Aynı Fehmi Koru, Aydın Doğan Hilton Oteli’ni satın alınca Doğan hakkında ağır ithamlarda bulundu. Arazinin değerini 10 misli artırmak için katakulli çevirdiğini yazdı.

Sonra yine Fehmi Koru, Aydın Doğan’ın fasıl davetine icap etti, hem de Hilton’a koşar adımlarla gitti. Hatta, gazetelere göre, kim davet edilecek, kim edilmeyecek planlarını o yaptı!

ABD’nin Irak’ı işgali sırasında dönemin ABD Başkanı Bush aleyhine veryansın eden Fehmi Koru, George W. Bush Türkiye’ye geldiğinde de elini sıkabilmek için yaptığı planjonla günlerce dillerden düşmemişti.

* * *

Vallahi Bilderberg istediğini vezir edebiliyor mu bilemem ama galiba istediğini dut yemiş bülbüle çeviriyor, istediğinin meşrebini yedi düvele açık ediyor!
Yazının Devamını Oku

Kürt meselesi nereye payidar?

14 Mayıs 2009
DÜNKÜ yazımda allanan pullanan Murat Karayılan söyleşisinde yeni hiçbir fikrin olmadığını, Karayılan tarafından "Demokratik Özerk Kürdistan" olarak takdim edilen görüşün Apo tarafından en azından açıkça 2005 yılından beri "demokratik cumhuriyet" adı altında ilan edildiğini, hatta o tarihlerde Başbakan tarafından da telaffuz edildiğinde Başbakan’ın Apo’dan "aferin" aldığını belgeleri ile yazdım. (Hürriyet-bir internet sitesinden alıntı- Apo’nun avukatları Ömer Güneş, İbrahim Bilmez ve Zeynel Değirmenci anlatıyor: "Öcalan: Bağımsızlık istemiyoruz" -6.12.2005) Karayılan ne derse desin, üzerlerinde kendileri de iyi çalışmadıkları için, karmaşık bir ifadeyle ifade ettikleri "demokratik cumhuriyet", iki eşit milletin kurduğu cumhuriyetin aynı çatı altında ama iki ayrı kimlik olarak demokratik haklarını kullanmasıdır.

Bu talep de bal gibi federasyondur.

* * *

PKK açısından herhangi bir yeni söylem yokken, neden aniden ortaya "Kürt meselesi" bir kez daha atılmıştır. Soru budur!

Ben cevabımı nisan ayında, ABD Başkanı Obama Türkiye’yi ziyaret ederken, önceden vermiştim. ("Nazik Garson Obama". Hürriyet-9.04.2009)

"i) Dünya petrol rezervinin % 10.6’sını barındıran Irak’ın ABD denetiminde bir yönetim altında ’toprak bütünlüğü’nün korunmasına Türkiye büyük katkı yapamaz mı?

ii) Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Irak enerji kaynaklarının (petrol+doğal gaz) % 20’sini stoklarken Kuzey Irak’ın esenliğine, petrolün dünyaya ihracına Türkiye yardımcı olamaz mı?"

Obama’nın Türkiye ziyaretinde aklıma takılan bazı sorular bunlardı.

Ancak, yine o yazıda bu görevleri ifa etmek için Türkiye’yi bekleyen edimleri de sıralamıştım:

"Bu görevleri layıkıyla ifa etmek için Türkiye’nin, a) kendi tarihi ile yüzleşmesi, b) öncelikle kendi Kürt’ünü kazanması" gerekir (Hürriyet-ibid)

* * *

29 Mart
seçimleri hem Türkiye’ye, hem ABD’ye göstermiştir ki Türkiye’nin kendi Kürt’ünü kazanması, "PKK ile pazarlık"tan geçer!

Benim buraya kadar yaptığım analize hiçbir itirazım yok.

Beni rahatsız eden; ABD ile "yeni dönemde" yeni bir hevesle, Irak’ta yeni bir işbirliğine girecek Türkiye’nin "PKK pazarlığında" neler vermeye hazır olduğuna dair hiçbir ipucunun/hazırlığın olmadığına dair edindiğim kanaattir.

i) Türkiye, Irak’ta ABD ile işbirliği karşısında ne alacak?

ii) Bu uğurda PKK’ya ne verecek?

Ben bu soruların cevabı oluşmadıkça ve kamuoyuna hazmettirilmedikçe AKP’nin "Kürt meselesi"nin çözümünde bilmem kaçıncı defa yan çizmesinden korkarım. Maazallah, ne vereceğimizi-ne alacağımızı bilmeden girişilen bir "pazarlık" bir kez daha hüsranla biterse, 24 Nisan’da ilk yarasını alan "Obamania" bu kez Obama’nın sukut-u hayale uğraması ile 2. yarasını alabilir.

* * *

"PKK yeni tavizlere açık"
veya "ABD isterse PKK’nın kolunu büker" varsayımları ile hayra yorulan rüyalar görmek, bu rüyaları Cumhurbaşkanı’na terennüm ettirmek çok tehlikeli bir oyundur.

TSK zımni de olsa, "Bu kez ben varım" diyor. PKK 99’dan beri ne talep ettiğini tekrar ediyor, ABD "PKK ile arayı düzelt" diyor. PKK, TSK ve ABD aynı minvalde "Kürt meselesi cemaatler ile çözülmüyor" diyorlar. Bunlar hepsi açıkça anlaşılıyor. Peki hükümet ne diyor? PKK’ya (Kürtlere değil) bazı tavizler verecek mi? Verecekse bu tavizler nelerdir?

Bu soruların halen karanlıkta kalan cevaplarını çok merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

’Demokratik cumhuriyet’

13 Mayıs 2009
SON günlerde "Kürt meselesi" yine gündemde. Daha doğrusu konu etrafında tartışmalar tekrar ivme kazandı. Bu günlerde bu meselenin çözülmesi ve nihayet iç barışa kavuşmak için başta Cumhurbaşkanı olmak üzere herkes umutlu, hatta TSK bile bu konuda olumlu adımlar atılması amacıyla eski tavrından farklı davranmaya hazır olduğunu belli ediyor. Murat Karayılan da PKK adına Hasan Cemal’e verdiği söyleşide "artık" bağımsız devlet veya federasyon istemediklerini, üniter devlet yapısını bozmayan bir çözümden yana olduklarını söylüyor.

Kendisi bağımsız devlet taleplerinden Apo’nun yakalanması ile 1999’da vazgeçtiklerini iddia etmesine rağmen basınımız bu açılımı yeni bir açılım gibi görerek olumlu havayı daha da heyecanlı hale getiriyor.

Ben PKK’nın "yeni yaklaşımı" ile ilgili bir mülahazamı bugün dile getirip, Başbakan’a bilmem kaçıncı defa yön değiştirten "Neden şimdi?" sorusuna yarın cevap arayacağım.

* * *

Murat Karayılan bağımsızlık veya federasyon taleplerinden vazgeçtiklerini, üniter devlet yapısını bozmak istemediklerini söyledikten sonra ne istediklerini ise "Demokratik Özerk Kürdistan" sözleri ile ifade ediyor.

Terimi de şu sözlerle açıyor:

"Amacımız Kürtlerin eşit ve özgür yaşamasıdır. Mahalli İdareler Kanunu değişir, yerel yönetimler güçlendirilir. Sonra sıra Kürt kimliğiyle ilgili kültürel haklara ve kimilerinin af dediği ’toplumsal uzlaşma projesi’ne gelir."

Karayılan’ın "Demokratik Özerk Kürdistan" söylemi beni 2005 yılına götürdü. 1999 sonrası Apo ortaya "demokratik cumhuriyet" terimi ile çıkmıştı ve Başbakan Erdoğan da aydınlarla yaptığı "Kürt meselesi nasıl çözülür?" arayışlı toplantıdan sonra aynı terimi kullanmıştı. Zaten Apo da ardından yaptığı açıklamada "...Başbakan’ın açıklamalarını olumlu buluyorum. Başbakan’ın kullandığı kavramları daha önce ben kullanmıştım, bu kavramlar bana aittir" demişti. (Avukatlardan naklen- Hürriyet-06 Aralık 2005)

Erdoğan’ı bilmem ama Apo "demokratik cumhuriyet" terimi ile kastini şu sözlerle açıklıyordu:

"...Benim çözüm tarzım, 21’inci yüzyıl çözümüdür. Demokratik Cumhuriyet tezini savunuyorum. Biz burada TC Anayasası, meclisi ve ordusunu tartışmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı’nı anayasal üst kimlik olarak kabul ediyoruz. Alt kültürel kimliklerin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Demokratik konfederalizm, bir devlet yapılanması değildir. Ekonomik, kültürel, sosyal ve çevresel, mesleki vb. unsurların söylem tarzı, ifade biçimi olarak demokratik şekilde yapılanması ve örgütlenmesidir." (Hürriyet-ibid-2005)

Bu karmaşık sözlerin altını deşerseniz çıkacak tek anlamlı açıklama:

"Demokratik cumhuriyet" iki eşit milletin kurduğu cumhuriyetin aynı çatı altında ama iki ayrı kimlik olarak demokratik haklarını kullanmasıdır. Apo’nun tarifi, o ne kadar inkár etse de "federasyon"dur. Belirli konularda mahalli bağımsızlığa sahip "demokratik özerk Kürdistan" ancak bir federasyonla kurulabilir.

* * *

Bu talep kültürel hakların bireysel düzeyde özgürce kullanılması ve yaşanmasının çok ötesinde bir taleptir ve eninde sonunda Cumhuriyet’i iki ayrı milletin kurduğu anlayışına ve cumhuriyete modern (21. yüzyıl) demokratik görünümü verecek unsurun bu iki milletin bir arada yaşarken ayrı haklarının varlığının tanınması kabulüne dayanır.

Ben PKK 1999 ile PKK 2009 arasında fark göremiyorum, ya siz?
Yazının Devamını Oku

Bilimi iplemeyen ülke

12 Mayıs 2009
ÖMER Dinçer Başbakanlık Müsteşarı da oldu, milletvekili de oldu, sonunda bakanlığı da kaptı.<br><br>Kimdir Ömer Dinçer? Yrd. Doç. Yahya Fidan ile birlikte yazdığı "İşletme Yönetimi" isimli eserde intihal yaptığı YÖK bünyesindeki Yüksek Disiplin Kurulu tarafından karara bağlanan ve dolayısıyla tüm akademik unvanları geri alınan kişidir. (Ekim 2005)

Dinçer’in intihal yaptığına karar verilen "İşletme Yönetimi" adlı kitabında 32 yerde dipnot kullanmadan alıntı yaptığı YÖK kararında vurgulanmıştır.

Nedir intihal?

Bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek.

Basit dille yazalım: Bir başkasının fikrini aşırmak/araklamak/çalmak!

Hadi YÖK yanıldı veya siyaset yaptı diyelim. Ömer Dinçer’in "intihal yaptığı" ayrıca Ankara 1. İdare Mahkemesi tarafından da onaylanmıştır. Mahkeme, Dinçer’in YÖK’ün intihal kararına ilişkin yaptığı itirazı reddetmiştir. (Ocak 2008)

Dinçer’e Danıştay yolu da açıktı. YÖK "intihal kararı" aldıktan sonra Dinçer TV’leri teker teker dolaşıp, Danıştay’a başvuracağını bangır bangır haykırmıştı. Ama, Ankara 1. İdare Mahkemesi’nin YÖK’ü onaylayan kararından sonra Danıştay’a gitmekten vazgeçti.

Bizzat Ömer Dinçer, Danıştay’a gitmeyerek intihal yaptığını kabul etmiş oldu.

* * *

Ömer Dinçer, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduktan sonra yurtdışındaki üniversitelerde çalışan birkaç akademisyen ile görüştüm. Aralarında Türkler de var. İntihal yapmış bir kişinin bakan olduğuna inanamadılar. Akademik hayatta en büyük yüz kızartıcı suçlardan birisini işleyen bir insanın değil bakan, milletvekili bile olamayacağını ifade ettiler.

Ben de onlara "Burası Türkiye" dedim!

Düşünün, Çalışma Bakanı asgari ücreti artırma komisyonuna başkanlık ediyor. Sendikalar belirli bir rakamda ısrar ediyorlar. Bakan da onlara itiraz ediyor. "Ama benim yaptırdığım bilimsel çalışmaya göre..." ifadeleriyle başlayan bir cümleye girişiyor.

Siz sendika temsilcisi olsanız, Bakan’ın suratına söyleyemeseniz de, o an içinizden hangi sözler geçer?

* * *

Ben, Ömer Dinçer’in bakanlığına yüksek sesle itiraz gelecek sandım. Anamuhalefet bas bas bağırır diye düşündüm. Onca gün bekledim. Yanılmışım. Ama hatalı olan bendim. CHP’nin de aynı suçtan hükümlü (1982) Necla Arat’ı var.

Tencere dibin kara!

Belki ulusalcılar kıyamet koparır diye de bekledim. Ama onların da intihalci hocaları Kemal Alemdaroğlu var!

Anam ananı meyhanede görmüş!

Kabul, siyaset sahnesinde arzı endam eyleyenler aynı kumaşın değişik dikimleri, peki bu ülkede üniversite üyeleri, akademisyenler, bilim adamları da mı yok?

Bu ülkede bilime gönül vermiş insanlar hiç mi yok? Onlar, Ömer Dinçer’in bakan olmasından mesleki gururları adına hiç mi incinmediler? Bu kadar gündür neden tık yok!

* * *

Bundan böyle bir profesör, akademik hayata ilk adımlarını atan bir doktora öğrencisine, "Evladım, intihal yapmayı aklına dahi getirme!" deyince doktora öğrencisi de sorsa: "Neden?" Profesörün cevabı ne olacak?

Siyaseti bilime teslim edenlerin kat ettiği aşamaları seyrederken ülkemde bilimin siyasete bu kadar ucuz teslim edilmesi içimi acıtıyor!
Yazının Devamını Oku

Büyükanıt ve hukuk

10 Mayıs 2009
PAZAR günleri siyaset yazmayı sevmiyorum. Ama, "Yaşar Büyükanıt Söyleşisi" siyasi hayatımız açısından o kadar önemli ki, bu söyleşi hakkında ben de sıcağı sıcağına bir şeyler söylemek istedim. Mehmet Ali Birand ve Rıdvan Akar, Yaşar Büyükanıt’ı konuşturarak çok büyük bir iş başardılar. Muhakkak, bu söyleşiyi yapanlar hakkında da çok şey söylenecek ama her ikisinin soğukkanlı ve yargısız tavrı, ancak en önemlisi Rıdvan Akar’ın hemen her sorusunu belgelere dayandırması, beni etkiledi. Duayen Birand ile usta Akar çok iyi bir ikili.

* * *

Yaşar Büyükanıt emekli olduktan 9 ay sonra neden konuştu, tam bilmek mümkün değil. Ancak, ben Ergenekon Davası’nın konuşmasında etkin olduğunu düşünüyorum. Sağ olsun, bu dava herkesin sorgulanabileceğini tüm Türkiye’ye gösterdi. Sanki Büyükanıt da Hilmi Özkök’ün tanıklık ifadesine başvurulduktan sonra konuşma ihtiyacı hissetti.

* * *

Ben Büyükanıt’ın "Asker siyasete bulaşmamalı" mealli sözlerinden sonra "27 Nisan muhtıra değildir ve hedef de Cumhurbaşkanlığı seçimi değildi" sözlerini TV’de duyduğumda sadece gülümsedim ve "Yemezler paşam!" diye tepki verdim.

Dolmabahçe mutabakatı ile ilgili sözleri ise toplantı öncesi her fırsatta siyaset alanında gürleyen paşanın toplantı sonrası suspus olmasının sırrını çözmeme yardımcı olmadı. Hadi diyelim, paşa 27 Nisan’da dersini almış, elini eteğini siyasetten çekmişti; Kuzey Irak’a yapılan hava harekátının ardından neden CHP ve MHP ile ağır siyasi polemiğe girdi?

* * *

Ancak, beni en çok Büyükanıt’ın devlet kurumları arasındaki uyumsuzluğa yaptığı vurgu etkiledi. Genelkurmay Başkanı’nın dahi dinlendiği bir ülkede yaşamak hiç de hoş bir duygu değil. Açık söylemese de söyleşide Büyükanıt mealen Emniyet’i bize şikáyet etti, ancak dinlendiğinden emin olduğu halde yasal bir şikáyette bulunmamış. Dinlendiğini biliyor, Emniyet’i ima ediyor, ama kimin dinlediğini bilmiyor, onun için de şikáyet etmiyor. Ne iş?

Söyleşide bir yer var ki; hukuku savunan paşanın esasında, en azından apoletli iken, hukuku çok fazla ırgalamadığını ortaya çıkarıyor.

"Yaşar Büyükanıt: Şemdinli olayları sırasında Meclis’e gidip Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı benim hakkımda uydurma beyanatlar veriyor. Ben bunu ilgili makamlara ilettim. O İstihbarat Daire Başkanı hemen görevden alındı." (Söyleşiden)

(Görevden alınan İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun.)

* * *

Hukuk adına benim aklıma bazı sorular takıldı:

Genelkurmay Başkanı, Sabri Uzun’un "uydurma beyanatlar" (Başbakan’a verildiği ileri sürülen 6 sayfalık bilgi notu-CÜ) verdiğini duyuyor ve muhtemelen Başbakan’a şikáyet ediyor. O da Uzun’u görevden alıyor. Uzun, iddiaya göre vahim bir suç işliyor ama sadece sessiz sedasız görevden alınıyor. Yargılanmıyor, herhangi bir komisyon, Uzun’a "Sen bu konuda ne diyorsun?" diye sormuyor. Ortada Büyükanıt’ın şahsi kanaati var! Bu işlem hukuk devleti normlarına ne kadar uyuyor? Yargısız infaz bu değil mi?

Öte yanda, o tarihlerde Ankara’da şu iddia da konuşulmuştu. Sabri Uzun yaptığı araştırmalar sonucu "bazı sonuçlara" ulaşır ve önden Başbakan’ı uyarır. Sonradan onu görevden alan Başbakan da Sabri Uzun’a, "İş nereye kadar gidiyorsa oraya kadar git!" der.

Sabri Uzun, Başbakan’dan aldığı güvenle "6 sayfalık bilgi notu"nu hazırlar, Meclis’te ifade verir. Sonra da güvenceyi veren makam tarafından görevden alınır.

* * *

Keşke bazı askerler, "hukukun üstünlüğü"nü görevleri sırasında da hatırlasalar!
Yazının Devamını Oku

Yeni dönem ve AB

7 Mayıs 2009
AKP 2002 yılında iktidara AB üyeliğini destekleyen bir eda içinde geldi ve 2004 sonuna dek bu uğurda büyük çaba gösterdi. Ancak 17 Aralık 2004’te AB’den Türkiye’nin AB’ye Katılım Müzakereleri’ne başlaması kararı alındıktan kısa süre sonra anlaşıldı ki AB üyeliği AKP için sadece hedefe giden yolda bir araçtır. Hedef hem içeride hem dışarıda "değiştiğine" dair meşruiyet kazanmaktır. * * *

2005 yılından sonra Türk dış politikası Dışişleri Bakanlığı’nı da zaman zaman devre dışı bırakarak yavaş yavaş Ahmet Davutoğlu’nun mihmandarlığını yaptığı i) oynak merkezli, ii) tüm ülkeler ile teke tek ve doğrudan karşılıklı menfaatleri hedefleyen, iii) komşularla sıfır sorun yaşamaya kilitlenen, iv) ülkeyi Ortadoğu’da merkez ülke haline getiren, v) ABD’nin dümen suyunu takip etmeyen "amaçlara" bağlandı.

Ben dünkü yazımda bu 5 hedefin esasında birbiriyle çeliştiğini ve giderek oynak merkezli politika yerine oynak politikaya dönüşebileceğini belirttim.

Örneğin, Davutoğlu’nun yakın zamanda sarf ettiği "Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir" sözlerinin bu 5 hedefle çeliştiği aşikardır.

* * *

Dünyada bütün dış politikalar bir çıpaya (hedefe) kilitlenerek var olurlar. Herkese mavi boncuk dağıtmaya dayanan "oynak merkezli politikalar" bile çıpasız kalamaz. Nitekim, belki bölgesel zorunluluk, belki de ideolojik arka plan nedeniyle Türk dış politikası giderek Ortadoğu’ya çıpalanır bir görüntü vermeye başladı. Görünen çıpa genelde Batı, özelde AB üyeliği olsa da algılanan çıpalama İslam dünyası olmaya başladı.

Başbakan’ın Almanya’daki işçilere seslenirken "Türk kimliği"ni (asimilasyondan kaçış) vurgulaması, Davos’da İsrail Cumhurbaşkanı’nı azarlaması, Hamas’a adeta kefil olması, sonradan çark etse de Rasmussen’in Nato Genel Sekreterliği’ni İslam dünyası adına veto etmeye kalkması AKP’nin AB üyeliğinde ne kadar istekli olduğunun tüm dünyada sorgulanmasına sebep oldu. Türkiye’de bazı kanaatler odur ki, oynak merkezli dış politika da bir çıpaya muhtaçtır ve Türkiye için artık bu çıpa AB üyeliği değildir.

* * *

Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olması ile başlayan dönemde, eğer Türkiye AB üyeliğine çıpalanacaksa benim zihnimde bu iddiayı doğrulayacak veya çürütecek çok basit bir test var. AKP’ye büyük prim veren AB taraftarı Eser Karakaş’ın Star Gazetesi’nde yer alan cümlesi ile bu test şu şartı sorgulayacaktır.

"Gümrük birliği ve müzakere sürecinin bir gereği olarak hava ve deniz limanlarımız Kıbrıs ile mal ticaretine hemen açılmalıdır."

AB ile müzakerelerin devam edip etmeyeceğini 2009 yılı sonuna dek Kıbrıs Rum Kesimi’ne limanları açıp açmayacağımız belirleyecektir.

Türkiye 29 Temmuz 2005’te, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB üyesi olan Kıbrıs dahil, 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nı 10 ülkeyi kapsayacak şekilde genişleten "Ek Protokol"ü imzalamıştır. Türkiye aynı gün, ayrı bir açıklama ile Kıbrıs’ı tanımadığını ilan etmiş olsa da, 22 Eylül 2005’da AB Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımadığına dair açıklamasının geçersizliğini vurgulayan bir açıklama yapmıştı.

* * *

Benim indimde Ahmet Davutoğlu yönetiminde Türk dış politikasının hangi yöne çıpalandığı (hedeflendiği) limanların yıl sonuna dek Kıbrıs Rum Kesimi’ne açılıp açılmaması ile berraklık kazanacaktır.
Yazının Devamını Oku